Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, TBMM Genel Kurulunda 2013 Yılı Bütçe Kanun Tasarısı hakkında yapmış oldukları konuşma. 10 Aralık 2012
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
TBMM Genel Kurulunda 2013 Yılı Bütçe Kanun Tasarısı hakkında
yapmış oldukları konuşma.
10 Aralık 2012

 

Sayın Başkan,

Değerli Milletvekilleri

2013 yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Tasarısı ile 2011 yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Tasarısı’nı görüşmek ve değerlendirmek yapmak amacıyla bir araya gelmiş bulunuyoruz.

Konuşmamın başında, ekranları başında bizi izleyen aziz vatandaşlarımızı ve muhterem heyetinizi şahsım ve parti grubum adına sevgi ve saygıyla selamlıyorum.

Bütçe ve kesin hesap tasarısı müzakereleri, hükümet icraatlarının ele alındığı, muhalefetin uyarı, tenkit ve önerilerini dile getirdiği, devlete ve millete ait sorunların detaylı olarak görüşüldüğü demokratik bir platformdur.

Bütçe uzun bir sürecin mahsulü olan hukuki bir belgedir.

Aynı zamanda Meclis denetim ve onayına tabi olduğundan siyasi, ekonomik aktivitelerin dayanağı olduğu için de sosyal ve mali tarafı vardır.

Bir yıllık gelir ve harcama tahmin ve hedefleri, normal şartlarda yoğun çalışma ve mesailerle belirlenmektedir.

Zira devletin işleyişi, milletimize hizmet ve yatırımların sunulması için başka bir seçenek bulunmamaktadır.

Bütçe, devlet yönetiminin, toplumsal taleplerin ve ekonomi politikalarının kılavuzu olarak kaynakların ve sarfiyatların seyrini ve yönünü belirlemektedir.

Bu itibarla ülke yönetiminde, ekonomik sistemde ve millet hayatında çok önemli bir yer işgal etmektedir.

Aynı zamanda siyasi iktidarın niyeti, izleyeceği sosyal ve ekonomi politikalarının genel hatları bütçeyle anlam ve şekil kazanmaktadır.

Ancak AKP hükümetinin bütçeye bakışı, bütçeye yaklaşımı ve bütçeden anladığı belirsiz ve sorunludur.

10 yılı aşan tecrübelerimiz bize bunu göstermektedir.

Dikkatlerinizi 2011 yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Tasarısıyla ilgili bir konuya özellikle çekmek istiyorum.

Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanununda göre, merkezi yönetim kapsamındaki kamu idareleri için düzenlenecek genel uygunluk bildiriminin; idarelerin faaliyet raporlarının, genel faaliyet raporlarının ve dış denetim genel değerlendirme raporunun dikkate alınarak hazırlanacağı belirtilmektedir.

5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu ile 6085 sayılı Sayıştay Kanununun ilgili hükümleri gereği Sayıştay’ın düzenlemesi gereken;

√       Dış denetim genel değerlendirme raporu,

√       Faaliyet genel değerlendirme raporu,

√       Mali istatistikleri genel değerlendirme raporu ve diğer ilgili raporlar Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulmamıştır.

Ayrıca, Sayıştay’ın 1995 yılından bu yana her yıl düzenli olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ve kamuoyunun bilgisine sunduğu hazine işlemleri raporu da bu yıl gönderilmemiştir.

Hükümet hesap vermekten kaçmakta, şeffaflıktan kaçınmaktadır.

Bu demokrasiye ve millet iradesine aykırı bir niyettir.

TBMM’nden rapor, bilgi ve gerçek manzara saklanmaktadır.

Ve hükümetin korktuğunun, çekindiğinin ve veremeyeceği hesabı olduğunu en açık delilidir.

Hali hazırda görüşmekte olduğumuz 2013 yılı Merkezi Yönetim Bütçesi AKP hükümetlerinin 11. bütçesidir.

Son 10 yılda bütçe süreçleri sıradanlaşmış ve heyecanını kaybetmiştir.

Koyulan hedeflere ulaşılamamış, verilen sözler tutulamamış ve belirlenen amaçlara bir türlü varılamamıştır.

2012 yılı da dâhil olmak üzere, farklı yıllarda dönem sonundaki harcama miktarlarının planlanan seviyeyi aşması, dolayısıyla bütçe kanunun inandırıcılığını ve itibarını yitirmesi münferit bir gelişme olmamıştır.

Biz burada Türk milleti adına bulunuyorsak, buna da içtenlikle inanıyorsak, temsilcisi olduğumuz muazzam kudretin hakkını, hukukunu ve beklentilerini savunmaktan bir an olsun tereddüt göstermemeliyiz.

Çünkü bu bütçede; yetimimizin, kimsesizimizin, yoksulumuzun, dar ve sabit gelirlimizin, çiftçimizin, memurumuzun, esnafımızın, işçimizin, emeklimizin ve elbette her vatandaşımızın payı vardır.

Bütçenin her aşamasında hükümetin bu gerçekleri aklından çıkarmaması bizim en halisane tavsiyemizdir.

 

Muhterem Milletvekilleri,

İçinde bulunduğumuz zaman aralığını anlayabilmek için geçmişe, geleceği tasarlayabilmek ve planlayabilmek için ise dünle-bugünün terkibine ihtiyacımız vardır.

Yaşadığımız çağa intibak zorlukları, karşılaştığımız meselelere nüfuz etme zafiyetleri ve muhatap kaldığımız çetrefillerle örülü hadiselere karşı koyma acziyeti görülüyorsa muhakkak ki bir yerlerde hafife alınan hata veya sumen altı yapılmış gaflet hali vardır.

Kabul etmeliyiz ki, geçmişe takılı kalan, tarihten husumet çıkaran toplum ya da milletler geleceğe emniyetli bir şekilde gidemeyecek, gelecek iddialarını hayata geçirmeyecekledir.

