Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli'nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma. 6 Aralık 2011

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
6 Aralık 2011


 

Muhterem Milletvekilleri,

Değerli Misafirler,

Basınımızın Kıymetli Temsilcileri,

Bu haftaki konuşmama başlarken hepinizi en iyi dileklerimle selamlıyorum.

Bildiğiniz üzere, Türk kadınının seçme ve seçilme hakkını elde edişinin 77’nci yıldönümü dün kutladık.

5 Aralık 1934 tarihinde alınan bir kararla kadınlara siyasal hayata müdahil olma ve yönlendirme hakkı kazandıran bu girişimin ülkemiz için anlamı çok büyüktür.

Kadının siyasette temsili elbette çok önemli bir adım ve demokratik kültürün yaygınlaşmasında tarihi bir dönüm noktasıdır.

Bu haliyle kadınlarımız, insan olmalarından kaynaklanan haklarının önemli bir bölümüne ulaşmışlar; eşit, saygın birer fert halinde hayatın içinde yer alarak aktif bir konuma yükselmişlerdir.

Takdir edersiniz ki toplumsal sistemin en temel özelliği kadınlar ve erkekler tarafından oluşturulmasıdır.

Cinsiyet ayrımının farklılaştırıcı ve dışlayıcı etkisini bir yana bırakarak diyebiliriz ki, kadınlarla erkekler yaşadıkları toplumun teşkilatlanmasını ve işleyişini, genel çıkarı gözetecek bir biçimde belirleme sorumluluğuna ve yetkisine sahiptirler.

İnsan varlığının eşit değerinden ve onurundan beslenen bu durumun, kadınların toplumsal sistemdeki yer ve konumlarını teminat altına alması ayrıca dikkate değerdir.

Seçme ve seçilme meselesi her şeyden önce demokrasinin nasıl algılandığı ve pratik hayata nasıl yansıdığı sorularına verilecek cevaplarla yakından ilgilidir.

Eski devirlerde olduğu gibi, katılımın, oy ve seçilme hakkının sınırlı ve belirli kesimlere verilmesi demokrasi olmayacak ve üstelik de insani bir tarafı bulunmayacaktır.

1930’lu yıllarda, yeni kurulan bir devletin yöneticileri ve siyaset adamları bunun farkına varmışlar ve iftihar edilecek bir hamleyle seçme ve seçilme konusundaki eşitsizlikleri gidermişlerdir.

Bir tarafta devlet kuran, diğer tarafta da demokrasinin inşa edilmesine kafa yoran kurucu kahramanların, hukuken Türk vatandaşları arasındaki uçurumları kapatma gayretleri her açıdan takdire şayandır.

1926 tarihinde kabul edilen Medeni Kanun, kadınların en temel haklarına ulaşmadaki önemli mihenk taşlarındandır.

Arkasından 3 Nisan 1930 tarihinde çıkarılan Belediye Kanunuyla birlikte, mahalli idarelerde katılım ve temsil konusunda kadınlarımız değerli imkânlara kavuşmuşlardır.

Peşi sıra 5 Aralık 1934 tarihi, hem kadınlarımız hem de demokrasimiz açısından milat olmuş ve siyasal hakların kullanımı konusunda mutlak bir eşitlik sağlamıştır.

Bu vesileyle, son günlerde savaş baltalarını ellerine alarak dünle hesaplaşmaya giren ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarını vicdansızca katliamla özdeşleştiren zavallılara, demokrasiyi yerleştirme arayışındaki bu tavizsiz duruşu heyecanla hatırlatmak isterim.

Eşkıyalık hareketlerine karşı millet mücadelesini hazmedemeyerek, insanlığa karşı işlenmiş bir suç olarak takdim edenler, her şeyden önce kendi mazilerinin ihanetle iç içe geçmiş taraflarına bakmalıdırlar.

Dikkatiniz çekerim ki, dönem itibariyle, bir çok ülkede kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmezken, Türkiye Cumhuriyeti çok şükür bunu başarmıştır.

Bugünkü köhnemiş ve küflenmiş zihniyet, o yıllarda da sorumluluk alsaydı bırakın demokratik gelişmeyi, kadın ve erkek arasındaki ikiliği tetiklemekten ve yaymaktan başka hiçbir şey yapmazdı.

Zira bunların mantığı budur, fikriyatlarının istikameti buna yöneliktir.

İleri demokrasi korosunun kadınlar konusunda iddia ettiği ve dile getirdiği hususlar taktik maiyetlidir ve şüphesiz samimiyetten tamamen uzaktır.

Hepiniz görüyor ve kamuoyuna yansıyan haberlerden işitiyorsunuz:

Bir tarafta ileri demokrasi çağrıları vardır, diğer tarafta kadınlarımıza yönelik ağırlaşan şiddet sarmalı bulunmaktadır.

