Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, Merkez Yönetim Kurulu Toplantısı sonrasında yapmış oldukları basın toplantısı metni. 10 Eylül 2013
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
Merkez Yönetim Kurulu Toplantısı sonrasında yapmış oldukları basın toplantısı metni.
10 Eylül 2013

 

Sayın Basın Mensupları,

Muhterem Dava Arkadaşlarım,

Konuşmamın başında hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Merkez Yönetim Kurulu toplantımızın ardından düzenlemiş olduğumuz basın toplantımıza hepiniz hoş geldiniz.

Millet olarak zor günlerin, kafa karıştırıcı ilişkilerin, ilkel yaklaşımların ve çetin olayların içinde deyim yerindeyse bocalıyor ve çırpınıyoruz.

Bir yanda bölgemiz iyice ısınmış ve savaş şartları hızla olgunlaşmışken, diğer yanda ülke genelinde tam bir akıl tutulması eşliğinde istikrarsızlık ve dengesizlik alarm verici bir noktaya gelmiştir.

Türkiye sürekli kan kaybetmekte, sürekli itibar, iddia ve prestijinden mahrum olmaktadır.

Karşımızda yönetilemeyen, mahcup ve mağlup halde çaresizce kıvranan bir ülke tablosu, bir ülke gerçeği durmaktadır.

AKP hükümeti tüm sermayesini tüketmiş, tüm beklentileri boşa çıkarmış, bağlanan tüm umutları heba etmiştir.

Vizyon fukarası, vicdan ve insaf yoksunu, milli ve manevi değer kaçakçısı AKP zihniyeti, artık geri dönülemez bir yola girmiş, milletimizin aleyhine olacak ne varsa arkasında durmuştur.

Siyasi görüş açısının kaygı verici ölçüde daraldığı, devlet ve millet bekasının temellerinden sarsıldığı, iç ve dış sorun alanlarının gittikçe ağırlaştığı bugünkü gündem altında, partimiz Merkez Yönetim Kurulu’nun asil ve yedek üyeleri bu defa da İstanbul’da bir araya gelmişlerdir.

Merkez Yönetim Kurulumuzun 10 Eylül 2013 tarihli İstanbul toplantısında, Türkiye’nin temel meseleleri, artan ve yaygınlaşan her neviden problemleri ana gündemimizi teşkil etmiş, bunun yanı sıra önümüzdeki siyasi süreçler değerlendirmelerimizin merkezinde yer almıştır.

Her zamanki gibi, partimizi yakından ilgilendiren siyasi gelişmelerle birlikte gelecek yıl yapılacak Mahalli İdareler Seçimleri ve hazırlık aşamasındaki çalışmalar çok boyutlu olarak gözden geçirilmiştir.

30 Mart 2014 tarihindeki Mahalli İdareler Seçimleri’nde en iyi sonucu almak maksadıyla izlenecek yol ve yöntemler, teşkilatlarımızın performansı, seçim çalışmalarında dikkat edilecek hususlar tekraren görüşülmüş ve masaya yatırılmıştır.

Parti olarak gelecek yılki Mahalli İdareler Seçimleri’yle birlikte Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nin ülkemizin orta ve uzun vadeli huzur ve istikrarı için oldukça önemli olduğunu biliyor ve buna inanıyoruz.

Bu nedenle dikkatli, dirayetli, dengeli ve derinlikli bir şekilde çalışma ve faaliyetlerimizi heyecan içinde sürdürüyoruz.

Ülkemizin bütün seçim çevrelerinde iddialıyız ve inanmış kadro ve teşkilat yapımızın dinamik karakterinin öncülüğünde, tıpkı milli bir seferberlik anlayışıyla hareket ederek başarıya ulaşacağımızdan en ufak şüphe duymuyorum.

Ayrıca İstanbul’un bizim açımızdan çok büyük değerde olduğunu yeri ve sırası gelmişken ifade etmekte fayda görüyorum.

Bu büyük kentimizde Milliyetçi Hareket’in hak ettiği ve şimdiye kadar da sabırla beklediği atılımı yapacağını biliyor, bu konuda tüm teşkilat mensuplarımızın buna müzahir planlama ve faaliyet içinde olmasını temenni ediyor ve bekliyorum.

 

Muhterem Basın Mensupları,

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Bildiğiniz üzere, İstanbul Dünya’nın en büyük Türk kentidir.

Aynı zamanda kıtaların, medeniyetlerin, kültürlerin ve insanlık değerlerinin kavşak noktasında sahip olduğu doğal ve tarihi güzellikleriyle parlamaktadır.

İstanbul’umuz birliğin ve hafızalarımıza yer etmiş kudretli dönemlerin tanığı, bizzat da sevk ve idare merkezidir.