Bugünden ve yarından ümidini kesen yönetimler, geçmişin hassasiyetlerini kaşıyarak kendilerine alan açmakta, sebep oldukları cepheleşmeyle de tarihin yavaş ve durgun akmasına kapı aralamaktadır.

Çünkü mazide kalmış olaylar yığınını, bugüne taşıma istek ve istidadında olan zihniyetler, bocaladıkları sorunlardan ya bir kaçışın ya da bir kurtuluşun arayışındadır.

Türkiye bu derin çelişkiyi 10 yıldır yaşamakta ve vahim ölçüde bunalmaktadır.

Hamaset nutuklarının, yersiz ve temelsiz gündem saptırmalarının, samimiyet, derinlik ve iyi niyetten mahrum politik adımların ülkemizi kanser hücresi gibi sardığını söylemek yanlış olmasa gerektir.

Bu manzaranın milletimizin lehine olmadığı bariz bir gerçektir.

Her defasında geçmişin sinir uçlarına dokunmanın, geçmişle ilgili nifak çıkarmanın kimseye bir şey sağlamayacağı meydandadır.

Güçlü milletler şüphesiz ne dününden, ne tecrübelerinden, ne de hatıralarından caymayacak ve oluşturdukları gelecek tasavvurunun izinden de ayrılmayacaklardır.

Geçmişi etraflıca konuşarak sonuç çıkarmak bir şey, fakat geçmişe asılı kalmak, tozlu raflarında bugünün açmazlarına, çelişki ve çoraklığına bahaneler aramak başka bir şeydir.

Türkiye bu nedenle yerinde saymanın, hatta arkaya bakarak, dikiz aynasından gelişmeleri izleyerek ayakta kalmanın güçlüklerini yaşamaktadır.

Söyleyecek sözü tükenmiş, atacak barutu bitmiş ve üstelik ufku da kararmış olanlar, sarsıntılarla dolu böylesi türbülansa göz göre göre ülkemizi çekmişlerdir.

Elbette tartışmak, karşılaştığımız sorunlar hakkında fikir üretmek zamanlar arası denge ve uyum ölçeğine göre yapılmalıdır.

Dünden ibret alınmazsa, yaşanmışlıklardan anlam ve sonuç çıkarılmazsa, makûs talih her seferinde tekrar başını kaldıracak, heyecan ve heveslerin törpülenmesine, arzu ve amaçların berhava olmasına hizmet edecektir.

Millet olarak son iki asırdır daha iyiye, daha güzele ve daha fazla refaha ulaşma arayışımız hiç sonlanmamıştır.

Bildiğiniz gibi, 173 yıl önce Tanzimat konuşulmuş, çağdaşlaşmanın hazır reçetelerine ısrarla kafa yorulmuştur.

Gerilemenin nedenleri Batı’ya benzememekte, Batı gibi olmamakta görülmüştür.

Yenilgilerin, bozgunların, ekonomik zorlukların ve toprak kayıplarının arkasındaki asıl amiller başka yerlerde aranmış, olmadık mecralarda taranmıştır.

Hazır şablonlarla kudretli günlere tekrar ulaşılacağı ve denenmiş yollarla dikilen engellerin aşılacağı düşünülmüştür.

156 yıl önce Islahat gündeme getirilmiş, ama emperyal çarkın dişlileri arasına daha da sıkışmanın önüne geçilememiştir.

Düşünülmüştür ki, başkasına özenerek gelişmek mümkündür.

Umulmuştur ki, klasikleşmiş yöntemlerle sanayileşebilir, askeri alandaki eksikler tamamlanabilir, ekonomik ve sosyal ilerleme gerçekleştirebilir.

Gelin görün ki, bunların hiçbirisi olmadığı gibi, bağımlılık ve zayıflık daha da şiddetlenmiş, kuşatmasını daha da sağlamlaştırmıştır.

Doğunun hasta adam tabirinin önüne ne yapıldıysa geçilememiş, ne gayret gösterildiyse de mani olunamamıştır.

Samimi ve iyi niyetli olsalar da, devrin yöneticileri imparatorluğun yıkılan sütunlarını ayakta tutamamış, bu hazin sonun önüne geçememişlerdir.

137 yıl önce Birinci Meşruiyet’in, 104 yıl önce de ikincisinin peşine düşülmüş, ama arkası bir türlü gelmemiş ve ümit edilen gelişme ve güçlenme dinamikleri ne acıdır ki yakalanamamıştır.

Yenileşme atakları, reform hamleleri, modernleşme kararlılıkları, kalkınma çabaları ne kadar idealist olsa da netice vermemiş, mutlu bir sonla buluşamamıştır.

Küresel alandaki güç blokları, teknolojideki gelişmeler, üretim sistemindeki hızlı değişimler, sömürgeci düzenin iyice yerleşmesi, ticaret yollarının aleyhimize çalışması, etnik huzursuzluklar ve bağımsızlık hareketleri sorunlarımızın temeli olmuştur.

Ekonomik güçle desteklenmeyen askeri mücadeleler, stratejik zayıflıklar, mali dengesizlikler, siyasi ve diplomatik taahhütlerin tıpkı bugünkü gibi milli imkanlarla uyuşmaması birçok badireye yol açmış, katlanması kolay olmayan maliyetlere neden olmuştur.

89 yıl önce bu kez de, işgalci güçleri def edip, sömürgeci anlayışı canımız ve kanımız pahasına yenerek Cumhuriyet’i ilan ettik, Cumhuriyet’in altında toplandık.

Biliniz ki bu Türk milletinin son kararıdır.

Bundan dönüş, sapış ve cayış katiyen olmayacaktır.

