20.04.2002 - MYK Toplantısında Yapmıl Oldukları Konuşma
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Genel Başkanımız Dr. Devlet Bahçeli'nin
MYK Toplantısı Açılış Konuşması
20 Nisan 2002

Değerli Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Sözlerime başlarken hepinizi en iyi dileklerimle selamlıyorum.

Partimizin, iki gün boyunca devam edecek olan ve Merkez Yönetim Kurulu Üyeleri, milletvekilleri ve il başkanlarının katılımıyla gerçekleşen "ortak toplantısı" için bir araya gelmiş bulunuyoruz.

18 Nisan seçimlerinin üzerinden geçen üç yılın muhasebesinin yapılacağı, ülke gündeminde yer alan yeni gelişme ve sorunların değerlendirileceği istişare ve bilgilenme toplantılarının milletimiz ve partimiz için hayırlı olmasını temenni ediyorum.

Türkiyemizin, özellikle son iki-üç yıldır iç ve dış sorunların yoğunluğu ve ağırlığı bakımından çok önemli dönemlerinden birini yaşadığına şüphe bulunmamaktadır. Böyle bir genel değerlendirmeyi, sadece ülkemiz için değil, bütün dünya ve insanlık açısından da yapmak mümkündür.

Gerçekten de, gelişmelere ister soğuk savaş sonrası dönemde bir türlü vuzuha kavuşmayan dünya düzeni arayışları, ister küreselleşme sürecinin yol açtığı sosyal ve ekonomik sorunlar karşısında oluşan tepkilerin yaygınlığı, isterse terörizmin etkinlik alanının genişlemesi çerçevesinde bakılsın, oldukça düşündürücü ve sorunlu bir dünya manzarasıyla karşı karşıya bulunmaktayız.

Bir yanda beşerî ahengi bile zorlamaya başlayan bilimsel ve teknolojik ilerlemeler, diğer yanda sayıları artık bir buçuk milyarı bulan yoksulluk, hatta açlık sınırının altında yaşayan insan kitlelerinin oluşturduğu çarpıklıklar kendini daha çok hissettirmektedir.

Küresel boyuta sahip eşitsizlik ve adaletsizlikler, tabii ki sadece bugünün sorunu değildir. Sosyal ve ekonomik sorunlar, insanlık tarihi boyunca hep var olagelmiştir. Ancak, bugünü dünden ayıran, birbiriyle bağlantılı iki önemli temel farklılıktan söz etmek yanlış olmayacaktır.

Birinci olarak, bugün bu tür sorunlar artık insanlığın ortak gündeminde daha fazla yer bulmakta ve tartışılmaktadır.

İkinci olarak, sorunların kazandığı boyutlarla birlikte çok ciddi riskler oluşmakta; insanlığın geleceğini tehdit etme potansiyelleri sürekli ve hızlı bir şekilde artmaktadır.

Bu iki genel farklılaşma noktasını, çeşitli bakış açılarıyla genişletmek ya da alt başlıklar halinde çeşitlendirmek mümkündür.

Özellikle, terörizmle uluslararası mücadele, dinler ve kültürler arası çatışma riski ve stratejik güvenlik meselesi, ilk planda sayılması gereken konu başlıklarını ve sorun alanlarını ifade etmektedir. Bu meseleler, 2001 Eylülünden itibaren ard arda yaşanan gelişmelerle birlikte daha çok önem kazanmış ve yeni sorunların ana temâsını oluşturmaya başlamıştır.

Hiç şüphe yok ki, ülkemizin jeopolitik ve jeokültürel konumu, bütün bu gelişme ve sorunların en çok tezahür ettiği coğrafyanın merkezinde yer almaktadır.

Filistin topraklarının işgaliyle doruk noktasına ulaşan İsrail-Filistin sorununun, 11 Eylül saldırıları ve Afganistan müdahalesinin hemen arkasından alevlenmesi, küresel gerilim ve tansiyonu hızla tırmandıran bir sonuç doğurmuştur.

Türkiyemiz, bu üç gelişmenin de doğrudan tarafı olmamasına rağmen, tarihsel birikimi, uluslararası ve insanî sorumlulukları ve konumu dolayısıyla, sorunlara çeşitli şekillerde müdahil olmak durumunda kalmaktadır.

