08 Aralık 2011 - TBMM Genel Kurulunda 2012 Yılı Bütçe Kanun Tasarısı hakkında yapmış oldukları konuşma
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin, TBMM Genel Kurulunda 2012 Yılı Bütçe Kanun Tasarısı hakkında yapmış oldukları konuşma

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin,
TBMM Genel Kurulunda 2012 Yılı Bütçe Kanun Tasarısı hakkında
yapmış oldukları konuşma.
8 Aralık 2011

 

Sayın Başkan,

Değerli Milletvekilleri,

2012 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Tasarısı hakkında Milliyetçi Hareket Partisi’nin görüşlerini açıklamak ve Türkiye’nin iç ve dış temel meselelerine ilişkin değerlendirmelerini sizlerle paylaşmak maksadıyla huzurlarınızda bulunuyorum.

Konuşmamın başında Parti Meclis Gurubumuz ve şahsım adına muhterem heyetinizi saygılarımla selamlıyorum.

Bildiğiniz üzere, 10’ncu yılına giren Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetlerinin 10. bütçesini müzakere ediyoruz.

Sırf hazırlanan bu bütçe sayısı bile, iktidar partisi tarafından dillendirilen vaatlerin yerine getirilmesi ve verilen sözlerin tutulması için ne kadar geniş bir zaman aralığının var olduğunu ortaya koyacaktır.

Değerlendirmelerime geçmeden önce, bir hususu sizlerle paylaşmayı hem insani hem de manevi bir gereklilik olarak addediyorum.

Bugün yaptığımız bütçe görüşmelerine, Sayın Başbakan rahatsızlığından dolayı maalesef katılamamıştır.

İyi niyet ve rekabet prensipleri doğrultusunda karşılıklı siyasi mücadele içinde olduğumuz Sayın Başbakan’ı; böylesi bir dönemde burada görmeyi samimi bir şekilde arzuladığımızı ifade etmeliyim.

Kendisinin, geçirmiş olduğu rahatsızlıktan kurtularak bir an önce aramıza dönmesi ve sağlığına tam olarak kavuşmuş bir halde görevinin başına geçmesi en içten dileğimizdir.

Bu itibarla başta Sayın Başbakan’ın şahsı ve ailesi olmak üzere; Adalet ve Kalkınma Partisi Gurubuna bir kez daha geçmiş olsun dileklerimi iletiyor Cenab-ı Allah’tan acil şifalar temenni ediyorum.

 

Değerli Milletvekilleri,

Parlamenter demokrasilerde bütçelerin çok önemli ve hayati bir özelliği vardır.

Bu yönüyle bütçe; iktidarların vizyonunu, bir yıl içinde atacağı adımları, tercih edeceği politikaları ve ekonomik seçenekleri ihtiva eder.

Bütçeye bakarak, hükümetlerin niyetini, ufkunu, belirlediği icraatlarını ve neleri önceliğine aldığını ve hangi hedeflere odaklandığını anlamak imkân dâhilindedir.

Bütçe görüşmeleri aynı zamanda muhalefetin millet adına düşüncelerini aktaracağı, izlenecek politikalar hakkında tespit ve ikazlarını paylaşacağı demokratik bir ortam da sunmaktadır.

Ne var ki tıpkı öncekilerde olduğu gibi, 2012 Bütçesi’nin de gerek muhteviyatı gerekse de amaçları yönünden umut verici olmaktan çok uzak olduğunu itiraf etmek lazımdır.

AKP’nin bütçeye bakışı, bütçe sürecini sıradanlaştırması, heyecanını ve iş yapma hevesini kaybetmesi karşı karşıya olduğumuz sorunların başlıcaları olmuştur.

Bu haliyle çok gergin ve hassas bir dönemde hazırlanan 2012 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi’nin; beklentileri karşılamasının ve beliren ihtiyaçları gidermesinin çok zor olduğunu söylemek isterim.

Bildiğiniz üzere 2012 Bütçe sürecinde, çok talihsiz ve elem verici hadiselerle karşılaştık ve milletçe birçok acıya muhatap kaldık.

Özellikle bölücü terör saldırıları ve deprem felaketi nedeniyle canımız yanmış ve ciddi düzeyde kaybımız olmuştur.

Sözlerimin bu aşamasında, kanlı terör örgütünün saldırılarıyla şehit düşen kahraman güvenlik görevlilerimize ve aziz vatandaşlarımıza Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyorum.

Milletimizi yasa boğan Van depremi nedeniyle Hakk’a uğurladığımız kardeşlerimize Yüce Allah’tan bir kez daha rahmet niyaz ediyor; ailelerine ve milletimize tekraren başsağlığı temennilerimi iletiyorum.

İnşallah hala tedavi gören felaketzedelerimiz de bir an önce sağlıklarına kavuşurlar.

İnanıyorum ki, devletimiz ortaya çıkan viraneyi ve tahribatı giderecek güçte ve kudrette, milletimiz ise zor durumda kalan, sıkıntı içinde olan vatandaşlarımızı kucaklayacak, bağrına basacak, destekleyecek âli cenaplıktadır.

Kış aylarını, soğuk günleri yaşadığımız şu zaman diliminde; depremin vahim sonuçlarını, içimizi sızlatan yıkımını ve yol açtığı feryatları duymak ve hissetmek hepimizin ve en başta da hükümetin bir vazifesidir.

Ancak bugüne kadar depremle mücadelede açığa çıkan zafiyetin, acziyetin ve karmaşanın hazırlayıcısı ve sorumluluğu da hiç şüphesiz AKP Hükümetindedir.