Federasyon özlemi çekenler, siyasal Kürtçülükten medet umanlar, numaralı cumhuriyet sevdası taşıyanlar, başkanlık rüyası görenler ve üniter yapımızı bozmayı aklından geçirenler aynanın karşısında kendilerini bir kez daha kontrolden geçirmelidir.

Altını çizerek söylemek isterim ki, dünün tecrübelerini, karşılaştığımız olaylardan çıkarılan sonuçları Cumhuriyet havzasında birleştirdik, buradan geleceğe emin, inançlı ve azimle varmanın ilke ve esaslarını belirledik.

Tarihimizi ve coğrafyamızı değiştiremeyeceğimize göre, tüm politikalarımız bu eksende tespit edilerek sabitlenmiş ve başkent Ankara jeopolitiği Türkiye’nin gözü, vizyonu ve gelecek ideali olmuştur.

Ama geldiğimiz nokta yapılanların, verilen mücadelelerin, çekilen sıkıntıların birbirini tamamlayamadığına ve tabii olarak birbiriyle örtüşmediğine işaret etmektedir.

Dönemler arasındaki kopukluklar, birbirini dışlayan eğilimler, tezatlıktan beslenen adımlar bırakınız çözüm ve uzlaşma ortamı sağlamayı, her şeyi daha da içinden çıkılmaz hale getirmiştir.

Millet olma şuurunun farkına varamayan, güç ve kudreti bizatihi milli değerlerde göremeyen, kendisinden öncekileri red ve inkârla vakit geçiren siyaset anlayışları, hem geleceğimizin ayak bağı, hem de varlığımızın problem merkezi olmuşlardır.

Diyorum ki, bu millet ve bu devlet için, yeterli veya yetersiz, tam veya eksik kim taş üstüne taş koyduysa, amacına ulaşmasa da kimler iştiyakla gecesini gündüzüne kattıysa Allah onlardan bir kere değil, bin kere razı olsun.

Geçmişin çok boyutlu tahlil ve analizini yapmak yerine, kutuplaşma malzemesi olarak kullanılması insaf ve vicdanla da bağdaşmayacaktır.

Bundan dolayıdır ki, dünün hassasiyet arz eden konu başlıklarını kaşımak, farklı devirlere kin ve öfkeyle yaklaşmak asla doğru olmayacaktır.

Hele ki, Dersim’deki eşkıyalığı kutsamak, bu isyana haddini bildiren millet iradesini zalimlikle suçlamak onurlu ve meşru bir davranış görülmeyecektir.

Eşkıya Rıza’yı övüp, zımnen Gazi Mustafa Kemal’i hedef yapmak, bir yanda Cumhuriyet’e hazımsızlık gösterenleri el üstünde tutup, diğer yanda koruyup ilerlemesi için fedakârca mücadele edenleri önemsizleştirmek ne akılla, ne de milli vicdanla izah edilemeyecektir.

Bu gidişle Patrona Halil’e itibar iadesi, Kabakçı Mustafa’ya saygı gösterilmesi emin olunuz ki hiç şaşırtıcı görülmemelidir.

Türk devlet geleneğiyle rabıtasını koparmışlar, Türk milletinin emanetleriyle içten içe yollarını ayırmışlar biraz insafa gelip, bu gerçekler üzerinde düşünmelidir.

Millet olarak, isyancılarla, hainlerle, sadakatte sınıfta kalmışlarla, kardeşliğimizin yoluna mayın döşeyenlerle ve ellerine şehit kanı bulaşanlarla mahşere kadar da sürse hesabımız bitmeyecektir.

 

Değerli Milletvekilleri,

Türkiye’nin içinde bulunduğu sorunları üç ana başlıkta toplamımız mümkündür.

Birinci ve öncelikli olarak; bölücülük ve terör sorunun kaydettiği mesafe ve geldiği aşamadır.

Bu sorun öylesine kritik bir eşiğe dayanmıştır ki, bin yıllık kardeşlik hukukuyla birlikte, tüm milli ve manevi değerlerimiz taciz ve tahriklerle yüz yüze kalmıştır.

PKK terör örgütü verilen tavizlerle dirilmiş, hain eylemlerini peş peşe sıralamıştır.

Etnik temelli bölücülük hükümetten gördüğü ilgi ve destekle şımarmış ve zıvanadan çıkmış durumdadır.

Terör lobisi güç, imkân ve zemin kazanmış, hatta başta Şemdinli olmak üzere, ülkemizin bazı yerlerinde alan hâkimiyeti kurma girişimine dahi kalkışabilmiştir.

Bölücü terör dayatmaları, talep ve zorlamaları maalesef belirli periyotlarda cevap bulmuş, her taviz yenisinin kapısını aralamıştır.

Nihayetinde terör vahşi saldırılarıyla amacına ulaştığını, doğal olarak hükümeti sıkıştırdıkça, saldırganlığını artırdıkça hedefine varacağını görmüştür.

Terörün yanlış teşhisi, milleti etnik kimliklere geriletme inatları, Türkiyelilik zırvaları, sözde Kürt sorununu tanıma hezeyanları, mücadele yerine müzakerenin rehber seçilmesi muhatap olduğumuz sorunların temelini teşkil etmiştir.

İlave olarak, anadil eğitimi ile ilgili adımlar, anadil savunma talebinin karşılanmasına dönük hazırlıklar, terörist başını muhatap alan yanlışlar ve Kandil’le kurulan pazarlık masaları mermi, mayın ve şehit olarak geri dönmüştür.

Yaşanan olaylar millet ve devlet bekasının risklerle dolu bir mecraya geldiğini göstermektedir.

Bize göre tehdit büyüktür.

Modern milletleri bir değer olarak yaşatan üç etken vardır ki, bunlar ülke, millet ve devlettir.