Görüldüğü gibi, İsrail işgalinin biran önce son bulması ve Filistin sorununun makûl bir çözüme kavuşması, bir çok açıdan önem taşımaktadır.

Her şeyden önce, son aylarda kültürel ve dinî fay hatlarında artan stres birikiminin, yerini süratle hoşgörü ve diyalog ortamına bırakması gerekmektedir.

İsrail ordusunun Filistin topraklarında yürüttüğü operasyonların sivil halka büyük zararlar verdiği açıkça görülmektedir. Özellikle Cenin Mülteci Kampı'na dair görüntüler, bir insanlık dramının canlı kanıtları olarak hafızalarımızda derin izler bırakmıştır.

Terörizmin alt yapısını çökertme amacıyla yapılan operasyonların, maalesef sivil insanlara da yöneldiği anlaşılmakta ve bu da bölgede yeni nefret tohumlarının ekilmesine yol açmaktadır.

Huzurlarınızda bir kez daha vurgulamak isterim ki, hiçbir terör eylemi, hiçbir şekilde mazur ve meşru görülemez ve gösterilemez.

İsrail topraklarında sivil halka yönelen eylemler nasıl kabul edilemez ise, Filistin halkına zarar veren operasyonları da kabul etmek ve meşru göstermek mümkün değildir.

Üç haftayı aşan bu süreçte, sadece Batı Dünyası değil, Arap Dünyası da sınıfta kalmıştır. Çünkü gelişmeler karşısında yeterince duyarlı bir tavır takınılamamış ve çözüm üretilememiştir.

Sonuç olarak, askeri operasyonların ve işgalin bir an önce sona ermesi, Sayın Yaser Arafat'ın temel haklarına kavuşması ve Filistin halkının acılarının dindirilmesi için insani yardımların süratle devreye sokulması gerekmektedir.

Bölgede barış ve sükunetin hakim olması için artık daha fazla vakit kaybedilmemelidir.

Kıymetli Dava Arkadaşlarım,
Sayın Basın Mensupları,

Son zamanlarda ülkemizi yakından ilgilendiren bir diğer meseleyi de Avrupa Birliği'yle olan ilişkilerimiz oluşturmaktadır.

Türkiye'nin Avrupa Birliği ile olan ilişkileri, hem inişli çıkışlı tarihî geçmişi, hem çok yönlülüğü, hem de geleceği bakımından önemli ve zorlu bir alanı ifade etmektedir.

1999 Helsinki Zirvesi'nden itibaren olumlu bazı gelişmeler yaşanmasına rağmen, ilişkilerimiz daha hâlâ gerektiği kadar berrak ve anlaşılabilir bir nitelik kazanabilmiş değildir. Diğer bir deyişle, belirsizlikler, ön yargılar ve küçük hesaplar, bugün de ilişki trafiğinin hakim karakteri olma vasfını korumaktadır.

Ülkemizde, "ne pahasına olursa olsun Birliğe girmemiz gerekir" düşüncesini çeşitli zaman ve zeminlerde şiddetle savunanların fark edemedikleri ya da fark etmek istemedikleri bir gerçek şudur:

Türkiye-Avrupa Birliği gibi, zorlu jeopolitik ve jeoekonomik birlikteliklerde, "ev ödevimizi bir çırpıda yapalım, sonra hemen girelim" anlayışını çok aşan zihnî koordinatlar ve stratejik hesapların örtüştüğü alanlar vardır ve bunlar da ilişkilerin seyri üzerinde temel bir belirleyiciliğe sahiptir.

Bu alanlarda "makûl yaklaşımlar" filizlenmediği ve genel bir "pozitif irade" oluşmadığı sürece tam üyelik sürecinin kısa sürede ve arzulanan şekilde sonuçlanması çok zordur. Avrupalı muhataplarımızda böyle bir düşünce ve tavrın yeterince gelişmediği anlaşılmaktadır. Türkiye'nin takvim belirlenmesi taleplerine gösterilen kayıtsızlık bunun en son ve önemli delillerinden biridir.