Bu kutlu kent, değişik unsur ve kimlikleri; ruhunda, kaynağında ve hedeflerinde eriterek birlik ve beraberlik iradesini canlı tutmuş, birlikte yaşamanın timsali olarak gönlümüzde taht kurmuştur.

İstanbul’u tanımadan ne dünümüzün mirası, ne bugünümüzün gerçekleri, ne de yarınımızın gayesi tam ve isabetle anlaşılamayacaktır.

Yüzeysel bakışlar, istismarcı yorumlar, başarısız yönetimler, fırsatçı ve yağmacı niyetler İstanbul’a bir şey katmadığı gibi, çok şeyi de alıp götürmüştür.

Bu aziz kent Türk milletinin Dünya’ya açılan penceresi, beşeriyete seslenen mesajı, geçmişe uzanan hatıra zenginliği,  bin yıllık muazzez kardeşlik hukukunun kaya gibi sağlam emanetçisidir.

Son günlerde 2020 Yaz Olimpiyat ve Paralimpik Oyunları çerçevesinde İstanbul Dünya’da bir hayli konuşulmuş ve yoğun ilgi görmüştür.

Boğazın incisi olan İstanbul’umuz, yedi yıl sonra yapılacak olimpiyatlara ev sahipliği için aday olmuş ve birçok şehri geride bırakarak Tokyo ile finale kalmıştır.

Bu hafife alınamayacak bir sonuçtur.

Biz parti olarak, İstanbul’un 2020 Yaz Olimpiyat ve Paralimpik Oyunlarına ev sahipliği yapması için destek olduk, bunun gerçekleşmesini canı gönülden arzu ettik.

Ne var ki, geçtiğimiz günlerde, Arjantin’de yapılan oylamada, 2020 Yaz Olimpiyat ve Paralimpik Oyunları’nı düzenleme yetkisini Tokyo kazanmıştır.

Geçmişten bugüne kadar Türkiye, Uluslararası Olimpiyat Komitesi’ne beş kez müracaatta bulunmuş, üç kez de resmi aday statüsü elde etmiştir.

Ancak hiç birisinde bizleri sevindirecek bir sonuca ulaşılamadığı da bir hakikattir.

Arjantin’deki oylamanın neticesi ne olursa olsun, gönlümüzde kazanan ve başarıya ulaşan kesinlikle İstanbul olmuştur.

Fakat yine de, İstanbul’un resmi olarak neden seçilmediği ve tercih edilmediği hakkında da iyi düşünmek ve kafa yormak lazımdır.

Japonya’ya ikinci defa sunulan imkânın, hiç olimpiyat düzenlememiş olan Türkiye’den niçin esirgendiği, hangi saiklerin İstanbul’un seçilmeyişinde etkili ve belirleyici olduğu kapsamlı şekilde analiz edilmelidir.

Olimpiyatlar Batı ülkeleri için değişmez bir hak ve kimsenin ortak olamayacağı baki nitelikli bir ödül müdür?

Madem başta Türkiye olmak üzere Müslüman ülkelere olimpiyat düzenleme şansı verilmeyecektir, o halde bunca tantanaya, bunca mücadeleye, bunca hazırlığa ne gerek vardır?

Galibi baştan belli olan bu oylamaya, skoru baştan ortada olan bir müsabakaya lüzum var mıdır?

Olimpiyat Komitesinin kriterleri, yazılı olmayan kuralları nelerdir ki, İstanbul buna uymamış, uyamamıştır?

Türkiye’nin başını öne eğmeye, milletimizi hayal kırıklığına uğratmaya niyet ve zihniyetleri aşağı yukarı belli olan Olimpiyat Komitesi’nin hiçbir hakkı olmayacaktır.

Kamuoyuna yansıyan görüş ve bilgilerden, İstanbul’un seçilmeyişinde başlıca etkenlerin; doping kullanan sporcular, Gezi Parkı’nın sancıları ve Suriye meselesi olduğu anlaşılmaktadır.

Ancak sadece bu gerekçeler olimpiyatların İstanbul’da düzenlenmesine mani hal teşkil etmeyecektir.

2020 Yaz Olimpiyat ve Paralimpik Oyunları’nın İstanbul’da yapılamayışını Başbakan ve hükümeti iyi anlamalı ve enine boyuna değerlendirmelidir.

Özellikle Mübarek Ramazan ayındaki her konuşmasında, tüm dünyanın Türkiye’nin aleyhinde olduğunu, gelişmemizi ve huzurumuzu çekemediklerini sıklıkla ifade eden Başbakan, biraz da kusuru kendisinde aramalıdır.

Hele ki Arjantin’deki oylamadan sonra hükümet kanadından yapılan bazı açıklamalar cepheleşme merakının olimpiyat konusuna kadar uzandığını göstermiştir.