Bugünkü aşamada bölücü terör ilk olarak, millet yapısından taviz istemekte, bu yolla yeni taleplerin önünü açmak ve çok milletli yeni bir Türkiye oluşturmayı amaçlamaktadır.

İkinci olarak da, tavizi milletten değil ülkeden koparmak ve topraklarımızın ve insanımızın bir kısmını dahil ederek önce özerklik, ardından federasyon, en sonunda da bağımsız Kürdistan’ı kurmayı hedeflemektedir.

Hükümetin en büyük handikabı, bölücü terörün istekleri karşılanırsa her şeyin düzeleceğine inanması olmuştur.

Barışın, kardeşliğin sözüm ona bu yolla sağlanacağını hesaplamıştır.

Böylesi bir düşüncenin çıkmaz sokak olduğunu göremediği gibi, ikazları da dikkate almamıştır.

Şimdi, vicdanına güvendiğim, vatan ve millet sevgisine itimat ettiğim çok sayıdaki AKP‘li milletvekili arkadaşlarıma sormak istiyor ve kendi içlerinde bir muhasebe yapmalarını temenni ediyorum.

Üç yıl önce, Demokratik Açılım veya son haliyle Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi ilan edilmiştir de terör saldırılarında bir azalma olmuş mudur?

Sözde Kürt sorunu veya Kürt kardeşlerimin sorunları sözlerinin bir faydası görülmüş müdür?

İmralı’ya yüz sürmenin, Oslo’da masaya oturmanın, Habur’daki karşılama törenlerinin acıdan ve milletimizi hayal kırıklığına uğratmaktan başka herhangi bir sonucu yaşanmış mıdır?

Verilen kararlılık mesajlarına, atılan adımlara, yapılan görüşmelere rağmen askerimizin, polisimizin, korucumuzun ve masum sivil vatandaşlarımızın şehadeti önlenebilmiş midir?

Şu ibretlik manzaraya bakınız ki, müebbet cezaya çarptırılmış bir terör suçlusu fiilen siyasi aktör haline gelmiştir.

Kandil’i İmralı’dan sevk ve idare eder bir statüye çıkmıştır.

Bu Türk devleti adına utanç değildir de nedir?

Açlık grevleri İmralı müdahalesiyle durmuş, üstelik bu sayede ne talep edildiyse elde edilmiştir.

Daha kısa süre önce, Avrupa Parlamentosu’nun gözetim ve ev sahipliğinde iç meselelerimiz masaya yatırılmış, terör meselesi bir hak arayışı, İmralı’nın da çözüm adresi olarak takdim ve tanımı yapılmıştır.

Her fırsatta terörist mihraklar ve yandaşları devlete, millete meydan okumuş, küstahlıkta akıllara durgunluk veren bir seviyeye gelmişlerdir.

Türkiye’nin ve Türk milletinin her tarafına dokunulmuş, her değeri hırpalanmıştır.

Bunun için tekraren ifade etmek isterim ki, milletvekilliği dokunulmazlığı mutlaka yeniden ele alınmalıdır.

Bu bizim içtenlikle beklentimizdir.

Dokunulmazlık güvencesi Türk milletine karşı olmayı, dağda teröristlerle kucaklaşmayı korumamalı ve bunun sığınağı olmamalıdır.

Kabul edilmelidir ki, bu zaman kadar bu aziz milletin hiçbir ferdi dışlamaya ve ötekileştirmeye maruz kalmamıştır.

Kökeni, yöresi, mezhebi, anasının dili ne olursa olsun Türk milletinin her ferdi bizim için yeri dolmaz, eşsiz, saygın ve eşit özelliktedir.

Hakkari’yle İzmir’in, Şırnak’la Kırşehir’in, Diyarbakır’la Balıkesir’in kaderi çok şükür ayrı olmamış, ayrı düşmemiştir.

Terör gayri meşru ve gayri kanuni bir yol olup, sözde hak ve hukuk alanına sırtını yaslayarak yurdumuzun bir bölümündeki insanımızın temsilcisi gibi hareket etmesi karşılık bulmamalıdır, bulmayacaktır.

Bizim için bölücü terör sorununun üstesinden gelmek için tam saha mücadele etmek, terörün insan, mali ve finansman kaynaklarını kurutmak acilen sağlanmalıdır.

Ve Kandil teröristlerin başına yıkılmalıdır.

Türk milleti ortak paydası altında, Türk vatanı müşterek zemininde ve Türkiye çatısı içinde dün olduğu gibi yarında beraberce yaşama istek ve arayışında olan herkesle kavuşmaktan, kaynaşmaktan ve kucaklaşmaktan zerre kadar vazgeçilmemelidir.

Bu şartlar altında herkes eşittir Türkiye’dir.

Türkiye Türk milletinindir.

Türk milleti de Türk vatandaşlarının birlikte vücut verdiği muazzam sosyolojik, kültürel ve tarihi hazinenin adı, Ne Mutlu Türküm Diyene sözü de ırkı ve ırkçılığı dışlayan bütünlüğün çağrısıdır.

Unutmayınız ki, bu topraklar şehit kanıyla vatanlaşmıştır.

Bir metrekaresinde bile spekülasyon yapılması, tek insanıyla ilgili farklı hayaller kurulması olmayacak duaya amin demekle eşdeğerdir.

Aklından zoru olanlar, şuurları kapanıp da gözleri kararanlar aksini iddia ediyorlarsa Türk milletinin ne yapacağını ve mukaddesatı uğruna nelere katlanacağını tüm boyutlarıyla görecekler ve acı bir şekilde de yaşayacaklardır.

 

Sayın Milletvekilleri,

Ülkemizin karşı karşıya bulunduğu ikinci ana sorun ise dış politika eksenlidir.