Hangi sebeple olursa olsun bu gerçeğin farkına varılamaması halinde, sorunların ve eksikliklerin sadece Türkiye'den kaynaklandığı saplantısından kurtulmak hiçbir şekilde mümkün olmayacaktır. Böyle olunca da çok boyutlu ve gerçekçi değerlendirmeler yapabilmek ve öngörülerde bulunabilmek giderek daha fazla zorlaşacaktır.

Türkiye ile Avrupa Birliği arasında temel tartışma ve sorun alanlarını oluşturan Kıbrıs, mali yardımlar, milli hassasiyetlere saygı ve bölücü-yıkıcı terörizmle etkin mücadele konularında, önemli yaklaşım farklılıkları bulunmaktadır.

Çeşitli vesilelerle altını çizdiğimiz gibi, Türkiye bütün bu konularda bu zamana kadar, bırakınız gerekli ilgi ve desteği, yeterli anlayışı bile görebilmiş değildir. Avrupalı muhataplarımız, bazen ilgisiz, bazen de tek yanlı ve önyargılı tavırlar sergilemekten kaçınmamışlardır.

Avrupa Birliği yöneticilerinin Kıbrıs sorununun çözüm sürecine yaklaşımları Türk ve dünya kamuoyunun bilgisi dahilindedir. Soruna adil ve kalıcı çözüm bulunması için gayret göstermek yerine, Kıbrıs Rum Kesimi'ne "anlaşmazsanız da olur" anlamına gelen destekler verilmektedir.

Tabii olarak, böyle bir yaklaşımı, ne doğru bulmak, ne de kabul etmek mümkündür. Küçük hesaplarla ve hele basit oyalama taktikleri ile istikrarlı ve güçlü bir Avrupa inşa edilemeyeceği açıktır.

Avrupa Birliği yönetimi, bu anlaşılmaz ve çifte standartlı yaklaşımını, maalesef terörizmle mücadele konusunda da sergilemiştir.

Türkiye, bir süre terörizmle mücadelede "gizli liste"nin varlığı haberleri ile oyalanmış, terör örgütlerine lojistik destek sağlayan politikalardan ise vazgeçilmemiştir. Hatta, bölücü-yıkıcı terör örgütünün siyasallaşma manevraları konusunda bazı Avrupa devletlerinden destek ve akıl aldığı ortaya çıkmıştır.

Terör örgütünün, vahşi yüzündeki makyajı tazelemek için başlattığı isim ve politika değişikliği çabalarını son günlerde somutlaştırdığı bilinmektedir.

Avrupa Birliği yönetimi, terörizm karşısında geliştirdiği iki yüzlü ve gayri ciddi yaklaşımı, artık terk etmelidir. Yıllardır ülkemizde vahşi terörizmi yöntem olarak kullanan örgütlerin karşısındaki politikalarını netleştirmelidir.

Bu çerçevede, Aralık 2001'de belirlenen terörle mücadele listesini gözden geçirmeyi amaçlayan Avrupa Birliği Daimi Temsilciler Komitesi'nin dün yapılan toplantısında somut bir sonuca ulaşılamadığı ve kararın 28 Nisan tarihinde yapılacak toplantıya bırakıldığı anlaşılmaktadır.

Bu vesileyle bir kez daha ifade etmek isterim ki, Türkiye'yi müttefik bir ülke ve gelecekteki ortakları olarak gören bir Avrupa Birliği yönetimi, bunun gereğini bütün boyutlarıyla ve açıkça yerine getirmelidir.

Ülkemize zarar veren, toplumsal dayanışma ortamını bozan, insan haklarını hiçe sayan terör örgütlerini daha fazla gecikmeden terörizmle mücadele listesine almalıdır. Bu da, hiç tartışmasız biçimde, terör örgütlerinin bütün kılıklarıyla, isimleriyle ve uzantılarıyla birlikte yapılmalıdır.

Avrupa Birliği yönetimi, sadece listeye almakla da yetinmemeli, terör örgütleriyle ve uzantılarıyla etkin bir şekilde mücadele etmelidir.