 

Sayın Başkan,

Değerli Milletvekilleri,

Hepinizin yakından şahit olduğu gibi, 2012 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Tasarısı; hem ülkemizde hem de komşu coğrafyalarda yaşanılan sorunların ve tehlikeli gidişatın üst üste çakıştığı bir dönemde görüşülmektedir.

İlave olarak küresel ekonomideki yangın, Avrupa Birliği üyesi bazı ülkelerdeki ekonomik gerilim, bunların sosyal ve siyasal sistemlerindeki tıkanıklar da bu sürece paralel gitmiştir.

Neresinden bakarsak bakalım bölgesel ve küresel dinamiklerin kritik ve engebelerle dolu bir güzergâhta ilerlediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

AKP Hükümeti bu ortamda; siyasi, ekonomik ve dış politikalarına yön vermeye çalışmakta, girdiği sancılı ilişkiler ağında bir denge kurmaya çabalamaktadır.

Niyeti ve sahip olduğu bulanık zihniyeti iktidara sürekli olarak ayak bağı olmakta; fırsat olarak gördüğü ne varsa bir süre sonra kriz, açmaz ve tehlike halinde milletimize fatura edilmektedir.

Gerek ülkemizin gerekse de Dünya’nın deneyimlerinden çıkardığımız dersler; ekonomik problemlerin siyasal, sosyal ve ahlaki sorunlara kapı araladığı gerçeğidir.

Bunu görmeden, bu tespiti yapmadan, bu doğru orantının altını çizmeden söyleyeceğimiz sözlerin bir hükmü ve inandırıcılığı doğal olarak olmayacaktır.

Birçok ülkede belirli aralıklarla tekerrür eden; önce ekonomik kriz, arkasından siyasal kaos ve en nihayetinde toplumsal bunalım kısır döngüsü her şeyden önce demokrasinin yayılmasında ve taban tutmasında en büyük engellerdendir.

Bu itibarla dengeli, eşitlik temeline dayalı, adil, sosyal ve ekonomik gelişmenin, toplumsal istikrar için vazgeçilmez bir önem taşıdığı hepinizin hak vereceği bir husustur.

Dış tesir ve tahriklere karşı psikolojik olarak hazırlıklı, milli ve manevi güvenlik duvarlarını pusuda bekleyen mihrakların muvaffak olamayacağı şekilde yükseltmiş milletler için elbette kaygı duyulacak bir durum yoktur ve tarih bunun sayısız misalleriyle doludur.

Bu nedenle ekonomideki sorunlara kararlılıkla eğilmek, ‘bize bir şey olmaz kolaycılığına ve basitliğine’ teslim olmamak çok önemlidir.

Bugün etrafımız hakikaten ateş çemberine alınmıştır.

Avrupa ülkelerinde ekonomik kriz, yakın coğrafyalardaki halk hareketleri Türkiye’nin hiç olmadığı kadar tehditlerle burun buruna olduğunu göstermektedir.

En büyük ticaret ortağımız olan ve yabancı sermayenin en fazla geldiği Avrupa Birliği bugün ekonomik, sosyal ve siyasal problemlerle boğuşmaktadır.

Seçilmiş siyasi yönetimler borç krizinin neden olduğu dalganın altında kalmakta ve uzaktan kumandalı hükümetler ardı ardına kurulmaktadır.

İflasla yüze yüze kalan Yunanistan’ı, ekonomik yıkımın darbesini ağır bir şekilde alan İtalya takip etmiş ve AB kurumsal olarak tartışmalı bir eşiğe dayanmıştır.

Başlayan ekonomik kriz siyasal etkilerini gecikmeksizin göstermiş ve az önce vurguladığım döngü bir kez daha vasat bulmuştur.

Açıktır ki, Avrupa Birliği’nin merkez yapılanması dışında tansiyon gittikçe artmakta; ekonomideki kara delikler sosyal kesimlerin hayat standartlarını cepheden vurmaktadır.

Ve Yunanistan’da olduğu gibi, demokrasi dışı arayışlar bile başını kaldırmış ve kendisini hatırlatmıştır.

Atina’dan Roma’ya kadar yaşanılan travmanın özü ve esası aslında bu şekildedir.

Ekonomik krizler, gelir dağılımındaki facia düzeyindeki adaletsizlikler, jeopolitik fay hatlarının çatlamasına, güç kayıplarına ve toplumsal kaynamalara sebep olmaktadır.

Sokaklar; küresel kapitalizmin tek taraflı ve insanı dışlayan mekanizmasına itirazlarla dolup taşmaktadır.

Ahlaktan yoksun, sosyal kaygıları istenilen boyutta gözetmeyen ekonomik kurum ve kurallar bütünü, geniş halk kesimleri tarafından eleştirilmekte ve yeni arayışlar varlığını göstermektedir.

Tıpkı ülkemizde de olduğu gibi; bir tarafta servet ve gelirin toplandığı mutlu azınlık; diğer tarafta sefaletin ve yoksulluğun kol gezdiği mahkûm çoğunluk arasında ciddiye ve dikkate alınması gereken bir karşıtlık devamlı tahkim edilmektedir.

Elbette ne inancımız ne de taşıdığımız insanlık idealleri gereğince böyle bir çelişkiye onay vermemiz ve sıradan kabul etmemiz söz konusu değildir.

İletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişme farkındalık düzeyini arttırmış, ilgi ve merak seviyesi bir hayli fazlalaşmıştır.