Uluslararası ilişkilerdeki zikzaklar, stratejik körlükler, derin öngörüsüzlükler Türkiye’yi bölgesinde ve küresel sistemde zor duruma düşürmüştür.

Komşularla sıfır sorundan alayıyla sorun yaşayan bir konuma gerilenmiştir.

“Ecdadımızın atıyla gittiği yerlere biz de gideriz” anlayışı, neredeyse başını dahi çıkaramayacak bir duruma gelmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bakanı Irak’a alınmamış, havada iken geri dönmek zorunda kalmıştır.

Bu elbette öncelikle Irak yönetiminin kabalığı ve densizliği olarak yorumlanmalıdır.

Ancak buna neden olan hükümet politikalarını da ihmal etmemek gerekmektedir.

Bu ülkeyle ilişkiler dar alana kıstırılmış, PKK himayecisi Barzani biricik dost mertebesine çıkmıştır.

Enerji anlaşmalarında merkez olarak Irak’ın kuzeyi seçilirken, bu ülkenin diğer yerlerindeki temas ve beklentilerimiz ne yazık ki heba edilmiştir.

Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Haşimi’ye destek verilip ikametgâh imkânı tanınması Irak’la sürtüşmeleri tetiklemiştir.

Görünen odur ki, Türkiye’nin Irak politikası iflas ve imha sırına dayanmıştır.

Mezhep temelli ayrılıklara taraf olmak, merkezi yönetimi baypas yapan münasebetler ağı kurmak Türkiye’yi Irak’la ihtilafa itmiştir.

Bize göre, bu eğilimleri terk etmek, Irak’ın toprak bütünlüğüne saygı duymak ve mezhep konusunda tarafsız yerde durmak Türk dış politikasının amaçları arasında yer almalıdır.

Bir diğer sorun alanımız şüphesiz Suriye’dir.

Türkiye Suriye konusunda tam bir çıkmaza sürüklenmiştir.

Batı’nın teşvik, tahrik ve desteğiyle Esad karşısında mevzilenen hükümetin, Şam yönetimiyle savaş sınırına gelmesi oldukça manidardır.

Suriye geçtiğimiz Haziran ayında bir eğitim ve keşif uçağımızı düşürmüş ve iki pilotumuzun hayatına mal olmuştur.

Bu ülkeden sınırlarımıza top mermileri isabet etmiş ve vatandaşlarımızın can ve mal güvenliği tesadüflere bırakılmıştır.

Şimdiye kadar Esad’a yönelik tehdit ve kuru gürültüler bir sonuç doğurmamıştır.

Ve Suriye politikası Türkiye’nin sırtındaki kambur olmayı sürdürmüştür.

Şam yönetiminin devrilmesine, Esad’ın yönetimi bırakmasına tüm umutlar bağlanmış ve ülkemiz geri dönüşü her geçen gün imkânsıza yaklaşan bir tünele girmiştir.

Bununla birlikte Suriye’den gelebilecek kimyasal başlıklı füzelere savunma oluşturabilmek amacıyla Patriot füze talebi NATO’ya iletilmiş ve kabul görmüştür.

Sonuç itibariyle Türkiye-Suriye sınırına Patriot füze rampaları yerleştirilmesi konusunda düğmeye basılmıştır.

Ortadoğu’nun hassas ve sancılı ortamı göz önüne alındığında Türkiye’nin savunması ve güvenliği bakımından füze konusundaki adımların doğru ve mantıklı olduğu da açıktır.

Şu işe bakınız ki, Türkiye bölgesinde tüm tehlike sinyallerinin kesiştiği, istikrarsızlıkların kol gezdiği bir ülke haline gelmiştir.

İşte sıfır sorun hikâyesinin vahim sonu budur.

Kim dost görüldüyse, kim kardeşlikle taltif edildiyse ve kiminle yakınlık kurulduysa bir süre sonra vazgeçilmiş ve yerini düşmanlıklar almıştır.

Bizim son zamanlarda, NATO Genel Sekreteri başta olmak üzere, ne hikmetse İzmir’e taşınan NATO Müttefik Kara Kuvvetleri Komutanı ve ABD’nin Ankara Büyükelçisi tarafından ağız birliği halinde dile getirdikleri bazı sözleri fazlasıyla dikkatimizi çekmiştir.

Peygamberimize karikatür yoluyla yapılan hakaretten dolayı özür dilemekten imtina eden NATO Genel Sekreteri iki aydan beridir değişik fırsatlarda Türkiye’yi korumaktan bahsetmektedir.

Buna az önce ifade ettiğim isimlerde koro eşliğinde katılmışlardır

4 Aralık tarihinde Brüksel’de gerçekleştirilen NATO Dışişleri Bakanları toplantısında da; Türkiye’nin nüfus ve topraklarını savunmak ve korumak hususu gündeme getirilmiş ve karara bağlanmıştır.

Elbette NATO Anlaşması gereğince karşılıklı yükümlülükler vardır.

Türkiye de yeri gelince ve yapılan anlaşmalar gereğince değişik ülkelere askeri personel göndermekte, buralarda görev almaktadır.

Ne var ki, Türkiye’yi koruma ibareleri, şayet belirli bir maksada yönelik değilse, son derece yaralayıcı, nezaketsiz ve inciticidir.

Büyük Türk milleti son yurdunda yardım, himmet, himaye ve korumayla bulunmamış, böylesi bir zilletle bağımsızlığını elde etmemiştir.

Bizi korumaya almak kimin haddinedir?

Bizim korunmamızı temin etmek kimin yapabileceği bir şeydir?

Türkiye manda ve himaye altında alınmıştır da bizim mi bilgimiz olmamıştır?

Türkiye’nin, konuşturulacak füzelerle korunması demek, ciddiye alınmaması ve kuvvetinin küçümsenmesi anlamına gelmektedir.