Bir tarafta kadınlara yönelik pozitif ayrımcılık propagandası yapılmaktadır, diğer yanda tecavüz, taciz ve cinayetlere kurban giden kadınlarımızın sayısı hızla çoğalmaktadır.

Bir tarafta AKP’nin yalanları vardır, diğer yanda Türk kadının sürekli artan sorunları bulunmaktadır.

Üzülerek söylemeliyim ki, bugün toplumsal yapı tam bir cinnet halini yaşamaktadır.

En adi suçlar, en iğrenç saldırılar herkesin gözü önünde vuku bulmaktadır.

Ve maalesef bu insanlık dışı niyetlerin hedefinde de kadınlarımız vardır.

Şiddet, gözyaşı ve çaresizlik hiçbir dönem bu kadar görünür ve hissedilir olmamıştır.

Kadınlara yönelen hunhar saldırılar, işlenen cürümler hiç bu kadar belirgin hale gelmemiştir.

Biliniz ki, kadınlarımız vahşetle yüz yüze yaşarken hiç kimse kadın milletvekili sayısıyla övünmemeli ve bunun üzerinden de siyasal çıkar elde etmeye yönelmemelidir.

√       Sokak ortasında canice katledilen,

√       Pusuya düşürülerek vahşice kıyılan,

√       Karnındaki bebeğiyle hedef haline gelen,

√       Sığınma evlerinde çare bekleyen,

√       Hanelerinde hakarete ve ithamlara uğrayan kadınlarımız olduğu sürece hiçbirimize rahat yüzü yoktur ve asla da olmayacaktır.

Aile içi şiddet, her ne sebeple olursa olsun meydana gelen cinayetler, kadınlığı istismar eden ahlaksızlıklar karşılaşılan sorunların başlıcalarıdır.

İster kamusal isterse de özel alanda işlensin, kadınlarımıza fiziksel, cinsel ya da psikolojik zarar veya acı veren ya da vermesi muhtemel olan her türlü menfi vakayla mücadele etmek bizlerin boynunun borcudur.

Bu alandaki riskleri ve tehditleri en aza indirmek milli ve manevi sorumluluğumuzun yegâne unsurlarındandır.

Açıktır ki, şiddete göz yummak, görmezden gelmek, önlenmesi için gerekli tedbirleri almamak işlenen suçlara ortak olmak anlamına gelecektir ve bunun vebali de en başta hükümet etme sorumluluğu taşıyanların omuzlarında kalacaktır.

Şüphesiz kadınlarımız hak ihlallerine maruz kaldığı sürece medeni bir toplumdan kimse bahsetmemelidir.

Bu kapsamda Türk kadınının zor ve çilelerle dolu bir süreçten geçtiği bir gerçektir.

Kadın hakları ve kadın olmaktan kaynaklanan insanlık gururu incitilmekte ve tahrip edilmektedir.

Elbette, kadınlarımızın mücadeleleriyle elde ettiği sosyal, siyasal ve ekonomik seviyelerini küçümsemiyorum ve inkar da etmiyorum.

Ancak bu gelişmeye paralel giden sorunları da kimsenin ihmal etmemesi gerektiğini düşünüyorum.

 

Muhterem Arkadaşlarım,

Her şeye rağmen, Yüce Dinimizin buyruklarında ve aziz milletimizin kutlu tarihinde kadınlara verilen ayrıcalıkların ve değerin müstesna misalleri vardır.

Bunu davranışlarımıza ve diyaloglarımıza yansıtmamız her şeyden önce taşıdığımız insanlık değerlerinin mecburi bir neticesidir.

Hiçbir tereddüde kapılmadan söyleyebilirim ki, Türk kadını kendisine verilen her görev ve sorumluluğu şuurla benimsemiş ve içtenliğiyle bütünleştirmiştir.

Nezaketin ve şefkatin diliyle her alana güzellik ve saygınlık kazandırmıştır.

Düğümlenmiş meselelere merhamet ve zarafetle yaklaşmaları tabidir ki çok önemli sonuçlara kapı aralamıştır.

Türk kadını gerektiği her durumda milletinin ve devletinin yanında yer almış ve fedakârlıkta gözleri kamaştırmıştır.

Ocağının dumanını tüttüren, ekmek parasını kazanmak için ter akıtan, eşine ve evladına sevgiyle yaklaşan, cephede mermiyi omuzlayan, sırtında yılların yükünü taşıyan Türk kadını bizim için kesinlikle bir iftihar vesilesidir.

Nene Hatun böyledir.

Tayyar Rahmiye Hanım bu güzide insanlardan birisidir.

Gaziantepli Yirik Fatma, Gördesli Makbule, Erzurumlu Fatma Seher ve Nezahat Hanım bu örnek şahsiyetler arasındaki elleri öpülesi değerlerimizdir.

Bu abidevi kadınlarımızı, büyüklerimizi rahmetle yad ediyorum.