Şüphesiz mal ve sermayenin küreselleşmesinin yanı sıra, bilgi ve haber alma imkânları da gelişmekte ve kitlelere mal olmaktadır.

Bundan dolayı haksızlıklar, adaletsizlikler ve kuralsızlıklar yerkürenin her köşesine anında yayılmakta ve ulaşmaktadır.

Ekonomik sorunlara ve gelirin belirli ellerde toplanmasına yönelik bir dip dalgası mesafe almakta ve Dünya’yı hızla bir karmaşanın içine sürüklemektedir.

Daha çok kar elde etme üzerine kurulan ekonomik düzenin tökezlemesi ve çıkmaza girmesi sosyal kesimleri katlanılamaz maliyetlere ve trajedilere sevk etmektedir.

Bundan kaynaklı travmalar siyasal sistemleri, yönetimleri ileri düzeyde tehdit etmektedir.

Yunanistan’da başlayan çözülmeyi, sıçradığı yerleri ve Dünya’nın değişik ülkelerindeki protestoları bu haliyle iyi okumak ve gerekli sonuçları çıkarmak gerekmektedir.

Elbette yaşanılanların kaynağı ekonomik kriz olmakla birlikte gelişme seyri ve ilerleyiş şekli sosyal ve siyasal niteliklidir.

Banka ve şirket kurtarmaları biçim ve kılık değiştirmiş;  artık iş devletlerin kurtarılmasına kadar gelmiştir.

Küresel ekonomik sistemin büyük oyuncularının düşüncesizliklerini, israflarını, utanmazlıklarını, sahtekârlıklarını ve kabalıklarını hiçbir suçu günahı olmayan insanlar bugün geldiğimiz bu aşamada sineye çekmemektedir.

Toplumsal direnç ve tepki dalga dalga yayılmakta ve hiçbir ülkenin emniyette olmadığını ispatlamaktadır.

Bugün ekonomik sorunlardan dolayı Avrupa Birliği’nin geleceğine ve devamlılığına umutsuz ve olumsuz bakılıyorsa bunu en başta, ülke olarak biz dikkatle irdelemeli ve üzerinde durmalıyız.

Borçların sürdürülebilirliği ve ekonomik yavaşlama ile ilgili kötümser gelişmeler küresel dengesizliklerin ve risklerin yüksek düzeyde seyretmeye devam ettiğini açıkça göstermektedir

Dikkatlerinizi çekmek isterim ki; Avrupa’daki çalkantıların Türkiye ekonomisini başta sermaye hareketleri olmak üzere, reel sektörün daralması yoluyla olumsuz yönde etkilemesi kaçınılmazdır.

Geleneksel ihraç pazarımız olan AB’deki kriz, ihracat potansiyelimizi tehlikeye düşürecek bir risk taşımaktadır.

Diğer ihracat pazarlarımız olan Ortadoğu ve komşularımızda yaşanan olaylar nedeniyle ihracatımızı bu bölgelere kaydırmak da tabiatıyla zor olacaktır.

Üzülerek söylemeliyim ki, Türkiye kriz ve kaosla baskılanmış ülkelerin hemen yanı başında ve doğrudan tesir alanındadır.

Kendimize has sorunların zirve yaptığı bugünkü şartlarda, dış etkilerin ve bölgesel dengesizliklerin, dilemeyiz ama; ülkemizi içinden çıkılmaz bir alana sokacağı güçlü ihtimaldir.

AKP Hükümeti’nin vizyonsuzluğu ve meselelere kasti aşan yanlış yaklaşımı beka düzeyinde problemlere davetiye çıkaracak ve bunun vebali de elbette iktidarın omuzlarında olacaktır.

 

Sayın Başkan,

Değerli Milletvekilleri,

Türkiye ve yakın coğrafyalardaki ülkeleri çevreleyerek kök salan riskler; son yılların en karamsar ve anormal gelişmelerin habercisi olmuştur.

Yaklaşık bir yıl önce Tunus’da başlayan halk hareketlerinin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı baştanbaşa kontrolü altına aldığı ve bu sürede geleneksel otoriter simaların birer birer koltuklarından olduğu görülmüştür.

Arap Baharı diye adlandırılan gelişmelerin, aslında istikrarsızlık ve isyan dalgalarıyla birlikte yürüdüğü ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin emir ve denetiminde yayıldığı tüm çıplaklığıyla ortadadır.

Kitlelerin memnuniyetsizliği tahrik ve provoke edilerek Tunus’tan Şam’a kadar tüm rejimler, yönetimler baskı altına alınmıştır.

Genç bir işsizin kendini yakmasıyla tetiklediği olayların bugün çok farklı bir mecraya dayanması işin aslına bakarsanız tesadüfî değildir.

Bu biriken ve bir karar aşamasına gelen sömürgeci hevesler için fırsat kapısı olmuştur.

Bir asrı aşan süredir haritalar üzerinde oynayan, kaynak ve varlıklar üzerinde hesaplar yapan emperyalist çevrelerin aradıkları mazereti vermiştir.

1916’dan beri yabancı başkentlerde, karanlık odalarda, kirli mekânlarda paylaşıma, bölüşüme konu olan Ortadoğu’nun bir kez daha masaya yatırılması için uygun iklim beklenmiş ve sonunda da elde edilmiştir.

Esasen Irak’ın işgalini, Afganistan’daki cinayetleri ve milyonlarca Müslüman’ın kanına giren vahşi kıyımları ifadeye çalıştığım bu tablodan ayrı düşünmemek gerekmektedir.