Başbakan’ın ayağının tozuyla havalimanında yaptığı suçlayıcı açıklamalar, spordan sorumlu bakanın terbiye dışı beyanatları ve kına edebiyatı yapması çok çirkin ve kabul edilemez niteliktedir.

AKP, olimpiyatlardan siyasi rant umarken, elde edilecek başarıyı kendi hanesine yazma kurnazlığına hazırlanırken, birden bire ibrenin ters dönmesini okuyamamış ve panikle karşı saldırıya geçmiştir.

Bu ucuz ve ahlaken çok sorunlu olan yaklaşımın gerisinde açık bir şekilde siyasi hırs, hazımsızlık ve öfke hali olduğu fazlaca yer etmiştir.

Bize göre, Türkiye’nin başarısızlığına göz göre göre sevinecek hiçbir vatan evladı yoktur ve bundan sonrada görülmeyecektir.

Münferit çıkışları mazeret göstererek bir kaşık suda fırtınalar koparmak Başbakan ve hükümetinin kabalığını ve fırsattan istifade eden tahammülsüzlüğünü gözler önüne sermiştir.

Türkiye’nin talihsizliği de işte bu mantık garabeti, saygı ve nezaket eksikliğine saplanıp kalan bozuk hükümet anlayışıdır.

İnanıyorum ki, İstanbul mutlaka bir gün olimpiyatları düzenleme hakkını kazanacak ve bu muazzam şehrimiz sportmenliğin, centilmenliğin ve dostluğun ne demek olduğunu tüm Dünya’ya ispatlayacaktır.

 

Değerli Basın Mensupları,

Saygıdeğer Dava Arkadaşlarım,

Türkiye bugün, yaklaşık on yıl on aydır görevde bulunan AKP iktidarının neden olduğu siyasi çatışma, kamplaşma ve gerilimle boğuşmaktadır.

Etnik ve mezhep temelli tuzak ve komplolarla cebelleşmektedir.

Başbakan Erdoğan’ın yönetimindeki Türkiye şarampolün kıyısında, dağılmanın eşiğinde, parçalanmanın bir adım mesafesindedir.

AKP hükümetleri döneminde, taktik kazanımlar stratejik başarılara dönüştürülememiş, tarihi ve coğrafi avantajlar milli hedeflere yönlendirilememiştir.

Ülkemiz AKP’yle birlikte yıllarını israf etmiş, fırsatları teker teker kaçırmıştır.

Geldiğimiz bu aşamada, AKP’nin süngüsü düşmüş, beli bükülmüş ve zavallılığı bir bir açığa çıkmıştır.

Akıl, mantık ve millilik AKP’den elini ayağını tamamen çekmiş, bunların yerine fitne ve fesat, yalan ve dolan, melanet ve rezalet hakimiyet kurmuştur.

AKP’yle birlikte;

       İçeride yozlaşma, yoksulluk, yasak ve yolsuzluk,

       Dışarıda ise yalnızlık, yenilgi, yalakalık, yılgınlık ve yeteneksizlik etki ve tesir düzeyini genişletmiştir.

Hükümetin saklanacak ve gizlenecek mecali kalmamıştır.

Artık mızrak çuvala sığmamakta, atılan dikişler, yapılan yamalar sökük ve yırtıkları kapatamamaktadır.

Yakın tarihimizin hiçbir devrinde yaşanmayan, hiçbir iktidar tarafından benimseyen çarpıklıklar ve yanlışlar bizzat Başbakan Erdoğan’ın yönetim ve kontrolünde ilerleyiş kaydetmiş, statü ve prim elde etmiştir.

Başbakan ihanete destek vermiş, çözülmeye ve bölünmeye el uzatmıştır.

Bölücülerin yanında durmuş, İmralı canisinin sırdaşı olmuş ve sonuçta da milli iradeye nankörlükten suçüstü yakalanmıştır.

Çözüm ve barış sözleriyle gerçek amacı gizlenmeye, gerçek hedefi kapatılmaya çalışılan ihanet süreci PKK’nın derlenip toparlanması için eşsiz bir katkı sağlamıştır.

Başbakan ve İmralı canisinin pazarlık ortağı olarak sivrildiği çözülme ve ihanet sürecinde;

       PKK ordu kurmak için kolları sıvamıştır.

       Kuzey Kürdistan beyanları hiçbir adli takibata uğramadan sıradanlaşmış, hainlere AKP’nin ampulüyle gün doğmuştur.

       Terör örgütü militanlarıyla birlikte canibaşının affı ısıtılmaya ve bu çerçevede kamuoyu algısı şekillendirilmeye uğraşılmıştır.

