28.12.2010 - TBMM Grup Toplantısı Konuşması
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
28 Aralık 2010

 

Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım,

Basınımızın Kıymetli Temsilcileri,

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Konuşmama son günlerde artan şiddet ve tahrik yüklü gelişmelerden duyduğum rahatsızlığı belirterek başlamak istiyorum.

Bunlardan birincisi, terör örgütü yandaşlarının, İstanbul Başakşehir Şahintepe Mahallesinde bulunan Velibaba Cemevine saldırmalarıdır.

Cemevinin dış kısmında asılı olan Türk Bayrağını tahrik unsuru sayarak taş ve sopalarla içeride bulunan kardeşlerimiz hedef alınmıştır.

Canice yapılan bu eylemin gerekçesi olarak da bayrağımızın işaret edilmesi, ülkemizin içine sürüklendiği vahim ortamı göstermesi bakımından ibretlik olmuştur.

Bölücülerin artık her milli değerden tahrik olmaları ve şiddete başvurmaları üzerine AKP hükümeti şapkasını önüne koyup mutlaka düşünmelidir.

Bu vesileyle söz konusu saldırıda yaralanan vatandaşlarımıza geçmiş olsun dileklerimi iletiyor, acil şifalar diliyorum. Saldırganların da bir an önce yakalanarak adalet önüne çıkarılmasını beklediğimi ifade etmek istiyorum.

Bir diğer konu ise, spor müsabakalarında artmaya başlayan şiddet eğilimleridir.

Ülkemizin değişik yörelerinde, sporun centilmenliğine ve rekabetine yakışmayan kavga görüntüleri tehlikeli gelişmelerin adeta habercisi niteliğinde olmuştur.

Toplumun şiddet ve gerginlik sarmalına girmesi de endişe verici olayları tetikleme riskini taşımaktadır.

Bu itibarla, herkesi sağduyulu ve aklıselim davranmaya davet ediyor; kavgadan ve tahammülsüzlüklerden arınmanın çok önemli olduğunu hatırlatmakta fayda görüyorum.

 

Değerli Milletvekilleri,

Üç gün sonra, 2010 yılını geride bırakıp, yeni bir yıla adım atmış olacağız.

Parti olarak bu yılın son Meclis grup toplantısını da bugün gerçekleştiriyoruz.

2010 yılı, siyasetten ekonomiye, güvenlikten dış politikaya, ahlaki yozlaşmadan toplumsal huzur ve dayanışmaya, milli birlik ve bütünlüğe kadar uzanan her alanda bunalım ve çalkantılarla geçen karanlık bir yıl olmuştur.

Bu dönemde;

  • Milletimiz için adeta kader haline gelen yoksulluk, işsizlik, açlık ve sefalet katlanılamaz boyutlara ulaşarak sürmüş,
  • Gelir dağılımındaki adaletsizlik ve uçurum giderek derinleşmiş,
  • Üretim düşmüş, yatırım durmuş, tarım ve hayvancılık çökmüş,
  • İşçi, memur, emekli, esnaf, çiftçi ve köylü çok ağır ekonomik sorunların altında ezilmiştir.

2010 yılında;

  • AKP’nin kurumsal markası haline gelen yolsuzluk, vurgun ve talan hız kazanarak sürmüş,
  • Kanunsuzluk ve asayişsizlik çığ gibi büyümüş,
  • Türkiye hukuksuzlukların ve ahlaksızlıkların diyarı haline gelmiştir.

AKP iktidarının samimiyetsizliği ve siyaset kurumunu yozlaştırması sonucu Türkiye’nin temel sorunlarının kalıcı çözümlere kavuşturulması, Türk milletinin beklentilerine cevap verilmesi ve yolsuzlukların üzerine etkili ve kararlı biçimde gidilmesi 2010 yılında da mümkün olmamıştır.

Türk toplumu cephelere bölünen, ortak milli ve manevi değerler etrafında çatışan, sosyal bünyesi ağır tahribata uğrayan hasarlı bir toplum olarak kendi kaderine terk edilmiştir.

Bu çerçevede üniversitelerde başörtüsü sorunu ve Alevi İslam inancını benimseyen kardeşlerimizin inanç ve kültürel temelli sorunları 2010 yılında da köklü ve kalıcı çözümlere kavuşturulamamış, AKP’nin istismar amaçlı politikaları nedeniyle kanayan bir yara olarak ortada ve sürüncemede bırakılmıştır.

AKP döneminin milli bünyemizi, devlet ve toplum hayatımızı zehirleyen tahribatı ve devletin temel kurumlarını siyasi etki altına almak için başlattığı yıpratma ve kuşatma kampanyası 2010 yılında da hız kesmeden sürmüştür.

Bu yılda yaşanan gelişmelerle Başbakan Erdoğan’ın ve hükümetinin;

  • Milli bilincin karartıldığı, bütün unsurlarıyla baskı altına alındığı, korkutulmuş ve sindirilmiş bir toplum düzeni ile,
  • Adaletin teslim alınarak siyasi otoriteye tabi kılındığı, hukukun üstünlüğü yerine AKP hukuku ve vesayetinin hüküm sürdüğü AKP’lileştirilen bir devlet düzeni peşinde koştuğu bütün çıplaklığıyla açığa çıkmıştır.

AKP’nin dış politikası da, Türkiye’nin sürekli zemin kaybettiği karanlık bir hezimet ve iflas tablosu olarak belirginlik kazanmıştır.

  • AB ile ilişkiler Kıbrıs ipoteğinden kurtarılamamış, tam üyeliğin nihai hedef olmaktan çıktığı sanal müzakere süreci içi boş bir hayal yolculuğu olarak oksijen çadırında suni teneffüsle beyhude yaşatılmaya çalışılmıştır.
  • Erivan’ın peşinden koşan AKP hükümeti Ermenistan’la imzaladığı teslimiyet Protokollerini, Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin Türkiye üzerindeki iddia ve taleplerinin hiçbirini etkilemediği yolunda aldığı karara rağmen, bunları onay için sevkettiği TBMM’den çekmek cesaretini dahi gösterememiştir.
  • İsrail’in insanlık dışı Mavi Marmara barbarlığı karşısında söylemleriyle mangalda kül bırakmayan AKP hükümeti, aradan geçen altı ay içinde İsrail’in Türkiye’yi tatmin edecek adım atmasını sağlayamamış, uluslararası camiayı bu yönde harekete geçirememiş ve bu ülkeyle savunma alanındaki işbirliğini hiçbir şey olmamış gibi sürdürmüştür.