Biz korunmak için değil, savunma sistemine destek için NATO’ya başvurduğumuzu düşünmek ve inanmak istiyoruz.

Ülke olarak NATO korumasına alındığımıza dönük iddialara hükümetin tepki göstermemesi kuşku ve güvensizliğimizi artırmaktadır.

Türkiye Allah’a şükürler olsun ki, kendisine koruyacak ve kendi hayat hakkını savunacak cesamet ve cesarete ziyadesiyle sahiptir.

Bu sarih gerçeği, büyük Türk milletinin gücünü birilerinin kafasına iyice sokmasında sonsuz yararlar vardır.

AKP hükümeti uluslararası nizamın adaletsizliğine, çarpık ve tek yönlü işleyişine ve gevşek kurallar bütününe itiraz etmesinin yanı sıra, NATO’nun beyanlarına da karşılık vermeli, İzmir merkezli planlanan faaliyetlerin neler olduğunu vakit geç olmadan açıklamalıdır.

Bu aşamada son olarak diyebilirim ki, dış politikadaki sahip olacağımız güç; ekonominin boyut ve etkisine, potansiyel rakiplere kıyasla askeri imkânlara ve dışarıda güveni, içeride birliği temin ve tayin edecek siyasi yaklaşımlara bağlıdır.

Bir devletin, uluslararası klasmanda ve bölgesel bazda üstünlük ve sözü dinlenir olmasının kıstası birçok meselede diğerlerinden daha fazla aktöre tesir etmesi ve belirlemesi anlamına gelmektedir.

Ayrıca dış politikada ihtiyat, kavrayış, derinlik önemli olduğu kadar, stratejik alanlar oluşturmak da hayati özelliktedir.

Kalıcı güç haline gelmek, imtiyaz elde etmek, uluslararası süreçlerde söz ve pay sahibi olmak her şeyden önce lafla değil, ekonomik, siyasi, hukuki, demokrasi, sosyal ve beşeri gelişmelerle paralel oluşmakta ve olgunlaşmaktadır.

AKP hükümeti ne üzüntü vericidir ki, dış politika hedeflerine ulaşamamış, küresel projelerin yörüngesine tutunarak aktif ve ön alan bir pozisyona geleceği yanılgısına kapılmıştır.

Kuvveden fiile geçemeyen Türkiye’nin dış siyaseti ölümcül hastalığa tutulmuş ve bu gidişle de hazin sonla tanışmaya aday olmuştur.

İç politikada demokrasi ve hukuk çıtası sürekli irtifa kaybederken, komşu coğrafyalara bu alanlarda öğütler vermek sanırım üzeri kapatılamaz bir çelişki olarak anılacaktır.

Kahire’deki insan hakları ihlallerini görmeden, Tahrir’deki vicdansızlıkları fark etmeden, Doha’daki baskıları gündeme almadan, Riyat’taki çifte standartları itiraf etmeden demokrasi ve özgürlük demek olsa olsa ahlaki açıklığın ve tutarsızlığın ilanı olacaktır.

Bize göre dış politika yeniden gözden geçirilmeli, Türkiye’nin milli menfaatlerine göre yeniden koordinatları tespit edilmelidir.

Çare başkent Ankara’nın çizgisinden, gereklerinden ayrılmamak, BOP’la en yakın zamanda yolları ayırmaktır.

 

Değerli Milletvekilleri,

Üçüncü ve son ana sorun da Türkiye’nin ekonomik tablosu ve bu minvalde yaşanan sıkıntılardır.

Türkiye ekonomisi ağır hasarlı üretim yapısı ve cari açıkla zar zor büyüyebilen, istihdam üretmeyen ve yabancı ülkelerin tasarrufuyla soluk alıp veren bir görünümdedir.

İzlenen yanlış ekonomi politikaları büyüme ivmesini inişli çıkışlı hale sokmuştur.

Hedefler tutmamış ve yıl içinde devamlı surette revize edilmiştir.

2012 yılının üçüncü üç aylık döneminde bir önceki yılın aynı dönemine göre büyüme oranı beklentilerin gerisinde kalarak yüzde 1,6 oranına düşmüştür.

Bu yıla ait büyüme hedefi yüzde 4 olarak tahmin edilmesine rağmen sonrasında yüzde 3,2’ye indirilmiştir.

 Bu yıl ki büyüme hedefi ise 2013’e aktarılmıştır.

Bilindiği üzere, 2014 ve 2015 yılları için büyüme hedefleri ise yüzde 5 olarak açıklanmıştır.

Ekonomi yönetimi arasındaki gaz-fren tartışmaları da sonuçsuz polemik ve zaman kaybından başka bir manaya gelmemiştir.

AKP iktidarı döneminde büyüme hızı yıllık ortalama yüzde 5,3 olarak kalmıştır.

Orta Vadeli Program hedefleri de hesaba katılırsa yıllık büyüme oranı yüzde 5’e tekabül etmektedir.

Takdir edeceğiniz üzere, bu seviye Türkiye’nin gelişmiş ülkelerle var olan farkını kapatmasına ve hatta muadil ülkeleri geride bırakmasına kafi gelmeyecektir.

Cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan büyüme hızı da yıllık ortalama yüzde 5 düzeyindedir.

Ancak uygulanan politikalar açısından bir farklılık bulunmaktadır.

Daha önce üreterek ekonomik büyüme sağlanırken, son 10 yıldır satarak, borçlanarak, ithalat yaparak söz konusu büyüme hacmine ulaşılmıştır.

Kaldı ki, başkalarının tasarrufuyla, ithalatla, yüksek maliyetli sıcak para ve borçlanmayla sağlanan ekonomik büyümenin vatandaşımıza yansıması da olumsuzluları getirmiştir.

Cari açık vererek büyüyen ekonomik sistem kalıcı iyileşme sağlayamamış, feryatları dindirememiş, ihtiyaçları giderememiştir.