Kağnısında çocuğunun üşümesine aldırmadan, millet emanetine sahip çıkarak koruyan bu kahraman nesli, fedakâr ve cefakâr yüksek erdem sahibi analarımızı hürmetle tekrar hatırlıyoruz.

Onlar yaralı Mehmetçiklere şifa oldular.

Onlar mitinglerde, cemiyetlerde milletin mukaddesatına sahip çıktılar.

Onlar şehit ve gazi olarak gönlümüzde yükseldiler.

Duygu yüklü, engin ruhlu, dili dualı, bakışları hüzünlü Anadolu kadının engellerinden kurtularak hak ettiği seviyeye gelmesi için üzerimize düşen ne varsa yapmaya hazır olduğumuzu bildirmek isterim.

Bu vesileyle Kadınlarımızın 77 yıl önce aldıkları seçme ve seçilme hakkının hayırlı uğurlu olmasını diliyorum.

Ve unutmayınız ki insan olmalarından kaynaklanan bu hak Türk kadınına asla bir lütuf, ihsan ya da bağış değildir.

Bu itibarla kadınlarımızın toplumun her kesiminde daha fazla temsil ve yetki almasını bekliyor ve bunun için de her girişimi yapmaya, her gayreti göstermeye kararlı olduğumuzu ifade etmek istiyorum.

Seçme ve seçilme hakkına ulaşılmasının 77’nci yıldönümü münasebetiyle, aramızda bulunan hanımefendileri ve yurdumun her köşesindeki analarımızı, bacılarımızı ve kardeşlerimizi kutluyor, hepsine şükranlarımı sunuyorum.

 

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Kıymetli Misafirler,

Son günlerin en çok tartışılan konularından birisi de kuşkusuz sporda şike ve teşvik primi iddiaları olmuş; bu alandaki belirsizlikler, şayialar ve şaibeler daha da fazlalaşmıştır.

Biz bu konuyu kamuoyuna mal olduğu andan itibaren çok yakından takip ettik ve görüşlerimizi tüm taraflara açıkladık.

Nitekim 21 Temmuz 2011 tarihli yazılı basın açıklamamız bunun en bariz ispatıdır.

Temmuz ayının ilk haftasından bu tarafa, milletimizi meşgul eden şike ve teşvik primi etrafında somutlaşan suçlamaların ve isnatların son günlerde iyice içinden çıkılmaz hale geldiği açıktır.

Öncelikle şu tespiti yapmak zannederim son derece makul ve yerinde olacaktır:

Centilmenliğin, rekabetin ve ahlakın hakim olması gereken Türk sporunun, bu kadar ağır ve ciddi bir travmanın içine girmesi vahim olduğu kadar da üzüntü ve endişe vericidir.

Son gelişmelerle, bilhassa Türk futbolu kuşkulu ve problemli bir alana hapsolmuş ve her kafadan çıkan sesler nedeniyle içinden çıkılmaz bir duruma gerilemiştir.

Milyonlarca insanımızın gönül verdiği, rozetini taşıdığı, flamasını salladığı, yaz ya da kış demeden tribünlerden destek verdiği, birlikte sevinip birlikte ağladığı asırlık kulüplerimiz adeta suçlamaların merkezine yerleştirilmiştir.

Her hal ve durumda parti olarak, köklü kulüplerimizin ve onlara gönül veren kardeşlerimizin incitilmesini ve hırpalanmasını kabul etmiyoruz ve bunu da şiddetle reddediyoruz.

Kulüplerimizin zan ve töhmet altında bırakılarak itibarlarının, saygınlıklarının ve güvenirliklerinin zedelenmesini de hiç doğru ve insaflı görmüyoruz.

Bu yaklaşımımızın, şike ve teşvik pirimi batağına saplanan kişileri kapsamayacağı, onlar için mazeret oluşturmayacağı tartışmasızdır.

Suç ve suçluyu ayırt edecek, ama masumiyet karinesine de titizlikle riayet edecek basiretli ve tarafsız bir bakış ve değerlendirme açısının şart olduğunu düşünüyoruz.

12 Haziran seçimlerinden hemen sonra, şike ve teşvik primiyle ilgili gelişmelerin ortaya çıkması ve bu konuda gözaltılar ve tutuklamalar yapılması hepimizin şahit olduğu olaylar dizisinden bazılarıdır.

İşin başından beri gizli yürütülmesi gereken adli ve idari soruşturma safahatlarının, basın ve yayın organlarında çarşaf çarşaf teşhir edilmesi bize başka maksatların takip edildiği izlenimini vermiştir.

Milletimizin çok yakından izlediği Türk futbolundaki bu olumsuzluklar sebebiyle, mahkeme aşaması gerçekleşmeden, birçok kişinin peşinen suçlu gibi gösterilmesi büyük bir haksızlık, insafsızlık ve acımasızlık örneği olmuştur.