Bunun yerine ilişkileri düzeltmek konusunda ricacı olmuş, kuru bir üzüntü beyanı ve tazminat karşılığında normal ilişkiler için İsrail’in peşinden koşmuştur.

  • AKP hükümetinin ABD ile ilişkilerdeki ilkesiz ve teslimiyetçi tutumu 2010 yılında da devam etmiş, İran konusunda yaşanan görüş ayrılığı dışında, ilişkilerin temel niteliği değişmemiştir.
  • Kıbrıs milli davamızın sokulduğu karanlık süreç 2010 yılında ağırlaşarak sürmüştür.
  • AKP hükümetinin, Rumları ve Avrupa Birliği’ni tatmin için Türkiye ve Kıbrıs Türklüğü’nün Kıbrıs’tan tasfiyesiyle sonuçlanacak gaflet politikalarında özde bir değişiklik yaşanmamıştır.
  • AKP’nin vizyonsuz ve tutarsız dış politika anlayışı sonucu Türkiye Ermenistan’ın, Rumların ve İsrail’in peşinde koşan, ABD ve AB’nin dümen suyunda sürüklenen bir ülke konumuna düşürülmüştür.
  • Füze kalkanı projesiyle İsrail, İran’a karşı korunmaya alınmış ve bu konuda da tam bir acziyet sergilenmiştir.

2010 yılı her anlamda unutulmayacak hazin olaylara ve gelişmelere sahne olduğundan dolayı, milletimizin hafızasından kolay kolay silinmeyecektir.

Bu bakımdan gelecekte bugünün tarihi yazıldığında, son günlerini yaşadığımız bu yılın ayrı bir önemde ve bağlamda ele alınacağından şüphe duymuyorum.

Gerçekten de Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının yaşattığı hayal kırıklıklarına ve tahribatlara koca bir yıl daha eklenmiş bulunmaktadır.

2010 yılı, Türkiye’nin sözde demokrasi ve özgürlük iddiaları altında hırpalandığı, temellerinin sarsıldığı, bölücülüğün hükümet eliyle zirve yaptığı karanlık bir döneme işaret etmektedir.

Türk milletine düşmanlıkta birleşenlerin, Türk devletine karşı öfkede buluşanların foyaları geride kalan aylarda bir bir açığa çıkmıştır.

Bu yılda da yıkım ekibi tam mesai çalışmış, hükümetin fitneye gösterdiği tolerans en üst düzeye ulaşmıştır.

Milli kimliğimiz, üniter devlet yapımız, dilimiz ve Cumhuriyetimizin kurum ve kuralları AKP yönetimi altında ağır bir saldırıya uğramıştır.

Var olan tüm milli kabullerimiz bölücü güruhun taciz ve tahrikiyle sarsılmış; milletimiz sözde barış, özgürlük ve insan hakları maskesiyle boy gösteren alçakların hedefinde yer almıştır.

Türk devletinin hudut ve eşikleri teker teker aşılmış; geleceğimize çözülmesi güç olan düğüm üstüne düğüm atılmıştır.

Özellikle 12 Eylül Anayasa Referandumunun öncesinde ve sonrasında, AKP’nin safında arka arkaya dizilmiş olan kirli niyet ve ittifak bariz bir şekilde kendisini göstermiş ve yarınlarımızı sakatlayacak hunhar girişimlerine hız vermişlerdir.

Türkiye ileri demokrasi fırtınasına böyle bir atmosferde tutulmuş,  akıl hislere yenilmiş, sağduyu bozgunculuğa teslim olmuş, şuur yılgınlık karşısında teslim bayrağını çekmiştir.

Türk milletinin etnik alt kimlikler bazında ayrılmasını dileyenler ve bütünlüğümüzü bozmak için iştah ve hevesle bekleyenler AKP’nin yaktığı fitne ateşinde ısınmışlar, güçlenmişler ve buradan harekete geçmişlerdir.

Türk’ü küçülten, hakir gören, şerefli mazisini lekeleyen, saklı kalmış kinlerini kusmak için fırsat kollayan kim varsa iktidarın pusulası bozuk bölücülük gemisine binmiş ve Başbakan Erdoğan’ın kaptanlığıyla dağılmayı sağlayacak yıldırımlar altında hızla mesafe almaya başlamışlardır.

Dağdaki cani AKP’yle birlikte umutlanmış, Türkiye’yi ortadan ikiye ayırmak için uygun zamanı bekleyenler bu iktidarla heyecanlanmıştır.

Terörist elebaşısı Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığında huzura ermiş, Mondros Mütarekesinden 92 yıl sonra zımnen imzalanan İmralı mütarekesiyle devlet bu defada teröre boyun eğmiştir.

İnsaf, izan, merhamet ve milli duygulardan nasibini almamış olan AKP zihniyeti; deyim yerindeyse İmralı sahillerine beyaz bayrakla çıkarak, milletimizin haysiyetini iki paralık etmiştir.

Müebbet hapisle yatan eli kanlı katilin yattığı yerden taşeron örgütünü yönetmesine müsamaha gösterilmiş, avukatları aracılığıyla ve AKP’nin görevlendirdiği kimliği meçhul kişiler vasıtasıyla dağdaki ve şehirdeki uzantılarına mesajlar ve hain projeler ulaştırılmıştır.

Egemenlik haklarına sahip Türk devleti, kendi cezaevinde yatan bir mahkûmun tehditlerine maruz kalmış, ancak hükümet bunu üstüne almayarak her defasında topu devlete atmıştır.

Biz İmralı canavarıyla yapılan görüşmeleri deşifre ettiğimizde, öfke nöbetlerine kapılan Başbakan bizi şerefsizlikle itham ederek bu iddiamızı reddetmişti.

Ancak bugün kimin şerefli, kimin şerefsiz olduğu artık ayan beyan ortaya çıkmış ve muhataplarının alnına nesillerinden bile çıkmayacak kara bir leke olarak kazınmıştır.

Ne var ki hiçbir mazeret ve gerekçe hükümetin ihanete kol kanat gerdiği gerçeğini değiştiremeyecek; yapılan sinsi görüşmeleri, karanlık planları, milletimizi mahvetmeye dönük rezil oyunları bertaraf edemeyecektir.