Demokrasi, barış ve özgürlük beyanatlarıyla; hazırladıkları zehri Türk-İslam alemine içirmeye çalışanlar bugüne kadar ne yazık ki amaçlarına ulaşmışlardır.

Yıllarca kullandıkları Saddam’ı görevini tamamladıktan sonra ipe çeken, destek verdikleri Bin Ali’yi ülkesinden atan, arkasında durdukları Hüsnü Mübarek’i cam kafese koyup yargılatan ve çadırında konuk oldukları Kaddafi’yi insanlık dışı vasıtalarla yok eden yine aynı malum zihniyet ve taraflardır.

Ve bin yıldır varmak istedikleri hedefleri gayet net olarak ve bilhassa Müslümanlar tarafından iyi bilinmektedir.

Haçlı zihniyeti demek olan bu kutsal ittifakın; insafı, merhameti ve acıma duygusu yoktur.

Bunların Müslüman âlemi, Arap toplumu için iyi niyet taşıması da eşyanın tabiatına aykırıdır.

Ancak bu çevrelere çanak tutan, Batı’nın gölgesinde yaşamayı içlerine sindiren; işbirlikçilikte, tavizde gözleri kamaştıran emirleri, şeyhleri, sultanları, kralları şüphesiz ihmal etmemek lazımdır.

Azgelişmiş bir ekonomi, çözüm üretmekten uzak siyasi yapı, eşitsizliğin korkutucu noktalarda bulunduğu devlet ve toplum sistemi sorunların temelindeki bazı unsurlardır.

Bunları yok farz etmek, iyimser ifadelerle üstünü örtmek, sanal söylemlerle pembe tablolar çizmek, bu coğrafyanın önüne çıkan gerçekleri asla değiştirmeyecektir.

Arap Baharı ismiyle şirinleştirilmeye ve masumlaştırılmaya çalışılan büyük karışıklıkların ve kaos zincirinin bundan sonraki durakları, yere sereceği ülkelerin hangileri olacağı merak edilen ve tahminlerde bulunulan hususlar arasındadır.

Ancak tüm bahisler halen Suriye üzerine oynanmakta, gerekçelerle bu ülkenin işgali ve yönetim değişikliği planlanmaktadır.

Ve maalesef AKP iktidarı da göz göre göre buna alet olmaktadır.

Dün Irak’ı işgal edenlere başarılar dileyenler, bugün Suriye için yapılan açık artırımda kendi hisselerine düşenleri almışlardır.

Dış güçlerin, emperyalist ruhun gönüllü temsilciliğine, elçiliğine ve sözcülüğüne soyunmuşlardır.

Bununla birlikte kanlı senaryonun uygulanması için de hükümet sürekli teşvik edilmekte, bölgesel dizayn için etki altında tutulmakta,  dün ekseninin kaydığını iddia edenler tarafından tezahüratlarla karşılanmaktadır.

AKP, Suriye çıkmazına itilmektedir.

Büyük Ortadoğu Projesi’nin Müslüman toplumlarına kabul ettirilmesi ve toplumsal dönüşümün sağlanması için AKP Hükümeti kullanılmak istenmektedir.

Vicdanına, irfanına ve basiretine güvendiğim Adalet ve Kalkınma Partisi’ndeki değerli milletvekili arkadaşlarım bunun mutlaka muhasebesini yapacaklardır.

Tehlike ciddidir; bu itibarla hafife almamız, görmezden gelmemiz mümkün değildir.

Eminim üzülerek şahit oldunuz:

Önce Bağdat düştü; arkasından katliamlar, tecavüzler, saldırılar, canlı bombalar, iç çatışmalar insanlığımızdan utanır hale getirdi.

Öksüz kalan Irak’lı masumları, dul kalan Necefli, Felluceli, Ramadili ve Tikritli kadınları vicdanını kaybetmemiş herkes gördü, hissetti ve uzaktan da olsa feryadını paylaştı.

Arkasından Kabil düştü; Tora Bora Dağlarında El Kaide militanı avlamak bahanesiyle masumların kanına girildi, ocaklar söndü ve yüzbinlerce insan mağdur edildi.

Bu yılın başında Tunus düştü; Ortadoğu’daki tüm denge ve ölçüler bozuldu ve ayaklanmalar sınırları yerle bir etti, meydanlar BOP’un farkında olmadan bayraktarlığını yaptı.

Ve Kahire, hemen sonra da Trablus düştü; İnsanlıktan bahsedenler, insan haklarından dem vuranlar Kaddafi’yi adeta parçalayarak katlettiler ve İskenderiye’den Sana’ya kadar yıktılar, yaktılar ve düzensizliğin fitilini ateşlediler.

Biliyorsunuz bugün de sırayı Şam almış ve tüm oklar buraya çevrilmiştir.

AKP Hükümeti başından beridir; suflörü Batı, Kılavuzu BOP olan kanlı bir oyunun dişlileri arasında kalmış ve olaylara yabancı başkentlerin gözüyle ve bakış açısıyla yaklaşmıştır.

Halklarla yönetimleri arasına set çekilme çabaları da bir şeyi değiştirmemiş; taşan öfke seli, artan şikâyetler, kabaran memnuniyetsizlikler rejim aleyhtarlarına ve BOP’a koz vermiştir.

Bugün halkların ısmarlama özgürlük taleplerini öven, zulme başkaldırı diyerek takdir eden sömürgeci zihniyet; yıllarca bu diktatörleri stratejik amaçları doğrultusunda desteklemiş ve kucağında büyütmüştür.