Bilinmelidir ki, Türkiye terörizmle mücadelede yeni bir oyalamayı, yeni bir kandırmacayı kabul etmeyecek, bu konunun ısrarlı takipçisi olmayı sürdürecektir.

Değerli Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Konuşmamın son bölümünde, ekonomik sorunların boyutları ve aşılmasına dair bazı tespit ve önerilerimizi sizlerle ve milletimizle paylaşmak istiyorum.

Üzerinden 14 ay geçmesine rağmen, daha hâlâ ekonomik krizin sebepleri, boyutları ve sonuçlarının çok yoğun bir şekilde tartışılıyor olması, her şeyden önce yol açtığı tahribatların büyüklüğünü ve kriz sendromunu aşma mücadelesinin önemini ortaya koymaktadır.

Kriz sürecinde, işyerlerinin kapanmak zorunda kalması, birçok insanımızın işsiz kalması ve yatırımların durması, ister istemez ekonomik büyümenin biran önce başlamasına yönelik ısrarlı taleplerini de beraberinde getirmektedir. 2002 yılının ilk çeyreğinde de ciddi büyüme sinyallerinin görülmemesi, endişelerin artmasına sebep olmaktadır.

Bu dönemde Katma Değer Vergisi tahsilatında gözlenen yükseliş de, üretim artışından çok, tüketim harcamalarındaki nisbî artışa işaret etmektedir. Başka bir deyişle, sanayi çarklarının daha hâlâ dönmeye başlamadığı gözlenmektedir.

Bunun için, Türkiye enflasyon ile mücadele kararlılığından vazgeçmeden, ekonomik büyüme sürecine biran önce geçmek zorundadır.

Bu durum, sadece ekonomik krizin reel sektör üzerindeki olumsuz baskısını kırmak için önem taşımamaktadır. Büyüme, her şeyden evvel ekonomimizin yeni krizlere, özellikle de "borç bataklığı"na düşmemesi için bir zorunluluktur. Çünkü, milli gelirimizi, yani "pasta"yı büyütmeden borç sorununa kalıcı çözüm bulmak, bataklığı kurutmak mümkün değildir.

Ayrıca, "Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı"na olan güvenin artarak devam etmesi, dolayısıyla başarıya ulaşması buna bağlıdır.

Türk ekonomisinin en büyük eksikliği, ülkemizin elverişli bir yatırım ve üretim zemini ve ikliminden mahrum olmasıdır. Türk ekonomisinin en büyük kamburu ise, iç ve dış borçların yüksekliğidir.

Türkiye, maalesef sadece vergi gelirlerini değil, bütün gelirlerini borç ve faiz ödemek amacıyla kullanmak zorunda kalan bir ülke konumundadır. Kıt kaynaklarını rasyonel kullanamadığı için, son yıllarda sürekli ve yüksek oranlarda borçlanma politikasının izlenmesi, ekonomimizin adeta soluk almasını engelleyecek bir boyut kazanmış bulunmaktadır.

Bir yandan vergi gelirlerini arttırmak amacıyla yeni vergiler koyan ve oranlarıyla oynayan, diğer yandan sürekli borçlanan ülkemiz, bu yolla aslında yeni kısır döngülere de muhatap olmaktadır.

Bilindiği üzere, yeni vergiler ve oran artışları, vergisini düzenli ödeyen kişi ve işletmeleri cezalandırmakta, yeni yatırımlar için gerekli olan kaynak aktarımını sınırlandırmaktadır. Kriz dönemlerinde kayıt dışına çıkma eğiliminin güçlendiği de hatırlanırsa, ekonominin "borç-faiz sarmalı" yanında, bir başka kısır döngüyle daha karşı karşıya kaldığı görülmektedir.

Yapılan araştırmalara göre, gelişmekte olan ülkelerde milli gelirin %25 ile 65 arasındaki bölümü kayıt dışı sektörlerde oluşmakta, nüfusun yarıdan fazlası yine kayıt dışı sektörlerde çalışmaktadır. Unutulmamalı ki, bu oranlar çok aşağılara çekilmediği sürece, hem sağlıklı hem de istikrarlı bir ekonomik gelişme sürecini tesis etmek mümkün değildir.