       Türk milleti açık bir şekilde hükümet kaynaklı ve Soğuk Savaş şartlarından bakiye kalan psikolojik bir harekatın odağına yerleştirilmiştir.

√       PKK’nın güç toplaması, militan devşirmesi, dağdan şehirlere inmesi hıyanete selam duran hükümet tarafından sadece seyredilmiş, zımnen de onaylanmıştır.

       Bölücülük faaliyetleri hiçbir dönemde olmadığı kadar artmış, egemenliğimiz, devlet olmaktan kaynaklanan haklarımız hırpalanmıştır.

Şu günlerde kanlı örgüt;  katletmenin, vurmanın ve kıymanın dışında her şeyi misliyle yaparken, Başbakan hala süreç rezaletiyle oyalanmakta, vakit kaybetmektedir.

Terör örgütü PKK;

√       Yol kesmektedir.

       Vergi adı altında haraç toplamaktadır.

       Sözde asayiş birlikleri kurarak şehirlerde kontrol noktaları oluşturmaktadır.

       Şantiye basmakta, baskınlar düzenlemekte, insan kaçırmaktadır

PKK değil canımıza kast etmek; varlığımıza, hayat haklarımıza ve bütünlüğümüze karşı kazdığı ölüm siperini genişletmiş ve derinleştirmiş durumdadır.

PKK ve bölücü maşalarının, karakol ve kalekol inşasına karşı çıkmaları ulaştıkları cüret ve küstahlıkları göstermesi bakımından anlamlıdır.

AKP, PKK için deyim yerindeyse yol temizliğine girişmiş, militanları adeta güvenlik kortejine almıştır.

Askeri imkân ve vasıtaları azaltmış, tedbirleri teröristlerin yararına olacak şekilde yeniden ele alarak, canilere geniş bir hareket kabiliyeti bahşetmiştir.

Bunlardan dolayıdır ki;

       Vatanımız tehdit altındadır.

       Bayrağımız tehlike içindedir.

√       Milli birliğimiz saldırı karşısındadır.

       Milli güvenliğimiz taciz ve tecavüz baskısındadır.

Hemen hemen her gün, Türkiye kaçakçı görünümlü teröristlerin hücumuyla sarsılmaktadır.

Sınırlarımızdaki başıbozukluk diz boyudur.

Gelin görün ki, Başbakan ve hükümeti ise teröristlerin gönlünü almakla meşguldür.

Hatta hükümet üyesi bir bakanın geçmişte, İmralı’ya ricacı olarak gittiğine dair haberler medyaya kadar yansımıştır.

İmralı; yarı açık cezaevine, canibaşı da mahkûmluktan misafirliğe terfi etmiştir.

İmralı’ya kimlerin geleceği, hangi üst düzey örgüt militanlarının kabul edileceği katilin iki dudağına havale edilmiştir.

Sanırsınız İmralı’da müebbet terör suçlusu değil; tatile giden, sözde karargâhını denize nazır kuran bir şahıs vardır.

Güçlü bir ihtimaldir ki, İmralı’daki katile sekreter verilmesi, medyayla doğrudan doğruya temas kurması, cinayet planlarını aracısız çetesine iletecek imkanlara kavuşması da an meselesidir.

Şu zillete, esarete ve köhnemişliğe bakınız ki, terörist Öcalan AKP’ye ambargo koymuş, filli vesayeti altına almıştır.

Daha da mühimi Türkiye’nin göz göre göre, göstere göstere, paldır küldür bölünmesine, parçalanmasına meydan verecek ilişki, irtibat, anlaşma, mutabakat ve eylem ortaklığı hükümetin pısırıklığından istifade ederek alenileşmiştir.

Şu an ki gelişmelere baktığımızda, bir avuç eşkıyanın resmen milletimize kafa tuttuğu, AKP’nin de bunu alttan aldığı görülmektedir.

1 Eylül’e kadar verilen mühletler dolmuş, 15 Ekim tarihli felaket senaryolarına sayılı günler kalmıştır.

PKK, talepleri karşılanmazsa kan dökeceğini, sınır ötesine çekildiği söylenen militanlarının geri döneceğini ahlaksızca açıklamaktadır.

Örgüt güç toplamış, ekonomik olarak toparlanmış, verilen molayı rehavete kapılmadan iyi değerlendirmiştir.

Kandil çetesinden yapılan son açıklamalara bakıldığında teröristlerin çekilmesi sonlanmıştır.

8 Mayıs’ta büyük bir gürültü ve propagandayla başlayan sözde ricat hali pratik anlamda da nihayete ermiştir.

Esasen kör topal halde ilerleyen ihanet süreci, PKK’nın tek taraflı feshiyle AKP’nin kucağında patlamıştır.