Anlaşıldığı kadarıyla, cari açığın en önemli kaynağı olan dış ticaretteki gedikler önümüzdeki yıllarda da artarak devam edecektir.

Başbakan Erdoğan değişik ortam ve açıklamalarında, ihracat performansıyla iftihar etmekte, devamlı olarak alışkanlık haline getirdiği dün-bugün kıyaslamalarıyla vakit geçirmektedir.

Bilhassa 20 Kasım 2012 Meclis Grup konuşması bizim için üzerinde durulmaya değerdir.

Kendisi bu konuşmasında özetle şöyle demektedir: “Cumhuriyetimizin kurulduğu yıl 1923’te Türkiye’nin toplam ihracatı 51 milyon dolardı. 1924’te Türkiye’nin toplam ihracatı 82 milyon dolardı. 79 sene sonra 2002 yılında Türkiye’nin ihracatı 36 milyar dolar. Bugün o dönemleri şöyle kenara koyuyorum, sadece geriye dönük 12 aylık ihracatımızı söylüyorum, 148 milyar doları aşmış durumda. 1924 yılında 1 yılda gerçekleştirdiğimiz ihracatı şu anda biz 5 saatte gerçekleştiriyoruz.”

Şüphe etmeyiniz ki, biz milletimiz lehine yapılan her iyi ve olumlu icraatın destekçisi olur, bunu da alkışlarız.

Sayın Başbakan’ın bugünü kefil göstererek geçmişi ucuzlatmaya çalışması, yapılanları hasıraltı eden tutumu bizatihi kendisinin geçmişteki sözleriyle tenakuzlar arz etmektedir.

Şahsının 19 yıl önceki şu sözleri zannediyorum her şeyi açıklamaya ve bugünkü sözlerini boşa çıkarmaya tamamıyla yetecektir:

“Ekonomide, 1923’te dünyada altıncı sıradayız. Bugün 46. Sıraya düşmüşüz. 1924 yılında bir dolar doksan kuruş, sene 1993 bir dolar dokuz bin liranın üzerinde. O gün, istihdam noktasında açığımız yokken, bugün resmi açığımız 4,5 milyondur. O günü, o günkü dünya ölçülerine, bugünü ise bugünkü dünya ölçülerine göre değerlendirmek durumundayız. Dolayısıyla o gün fabrikamız yoktu, bugün var dememiz bir şey iade etmez.”

Bu sözler aynısıyla, tıpkısıyla ve her şeyiyle Başbakan Erdoğan’a aittir.

Demek ki, 1924 yılının tümünde gerçekleştirilen ihracatın şu anda 5 saatte yapılmasının bir ehemmiyeti yoktur.

Zira dönemler arasındaki ölçüler çok farklıdır.

Böylelikle iddialı çıkışlar duvara toslamış, ekonomiyi şuradan buradan getirdik sözlerinin boyası dökülmüştür.

Şimdi biz, Başbakan’ın hangi sözüne inanacağız, hangi sözünü ciddiye alacağız.

1923 yılını övmesine mi, 1923 yılını küçük gören ve daha da ileri gidip iktidarından önceki 79 yılı yok farz etmesine mi itibar edeceğiz?

Savaştan çıkan bir millet olarak 1923 yılında dünyanın en büyük altıncı ekonomisi olduğumuzla mı gururlanacağız, yoksa bugünkü şartlarda 16. sıraya gerilemekten dolayı üzüntü mü duyacağız?

Cumhuriyet’in 100. yılında dünyadaki ilk 10 ekonomiden birisi olmayı yeterli mi göreceğiz, yoksa daha Cumhuriyet’in birinci yılında ilk altı arasından nasıl olurda bu seviyelere geldiğimize mi kafa yoracağız?

Sayın Başbakan’ın geçmişi silen, hükümsüz ve değersiz kılan yaklaşım ve düşünceleri, yine kendisinin fikir ve mülahazalarıyla aşınmış ve anlamsız kalmıştır.

Yeri gelmişken büyük Türk düşünürü Yusuf Has Hacip’in her zaman dile getirdiğim şu sözleri üzerine herkesi bir kez daha değerlendirme yapmaya davet diyorum:

“Aklın süsü dil, dilin süsü sözdür. İnsanın süsü yüz, yüzün süsü gözdür. İnsan sözünü dili ile söyler; sözün iyi olursa, yüzün de parlar.”

Değerli Milletvekilleri,

İşsizlik hala önemli ve aşılamamış bir sorun olarak varlığını muhafaza etmektedir.

Her ne kadar resmi işsizlik oranı yüzde 8,8 düzeyinde ise de, gerçek fotoğraf bundan bir hayli farklıdır.

İşsiz sayısına iş aramayıp çalışmaya hazır olanlar ilave edildiğinde işsizlik oranının yüzde16,1’e yükseldiği görülecektir.

Ayrıca daha da endişe verici husus ise, iş bulma umudunu kaybetmiş işsiz kardeşlerimizle ilgilidir.

Ne acıdır ki, bugün Türkiye’de TÜİK rakamlarına göre 632 bin kişi iş bulma umudunu kaybetmiştir.

Buna istatistiklere yansımayanları da eklediğimizde karşımıza korkutucu bir manzara çıkmaktadır.

Son 10 yıldır iş bulma ümidini kaybedenlerin sayısı 9 kat artmıştır.

Bu hazin durum bile Türkiye ekonomisinin ne kadar yanlış yönetildiğini kanıtlamaktadır.

Ekonominin borçlanma yoluyla geleceği ipotek altına alınmıştır.

AKP hükümetleri döneminde Türkiye’nin merkezi yönetim borç stokunda önemli artış kaydedilmiştir.