Gerek Anayasa’da gerekse de Ceza Kanununda, suçu kesinleşmemiş hiç kimseye suçlu muamelesi yapılamayacağı kayıt ve hüküm altına alınmıştır.

Ancak ne acı bir durumdur ki, yaklaşık beş aydır tutuklu bulunan ve Türkiye’de milyonlarca insanının sevgisini ve haklı ilgisini kazanmış spor kulüplerimizin başkan ya da oyuncuları, hukuken bir netice ortaya çıkmadan dört duvar arasında ısrarla tutulmaktadır.

Biz bu garabetin adalet olmadığına, hakkaniyete hizmete etmediğine ve doğaldır ki vicdanları kanattığına inanıyoruz.

Anlaşıldığı kadarıyla AKP Hükümeti’nin bu konudaki müsebbip arayışları ve sorumlu bulma çabaları başka faktörleri de içeriğine alarak hedefine yönelmiştir.

Sanırsınız ki, hali hazırda şike ve teşvik primi sorunuyla ilgili tüm kötülükler 31’i tutuklu 93 şüpheli şahsın üzerinde toplanmıştır.

Bunlar gerekli cezalara çarptırılırsa her şey düzelecek ve böylelikle Türk sporu zincirlerinden ve kelepçelerinden kurtulacaktır.

Madem Türk sporu kangren olmuştur ve iflasın eşiğine gelmiştir; o halde sormak lazımdır ki, bunun yalnızca sorumlusu beş aydır tutuklu ya da şüpheli olarak görülen kişiler midir?

Türk sporunun tükenişinin ve dağılmasının günahı sadece bu kişilerde midir?

Kaldı ki mesele sadece şike iddialarıyla da bitmemiştir.

Hali hazırda tutuklu olarak bulunan kişilerle ilgili başka tehlikeli iddialar ısıtılıp ısıtılıp kamuoyuna servis edilmektedir.

Görüldüğü kadarıyla şike ya da teşvik primi suçlamalarını gölgede bırakacak, başta çete oluşturmaya kadar uzanan geniş bir liste ortaya çıkmıştır.

Şurası berrak bir gerçektir ki, yalnızca şüphe ve bazı karanlık isimlerin ifadelerine dayanarak; kamuoyunca bilinen isimlerin yıpratılmasına çalışmak ve meseleyi değişik mecraya çekmeye çabalamak insanlık değerleriyle bağdaşmadığı gibi ahlaken de sorunlu bir tabloyu ortaya çıkaracaktır.

Diğer taraftan Türk futbolunun içine girdiği bunalımlı ve buhranlı ortama müdahil olmak üzere TBMM 24 Kasım 2011 tarihinde yasal bir düzenleme yapmıştır.

Bu kapsamda 6250 sayılı “Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanunda Değişiklik Yapılması Hakkındaki Kanun” Meclis’te ittifak halinde kabul edilmiş ve Sayın Cumhurbaşkanı’nın onayına sunulmuştur.

Ancak Sayın Cumhurbaşkanı, ilgili Kanunu bir kez daha görüşülmek üzere Anayasa’nın 89 ve 104’ncü maddeleri uyarınca geri iade etmiştir.

Hatırlatmak isterim ki, 2004 yılında yürürlüğe giren 5149 sayılı Kanun, spor müsabakalarında şiddet ve düzensizliği önlemede yetersiz kalınca, bu yılın Nisan ayında Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair 6222 Sayılı Kanun kabul edilmiştir.

O zaman herhangi bir itirazı olmayan Sayın Cumhurbaşkanı, bazı gerekçelerle yapılan düzenlemeleri şimdi kabul etmemiş ve bir kez daha görüşülmek üzere TBMM Başkanlığına göndermiştir.

Ve Kanunla öngörülen değişikliklerin, ölçülülük ve caydırıcılık gibi Ceza Hukukunun temel prensiplerini etkisiz kılacağından hareketle adalete vurgu yapmış ve halen yürütülmekte olan bir soruşturma kapsamında bulunan kişilere yönelik özel bir düzenleme yapıldığı intibaını gündeme getirmiştir.

Bunun üzerine şike ve teşvik primi iddiaları çerçevesinde iddianame hazırlanmış ve ilgili mahkemeye gönderilmiştir.

Veto kararıyla, iddianamenin kamuoyuna açıklanması arasındaki yakınlık bize göre manidardır ve başka hesapların devrede olduğuyla ilgili kuşkularımızı da kuvvetlendirmektedir.

Bundan sonraki aşamada sırayı Mahkemenin iddianameyi kabul edip etmemesi meselesi alacaktır.

Elbette verilen karar Sayın Cumhurbaşkanı’nın şahsi görüşü ve takdiridir.

Ancak şu kadarını söylemeliyim ki, partimiz, bu Kanun değişikliğine destek verirken; ne adalet duygusunun zedelenmesini ne de kişiye özel bir düzenleme olmasını asla istemediği gibi aklından dahi geçirmemiştir.