Her şey gün gibi ortadadır.

AKP, İmralı ve Kandil arasındaki iletişimi sağlamış, siyasetteki bölücü mihrakların rahatça at oynatmalarına ve cüretkâr olmalarına zemin hazırlamıştır.

Yeni anayasa vaatleriyle bölücülüğe ümit verilmiş, umutlar tazelenmiş ve bin yıllık kardeşliğimiz sözde demokrasi rüzgârının yaydığı dumanla soluk alamaz hale getirilmiştir.

Eğer bugün vatanımızın bir bölümü özerklik zırvalarına konu oluyorsa, ana dilde eğitim taleplerindeki ısrarlar çığırından çıkıyorsa bilinmelidir ki bunun tek sorumlusu Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinden başkası değildir.

İhanet projelerinin konuşulmasını çok seslilik ve demokrasi icabı olarak gören ilkel ve çürümüş siyasi iktidar, bölücülüğün dinamitlerini yurdumuzun her yanına özenle yerleştirmekten zerre kadar utanç ve vicdan azabı duymamıştır.

AKP’yle birlikte çirkefliğin adı dik duruş, ikiyüzlülüğün adı bariyerleri yıkmak, tavizin adı tabuları kırmak ve sırnaşmanın adı ise ezberleri bozmak olmuştur.

Böylesi bir yönetim anlayışının; İmralı’dan çıkan hıyanet projelerine, iğrenç tekliflere gözü ve dikkatinin kapalı olması da eşyanın tabiatına son derece uygundur.

Bakınız, son günlerde ayrı bayrak, farklı dil ve semboller ve özerk bir yönetim modelini içeriğine alan hıyanet projesi Diyarbakır’da bir grup sözde aydın, gazeteci ve bölücülüğün siyasetteki temsilcileri tarafından ele alınmış ve taslak kamuoyuna ulaştırılmıştır.

Bu tehlikeli projeler ne yenidir ne de ilk defa açığa çıkmaktadır.

Daha önce de benzer görüşler kanlı terörün uzantıları ve onlara yardım ve yataklık yapan köksüz bazı sözde aydın zevat tarafından dile getirilmiştir.

Türk milletinin sabrını ve tahammül sınırını zorlayan bu yüzlerin ve fikirlerin son dönemlerde, özelikle yıkım projesiyle daha da cesaretlendiği hepimizin bildiği gerçekler arasındadır.

Başbakan Erdoğan’ın mihmandarlığında başlatılan demokratik açılım denilen yıkım projesi Türkiye’yi sonunda uçurumun kenarına kadar getirmiştir.

Terör biterse bizimde biteceğimiz kehanetinde bulunan ve bizimde kendisi hakkında yeterli bilgiye sahip olduğumuz İçişleri Bakanı yıkımın ilk adımını 1 Ağustos 2009 tarihinde, Gölbaşı’ndaki Polis Akademisinde gerçekleştirilen toplantı ile atmıştı.

2009 yılının Kasım ayında da Meclis Genel Kurulunda yaptığı konuşmada yıkım projesinin bir anlam ifade etmeyen ve bütünlükten uzak amaçlarını sıralamıştı.

Sözüm ona, yıllardır devam eden terörün sonlandırılması, temel hak ve özgürlükler alanının genişletilmesi ve birlik ve dirliğimizin pekiştirilmesi amacıyla PKK açılımını başlattıklarını ifade etmişti.

Bugün anlaşılmaktadır ki, bu kafa yapısının terörün bitmesinden anladığı güçlenmesidir.

Temel hak ve özgürlüklerin gelişmesinden muradı, bölücülüğün kuvvetlenmesi ve dağılmayı sağlayacak dinamikleri harekete geçirmesidir.

Birlik ve dirliğimizin pekiştirilmesinden beklentisi de; Türkiye’nin kardeş kanı dökme aşamasına gelmesidir.

Nitekim gelişmeler ve bir yılı aşkındır inatla sürdürülen PKK açılımının ortaya çıkardığı gerçekler bize başka bir fikir vermemiştir.

PKK açılımının üniter yapımıza kast edecek eğilimlere pirim vermesi ve milli bütünlüğümüzü bozmak için pusuda bekleyenlere adeta çağrıda bulunması, Türkiye’yi yıkımın alacakaranlık ortamına sürüklemiştir.

Yine Damat Ferit kabinelerinin içişleri bakanlarını aratmayan bir zihniyete sahip ilgili koordinatör bakan; geçtiğimiz yıl açılım sürecinin iki somut sonucunun gerçekleşeceğinden bahsetmişti.

Bunlardan birincisi terörün sonlandırılması ya da minimum seviyeye indirilmesi; diğeri de demokrasi standartlarının yükseltilmesidir.

Ne var ki bugün geldiğimiz bu aşamada, bölücü terör devletle pazarlık yapar hale gelmiş ve demokrasi zedelenmiştir. İşte Polis Akademisinden sonra ülkemizin geldiği manzaranın özeti kısaca budur. 

Açıkça itiraf ve kabul etmek lazımdır ki, AKP’nin sözde demokratik açılımı iflas etmiş ve vatanımızı yıkım selinin çamurları altında bırakmıştır.

Demokratik açılım peşinde koşan iktidar partisi, teröre kollarını açmış ve sarmaş dolaş bir şekilde Türkiye’yi çökertmek amacıyla el birliği yapmışlardır.

Bu kapsamda, partimizi zan ve töhmet altında bırakarak; “terör biterse MHP’de biter, ekmeği suyu bu” diye nitelendiren çürümüş zihniyetlere diyebileceğim şimdilik şudur:

Milliyetçi Hareket Partisi, kandan, karışıklıktan ve kavgadan beslenen ve bunların artmasını isteyen bir çarpık anlayışa hiçbir zaman sahip olmamıştır.

Aksine iftiraları atanlar mahşeri vicdanda mahkûm olacaklar ve yalpalayıp düşmekten başka bir sonları olmayacaktır.

Sözümüz kardeşliğe, birliğe ve dirliğe yöneliktir.

Amacımız Türk milletinin bağımsız yaşaması, huzurlu olması ve sonsuza kadar son vatanında var olmasıdır.

Bunun hilafına, bize gıybette bulunanlar müfteridir ve kötü niyetlerine esir olanlardır.

Bizim ekmeğimiz de, suyumuz da Türk’tür, Türkçedir, Türk tarihidir ve Türk milletine ait olan her değerdir.