Yalnızca altı yıl öncesiyle mukayese etmemiz bile acı gerçekleri ortaya çıkarmaya yetmiştir.

2006 yılında 251,4 milyar TL olan iç borç stoku 2012’nin ilk 10 ayı itibariyle 391,3 milyar TL’ye ulaşmıştır.

İç borç stokunda artış yüzde 55,6’dır.

Merkezi yönetimin toplam borç stoku da 2006’dan 2012’ye yüzde 55,5 oranında yükseliş göstermiştir.

Türkiye’nin dış borcu 2012 ikinci çeyreği itibarıyla 323,5 milyar dolara çıkmıştır.

AKP döneminde kamunun dış borcu 86 milyar dolardan 111 milyar dolara, özel kesimin dış borcu ise 44 milyar dolardan 212,5 milyar dolara yükselmiştir.

Özel kesimin dış borçlarının 84,3 milyar doları bankalara, 128,2 milyar doları da reel sektöre ait bulunmaktadır.

Türkiye borçlanmakta ve borca batmaktadır.

Vatandaşımızın hali de doğal olarak çok kötü durumdadır.

2002’ye kıyasla bugün;

√       Tüketici kredisi kullananların sayısı 8 kat,

√       Tüketici kredisiyle kredi kartı borcu toplamı 9 kat,

√       Toplam tüketici kredisi miktarı 62,6 kat,

√       Kişi başına kullanılan ortalama tüketici kredisi miktarı 8 kat,

√       Takibe düşen toplam tüketici kredisi miktarı 76 kat artmıştır.

AKP hükümetleri döneminde ekonomideki yabancılaşma eşik ve sınırları çoktan aşmıştır.

Otomotiv, telekom ve bilgisayar sektöründe yabancı payı yüzde 50'ye yaklaşmıştır.

Enerjide dışa bağımlılık had safhada olup, ara malı sanayi büyük ölçüde ithalatla karşılanmaktadır.

Borsada işlem gören hisse senetlerinin yüzde 64’ü yabancı yatırımcıların elinde bulunmaktadır.

Aynı şekilde bankalarımızın yarıdan fazlası, sigortacılık sektörümüzün tamamına yakını yabancıların eline geçmiştir.

Türkiye ekonomisi yabancılaşarak büyümüş, borçlanarak nefes almış, üretmeden tüketerek istikrar masallarının aktörü olmuştur.

Bu şartlar altında IMF’ye borcun hemen hemen kalmadığı sıklıkla dile getirilmekte, bununla da yetinilmeyerek bir de üstüne 5 milyar dolar borç verildiği söylenmektedir.

Bunun bir göz boyama ve aldatmaya dönük kurnazlık olduğu nedense hep pas geçilmektedir.

“Veren el olduk” sözlerinin sahipleri, ne ilginçtir ki memura, işçiye, çiftçiye, emekliye gelince cimrileşmekte, zam furyasıyla ve vergi artışlarıyla açıklarını kapatmaktadır.

Bu çerçevede yoksulluk da dayanılmaz ve katlanılmaz noktaya gelmiş durumdadır.

Tarım sektöründe sayıları 20 milyon civarındaki çiftçimiz ve emekçimiz, 10 milyon 300 bin emeklimiz, 9 milyon 900 bin yeşil kartlımız, 5 milyonun üzerindeki asgari ücretlimiz, 1 milyon 250 bini aşan 2022 sayılı Kanuna göre aylık bağlanan yaşlı ve engellilerimiz, 2,5 milyon işsizimiz yoksullukla cebelleşmekte, gelir dağılımındaki adaletsizlikle perişanlık yaşamaktadır.

Kim ne derse desin Türkiye ekonomisi adı konulmamış ve ilanı da yapılmamış bir krizi yaşamaktadır.

Bu döngü bitmeden, ekonomi üretken bir yapıya bürünmeden AKP hükümetinin gelişme, kalkınma ve istikrar sözleri karşılıksız kalacak, bu sözlerin muhatapları mahcubiyetten kurtulamayacaktır.

 

Sayın Başkan

Muhterem Milletvekilleri,

2013 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi hakkında geniş ve ayrıntılı değerlendirmeyi parti grubumuzdan değerli arkadaşlarım yapacaklardır.

Fakat şu kadarını söyleyebilirim ki, daha öncekiler gibi, gelecek yıl bütçesi de ümit verici değildir.

Milletimizin sorunları yine bitmeyecek, ekonomik, sosyal ve mali meseleler yine azalmayacaktır.

Bu bütçe zafiyetin ve başarısızlığın tescilidir.

Yokluğun, yoksulluğun ve işsizliğin devamına delalettir.

Yükselen bütçe ve cari açıkla birlikte artan hayat pahalılığı vatandaşlarımızın önümüzdeki süreçte de ekonomik olarak hırpalanacaklarının ve eziyetlere maruz kalacaklarının adeta ilanıdır.

Görüştüğümüz gelecek yılın bütçesi fahiş zamların, vergi kanalıyla ceplerin boşalmasının resmiyet kazanmış halidir.

Bu yüzden 2013 yılı bütçesinin; tutarlı, samimi, donanımlı olmadığından dolayı milletimizin biriken ihtiyaçlarını ve artan şikâyetlerini gidermesi de mümkün olmayacaktır.

Sonuç itibariyle;

2013 yılı bütçesi bize göre güvensiz, temelsiz ve mahsurla doludur.

Türkiye’nin kalkınması, ekonomide yeni çığır açması için umut verici bir iz ve emare de taşımamaktadır.

Bu duygu ve düşüncelerle 2013 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi’nin ülkemize ve milletimize hayırlı olmasını diliyorum.

Ekranları başında bizi izleyen aziz vatandaşlarıma en derin hürmet ve sevgilerimi sunuyorum.

Konuşmama son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyorum.