03.11.2001 - Kızılcahamam'da MYK Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Genel Başkanımız Dr. Devlet Bahçeli'nin
Kızılcahamam'da Yaptığı, MYK Toplantısı Konuşması
03 Kasım 2001

 

Değerli Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Öncelikle hepinizi en iyi dileklerimle selamlıyorum.

Partimizin Merkez Yönetim Kurulu ve Meclis Grubu üyesi arkadaşlarımızın katılımıyla iki gün boyunca devam edecek olan istişare ve değerlendirme toplantılarımıza hepiniz hoş geldiniz.

Bilindiği gibi, ülke olarak sıcak gelişmelerin hiç eksik olmadığı Avrasya coğrafyasının en kritik bölgelerinden birinde yaşıyoruz. Sadece farklı kültür ve medeniyetlerin buluştuğu değil, aynı zamanda ekonomik gelişmenin can damarlarında dolaşan temel elementi oluşturan enerji kaynaklarının doğal geçiş yollarının kesiştiği bir noktada bulunuyoruz.

Bu tarihî ve coğrafî vasfımız, Türkiye'mizin başlı başına bir kilit konum kazanması için yeterli olmaktadır. Ülkemizin yeryüzünde ender rastlanan ayrıcalıklı konumu, tabiî olarak hem millî imkân ve avantajlarımızı, hem de millî görev ve sorumluluklarımızı birlikte arttıran bir sonucu beraberinde getirmektedir.

Hakimiyet alanında 500 yılı aşkın bir süredir "Osmanlı Barışı" olarak tanımlanan bir "yönetim sistemi" inşa eden bir imparatorluğun mirasçısı olmak, Türkiye'nin jeo-politik ve jeo-kültürel hafızasındaki ana fay hatlarını oluşturmuştur.

Ülkemizin 20. yüzyıl boyunca, demokrasi ve cumhuriyetiyle, devlet geleneği ve millî bütünleşme süreciyle bölgesinde özgün ve önemli bir model olarak şekillenmesi, jeo-politik statüsünü ayrıcalıklı kılan bir başka hususiyeti ifade etmektedir. Bugün Orta Doğu'da ve Orta Asya'da yaşananlar, bu gerçeğin çıplak gözle bile daha iyi görünür hale geldiğini ortaya koymaktadır.

Yine, millet olarak ileri sanayi ülkelerinin modernleşme süreçlerini temel bir yöntem olarak benimsemiş olmamız ile 20. yüzyıl boyunca yaşanan çeşitli savaş ve gerilimlerin yol açtığı tercihler, ülkemizin konumunu büyük ölçüde etkileyen sonuçlar doğurmuştur.

Türkiye, uluslararası alandaki hem ikili hem de çok taraflı siyasi ve ekonomik ilişkilerinde, bu tarihî mirasların ve temel tercihlerin gereklerini yerine getirmeye çalışmıştır.

Ülkemiz, bu yüzyılda, özellikle soğuk savaş döneminde tercihlerinin büyük ve ağır maliyetleriyle yüz yüze kalmıştır. Ödediği faturalar ile katlandığı sosyo-ekonomik maliyetler, gelişme sürecinin istikrarlı biçimde sürdürülmesini engellemiştir. Ama Türkiye, her şart altında sözüne sadık ve güvenilir bir ülke olma vasfını korumasını da bilmiştir.

Türkiye, 1980'li ve 90'lı yıllar boyunca maruz kaldığı yaygın ve vahşi terör eylemlerine rağmen, uluslararası sorumluluklarına bağlı kalmayı tercih etmiştir. Bunun karşılığında, özellikle Avrupalı müttefiklerimizden yakın destek ve anlayış yerine, daha çok eleştiri ve anlayışsızlık görmüştür.

Ülkemizin terörle etkin ve kararlı mücadele için yaptığı çağrılara çoğu zaman olumsuz cevap verilmiş, uyarıları ve önerileri göz ardı edilmiştir. Terör tehdidine sürekli dikkat çeken bir ülke olarak dile getirdiği şikayetlere kulak tıkanmıştır.

11 Eylül tarihinde Amerika Birleşik Devletlerine yönelen büyük terörist saldırılar ve sonrasında yaşanan gelişmeler bu açıdan da önemli sonuçlar ortaya koymaktadır.

Her şeyden önce, terörün, nerde, ne zaman, kimi nasıl vuracağı belli olmayan kör ve vahşi bir yöntem olduğu bir kez daha anlaşılmış bulunmaktadır.

İkinci olarak, terörizme karşı ortak, etkin ve kararlı bir mücadelenin yürütülmesinin zorunlu olduğunu göstermiştir.

Üçüncü olarak, terörizmle uluslararası mücadelede müşterek kavram ve yöntemlerin tespit edilmesinin gerekliliğini ve bu alandaki çifte standartların yanlışlığını ispat etmiştir.

Dördüncü olarak, giderek büyüyen küresel adaletsizliklerin ve eşitsizliklerin uluslararası terörizmi besleyen bir zemin yarattığı ortaya çıkmıştır.

Son olarak, özellikle Avrupa Birliği üyesi ülkelerin her türlü terörizmi ciddiye almaları gerektiği, bir kere daha anlaşılmıştır.