Bunu dışında, terörün ekmeğimiz ve suyumuz olduğuna dönük hayâsızca iftira atanlar; önce ekmeğini yediği, suyunu içtiği Türk vatanına ve Türk milletine yönelik ihanet girişimlerinin hesabını vermelidirler ve sonra da yüzleri kalırsa bize laf yetiştirmeye çalışmalıdırlar.

PKK açılımının koordinatörlüğü ve en hararetli militanlığını yapan bu şahsın da Yüce Divan’a gitmesi artık kaçınılmazdır.

Bu da inşallah Milliyetçi Hareket’e nasip olacaktır ve adaletin terazisi herkese hak ettiği dersi verecektir.

Muhterem Milletvekilleri,

Gündemi en üst sırada meşgul eden ve ülkemizi karanlık bir meçhule götürecek olan ‘demokratik özerk Kürdistan’ zırvası yalnızca bir avuç kendini bilmezin çalışması ya da hazırladığı taslak değildir.

Türkiye’nin yönetim yapısını değiştirmek ve Türk milletini ortadan ikiye yarmak için fikir ve eylem birliği içinde olanların pis bir tuzağıdır.

Ve şüphesiz sütre gerisinde Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti bulunmaktadır.

Egemen Türk devletinin cezaevinde yatan müebbet ceza almış bölücü bir mahkûm, eğer Türkiye’nin bölünmesine ve ayrılmasına dönük projelerini, fikirlerini dışarıdaki yandaşlarına, terör örgütüne ve taraftarlarına ulaştırabiliyorsa burada aklımıza iki şey gelmektedir.

Ya muazzam bir güvenlik ve kontrol zafiyeti vardır ve bundan faydalanan İmralı canavarı dışarıyı yönlendirmektedir.

Ya da çok ciddi bir hükümet operasyonu vardır ve terör örgütü elebaşısı suflörlük yapmaktadır.

Zira aklımıza başkaca üçüncü bir şık gelmemektedir.

İmralı’dan hain projelerin dışarıya çıkmasına müsamaha gösteriliyorsa, devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü beka düzeyinde tehlikelere atılıyorsa, o zaman AKP hükümetinin Türkiye Cumhuriyeti’ni bildirimsiz feshetmek gibi bir niyeti olduğu ortaya çıkacaktır.

Burada cevabını merakla beklediğimiz sorularımız şunlar olacaktır:

Dünyada, egemenlik haklarını kullanan hangi devlet, kendisini yıkacak ve yok edecek girişimlere müsaade edebilir mi?

Veya yönetim yapısını değiştirmeyi amaçlayan, milletinin bütünlüğünü bozmayı hedefleyen ve bayrağını indirmeyi aklından geçiren mihrakların faaliyetlerine açıkça izin ve fırsat vermesi mümkün müdür?

Bugün, en geri ve devlet geleneği hiç olmayan bir ülkeye gitseniz dahi bu sorulara sorumluluk mertebesinde olumlu cevap verebilecek kişilerle karşılaşamazsınız.

O zaman binlerce yıllık devlet geleneğine sahip Türk devletinin bugünkü içler acısı halinin vebali kimin üzerinde olacaktır?

Şehirlerinde, sokaklarında, caddelerinde, konferans salonlarında ve dağlarında kendisini yıkmayı amaçlayan eli kanlı katillere, demokrasi havarisi olan fitne zihniyetlere müsaade etmenin, hoşgörmenin ve siyasete kazandırmaya çalışmanın hesabını iki cihanda kimler, nasıl verecektir?

Lütfen dikkat ediniz değerli arkadaşlarım, Türk devletinin kudreti bugün ayağa düşürülmüş ve itibarı yerlere batırılmıştır.

Şayet bugün cezaevinde yatan bir hainin projeleri salonlara ulaşıyorsa, ülkenin parçalanmasının fikir egzersizleri yapılıyorsa ve bu salonlardan virüs yayılıyorsa bundan birinci derecede sorumlu, devleti bu hale düşüren siyasi iktidar olacaktır.

Bu kapsamda, bugün Türkiye’yi geren ve tehditlerle dolu bir sürece girmesine neden olan hıyanetin cesaretlendiricisi Adalet ve Kalkınma Partisi’dir.

Proje mimarı ABD’dir, taşeronlar Kandil’dedir, uygulayıcısı ise Recep Tayyip Erdoğan’dır.

Ülkemiz üzerinde ‘ameliyat yaptırtmam’ diyen Başbakan, esasen cerrah olarak eline körleştirdiği demokrasi bıçağı ile paslandırdığı özgürlük neşterini almış ve Türk’e dair ne varsa kesmiş ve kanatmıştır.

Bundan zerre kadar da rahatsızlık duymamış ve yüreği sızlamamıştır.

Çok değil, daha bir yıl önce Habur’daki aşağılık terörist karşılama törenlerini ‘umut verici gelişmeler’ olarak yorumlayan Başbakan Erdoğan’dan başkası değildir.

Bununla birlikte teröristlerin ‘pişman değiliz’ demelerine rağmen, Ceza Kanununun pişmanlık hükümlerini uygulatan da Başbakan Erdoğan’ın başkanı olduğu AKP hükümetidir.

Türkiye bugünkü bölücülük çıkmazına ve devlete, millete meydan okuyan küstahlıklara aşama aşama getirilmiş; geçmişteki söz ve açıklamalar adeta yaşadığımız bunalımın habercisi niteliğinde olmuştur.

Başbakan Erdoğan’ın ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün beyanları, hazırlıkları ve çalışmaları ülkemizi tartışmaların ve kaosun içine çekmiştir.

Mesela, 2005 yılı Nisan ayında Norveç seyahatinde Başbakan Erdoğan Kürt sorununu sanal olarak tanımlamıştır.

2005 yılının Ağustos ayında da bu defa da Diyarbakır’da; Kürt sorununu demokratikleşme sorunu olarak gördüğünü ifade ederek, kısa zaman içinde sürekli çark eden ve fikir değiştiren bir kişi olduğunu göstermiştir.

Bugün de Başbakan Erdoğan, ‘Kürt sorununu savunuyorum ve savunmaya devam edeceğim’ demiştir.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de, 2008 yılının Mart ayında, Kürt sorunu Türkiye’nin sorunudur, diyerek içinden çıktığı partisinin genel başkanıyla aynı noktada buluşmuştur.