Bizim anlayamadığımız taraf; Sayın Cumhurbaşkanı’nın, adalet duygusunun kimler tarafından saldırıya uğradığını ve kimler için kişiye özel yasalar çıkarıldığını unutmuş ya da unutur gibi görünmeye tevessül etmesidir.

Biz, çıkması için katkı verdiğimiz bir Kanun değişikliğinde; Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu şekilde veto yetkisini kullanmasını hayret ve esefle karşılaşıyoruz.

Çankaya Noteri suçlamalarını bertaraf etmek amacıyla fırsattan yararlanarak meseleyi farklı noktalara çekmiştir.

Sayın Cumhurbaşkanı bilmelidir ki, Milliyetçi Hareket Partisi ceza-yaptırım dengesini bozacak, adalet duygusunu zaafa uğratacak ve adrese teslim düzenlemeler yapacak hiçbir ilişki ağının içinde olmamıştır ve olmayacaktır.

Hele hele partimiz; şike ya da teşvik primi konusunda herkesten fazla hassas ve duyarlıdır ve bu alanda kimseden duyacağı veya öğreneceği bir şey yoktur.

Biz meselenin tümüyle çözülmesi ve hukuki sorunların giderilmesi için duruş gösterdik ve onay verdik.

Üç partinin katılımı ve işbirliğiyle çıkartılan söz konusu Kanun değişikliği, tekrar Meclis gündemine aynı haliyle gelirse, biz sözümüzün ve kararlılığımızın sonuna kadar arkasında duracağız.

Meclis iradesinin sulandırılmasına ve milletimiz nezdinde değersizleşmesine tahammülümüz yoktur ve muhataplarımızı da aynı yaklaşım ve kararlılık içinde görmeyi istememiz en tabii hakkımızdır.

Doğaldır ki, zihniyet değişmeden ve ahlaki prensipler her alana hakim olmadan sırf hukuki kaidelerle sorunların üstesinden gelmek mümkün değildir.

Buna inandık ve inanıyoruz.

Bu, meselenin bizim tarafımızı ilgilendiren kısmı ve yanıdır.

Ancak AKP zihniyetinin ve ana muhalefetin de tercihine, sözüne ve kararına bağlı kalarak sahip çıkmaları gerekmektedir.

Ne var ki AKP Hükümeti’nin ağlayan siması, vetoyu hayırlı bir gelişme olarak değerlendirerek kendi partisinin alacağı pozisyon hakkında da hepimize bir fikir vermiştir.

Sorguladığımız husus burada şudur: Kimseye biat etmeye niyeti olmadığını söyleyen ilgili Başbakan Yardımcısının, Kanun değişikliği tekrar Meclis Genel Kuruluna geldiği takdirde ne yapacağı ve nasıl bir yol izleyeceğidir.

Bazı grup başkanvekillerinin düşüncelerinin hilafına, eğer AKP vetoyu doğru buluyorsa, daha önceki tutumunu ve kararını nasıl izah edecektir?

U dönüşü yapan, sürekli çark eden ve geriye adımlarla bizim fazlasıyla dikkatimizi çeken AKP’nin ve CHP’nin; bu mesele karşısında alacakları tutum onların inandırıcılığı ve siyasi kaliteleri bakımından da test olacaktır.

Ancak yapılan Kanun değişikliği hakkında Sayın Gül’ün yaklaşımı son derece ikircikli ve çifte standartlıdır.

Madem ki Sayın Cumhurbaşkanı, adil ve hakkaniyete uygun cezalar belirlenmesi konusunda dikkatlidir, suç ve ceza arasında adalete uygun bir oranının bulunması gerektiğine atıf yapmaktadır; o halde Türklüğe hakareti düzenleyen 301. Maddenin değiştirilmesinde neden aynı feraseti ve hassasiyeti göstermemiştir?

Söz konusu Kanun hükmü, değiştirilmeden önce; “Türklüğü, Cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisini alenen aşağılayan kişiler altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” ibarelerini kapsarken, Sayın Gül’ün 7 Mayıs 2008 tarihindeki onayıyla tam anlamıyla içi boşaltılmıştır.

Dileriz ki Sayın Cumhurbaşkanı her meselede gözü kapalı onay makamı gibi davranmasın; dikkatle, kararlılıkla ve itinayla önüne gelenleri derinlemesine ve objektif olarak incelesin.

Bizim için, genelde Türk sporunun, özelde Türk futbolunun aklanması ve tüm şaibelerden arınması gerekmektedir.

Bunun için mutlaka ve acilen sürdürülen adli ve idari kovuşturma süreci tamamlanmalı ve kim ne suç işlemişse karşılığını ve cezasını görmelidir.

Spor ahlakına ve hoşgörüsüne sığmayan temasların, ilişkilerin ve gizli niyetlerin açığa çıkarılarak şikeyi yapanların, teşvik edenlerin ve bunlara alet olanların yaptıklarının yanlarına kar bırakılmaması sağlanmalıdır.