Bunu gerçekleştirmenin en makûl ve doğal yollarını bulmamız ve hayata geçirmemiz önem arzetmektedir. Yasal zorlamalar ve denetim mekanizmalarını güçlendirmekten daha önemlisi, ekonominin kendi doğasına uygun gerçekçi ve uygulanabilir çözümler geliştirmektir.

Bunun için vurgulamak isterim ki, Türkiye orta vadede vergi sistemini bütünüyle yeni baştan ele almak durumundadır.

Bu çerçevede temel ilke ve hedef, kayıt dışını kayıt altına alarak, ülkemizin bütün ekonomik kaynak ve değerlerini "milli ekonomik sistem"in içine dahil etmek olmalıdır. Yeniden yapılanma aşamasında, aşırı derecede yüksek olan vergi oranlarının aşağıya çekilmesi, "en az geçim indirimi müessesesi"nin getirilmesi ve en önemlisi masraf yazılabilecek harcamaların kapsamının genişletilmesi sağlanmalıdır.

Böylelikle hem iyi niyetli mükellefleri korumak, hem de kayıt dışı ekonomiyi kayıt altına almak suretiyle vergi gelirlerini arttırmak mümkün hale gelecektir.

Türkiye'nin, orta vadede bu derece gerçekçi, geniş kapsamlı ve sade bir vergi sistemini hayata geçirmesi, hem gerekli, hem de mümkündür.

Bunun yanında, ekonomik krizin açtığı yaraların süratle sarılması, ülkemizin ihtiyacı olan kaynakların sağlanması ve ekonomik dinamizmin artması için kısa vadede atılması gereken yeni adımlar üzerinde de düşünmek gerekmektedir.

Uyguladığımız ekonomik programın hedef ve büyüklükleri ile uyumlu bir şekilde atılacak en önemli ve hızlı adımlar, "malî barış"ı temin etmek ve borçlanma dışı yeni kaynakları devreye sokmaktır.

Bugün, 16 dolaylı vergi, fon ve harcı tek başlık altında toplayan özel tüketim vergisi uygulamasına geçildiği bir dönemde, "malî barışı" da temin etmek, verginin halk nezdindeki soğuk yüzünü değiştirmek önemlidir.

Bu çerçevede; günümüzde faizi ve gecikme zammı ile birlikte 9 katrilyona ulaşmış tahsil edilemeyen vergilerin, kriz sürecinin olumsuz etkilerini de göz önüne alarak tahsilini mümkün hale getirecek şartları oluşturmamız gerekmektedir. Bu vergileri, aslına dokunmadan, faiz ve gecikme zammı makûl bir taksit plânına bağlanarak ekonomiye yeniden kazandırmak mümkündür.

Yine, geçmişteki bazı uygulamaların yarattığı tedirginlik ve belirsizliklerin sonucunda yurt dışına çıkan dövizlerin, ülkemize geri dönüşünü kolaylaştıracak şartlar oluşturulmalıdır. Böyle bir imkânın, sürekli borçlanan bir Türkiye'nin kaynak ihtiyacına ve malî barışa katkı sağlayacağı açıktır.

Muhterem Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Enflasyonla mücadele ve istikrarlı büyüme ülkemiz ve insanımız için tek gerçekçi ekonomik gelişme seçeneğidir.

Unutulmamalı ki, gerek krizin tamamen aşılması, gerekse toplumsal özgüvenin artması için bazı ekonomik göstergelerin düzelmesi tek başına yeterli değildir.

Sanayi çarklarının dönmesi, fabrika bacalarının tütmesi, emeklinin, çiftçinin ve esnafımızın yüzünün gülmesi gerekir.

Kısacası, ekonominin ayağa kalkması, devletle milletin kucaklaşması, insanımızın yarınlara daha güvenle bakabilmesi gerekir.

Bizler, Milliyetçi Hareket Partisi olarak bu sürecin çok uzak olmadığına yürekten inanıyoruz. Bunun için de var gücümüzle çalışmaya devam edeceğimizi aziz milletimize bir kez daha ilan ediyoruz.

Bu duygu ve düşüncelerle hepinizi bir kez daha selamlıyor, saygılar sunuyorum.

Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
GenelBaşkanı