Bu değerlendirme hataları, zihin bulanıklıkları ve farklılıklara yoğun vurgu Türkiye’de bölücülüğün ateşini yükseltmiş; Türk milletinin eşit ve onurlu bir kesiminin kendisini ayrı bir yerde konumlandırmasına yol açmıştır.

Açıkça söylemeliyim ki, Türkiye’de bir Kürt sorunu değil, terör ve bölücülük sorunu vardır.

Esas itibariyle Kürt sorunu demek bir yönüyle, Türk milletini oluşturan bir kısım vatandaşlarımızın sorun olduklarını ikrar anlamına gelecektir.

Böylesi bir düşüncenin kaynağında; küresel alandan sipariş edilen görüşlerin belirleyici olduğu anlaşılmaktadır.

Hatta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 2009 yılının Temmuz ayında yaptığı; ‘sorunu kendi inisiyatifimizle çözmezsek başkalarının bunu istismar edeceğine’ dönük açıklamaları da bu çerçevedeki tespitimizi güçlendirmiştir.

Burada aklımıza, kim ya da kimlerin AKP hükümetini sıkıştırdığı ve politikalarını yönlendirdiği hususu gelmektedir.

Anlaşıldığı kadarıyla, 22 Temmuz 2009 yılında kurdelesi kesilerek açılışı yapılan, 1 Ağustos 2009 günü Polis Akademisindeki toplantıyla da faaliyete geçen yıkım projesinin arkasında çirkin bir koalisyon vardır ve bu orta oyununda figüranlık AKP’ye düşmüştür.

Özellikle, ABD Başkanı Obama’nın 6 Nisan 2009 tarihinde TBMM Genel Kurulunda yaptığı konuşmayı takip eden süre içinde hem PKK açılımına hem de Ermeni’lerle mutabakat arayışlarına hız verilmesi bir tesadüf olarak görülmemelidir.

Maalesef Türk milleti yıkım sürecinin öncesinde ve sonrasında, devlet ve hükümet sorumluluğunu üstlenenler tarafından dile getirilen hamasi ve içi boş sözlere birçok defa şahit olmuştur.

Bunlar arasında;

  • ‘Önümüzdeki günlerde çok iyi şeyler olacak.’
  • ‘Mutlaka halledilmeli.’
  • ‘Çok ümitliyim.’
  • ‘Geleceğe dair umudumuz arttı.’
  • ‘Başımızı kuma gömmeyelim, gerçeklere bakalım.’
  • Yolumuza devam edeceğiz.’
  • Kararlılığımız sürecek’
  • Demiyoruz ki bizim her söylediğimiz doğrudur.’
  • Geri adım atmayacağız. Taviz vermeyeceğiz.’
  • Her adımı cesaretle atacağız.’
  • Türkiye kendi meselelerini kendi halledecektir’
  • Gelişmeleri dikkatli şekilde takip edeceğiz.’
  • ‘Sil baştan yaparız.’
  • Bugün iyi bir noktadayız.’

Söz ve ifadelerine sıklıkla rastlanmıştır.

AKP hükümetinin dışarıdan ısmarlamayla yürüttüğü ihanet projesinin, Kürt sorununa indirgenmesi ayıptır, hezeyandır ve zırvadır.

Başbakan Erdoğan’ın, Türk milletini 36’ya ayırarak nasıl birleştireceğini uçağa binmekten vakit bulursa izah etmesinde çok fayda olacaktır.

Farklılıkları tanımlayarak, birlik ruhunu nasıl sağlayacaklarını da belirtmesinde yarar vardır.

Başbakan Erdoğan’ın alt kimlikleri, kurulmuş plak gibi sürekli sayıp, arkasından da Kürt sorununu dile getirmesi ve peşinde de tek millet var demesi çelişkidir ve hiçbir anlam ifade etmeyecektir.

Siyasi kararlarında bir öyle bir böyle hareket eden, sabah kalkarken başka, akşam yatarken bir başka konuşan Başbakan Erdoğan’ın, birbiriyle uyumsuz yaklaşımlarını aziz milletimiz çok iyi bilmektedir.

En başta Türkçe ilgili sözleri ve düşünceleri samimiyetten yoksundur, siyasi ikiyüzlülüğünün apaçık göstergesidir.

TRT’nin bir kanalını yerel dile tahsis eden ve kamusal alana devlet eliyle çıkmasını sağlayan hükümetin başında Başbakan Erdoğan vardır.

Yine Türkçe dışındaki bir dilin öğrenilmesi için kurslar açan, üniversitelerde enstitüler kuran hükümetin başkanı Başbakan Erdoğan’dır.

Dilsel, kimliksel, kültürel hak talepleri üniter yapıyı daraltmaz diyen de yine Başbakan Erdoğan olmuştur.

Türkçenin dışındaki dillerin yayılması ve kamusal alana çıkması konusunda bizatihi kendi çabaları inkâr edilemez bir boyuttadır.

Ancak bugün, Başbakan Erdoğan’ın kalkıp da dilimiz tektir demesi abestir, aldatmadır ve Türk milletini kandırmaktan başka bir manaya gelmeyecektir.

Türkçeyi milletimizin dili olarak gören bir anlayış, Türk milletine ve onun değerlerine zarar vermez, aleyhine politika üretmez.

Ana dil düzeyinde kalması gereken ve mahalli ölçekte kullanılan bir dilin yayılması ve neredeyse eğitim dili haline gelmesi için düzenlenen çabalara zımnen destek vermez.

Eğer Başbakan ilkel bir kavmiyetçi körlüğüyle meselelere bakmasaydı, dilin olduğu yerde milletin, milletin olduğu yerde de milliyetçiliğin olacağını mutlaka idrak ederdi.

Ancak bunları fark etmeden milli devlet anlayışımızı arkadan hançerleyen hükümetin ismi Adalet ve Kalkınma Partisi olmuştur.

Başbakan Erdoğan’ın yürüttüğü yıkım projesi sayesinde, Türk ve Türkçe’ye dair ne varsa tartışılmış, milliyetçilik ve milletini sevme, bu kafa yapısına göre ırkçılıkla suçlanmıştır.

Meclis’teki en son 26 Aralık 2010 tarihli konuşmasında da kendisi ibretlik ve sonunun nereye varacağını tahmin etmediği talihsiz ve acı bir kıyaslama yapmıştır.

Kürtçülüğe karşı olduğu kadar, Türkçülüğe da karşı olduğunu söyleyen Recep Tayyip Erdoğan’a hatırlatmak isterim ki;

Karşı olduğun Türkçülük hiçbir zaman bölücü ve ayırıcı bir yanlışa düşmemiştir

Kan dökmek ve bölünmek için dağlara çıkmamıştır.

Irkçılıktan uzak kalmış, birleştirici ve bütünleştiricilikten ödün vermemiştir.

Zaten farklı bir durum olsaydı, emin ol ki sen bugün Başbakan olamazdın.

Sen ‘Türkçülüğün Esasları’nı yazan rahmetli Ziya Gökalp’ın şiirini okuduğundan dolayı kısa süreli cezaevine girdin. Sonra da bu mağduriyeti siyasi hayatın boyunca hep kullandın.

İstismar ettin, Türklükle ilgili her değeri fütursuzca karşına aldın.

Bu büyük milletin isminin Türk olduğunu hep ihmal ettin, görmezden geldin.

Şimdi de Türkçülükle, Kürtçülüğü karşı karşıya getirmek amacıyla yeni bir oyun oynamak için harekete geçtin.

Acaba aklının bir köşesinde Türklerle Kürtlerin çatışması için bir niyet mi taşıyorsun?

Biz bu tuzağa düşmeyeceğiz, birlik ve bütünlüğümüzü her şart altında savunacağız.

Bin yıllık kardeşlik hukukunu koruyacağız. Bozulmasına müsaade etmeyeceğiz.

Türklük sahipsiz değildir, Türk milleti yalnız değildir.

Yörüklerin, Türkmenlerin mahzun olmadığını herkes görecektir.

Asırları aşıp gelen Türk milletinin etnik alt öbeklere ayrılmasına, dağılmasına, ufalanmasına izin vermeyeceğiz.

‘Ne mutlu Türküm diyene’, haykırışını her fırsatta dillendireceğiz ve bu tarihi kararlılığı çocuklarımıza ve gelecek nesillere öğretmeye sonuna kadar devam edeceğiz.

Bilinmelidir ki hiçbir güç aziz Türk milletini kavgaya, çatışmaya, kaosa ve kargaşaya sürükleyemeyecektir. Başbakan Erdoğan’ın çabaları beyhudedir, girişimleri nafiledir.

 

Değerli Milletvekilleri,

Başbakan Erdoğan’ın 2011 Yılı Bütçe Kanunuyla ilgili son görüşmelerde dile getirdiği bazı sözleri kendisi açısından bir gelişme olsa da, sanaldır, dönemseldir ve günü kurtarmaya dönük stratejik bir hamledir.

 Bununla birlikte, bu konuşmayı, 12 Ağustos 2005’de Diyarbakır’da Recep Tayyip Erdoğan olarak yaptığı bölücülere cesaret veren konuşmaya, 26 Aralık 2010’da Ankara’dan Başbakan sıfatıyla verdiği cevap olarak görmeyi umut ediyoruz.

Başbakan Erdoğan’ın ümit ettiğimiz gibi gerçekleri görerek hatadan dönme iradesini taşıyıp taşımadığını, bunun Anayasanın değişmez üç maddesine sadakatin ifadesi ve terörle etkili mücadele için verilmiş bir söz olup olmadığını şüphesiz yaşanacak gelişmeler gösterecektir.

   Başbakan’ın bu konudaki dürüstlük ve samimiyet sınavından geçmesi için önümüzdeki dönemde mihenk taşı niteliğindeki şu dokuz ana hususun gereğinin yerine getirilmesini zorunlu görüyoruz.

1.      Milli devlet olarak üniter siyasi yapıda kurulmuş Cumhuriyetin temellerinin hiçbir şekilde sulandırılamayacağı ve Anayasa’nın ilk üç maddesinde ifadesini bulan ilkelere sadık kalınacağı tereddüde ve farklı yorumlara mahal bırakmayacak şekilde Başbakan tarafından ortaya konulmalıdır.

2.      Başbakan, Türk milletini 36 etnik grup olarak tasnif etmekten ve Türkiyelilik kavramının Türk milli kimliği yerine geçmesi ısrarından artık vazgeçmek durumundadır.

3.      Türkçe’nin sadece resmi dil değil, aynı zamanda eğitim dili olduğunu, bu nedenle Türkçe’den başka ikinci dil isteklerinin Türk Milli Eğitim sistemi içine sokulmasının kabul edilemeyeceğini açıkça söylemelidir.

4.      12 Haziran 2011’de yapılması beklenen seçimler sonrası yeni Anayasa ile PKK’nın milli kimlik, dil ve yönetim taleplerinin karşılanmayacağını şimdiden ilan etmelidir.

5.      İmralı ile yürütülen pazarlık ve müzakere sürecini derhal kesmeli, teröristbaşının İmralı’dan örgütü yönetmesi önlenmelidir.

6.      Başlattığı PKK açılımının tarihi bir hata olduğunu anlayarak bunu sonlandırmalıdır.

7.      Barzani ve Talabani’nin peşinden sürüklenerek bunlara Türkiye’nin sorunları hakkında bilirkişi ve arabulucu gibi söz söyleme imkanı vermekten vazgeçmelidir.

8.      Terörle etkili mücadele için siyasi kararlılık sergilemeli, PKK unsurlarını barındıran Barzani’ye karşı ekonomik ve askeri yaptırımlar içeren etkili bir caydırıcılık stratejisini derhal uygulamaya koymalı Türkiye içindeki ve Irak’ın kuzeyindeki PKK terör yuvalarına karşı etkili askeri önlemlerin önünü açmalıdır.

9.      1 Ağustos 2009’da Polis Akademisi’nde Türkiye için en uygun bölünme modellerini tartışmaya açan ve bu süreci bölünme eşiğine kadar getiren PKK açılımı sürecinin koordinatörü İçişleri Bakanının da bulunduğu makamda bir gün dahi durmayarak hemen istifa etmesi ya da görevinden alınması gerekmektedir.

Ancak buna rağmen Başbakan’ın sicili ve niyeti bölücülükle mücadele etmeye yeterli değildir, kâfi de gelmeyecektir.