Buradan Başbakan’a sormak isterim ki;

       Hani her şey iyi gidiyordu?

√       Hani umutlar filizleniyordu?

       Hani çözüm ve barış iklimi hakim olmuştu?

       Hani karanlık bir devrin kapıları kapanıyordu?

√       Hani anneler derin bir oh çekiyordu?

       Hani 30 yıllık terör bitiyor, Türkiye büyük bir sorunundan kurtuluyordu?

Süreç ihanetinin sonucunda, Cudi Dağı’nda çiçek toplanacağını, Süphan’da, Ağrı’da piknik yapılacağını, Fırat’ın sularında korkusuzca serinleneceğini aylar önce peşin peşin duyuran Sayın Başbakan, şimdi nerdesin, ne durumdasın ve nasıl aklanmayı düşünüyorsun?

“Çözümün parçası olmayanlar, sorunun parçası olur” diyerek ahkâm kesen Sayın Erdoğan şimdi hangi yalanlara başvuracaksın?

PKK’lı teröristlerin sınır ötesindeki inlerine gitmediği, gitmeye de niyetlerinin olmadığı belli iken,  Türk milletini aldatmanın, kandırmanın ve oyalamanın hesabını Başbakan nasıl verecektir?

PKK’lı militanlar her tarafa yayılmıştır.

Ve tüm köşe başlarını tutmuşlar, paralel devlet oluşumu için her şeyi göze almışlardır.

Yaklaşık 4 aydır, sınır dışına çıkıyoruz gürültüsü altında teröristler dağlardan şehirlere doğru kafileler halinde inerek; yeni cinayetler, yeni pusular ve yeni hain saldırılar için hummalı hazırlık içine girmişlerdir.

En son olarak, terör elabaşlarının çekilmenin durduğuna dair ifadeleri bir yönüyle malumun ilanından başka bir manaya gelmemiştir.

Dünya âlem PKK’nın vatan topraklarından gitmediğini bilmesine rağmen, bu yalın gerçek hep gizlenmiş, hep de hasıraltı edilmiştir.

Başbakan Erdoğan G-20 zirvesi için Rusya’da bulunuyorken, süreci bozanların tarih önünde hesap vereceğini ifade ederek, aklınca PKK’ya ayar ve gözdağı vermeye çalışmıştır.

Oysaki Türk tarihi ve Türk milleti asıl olarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı affetmeyecek, hükümetiyle birlikte bölücü koalisyonu hiç iyi hatırlamayacaktır.

Bundan sonra PKK’nın saldırılarını sıklaştırması kuvvetli ihtimaldir.

2 Eylül’de Bingöl’de ele geçirilen 200 kg’lık patlayıcı PKK’nın alçakça planladığı eylemlerini tekraren deşifre etmiştir.

Türk milleti vahim bir sınırdadır.

AKP-BDP ve PKK bölücülük kulvarında çirkef bir rekabete girerek varlığımıza ve birliğimize kast etmektedir.

Başbakan bunun hesabını vermelidir.

Hükümet PKK’ya yönelik tavizlerinin, el pençe divan durmasının faturasını mutlaka ödemelidir.

Aziz milletimiz ve özellikle AKP’ye oy veren muhterem kardeşlerim Başbakan ve hükümetinin ihanete varan adımlarının karşılıksız bırakılmayacağını göstermelidir.

AKP’nin cezasız ve yaptırımsız kalması halinde;

√       Milli vicdan çökecektir.

       Milli kimlik imha olacaktır.

√       Milli birlik iflas edecektir.

√       Türkiye çok kanlı bir bölünme süreci yaşayacaktır.

       Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ortadan kalkacaktır.

Tüm bu olumsuzluklara ve ihtimallere izin vermemiz eşyanın tabiatına aykırı olacaktır.

AKP-BDP ve PKK arasındaki paslaşmanın ve derin ittifakın maskesini indirmek milletimizin bize yüklediği en önemli görevler arasındadır.

Allah’ın izniyle bunu da yapacak güç, inanç, kadro ve yeterlilik bizde fazlasıyla mevcuttur.

 

Sayın Basın Mensupları,

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Önemle vurgulamak istiyorum ki, Türk milletini, dış tesir ve müdahalelerden koruyacak sosyal, siyasi, ekonomik, kültürel ve ahlaki güvenlik duvarları AKP zihniyetinin teslimiyetçiliğiyle çatlamaya ve çökmeye yüz tutmuştur.

Milletimiz, ağır ekonomik sorunların aşılması umuduyla bugüne kadar büyük fedakârlıklarda bulunmuş ve refaha ulaşmayı sabırla beklemiştir.

Ancak, yıllarca hiçbir sorunu çözülememiş, hiçbir şikayeti giderilememiştir.