İşte böylesi bir haksızlığın ve izansızlığın temsilciliğine AKP Hükümeti heveslenmiş ve küresel ihaleyi de üstüne almıştır.

Şam’ın düşmesi ya da düşürülmesi beraberinde telafi ve ikamesi çok zor olacak vahamet derecesi yüksek hadiselere kapı aralayacaktır.

Biliniz ki Şam’dan sonra BOP depremi durmayacak, bu Haçlı fitnesi ve şiddeti görüş alanına Tahran ve Ankara’yı alarak ilerleyecektir.

√       Amaç sınırların, yönetimlerin ve haritaların yeniden tanzimidir.

√       Amaç yeni kanlı yüzlerin, otoriter anlayışların yeniden kurulmasıdır.

√       Ve amaç ekonomik menfaatlerin yeniden gözden geçirilmesi, Ortadoğu’nun ve İslam âleminin hayat damarlarının kurutulmasıdır.

Önümüzdeki süreçte etnik ve mezhep ayrılıkları daha da körüklenecek, suni bölünmeler oluşturulacak, farklılıklar toplumsal yapının hücrelerine yedirilecektir.

Diyebiliriz ki, 1910’lu yıllarda Ortadoğu’da hangi şeytanlıklar yapıldıysa, bugün bunlar yerli işbirlikçi ve teslimiyetçilerin de katılımıyla yenilenecektir.

AKP’nin Suriye’de izlediği politika işte böylesi niyet ve düşünce sahiplerinin değirmenine su taşımaktadır.

Kaygıyla izliyoruz ki, Suriye ile Türkiye fiili savaş şartlarının sınırına gelmiş ve dayanmıştır.

Karşılıklı yaptırım kararları, sınırlardaki gerginlikler hep bu sürecin bir neticesidir.

Başbakan Erdoğan’ın kardeşi, dostu, birlikte tatile çıktığı Esad şimdi düşman haline gelmiş ve iddialara göre halkını katleden bir vahşiye dönüşmüştür.

Arap Birliği’nin yaptırım kararları, insan hakları örgütlerinin bildirileri, Batı çevrelerinden yükselen sesler hep bu duruma atıf yapmaktadır.

Bu çerçevede bilhassa 22 üyeden oluşan Arap Birliği’nin demokrasi ve özgürlük konusundaki izahatları ve çağrıları komedidir.

√       Sorarım sizlere bu ülkelerin hangisinde tam olarak demokrasi vardır?

√       Bu ülkelerin hangisinde özgürlükler teminat altındadır ve muhalefete izin vardır?

√       Bu ülkelerin hangisinde düşünce ve fikir belirtme serbestliği ve rahatlığı bulunmaktadır?

Arap Birliği kimi kandırmaktadır?

Kimleri ve hangi saldırıları meşrulaştırmaya çalışmakta ve neyin önünü almaktadır?

Eğer varsa; demokrasi ayıbı, hak ihlalleri, şiddet sahneleri bir tek Suriye’de mi görülmektedir?

Basra Körfezinden Kızıldeniz’e kadar olan bütün bölgenin batağa saplanmasının sorumlusu Şam yönetimi midir?

Sudan’daki insanlıkla bağdaşmayan manzaraları, Somali’deki dramları ve işgal girişimlerini, Bahreyn’deki kıyımları, yakın zaman içinde Tahrir Meydanındaki olumsuzlukları sanıyorum demokrasi ve insan hakları teşkilatları ya görmüyor ya da gördükleri halde aldıkları talimat gereğince seslerini dahi çıkaramıyorlar.

Suriye’ye ulaşan fırtına, emin olun, Şam’ın çatısını uçurursa bölgemiz bağlamında çok sıkıntılı ve kontrol edilemeyen gelişmeler vücut bulacaktır.

Ülkemiz açısından, komşu devletlerin toprak bütünlüğü, toplumsal istikrarı ve kendi meselelerini kendilerinin çözmeleri esas olmalıdır.

Zalimlerle birlikte olmayacağız derken, gerçek zulümlere zemin hazırlamak, bölünmelere, kavgalara ön ayak olmak affedilemeyecek bir ahlaksızlık ve kötü niyetlilik olacaktır.

Kaddafi’nin devrilmesinin arkasından zorla, işgal veya yaptırım kanallarıyla Suriye’nin diz çökeceğini zannedenler; sonrasında meydana gelecek tehlikeli ve bu ülke ölçeğinin çok ötesindeki gelişmeleri görmedikleri gibi anlamak da istememektedirler.

Şam’ı takip eden sürede Ankara’ya ve Tahran’a dayanma ihtimali bulunan BOP’un gelişim seyri milletimizi de derinden etkileyecektir.

Buradan sağduyulu değerli milletvekili arkadaşlarıma sormak istiyorum:

Komşu ülkelerin içişlerine karışanlar, muhaliflerini besleyerek silahlandıranlar, aynısının başkaları tarafından ülkemize karşı uygulanması halinde ne yapacaklardır ve hangi yolu izleyeceklerdir?

Etnik bölücülüğün kendisine emsal teşkil edecek hadiseler karşısında, dışarıdan destek bulması ve himaye görmesi halinde bugünden bir tedbiri ve düşüncesi var mıdır?

Hükümeti uyarıyorum, girdiği karanlık yoldan dönmesi için çağrıda bulunuyorum.

Bölgemizde Doğu Sorunu kapsamında; İran, Türkiye, Irak ve Suriye topraklarında dört parçalı Büyük Kürdistan planlanmaktadır ve bu adım adım ilerletilmektedir.