Yakın zaman içinde, özerklikle ilgili fitnenin ortaya çıkmasından uzun bir süre suskun kalan Başbakan Erdoğan’ın, gerçek yüzünü gören milletimizin ve AKP’ye oy veren kardeşlerimizin desteklerini azaltması üzerine ve sanki bir yerlerden de talimat almışçasına Bütçe görüşmelerinin son gününde konunun üzerine atlaması inandırıcı değildir.

Bu vesileyle sarfettiği sözleri, kararlılık duruşları,  hiçbir gerçeği gizlemeye de yetmeyecektir.

Bu konuda 21 Aralık 2010 tarihinde yaptığımız yazılı basın açıklaması Milliyetçi Hareket’in nerede durduğunu, bu tahriklerin sürmesi halinde ne yapacağını bütün açıklığıyla dosta ve düşmana ilan etmiştir.

Bu açıklamamızda Türkiye’nin varlığına kastetmeyi amaçlayan hain tahrikler ve girişimler gemi azıya almışken anamuhalefet partisi CHP’nin sessiz ve tepkisiz kalmasının endişe verici bir gelişme olduğunu ve Türk milletinde çok ciddi soru işaretleri yarattığını, bu durumu not ettiğimizi belirtmiştik.

CHP Genel Başkanı’nın gecikmeli olarak yaptığı ve sadece dil konusu ve Belçika örneği üzerinde durduğu açıklamasının bu soru işaretlerini gidermeye yetmeyeceği açıktır.

Ayrıca üzerinde durduğumuz önemli bir konu daha vardır.

Geçtiğimiz günlerde Irak Cumhurbaşkanı bir toplantı için ülkemize gelmiş ve İstanbul’da iç politikamızı yakından ilgilendiren hayati konularda görüş ileri sürmüştür.

Ne var ki Cumhurbaşkanı sıfatını taşısa da, aşiret reisliği karakteri olmuş bu şahsın ülkemizin iç politikasına yönelik sözleri hükümet nezdinde hiçbir karşılık bulmamıştır.

Kendi ülkesi işgalin ve saldırının ortasındayken, ülkemizde demokrasiyle ilgili görüşler serdetmesi düşündürücü olmuştur.

Bir yabancının, Türkiye’nin iç politikasıyla ilgili görüş ileri sürmesi, yorum yapması ve tavsiyelerde bulunması aymazlık ve densizliktir.

Bizim aşiret reisliğinden kurtulamamış zihniyetlerden alacağımız ve öğreneceğimiz bir şey de yoktur.

Herkes işine bakmalı ve kendi ülkesine odaklanmalıdır.

Türkiye’nin milli ve üniter yapısını tartıştıracak, zedeleyecek ve sarsacak mesajlara, fikirlere Türk milleti bütünüyle karşı koyacak ve muhataplarının kafasına çarpacaktır.

Türkiye’nin cezaevinde yatan bölücü bir mahkûma milletimizin gözünün içine baka baka selam gönderilmesi diklenmektir, tavır koymaktır.

Buna elbette rıza göstermemiz, bu ahlaksızlığa sessiz kalmamız mümkün değildir.

Kendi topraklarını işgal edenlerle sarmaş dolaş olanların, benzer alçalmayı ülkemizde de sürdürmesi gafletten öte kendini bilmezliktir, hayasızlığın daniskasıdır.

Elbette burada, bu düşüklüğe onay veren iktidar partisi öncelikli olarak sorumlu olacaktır.

Bu vebal, Türk milletine yıkım projesiyle darbe üstüne darbe vuran, köklerinden koparmak isteyen, bin yıllık Türklük bilincini bölücülükle eş değer tutan AKP yöneticilerinin omuzlarındadır ve gereği gibi hareket edilmezse milletimiz asla affetmeyecektir.

 

Muhterem Arkadaşlarım,

Türkiye’nin milli bünyesine patlamaya hazır bir saatli bomba gibi bırakılan “PKK açılımı” sürecinde Sayın Cumhurbaşkanı’nın “Türkiye’de çok yakında güzel şeyler olacak” sözleriyle öncü ve belirleyici rol oynadığı bilinen bir gerçektir.

Bu süreçte Sayın Cumhurbaşkanı ile Başbakan ve hükümetinin rol paylaştığı izlemini veren gelişmeler yaşandığı da bir vakıadır.

Eğer bugün, iki dilli hayata kanun ve anayasa tanımadan geçileceği iddia ediliyorsa bunda, Güroymak’a Norşin diyen Sayın Cumhurbaşkanı’nın sorumluluğu çok fazladır.

Bu kapsamda, Başbakan Erdoğan’ın bazı belediyelerde ikinci dilin kullanılmasından rahatsızlık duyması tam bir kara mizah örneğidir.

Gelinen bugünkü noktada Sayın Cumhurbaşkanı’nın 2010 yılının son günlerinde Diyarbakır’a yapacağı ziyaret bu haliyle önem kazanmıştır.

Devletin başı olan Sayın Cumhurbaşkanı’nın Diyarbakır’da Anayasal konumuna ve yeminine uygun olarak bu konularda gereken hassasiyeti göstereceğini beklediğimizi ifade etmek isterim.

Aksi takdirde, kaçınılmaz olarak Sayın Cumhurbaşkanı ve Başbakan arasındaki rol paylaşımının devam ettiği sonucuna varmamıza kimse karşı çıkamayacak, buna da itiraz edilemeyecektir.

Bundan en başta yara alacak da Cumhurbaşkanlığı makamı olacaktır.

Bugünkü halde hepimizin üstünde titrememiz gereken husus milli ve  üniter devlet yapımızın korunmasıdır ve iki dilli hayata müsaade edilmemesidir.

Anayasa’nın üçüncü maddesinde ifadesini bulan; “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır.” milli kararlarına ve vazgeçilmez ilkelere tam bir sadakatle sahip çıkılmalıdır.

Eğer özerklik talepleri, ayrı bayrak ve dil istekleri şirazesinden çıkarsa, milli ve üniter devlet yapısını muhafaza etmek mümkün olmayacaktır.

İki dilli hayat talebi, siyasi bölücülerin Türk devleti eliyle yeni bir millet yaratması girişimidir ve kesinkes milletimizi ayıracaktır.

Eğer millet parçalanırsa, geriye ne devlet ne de vatan kalacaktır.

Millet olmazsa tam bir karanlık ve yok oluş süreci yaşanacaktır.

Türk milletinin tüm unsurları Türkçe’nin birleştirici otağında toplanmalıdır.

Türk milleti farklılıkların mayalandığı devasa bir kuluçka değildir.