İş başındaki AKP zihniyeti,

√       Manevi değerler ve başörtüsü üzerinden ucuz siyaset yaparak,

       Türkiye’nin milli çıkarlarını pazarlayarak,

√       Milletimizin şeref ve haysiyetini aşındırarak,

       Şahsi ihtirasları için Türk milletinin geleceğini ateşe atarak sakat, çarpık ve ilkesiz bir anlayışın temsilcisi olmuştur.

AKP’den başlayan çürüme ve kokuşma, toplum ve devlet hayatımızın her alanına bulaşmış ve bunun sonucu ahlaki değerlerimizin temellerini sarsan manevi bir çöküş süreci hız kazanmıştır.

AKP iktidarıyla Türkiye, kanunsuzluğun kol gezdiği, vurgun ve hırsızlığın prim yaptığı yolsuzluklar ülkesi haline getirilmiş, namuslu insanlarımız yoksulluk, ümitsizlik ve korkuya terk edilmiştir.

Dolardaki hızlı yükseliş, faizlerdeki anormal seyir, hayat pahalılığındaki dayanılmaz artış vatandaşlarımızı perişan etmiştir.

Türk lirasının son sekiz ayda yaklaşık yüzde 15’e varan değer kaybı, özel sektör firmalarının dış yükümlülüklerini aynı oranda yükseltmiştir.

Zaten yetersiz olan yatırım ve istihdam eğilimleri azalmaya, üretim çarkları yavaşlamaya başlamıştır.

Doların belini kırmaktan bahseden Merkez Bankası, rezervleri kullanarak dövizdeki yangını söndürmeye çalışsa da henüz başarılı olamamış, milletimizin sırtına ek külfetler binmesinin önüne geçememiştir.

Hükümet, ekonomide büyüyen devasa açıkları kapatmaktan aciz düştükçe, milletimizin cebinden aşırmaya, sofrasındaki ekmeğinden çalmaya yüzsüzce tevessül etmiştir.

Diğer taraftan uluslararası ilişkilerdeki kördüğüm, bölgesel meselelere yabancı başkentlerin gözüyle bakış ülkemizi zor durumlara sokmuştur.

Suriye’ye olası müdahale planı Başbakan ve hükümetinin tüm foyasını ortaya çıkarmıştır.

Başbakan Erdoğan Suriye’ye yönelik kurulacak her türlü koalisyonun içinde olacaklarını Rusya seyahati öncesi ifade etmiştir.

Daha öncesinde de Kosova Modelini önererek havadan yoğun bir operasyonun yapılmasını gündeme taşımış, rejim değişmeden sorunların bitmeyeceğine temas etmiştir.

Anlaşılan, Başbakan Erdoğan Ortadoğu’nun füze yağmuruna alınmasını beklemektedir.

Sırf Esad’ı devirmek ve sırf taaddütlerinin karşılanması adına Müslüman coğrafyasına Batılı güçler tarafından ölüm saçılmasını istemektedir.

Haçlı ordularına karşı muazzam mücadeleler veren Selahaddin Eyyubi’nin, Ehl-i Beyt’in, ilk ezanımızı okuyan Bilal-i Habeşi’nin kabirlerinin yanında, tarihi camilerin, ecdat yadigârı külliyelerin bombalanmasına çanak tutmaktadır.

  917 yıl sonra Müslüman coğrafyasından Haçlı işbirlikçisi bir yöneticinin çıkması biliniz ki ibretlik olduğu kadar utanç vericidir.

Görüyor ve takip ediyoruz ki, Başbakan Erdoğan düşüncesizce savaş dilini kendisine kılavuz seçmiş ve bunda karar kılmıştır.

Ölçmeden, biçmeden, milli menfaatleri dikkate almadan, hele hele başkent Ankara jeopolitiğini siyasi angajmanlara dahil etmeden, komşu coğrafyalara operasyon çığlığı atmak cinayetle ve vahşetle eşdeğerdir.

Bu olanlar hiç şüphesiz milletimizi derinden üzmekte ve yaralamaktadır.

Suriye’ye muhtemel bir saldırının siyasi ve ekonomik sonuçları tüm yönleriyle irdelenmeden, Esad öncesi ve sonrası muhtemel senaryolar milli perspektifle yorumlanmadan Türk milleti savaşa sürüklenmektedir.

Başbakan’ın içeride barış, dışarıda savaş naraları atması hiçbir açıdan haklı, meşru ve makul bir durum olmadığı gibi, insani ve İslami de değildir.

Henüz Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararı ve kimyasal silah uzmanlarının raporları belli olmamıştır.

Kimyasal silahların kim ya da kimler tarafından kullanıldığı objektif olarak netleşmemiştir.

Bununla birlikte Rusya, Suriye’ye adeta kalkan olmuş, kimyasal silahın muhalif unsurlar tarafından kullanıldığını duyurmuş, perde gerisinde ABD’yle restleşmiştir.

Birçok Avrupa ülkesi ayak sürümeye başlamış, parlamentolarından müdahale kararı çıkaramamışlardır.

Birleşik Krallık çark etmiş, Fransa çelişkilere gömülmüş, Almanya da “ben yokum” demiştir.

ABD Başkanı ise Senato ve Temsilciler Meclisi’ni iknayla meşguldür.

Yapılan açıklamalardan Suriye’ye yönelik olası müdahalenin sınır ve süresinin dar kapsamlı tutulacağı, yalnızca belirli ve stratejik noktaların hedefleneceği anlaşılmaktadır.

Başkan Obama’nın kendi ülke kamuoyunu müdahaleye razı etmesi sanıldığı kadar kolay ve çabuk olmamaktadır.

Bu çerçevede, Suriye’de henüz nasıl bir gelişmenin olacağı, operasyonun zamanı ve hangi ülkelerin katılacağı belirsizliğini korumaktadır.

İhtimaldir ki, ABD Kongresi’nin kararına göre müdahalenin takvim ve tesir alanı ortaya çıkacaktır.

ABD Dışişleri Bakanı’nın Şam yönetimine kimyasal silahları uluslararası topluma teslim etmesi halinde herhangi bir saldırının olmayacağını söylemesi de yeni bir durumu ortaya çıkarmıştır.

Bize göre bu teklif hala uzlaşma zemini arandığına işarettir.

ABD yönetimi, Esad’tan olumlu hamle beklemekte, operasyonları caydırıcı bir karar gözlemektedir.

Esad yönetimiyle muhalifler arasında diyalog ve uzlaşma kanalları açılması konusunda bu husus bir fırsat olabilecektir.

Cenevre sürecinin canlandırılması ile birlikte uluslararası toplumun ve Arap Ligi’nin hakemliğinde Suriye’nin sağduyulu bir güzergâha girmesi imkânsız değildir.

Dünya gündeminin Suriye meselesine kilitlendiği bugünkü ortamda, Başbakan Erdoğan’ın aceleyle gönüllü koalisyona girmekten bahsetmesi öncelikle demokrasiye hazımsızlığın ve saygısızlığın işareti olarak değerlendirilmelidir.

Müdahale yanlısı bazı ülkeler kendi parlamentolarında meşruiyet zemini ararken, Başbakan’ın dolduruşa gelip başına buyruk ve sorumsuz hareket etmesi demokrasimiz ve milli irade açısından büyük bir zaaf ve kayıptır.

Şurası açıktır ki, Suriye’ye düşecek her bombanın Türkiye’ye yansıması sanılanın aksine fazla olacaktır.

Havadan veya denizden her türlü saldırı sonucunda Suriye halkı yine hedef olacak, masum canlar, küçük çocuklar yine kefenlere sarılacaktır.

Kimyasal silahın intikamını almaktan bahsedenler, acıları, kayıpları ve ölümleri tekrar katlayacaktır.

Merakımız odur ki, Başbakan Erdoğan ve hükümeti Suriye’yi kapsamına alan ölüm şakşakçılığından ne zaman vazgeçecek, böylesine şiddet teşvikini nereye kadar sürdürecektir?

Suriye’nin havadan ve denizden füze ve bomba ablukasına alınması halinde acaba;

Esad rejimi, can havliyle ülkemize uzun menzilli ve kimyasal başlıklı füzelerle saldırırsa bunun vebaline Başbakan Erdoğan nasıl katlanacaktır?

Mesela Şam’dan fırlatılan bir füzenin hava savunma sistemini aşarak herhangi bir şehrimize isabet etmesi halinde Başbakan ve aklı hocaları olacakları hesap etmiş midir?

Ayrıca yine Suriye’ye karşı herhangi bir saldırı gerçekleştiği takdirde, Şam idaresinin misilleme yaparak, tıpkı Reyhanlı’da olduğu gibi, vahşi terörist saldırılar yoluyla kanımızı dökmesi halinde Başbakan Erdoğan bunun üstesinden nasıl gelecek, milletimize ne diyecektir?

ABD Başkanı demokratik yolları tükettikten sonra, eğer operasyona karar verirse AKP’den kara hareketi için bir talepte bulunacak mıdır?

Şüphesiz Esad rejimi boş durmayacaktır.

Etnik ve mezhep kışkırtıcılığı yaparak içimizi karıştırmaya var gücüyle gayret edecektir.

Sınırlarımızdaki belirsizlik, Suriye’nin saldırıya uğraması PYD-PKK’ya yeni imkânlar sunacak, otorite boşluğundan dolayı Kürdistan’ın kurulması hızlanacaktır.