Ancak suçluluğu kesinleşmeden kimseye de suçlu muamelesi yapılmamalıdır.

Türk futbolu artık soluk almalıdır.

Üzerinde dolaşan kara bulutlardan kurtulmalıdır.

Kulüplerimizin, iyi niyetli sporcularımız ve fedakâr kulüp taraftarlarımızın daha fazla rencide olmaması ve üzülmemeleri için AKP Hükümeti sporu art niyetsiz ve gizli gündemine takılmadan sahiplenmeli ve sorunları gidermelidir.

İlave olarak Türkiye Futbol Federasyonu tarafsız bir şekilde ve siyasi etkiden uzaklaşarak Türk futbolunun meselelerine acilen odaklanmalıdır.

Federasyon kongrelerini siyasi kongre ve şov sahnelerine çevirenler bugünkü karanlık sürecin mesuliyetinden muaf olmadıklarını asla unutmamalıdırlar.

Ve hiç kimse güzide kulüplerimizin ve diğerlerinin şerefiyle ve haysiyetiyle oynamamalıdır.

Milliyetçi Hareket Partisi Türk futbolunun ayağa kalkması ve tüm engellerinden kurtulması için ne gerekiyorsa yapmaya hazır ve kararlıdır.

 

Değerli Milletvekilleri,

Geçtiğimiz hafta ülkemizde ve komşu coğrafyalarda önemli siyasi gelişmeler ve ziyaretler gerçekleşmiştir.

Bunlar arasında en dikkat çekeni ABD Başkan Yardımcısının Irak’ın kuzeyinden sonra ülkemize gerçekleştirdiği temaslar olmuştur.

Önümüzdeki hafta bu ülkenin önemli bir ismi daha ülkemize gelecektir.

Görüldüğü kadarıyla ABD’nin ve küresel çevrelerin, son dönemlerde Türkiye’ye karşı ilgileri bir hayli artmıştır.

Batı medyasından, düşünce merkezlerinden ve sivil toplum kuruluşlarından övgüler peşi sıra gelmektedir.

AKP Hükümeti devamlı tıpışlanmakta, sırtı sıvazlanmakta ve küresel çevrelerin biberonuyla beslenmektedir.

Dün eksen kaydı kaymadı münakaşasının neden olduğu toz bulutu, yerini BOP’un yalancı ve ısmarlama baharına bırakmış ve AKP şımartılarak Suriye’ye kilitlenmiştir.

İçerik ve öz itibariyle asırlardır değişmeyen içinde bulunduğumuz coğrafyadaki provokasyonlar ve tuzaklar, Ortadoğu’ya bir kez daha yerleşmiş ve aktörleri kısmen farklı olsa da aynı zihni ve fikri hedefle mesaisine koyulmuştur.

İlerleyişi, biçimi ve stili ile Ortadoğu’yu kanlı elleriyle kuşatan yeni sömürgecilik, cinayetlerini ve katliamlarını ürettiği kavramları seferber ederek meşrulaştırmaya çalışmaktadır.

Bir asır önce doğrudan müdahale kanalları oluşturarak yakın coğrafyalarımızı aralarında bölüşen güçler, şimdi bölge insanına şirin ve sevimli gelecek kişi ya da partileri tespit ederek, bunlar vasıtasıyla maliyeti azaltmak ve kendi zayiatlarını düşürmek istemektedirler.

AKP’nin ve BOP Eşbaşkanı’nın tercih ve seçimi bu yüzdendir.

İktidara gelmeleri ve tutunmaları için gösterilen sabır ve destek bundan dolayıdır.

AKP sömürgeciliğin ve işgal emellerinin sadık bir bekçisi olmuş; utanç verici bir şekilde Müslüman âlemini sırtından hançerlemiştir.

Elbette suç ortakları, kirli organizasyonun tezgâh altı işportacıları Ortadoğu’da göze girmek ve kanlı sahnelerde rol almak için kıyasıya rekabet halindedirler.

Mizaçları ve müktesebatları bizce malum olan içerideki uzantılar da, AKP Hükümeti’ni vicdanları kararmışçasına Ortadoğu bataklığına itmekte ve ya hep ya da hiç sözleriyle savaş çığırtkanlığı yapmaktadırlar.

AKP’nin, Suriye’nin karşısına tam olarak geçmesi amacıyla muazzam bir psikolojik harekat yürütülmekte ve hayasızca tertipler yapılmaktır.

Hükümet ise zaten bunlara dünden gönüllüdür ve BOP’un sancaktarlığını kimseye kaptırmaya niyeti yoktur.

Tam 95 yıl önce, ecdad toprakları iken gizli anlaşma masalarında pay edilen Ortadoğu, bugün bir kez daha emperyalist iştahın hedefindedir.

Yabancı güçlerin vaatlerine kanarak, işgali ve esareti kukla olmak adına benimseyen dönemin işbirlikçilerinin torunları bugün de faaliyet halindedir ve bunların kim olduğunu sağduyulu herkes çok iyi görecektir.

İçinde bulunduğumuz geniş coğrafi havzaya ekilen etnik, dini ve mezhep düşmanlıklarının kimlerden ve ne şekilde yayıldığı hepimizce bilinmektedir.

Şimdilerde demokrasi diyenlerin, özgürlük yaygarası koparanların nasıl bir mazi, devlet ve toplum hayatından bu zamana geldiklerini zihinlerini ve dürüstlüklerini ipotek ettirmemiş her sağduyulu insanımız gayet iyi fark edebileceklerdir.

Suriye’de demokrasi olmayışını eleştirenlerin, kendi halkına ateş ediyor diyerek insan hakları organizasyonlarını harekete geçirenlerin ve saldırılar için geri sayıma başlayanların utanma ve sıkılmaları varsa önce kendi sicillerini gözden geçirmeleri gerekmektedir.

Bakınız değerli arkadaşlarım, Arap Birliği Suriye’ye yaptırım kararı alırken demokrasi vurgusu yapmış; fakat bu organizasyonun hemen hemen bütün üyeleri bugüne kadar demokrasinin hayalinden bile ürkmüş ve ısrarla da kaçmışlardır.

Suriye’deki kanlı saldırıları her fırsatta yerden yere vuran AKP zihniyeti de, nedense Suudi Arabistan’ın Bahreyn’de döktüğü kanı ya da Mısır’da askeri vesayetin son haftalarda katlettiği insan sayısını bir türlü hatırlamamış ve dile getirmemiştir.

Hükümet Somali’yi küresel projeler kapsamında gündemine alırken, açlığın ve yoksulluğun istismarını yapmış; ama bu ülkenin şu sıralarda BOP çerçevesinde işgalin sınırında bulunduğunu katiyen itiraf edememiştir.

Demokrasi maalesef dengesiz ve samimiyetsiz ağızlarda gerçek anlam ve kapsamından hızla uzaklaşmaktadır.

Osmanlı’yı yıkan ittifak ve taraflar, bugün daha değişik bir yöntemle üzerimize çullanmanın hesabını yapmaktadır.

Buna çanak tutan ve ortam hazırlayan da hiç şüpheniz olmasın ki Adalet ve Kalkınma Partisi’dir.

Türkiye Cumhuriyeti’ni; yanlarında göstererek içten içe kanatan ve AKP’nin ihanet politikalarına destek veren çevreler, esas ve öz olarak ne Suriye’yi, ne Libya’yı ne de Mısır’ı asıl hedef olarak tayin etmişlerdir.

Unutmayınız ki Türklük, Türk milleti ve Türkiye Cumhuriyeti BOP’un son durağıdır ve bu durak tasfiye olmadan bu şeytani proje amacına ulaşamayacaktır.

Bunun için Dersim konusu tesadüfen çıkmış bir mesele değildir.

Geçmişteki ihanetlerin katliam gibi sunulması boşuna değildir.

Türkiye’nin yıkılması için güç aldığı zeminin çatlatılması ve sallanması gerekmektedir.

Türk milletinin dağılması için anlam bunalımına düşmesi ve özgüvenini tamamen kaybetmesi lazımdır.

AKP zihniyetinin sefil ve tükenmiş yüzleri, kurtuluş savaşına kurgu, şehitliklerin de temsili olduğunu utanmadan, yüzleri kızarmadan ve kalpleri sızlamadan gündeme taşıyabilmektedirler.

İşte AKP’nin memur olduğu kepazeliklerin, yıkımların altında bunlar vardır.

Cumhuriyet ve Mustafa Kemal Atatürk meselesi aşılırsa, yeni anayasa sürecinde inisiyatif ve psikolojik üstünlük elde edeceklerini hesap eden alçaklar, BOP’un ekmeğine sürekli yağ sürmektedirler.

Bu itibarla pazarlıklar kızışmakta, BOP’un eylem planları ve ilerleyeceği güzergahlar hakkında son rötuşlar yapılmaktadır.

İşte böylesi bir ortamda az önce kısaca değindiğim gibi, ABD Başkan Yardımcısı ülkemize gelmiştir.

Bizim için üzerinde durulması gereken başlıca konulardan birisi; söz konusu şahsiyetin ziyaret halkasındaki duraklarıdır.

ABD Başkan Yardımcısı, Irak’ın kuzeyindeki peşmerge reisiyle ve PKK’nın düşüncelerini ve silah bırakma şartlarını açıklayan Irak Cumhurbaşkanıyla bir araya gelmiştir.

PKK’yı himaye eden peşmerge reisi ve terör elçisi Irak Cumhurbaşkanı’yla görüşmeler yapan ve muhataplarına terör konusunda Türkiye’nin beklentilerini ifade eden ABD Başkan Yardımcısı, gelmeden önce bu şekilde kamuoyu hazırlamış ve sonra da asıl gündemiyle ülkemizde ağırlanmıştır.

AKP’yi öven ve Türkiye’nin Suriye’de gerçek bir liderlik gösterdiğini söyleyen bu Başkan Yardımcısının; sadece Hükümeti pohpohlamak için binlerce kilometre öteden Türkiye geldiğini düşünmek izah edilemez bir saflık olacaktır.

AKP’ye biçilen postun, artık Suriye’ye serilmesi istenmekte ve bu konudaki taktik ve stratejik adımlar peşi sıra ortaya dökülmektedir.

Esasen ABD Başkan Yardımcısının geçmişte ülkemizle ilgili sarfettiği sözleri bizim tarafımızdan gayet net olarak bilinmektedir.

Milli meselelere karşı tahrik yüklü düşünceleri hala hafızalarımızdadır.

Sözde Ermeni soykırım iddiaları başta olmak üzere,  Türkiye karşıtlığı ve muhalifliği bilgimiz dâhilindedir.

Aynı stratejik vizyona sahip olduğumuzu iddia eden bu kronik Türkiye hasmının, birden bire eski fikirleriyle çelişen bir noktaya gelmesi dönemsel ve sadece bölgesel bir denklemin kurulması için geçici bir durumdur.

ABD Başkanı’nın aynı zaman içinde, “İsrail’den daha önemli müttefikimiz yoktur” sözlerini ümit ederim ki AKP zihniyeti iyi değerlendirir ve bundan sonraki adımlarını buna göre atar.

Ancak buna dair en ufak bir emare de hala görülememektedir ve en derin kaygımız da budur.

Suriye konusunda ifşa edilen beyanatlar ve fiili savaş şartları her şeyi net olarak göstermektedir.

Karşılıklı yaptırım kararları ve adımları kritik bir eşiğe gelindiğinin işaretidir.

Küresel projelerin alt yüklenicilerinden olan Dışişleri Bakanı’nın; “Komşularla sıfır problem ilişkisi dediysek biz Suriye halkıyla sıfır problem peşindeyiz.” tevili tam bir geri adım ve daha önceki pozisyonlarından savrulmalıdır.

‘Zalimlerle birlikte olmayacaklarını’ iddia eden bu kişinin görev aldığı hükümetin; Ortadoğu sultanlarıyla, krallarıyla, emirleriyle, otoriter simalarla ve kanlı diktatörlerle yıllarca yanak yanağa olduğunu aziz milletimiz gayet iyi bilmektedir.

AKP uçurumun kenarında nutuk atmakta ve şuursuz bir halde Türkiye’yi felakete götürmektedir.

Eğer yapılanlar karşılığında diyet ödüyorsa, verdiği sözlerin karşılığını yerine getiriyorsa ve büyük bir açığı var da tehditlere boyun eğiyorsa; bilinsin ki AKP açık bir ihanet içindedir.

Küresel angajmanların sonucunda gerekli hizmeti veremeyen AKP Hükümeti ve Başbakan, gün gelecek buruşturulup bir kenara bırakılacaktır.

Milliyetçi Hareket Partisi, Türkiye’nin ve Türk milletinin çok sıkıntılı bir sürece doğru adım adım götürüldüğünü görmekte ve bu nedenle de hükümeti girdiği yoldan geri dönmesi için açıklıkla uyarmaktadır.

Her devletin kendi iç meselesini kendi mekanizma ve sosyolojik gerçekleriyle çözüme kavuşturmasına yürekten inanıyoruz ve komşu ülkelerdeki şiddet ve istikrarsızlık döngüsünün bir an önce son bulmasını temenni ediyoruz.

AKP Hükümeti, fitne ektiği yerden hüsran biçeceğini unutmamalı ve Türk milletinin de bunu affetmeyeceğini ve eninden sonunda hesap soracağını asla hatırından çıkarmamalıdır.

Bu haftaki konuşmama son vermeden önce kısaca değinmek istediğim bir konu daha bulunmaktadır.

Malumlarınız olacağı üzere, Muharrem ayının onuncu gününü “Aşure Günü” olarak idrak ediyoruz.

Yüce Peygamberimizin sevgili torunu Hz. Hüseyin ve yanında bulunanların Kerbela’da şehit edilişlerinin matemini ve hüznünü yüreklerimizde yaşıyoruz.

Hz. Hüseyin’in şehit olduğu günü anmak adına; kaynatılan aşurelerin ve ilahi aşkla tutulan oruçların Cenab-ı Allah katında kabul edilmesini içtenlikle niyaz ediyorum.

Bu duygu ve düşüncelerle, 2012 Yılı Bütçesinin Genel Kurul çalışmalarında siz değerli milletvekili arkadaşlarıma başarılar diliyor, grup toplantımıza katılan herkesi saygılarımla selamlıyorum.