Millet bir ruhtur, manevi bir prensiptir, kabuldür ve ağırlık merkezi kültürdür.

Biz milletimizi değerlendirirken hem maziye hem de hale bakarız.

Birisi zengin hatıralar mirasının müşterek sahipliğini, diğeri de gelecekte birlikte yaşama arzusu konusundaki mutabakatı gösterir.

Millet yapılan ya da yapılmaya hazır olunan fedakârlıklara ait duygunun yarattığı büyük bir dayanışmadır.

Birlikte yaşama konserine değerli bir nağme katmak ve büyük senfoniye katkıda bulunmak hepimiz için vazgeçilmez bir görevdir.

Milletimiz sağlam fikirlerden, ateşli yüreklerden müteşekkil büyük bir kudrettir ve sahip olduğu manevi şuurla her zaman ayakta kalacaktır.

Bu manevi şuur, her bir ferdin topluluk yararına kendisinden vazgeçmek suretiyle yaptığı fedakârlıklarla kuvvetini teyit ettiği ölçüde meşrudur ve şüphesiz var olma hakkına sahiptir.

Kahramanlıklarla dolu tarihimiz ve bu tarihi geleceğe taşıma iradesine sahip Türk milleti; sahip olduğumuz en büyük güçtür.

Dün birlikte ağladığımız, birlikte güldüğümüz, birlikte büyük işler başardığımız, ortak şan ve şerefe eriştiğimiz herkesle Türk milleti var olacak ve geleceğe birlikte uzanacaktır.

Öncelikle şunu söylemeliyim ki, Türk milletinin içinden kim farklı bir millet çıkarmanın arayışındaysa ve Türk vatanını taksim etmenin kim peşindeyse, unutmasınlar ki karşılarında dağ gibi Milliyetçi Hareket Partisi vardır ve bu emellerine asla geçit vermeyecektir.

Türkiye’yi ateşe sürüklemeye, kutlu vatan topraklarını ayırmaya, özerklik adı altında bağımsız dört parçalı bir Kürdistan’ın temellerini atmaya hiç kimsenin gücü yetmeyecektir.

Türk milletinin birliği ve bütünlüğü hibe edilmemiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısı ihale ile alınmamıştır.

Türk vatanı geçici menfaatlerin dönemsel işbirliğiyle elde edilmiş, farklı çıkar sahiplerinin ittifaklarıyla vücut bulmuş ve zamanı geldiğinde hak sahiplerine pay edilecek mirasyedi hazinesi değildir.

Bu aziz Anadolu coğrafyasının her santimetrekaresinde şehit kanı vardır, kutsal topraklarının altında kefensiz yatan yiğitleri bulunmaktadır.

Bayrağımızın namusuna kirli ellerin uzanmaması için çekilen çilelerin, ödenen bedellerin, gözyaşlarının, acıların aziz hatıraları bizimledir.

Vurulup tertemiz alnından sere serpe yatanların, bir hilal uğruna batan güneşlerin, cephe de mermisi bitse de ‘süngüm var’ diyenlerin kutlu emanetini ayıracak, dağıtacak ve parçalayacak birileri daha anasının karnından doğmamıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin içinden yeni bir devleti, Türk milletinin bağrından farklı bir milleti çıkarmak için seferber olanlar ve buna çanak tutanlar karşılarında her zaman vatansever Türkiye sevdalılarını bulacaklardır.

İki dilli, iki bayraklı ve özerk bir yönetimi esas alarak konfederasyon özlemlerini gerçekleştirmeye çalışanlar ve bağımsızlığın duble yollarını şimdiden inşa etmeye yeltenenler Türk milletinin ipek eldiven içindeki çelikten yumruğunu mutlaka yiyeceklerdir.

Hiç kimse rüyaya kapılmasın, yanılıp yenilip hayaller kurmasın.

Bizim ne verilecek bir çakıl taşımız vardır, ne de arkamızı dönüp gideceğimiz toprak parçamız vardır.

Ne yüzüstü bırakıp gideceğimiz insanımız, ne de yeniden çizilecek sınırımız vardır.

Bu irademize rağmen, Türkiye’yi bölmeyi ve milletimizi parçalamayı düşünenler varsa; bu şer ve fitne mahfillerin hesabını sormak ve yakalarından yapışmak Milliyetçi Hareket Partisi’nin bir şeref ve siyasi namus meselesi olacaktır.

Ve hadlerini bildirmek için de her daim hazır olacağız.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Dün itibariyle, iftiharla ve gururla sonsuza kadar hatırlanması gereken bağımsızlık mücadelemizin manevi güç kaynağı olan İstiklal Marşımızın yazarı ve vatan şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un vefatının 74. yıldönümünü andık.

Merhum milli şairimiz, milletimizin en zor anlarında; harekete geçmesi gereken cesaret ve kuvvete, sabır ve metanete kutlu mısralarında hayat vermiş ve Anadolu’yu bir güneş gibi aydınlatarak ufuktaki muzaffer günlerin yakın olduğunu müjdelemiştir.

Yedi düvelin, esaret prangalarını vatan coğrafyasına takmaya çalıştığı karanlık bir dönemde, milletimizin gür sesi ve ayağa kalkışı istiklale duyduğu sarsılmaz bağlılıkla gerçekleşmiş ve bunun manzum ifadesi de elbette İstiklal Marşımızla vücut bulmuştur.

Kurtuluş Mücadelesinin en çetin ve kasvetli bir döneminde, Türk’ün duygu ve azmi mısralarda şekillenmiş ve zaferin adeta habercisi olmuştur.

Vatan Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un, milletimizin hislerine tercüman olarak kaleme aldığı İstiklal Marşımız; şafaklarda yüzen al sancağımızın, vatanımızda tüten en son ocak olduğu sürece sönmeyeceğini herkese ilam etmiştir.

Ezelden beri hür yaşamış olan Türk milletinin, sonsuza kadar da böyle yaşayacağına duyulan derin inanç, yabancılar tarafından kurulan ve kurgulanan bütün oyunları çok şükür ki bozmuştur.

Bu vesileyle aziz vatan şairimizi rahmet, minnet duygularımla yad ediyor, kendisiyle birlikte tüm milli mücadele kahramanlarına, şehitlerimize Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyorum.

Konuşmama son verirken hepinizin yeni yılını ayrı ayrı kutluyor, saygılarımı sunuyorum.