Unutulmasın ki, Irak’ın kuzeyindeki özerk yapı, yani peşmerge yönetimi Irak işgalinin bir sonucudur.

Ve Suriye’nin ateş altına alınması Türkiye’nin milli birliğini, milli bekasını ve milli güvenliğini tam bir keşmekeşe çevirecektir.

Bölgesel savaş riski, Ortadoğu’nun birbirine girmesi, bloklar arasındaki kanlı mücadele, sınırların gevşemesi, etnik ve mezhep rekabetinin çığırından çıkması Türkiye’yi de karıştıracak ve karmaşaya sürükleyecektir.

PKK bu karambolu lehine çevirmek için bölgesel ve küresel güçlerin tetikçiliğini ve emrivakilerini hevesle icra edecek, Türkiye’nin aleyhine olacak tüm tertiplerin içine girecektir.

Görüldüğü kadarıyla bugünkü zaman zarfında tehdidin hacim ve hızı haddinden fazla büyümüş ve mesafe kaydetmiştir.

Başbakan Erdoğan tüm bu riskleri, Türkiye’nin tarihi ve coğrafi sorumluluklarını değerlendirmelerinde gözetmiş midir?

İsrail’in ve ABD’nin yanında pozisyon almakla İslam coğrafyasına sırt döndüğünün, Müslümanlara ihanet ettiğinin, Irak ve Afganistan şartlarının yeniden belireceğinin farkında mıdır?

Daha da önemlisi, Türkiye’nin milli varlığını, vatan bütünlüğünü riske attığını görmekte midir?

Başbakan, Nil’den Fırat’a kadar projelendirilen ayak oyunlarının, 22 ülkeyi muhteviyatına alan BOP tezgâhının sözcüsü olmayı nereye kadar devam ettirecektir?

Milliyetçi Hareket Partisi meselelere Türkiye’nin milli güvenliği ve milli çıkarları açısından yaklaşmaktadır.

Hiçbir mülahaza, hiçbir ilişki ve hiçbir hadise milletimizin ve devletimizin devamlılığından ve emniyetinden daha önemli olmayacaktır.

Başbakan Erdoğan ve hükümeti kendine gelmelidir.

Suriye konusunda, Birleşmiş Milletlerin kararı beklenmeli, bu ülkedeki sorunların çözümü için diplomasinin tüm hüner, beceri ve yolları kullanılmalıdır.

Hükümet meselelerin siyaset alanında halli için dürüst ve içten bir tutum takınmalı, bölgesel ve küresel çevrelere bu telkini devamlı surette yapmalıdır.

Gerekmedikten sonra savaşın cinayet olacağı şüphesizdir.

Ancak Türkiye’nin toprak bütünlüğü, milletimizin huzur ve ali menfaatleri için gerekiyorsa hiçbir teşebbüsten ve girişimden de çekinilmemeli, korkulmamalıdır.

Elbette AKP’nin, Türkiye’nin tüm komşularıyla hasım hale gelmesine birinci dereceden neden olması eninde sonunda Türk milleti tarafından değerlendirilecek ve sorgulanacaktır.

Bu da Allah’ın izniyle çok uzak değildir.

Sözlerimi, Başbakan’ın 15 Ağustos 2010 tarihinde Gaziantep’te yaptığı ve bugünle taban tabana zıtlıklar içeren şu açıklamalarını ifade ederek bitirmek istiyorum.

“İçeride sanal tehditler, dışarıda düşmanlar üretildi. Türkiye 10 yıllar boyunca içine kapandı, içine kapatıldı. Ne dediler? Türkiye'nin üç tarafı denizlerle, dört tarafı düşmanlarla çevrili dediler.

Biz geldik bu anlayışı yıktık, bu anlayışı ortadan kaldırdık. Bunu en canlı şekilde, en yakın şekilde Gaziantep yaşıyor.

Suriye'yle Türkiye daha 7,5 yıl öncesine kadar birbirine husumetle bakıyordu, sürekli gerginlikler yaşanıyor, iki ülke zaman zaman savaşın eşiğine geliyordu.

Biz geldik Esat kardeşimle oturduk. İki ülke arasındaki meseleleri konuştuk, istişare ettik, müzakere ettik ve Türkiye ile Suriye'yi bölgenin iki kardeş, iki dost ülkesi haline getirdik.”

2013 yılındaki gelişmeleri de göz önüne alarak, Başbakan’ın düştüğü derin tenakuz çukurunun ve yalpalamanın yorumunu sizlere ve aziz milletimize bırakıyor, hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Basın toplantımıza katılan herkese teşekkür ediyorum.

Sağ olun var olun.