Bağdat ve Şam’dan sonra; Ankara ve Tahran’ın dönüşmesi bunun için öncelikli hedeftir.

Şundan herkes emin olsun ki, kulun bir hesabı varsa Cenab-ı Allah’ın da bir bildiği vardır.

Sömürgeci zihniyetin bir planı varsa, büyük Türk milletinin de aşılmaz, yenilmez ve geçilmez bir kudreti bulunmaktadır.

Bunun için AKP Hükümetine duyurmak isterim ki; başkent Ankara’nın jeopolitik ve jeo-stratejik gerçeklerinden savrulmayın, BOP’un uydusu, küresel hedeflerin taşıyıcısı olmayın.

İsyana katliam demeyin.

Kahramanlarla canileri aynı kefeye koymayın.

Şehitle teröristi bir görmeyin.

Cumhuriyet’e ve kurucu kahramanlara hakaret edenleri heyecanlandırmayın, korumayın.

1919’daki teslimiyetçi yabancı hayranlarına özenmeyin, onları değil; kutlu ceddimizin iftihar edilecek davranışlarını örnek alın.

Tarihimize küfredenleri, Türk milletinden neredeyse yaşadığından, soluk aldığından dolayı özür bekleyenlere göz açtırmayın ve onurluca mücadele edin.

 

Değerli Milletvekilleri,

Bu gündem ve şartlar altında TBMM yeni anayasa yapmak için bir komisyon marifetiyle çalışmalarına başlamıştır.

Bu anayasanın içeriği, uzlaşılan hususlar; Türk milletinin geleceği, Türkiye’nin bütünlüğü bakımından önemli olacaktır.

Lütfen dikkat ediniz; Ortadoğu sokaklarında, meydanlarında değiştirilen yönetimlerin ve sallanan rejimlerin bir benzeri; ümit ederim ki ülkemizde anayasa yoluyla olmaz ve böylesi bir düşüklüğün tarafı olmayı inşallah kimse tercih etmez.

Dağılarak güçlenmiş, parçalanarak itibarı artmış, teröristlere, bozgunculara boyun eğerek ayakta kalmış bir millete ya da devlete henüz rastlanabilmiş değildir.

Birliğini kaybetmiş, birlikte yaşama idealini yitirmiş, kardeşlik bağlarını zayıflatmış toplumların da varlıklarını uzun süre devam ettirebildiklerini söylemek hemen hemen imkânsızdır.

Bu itibarla yapacağımız anayasa Türk milletinin milli ve manevi ilkelerini teminat altına alan bir görüş derinliğiyle,

Cumhuriyeti koruyan ve gelişmesine destek veren fikir zenginliğiyle,

Bin yıllık kardeşlik bağlarını sarsmayan, milli kimliğimize sahip çıkan berrak bir iradeyle temellendirilmelidir.

√       Millet olmamızı sakatlayacak sosyolojik kırılmaya,

√       Cumhuriyetimizi yıkacak ve adım adım yürütülen stratejik çözülmeye,

√       Vatanımızı bölecek siyasal bunalıma,

√       Bölücülere ve terör örgütüne kucak açacak her türlü sapmaya,

√       İhanetle aynı anlama gelecek ayrımcılığın meşrulaştırılmasına, Türkiyeliliğin benimsetilmesine karşı hepimiz uyanık ve hassas olmalıyız.

Vatandaşlık kavramı üzerinden başlatılan ve anadil eğitim taleplerini de içeriğine alan tartışmaların, meydan okumaların ve dayatmaların nerede duracağı ve hangi karanlık isteklere ortam sağlayacağı gerçekte herkesçe bilinmektedir.

Türk milletinin sürekliliğinden, bin yıllık bağlayıcılığından ve sağlamış olduğu cazibeden vazgeçmek, değersiz bulmak ve önemsizleştirmeye yeltenmek kimsenin haddi olmadığı gibi yapabileceği bir şey de değildir.

Bu coğrafyada gelecek Türk milletiyledir. Türk vatanının teminatı büyük Türk milletidir.

Bunun dışında her yol, düşünce ve yaklaşım macera ve sonu olmayan hayalperestliktir.

Başta anayasa olmak üzere; Gazi Meclisimizin, karşımızdaki her meseleye odaklanırken ilham kaynağı, esasları 29 Ekim 1923 tarihinde Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve dava arkadaşları tarafından belirlenmiş inanç ve kurallar bütünü olmalıdır.

Başka da bir çıkış ve çare yoktur.

Her türlü anayasal çalışmanın, hazırlığın ve çerçevenin özü ve ilkesi; devletimizin Türkiye Cumhuriyeti, adımızın Türk milleti, başkentimizin Ankara, dilimizin Türkçe, bayrağımızın ay yıldızlı al bayrak, milli marşımızın İstiklal Marşı olduğu kararlılığına, sözüne ve değiştirilemeyecek iradesine bağlı olmalıdır.

Milli birlik ve bölünmez bütünlüğümüzün dayandığı temellerin tek devlet, tek millet, tek bayrak ve tek dil ülküsü olduğu benimsenmelidir.

Bunun dışındaki her yol, yöntem, teklif ayrılıkta, bölünmede, çözülmede, dağılmada mutabakat arayışıdır ki, bizim de buna sıcak bakmamız, rıza göstermemiz ve tahammül etmemiz söz konusu bile olmayacaktır.

Bugün de karşımızdaki ayrılma ve bölünme tehlikelerine karşı yegâne direnç ve dayanma noktası; yürekleri vatan ve millet sevgisi ile dolu olduğuna inanmak istediğim muhterem milletvekillerinin direnme gücü ile eşdeğerdir.

Bunu Gazi Meclis’in muhterem üyeleri, aziz milletimizin değerli temsilcileri mutlaka gösterecekler, Türk milletine sahip çıkacaklar ve Türkiye’yi belalardan, kem gözlerden ve musallat olan kanlı ellerden kesinlikle koruyacaklardır.

Buna inanıyorum ve sizlere samimiyetle güveniyorum.

 

Muhterem Milletvekilleri,

Bildiğiniz üzere, 2012 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Tasarısı, AKP Hükümetlerinin onuncu, 61. AKP hükümetinin birinci bütçesidir.

9 yıldır tek başına Türkiye’yi yönetme sorumluluğu taşıyan AKP, milletten aldığı yetkiyi huzura, kardeşliğe, ekonomik ve sosyal refaha harcayacak yerde maalesef çatışmanın, kutuplaşmanın, krizlerin ve ele geçirme ihtiraslarının aracı yapmıştır.

Türkiye ekonomisi son dokuz yıldır hiçbir yapısal önlem almadan göstermelik tedbirlerle, düşük kur-yüksek faize dayalı sıcak paraya bağımlı bir anlayışla idare edilmiştir.

Gerekli ve yeterli tedbirleri zamanında almayarak, başta cari açık olmak üzere birçok sorunu kalıcı ve kronik hale getirmiştir.

AKP bugüne kadar uyguladığı yanlış politikaların Türkiye ekonomisini sürüklediği açmazı kamuoyundan gizlemek için ise sürekli hesap ve rakam  oyunlarına başvurmuştur.

2002 yılında 224,8 milyar dolar olan toplam iç ve dış borç stoku, 2010 sonu itibarıyla 510,3 milyar dolara yükselmiştir.

Cari açık ve dış ticaret açığında da Cumhuriyet tarihinin rekorları kırılmıştır.

2002 yılında cari işlemler açığı 1,5 milyar dolar, dış ticaret açığı da 15,5 milyar dolar iken; 2011 yılında dış ticaret açığı 102,1 milyar dolar, cari açık 2002 yılına göre yaklaşık 50 kat artarak 71,7 milyar dolara ulaşmıştır.

Türkiye’de rekor düzeylerde seyreden cari açık en önemli sorunlardan biri olmaya devam etmektedir. 2002 yılında GSYH’nın sadece yüzde 0,3’ü kadar cari açık veren ülkemiz 2011 yılında GSYH’nın yüzde 9,4’ü kadar cari açık verecektir.

AKP ile birlikte yapısal hale gelmiş bulunan cari açık sorununun bugün uygulanmakta olan üretim yapısı ve kur politikasıyla da çözülmesi mümkün görünmemektedir.

Dış talepteki daralma da dikkate alındığında Türkiye ekonomisinin 2012 yılında ciddi sorunlar yaşaması kaçınılmaz olacaktır.

İthalata dayalı büyüme modeli cari açığı artırmaktadır.

Türkiye’nin sürdürülebilir büyüme ve makroekonomik istikrarı zayıflatan sorunların önüne geçebilmesi için cari açığı azaltacak tedbirlerin süratle devreye sokulması gerekmektedir.

Unutmayınız ki cari açık, uzun vadede büyümenin sürdürülebilirliği açısından önemli bir risk faktörü, ekonomik krizlerin en önemli tetikleyicilerinden birisi ve yapısal bir problem olarak ekonomide önemli bir kırılganlık unsurudur.

İstikrarsız büyüme trendi, artan enflasyon, çoğalan yoksulluk ve bağımlı ekonomik sistemle Türkiye’nin bölgesinde sözü dinlenir ve itibarlı bir ülke olması çok zordur.

Dünya ekonomisindeki sıralamayı takılmış plak gibi sık sık ifade ederek gelişmek ve zenginleşmek mümkün olmamaktadır.

Krizin iyi yönetildiğini ve bunun Avrupa ülkeleri tarafından örnek alınması gerektiğini iddia etmek de bulanık suda balık avlamaktan ve basireti bağlanmış bir siyasetin çarpıklıklarından başka bir şey değildir.

Bizim ülke olarak ekonomide yeni ufuklara, yeni yollara ve milli çarelere ihtiyacımız vardır.

Üretime sırt çevirmiş, ithalata kucak açmış,  aşırı derecede finanslaşmış bir ekonomik sistemin aş, iş ve umut üretmesi imkânsızdır.

Teknoloji geliştirebilen, yenilikçiliği, girişimciliği ödüllendiren, ekonomik alan hâkimiyetini kurmak için küreyi kavrayan ve bilgi üretebilen bir ekonomik atılıma ihtiyaç bulunmaktadır.

Ezberlerin tekrarıyla, bildik önerilere tutunmayla ve başkalarının insafıyla Türkiye ekonomisine kalıcı bir dinamizm ve istikrar kazandırmak bizce nafile bir çırpınıştır.

İşte bu çerçevede 2012 Merkezi Yönetim Bütçesi bu söylediklerimden uzak, geçmiş yıllarda olduğu gibi, heyecansız ve iddiasız bir özellikte hazırlanmış ve Genel Kurulumuza intikal ettirilmiştir.

 

Değerli Milletvekilleri,

Bütçenin daha ayrıntılı değerlendirmesini parti gurubumuzun değerli üyeleri yapacaklarsa da, 2012 Merkezi Yönetim Bütçesi için kısaca şunları söylemem mümkündür:

2012 yılı Programı ve Bütçesi birlikte değerlendirildiğinde; hedeflerin dünya ekonomisindeki gelişmeler ile Türk ekonomisindeki risklerin göz ardı edilerek hazırlandığı ve tahminlerin yılsonunda tutturulamayacağı anlaşılmaktadır.

2012 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe giderleri 350 milyar 948 milyon, bütçe gelirleri 329 milyar 800 milyon, bütçe açığı 21 milyar 103 milyon, faiz dışı fazla da 29 milyar 146 milyon lira olarak öngörülmüştür.

Bütçe gelirlerinin 277 milyar 700 milyonu vergi gelirleri, 52 milyar 200 milyonu vergi dışı gelirlerden oluşmaktadır.

Bütçe giderlerindeki artış yüzde 12, gelirlerdeki artış ise yüzde 13,4 düzeyindedir.

Vergi gelirlerinde öngörülen artışın vergi artışları yoluyla ya da yeni vergiler koymak suretiyle sağlanacağı anlaşılmaktadır.

Öngörülen vergi gelirlerinin 2012 Bütçe gelirinin yaklaşık yüzde 85’ini oluşturması, ekonomik krizin yatırım ve üretim üzerinde yarattığı tahribat karşısında gerçekleşmesi zor görülmektedir.

Görüldüğü kadarıyla, bu bütçe belirlenmiş makro büyüklüklerle paralel olmayan gelir elde edileceği varsayımı üzerine inşa edilmiştir.

Tahminlerin tutmayacağı da baştan kabul edilmiş ve vergiler yoluyla vatandaşlarımızın cebine el uzatılmış ve göz koyulmuştur.

Gider ve gelir yapısı incelendiğinde, 2012 yılında bütçenin finansmanında; özelleştirme, bedelli askerlik ve 2/B gelirleri gibi bir defalık kaynaklara ağırlık verileceği anlaşılmaktadır.

2012 yılı için; Gayri Safi Yurt İçi Hasıla 1 trilyon 426 milyar lira, büyüme oranı yüzde 4, ihracat hedefi 148,5 milyar dolar, ithalat hedefi 248,7 milyar dolar, dış ticaret açığı 100,2 milyar dolar, cari açık ise GSYH’nın yüzde 8’i olarak öngörülmüştür.

İşsizlik oranı yüzde 10,4, tüketici fiyatları endeksi de yüzde 5,2 olarak hedeflenmiştir.

Açıktır ki, AKP Hükümeti’nin ekonomi politikasında üretim perspektifi yoktur.

Türkiye üretmeden tüketen, kazanmadan harcayan bir ülke haline gelmiş durumdadır. 

Ülkenin kalkınmasında önemli rolü olan kamu yatırımları AKP hükümetleri döneminde geri planda kalmış, istenilen artış oranları sağlanamamış, yatırımların milli gelir içerisindeki payında ciddi bir iyileşme görülmemiştir.

Bütçede personel giderleri ile ilgili tahminlerde hedeflenen enflasyon civarında bir artış yapıldığı dikkate alındığında, memurların toplu sözleşme haklarının maaş artışında etkili olmayacağını görmek mümkündür.

Emeklilerimizin yıllarca hizmet verdikten sonra geçim kaygısı duymadan, onuruna yaraşır bir hayat sürmesini temin etmek hükümetin önemli ve öncelikli görevlerinden biridir.

Ancak emeklilerin tamamına yakını açlık sınırının altında maaş almaktadır.

Emeklilerin enflasyona ezdirilmediği söylense de halkın gerçek enflasyonunu yansıtan gıda, kira, ulaşım, su, elektrik ve gaz gibi kalemler açısından değerlendirme yapıldığında durumun söylendiği gibi olmadığı gün gibi ortadadır.

Bu gerçekler ışığında, 2012 Bütçesi rakamları da çalışan, emekli, dul ve yetim aylıklarında herhangi bir iyileşmeyi öngörmemektedir.

Bütçede eğitime ayrılan pay da azaltılmıştır.

2011 yılında GSYH’nın yüzde 2,81’i düzeyinde olan eğitim bütçesi 2012 yılı için yüzde 2,75 olarak öngörülmüştür.

Yüksek öğretime ayrılan payın da yetersiz olması yükseköğretimin bilimsel faaliyetlerine sekte vuracaktır.

2012 yılı Bütçesinde tarımsal destek için ayrılan pay, bütçenin çiftçimizi es geçtiğini, kendi kaderleri ile baş başa bıraktığını göstermektedir.

 

Sayın Başkan

Değerli Milletvekilleri,

Sonuç itibariyle 2012 bütçesi bize güven vermemektedir.  Gerçeklerden uzak, sanal beklentilerle hazırlanan 2012 bütçesinde;

İşçiye, memura, çiftçiye, emekliye, esnafa, işsize, yoksula, dar ve sabit gelirlilere yeni bir umut yoktur.

Yatırıma, üretime ve istihdama ışık yoktur.

Eğitime, sağlığa, huzura ve kardeşliğe pay yoktur.

Bütçenin, ülkemizin ve milletimizin geleceğini şekillendirecek tercihleri ve öncelikleri dikkate alan ve ortaya koyan bir vizyonu da yoktur.

Bu duygu ve düşüncelerle 2012 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi’nin ülkemize ve milletimize hayırlı olmasını diliyorum.

Ekranları başında bizi izleyen aziz vatandaşlarıma saygı ve sevgilerimi sunuyorum.

Konuşmama son verirken; hepinizi saygılarımla selamlıyorum.