Bugün, birçok terörist örgütün bazı Batı Avrupa şehirlerini mesken tuttuğu acı bir gerçek olarak gözler önüne serilmiştir.

Ama bütün bunlara rağmen, karşımızda, Türk Milleti ve Devletinin her türlü değerine ve zenginliğine saldıran bölücü ve yıkıcı terör örgütlerini, mücadele kapsamı içine almakta zorluk çeken, gelişip serpilmelerinde rol oynadıkları terör canavarının gölgesinden endişe eden bir Avrupa yönetimi bulunmaktadır. Maalesef PKK ve DHKP-C gibi kanlı eylemlerin sahipleri olan terör örgütleri konusunda daha hâlâ karar vermekte zorlanmaktadırlar.

Türkiye'nin, tabiî olarak, böyle bir anlayışı ve yaklaşımı kabul etmesi de, anlaması da mümkün değildir.

Bugün, başta Avrupa Birliği yönetimi olmak üzere, Batı Dünyası terörizmle mücadelede büyük bir tutarlılık ve samimiyet sınavından geçmektedir. Bu sınav, aynı zamanda, Türkiye'yi ne kadar dost ve müttefik olarak algıladıklarının da bir göstergesi olacaktır.

Birlik yönetiminin, ülkemize karşı sürekli ön şart üretmeyi ve konjonktüre bağlı olarak da bunların bir kısmını ön plâna çıkartmayı alışkanlık haline getirdiği görülmektedir. Dün bölücü örgüt başının durumunu, bugün Kıbrıs sorununun çözümünü ön şart olarak gündeme getirenlerin iyi niyetli ve objektif bir tutumdan çok uzak olduğu anlaşılmaktadır.

Kıbrıs sorununa adil ve kalıcı bir çözüm bulmak için gayret göstermek yerine, Güney Kıbrıs Rum Kesimi'nin "yangından mal kaçırır gibi" Birliğe tam üye yapılmak istenmesini başka türlü izah etmek imkânsızdır. Ancak, Türkiye'nin Kıbrıs'ta bir oldu bittiye rıza göstermeyeceğini herkes çok iyi bilmek ve hesabını buna göre yapmak durumundadır.

Benzer şekilde, NATO'nun yarım yüzyıldır maddi ve manevi yükünü taşımış bir ülke olarak Türkiye'ye uygulanmak istenen muamele de, vefasızlığın ötesinde art niyetli bir bakış açısının varlığını teyid etmektedir. NATO'nun imkânlarının kullanılacak olmasının yanı sıra, tanımlanan 16 sorunlu bölgeden 13'ünün Türkiye'nin çevresinde yer aldığı düşünüldüğünde, Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği çerçevesinde izlenen stratejinin anlaşılması giderek daha çok zorlaşmaktadır.

Aynı terörle mücadele konusunda olduğu gibi, Kıbrıs Sorunu ve Avrupa Savunma ve Güvenlik politikasında da, bizim ülke olarak gayri adil, tek yanlı ve anlaşılmaz yaklaşımları kabul etmemiz hiçbir şekilde mümkün değildir. Bu hususların böyle bilinmesi, Avrupa Birliği yönetiminin geleceğe bakışını yeniden kurgulaması ve politikalarını gözden geçirmesi bakımından da önem arz etmektedir.

Türkiye, yaşadığı ekonomik krizin ağırlığına ve hassas bir coğrafyada bulunmasına rağmen, terörizmle uluslararası mücadelede aktif bir tavır takınmayı gerekli ve zorunlu görebilmektedir. Böyle bir mücadelenin zorlu bir maraton olduğunu, ama buna karşılık gerçekçi ve samimi bir yaklaşımı zarurî kıldığının idraki içinde olan Türkiye Cumhuriyeti, aynı zamanda tutarlı bir devlet politikasının örneğini sergilemektedir.

Hem NATO yükümlülüklerimizin, hem de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin ilgili kararları doğrultusunda Afganistan'a 90 kişilik özel harekat birliğimizin gönderilmesi kararlaştırılmıştır.

ABD'nin bu konudaki talebi, çeşitli değerlendirmelerden sonra Bakanlar Kurulu'nda görüşülmüş ve daha önce meclisimizden alınan yetki doğrultusunda asker gönderme kararı verilmiştir.

Hükümetimizin aldığı karar, terörizmle mücadelede uluslararası camiaya örnek olmanın yanı sıra, Afganistan'ın biran önce istikrara kavuşması ve kardeş Afganistan halkının yaralarının sarılmasına katkı sağlamak bakımından önem taşımaktadır. Ayrıca, bu karar, hem Batı, hem de İslam Dünyası'nda medeniyetler ve dinler çatışmasından medet umanlara karşı da bir cevap teşkil etmektedir.

Kıymetli Dava Arkadaşlarım,

Saygıdeğer Basın Mensupları,

Konuşmamın bu bölümünde iç siyasi ve ekonomik gelişmeleri değerlendirmek istiyorum.

Bilindiği gibi, ülkemizin Şubat ayı sonunda patlak veren malî krizin ardından şiddetle ihtiyaç duyduğu istikrarlı bir ekonomik büyüme ortamına kavuşmakta çektiği sıkıntı devam etmektedir.

Enflasyonla mücadele programının 2000 yılında başarıyla uygulanmasına rağmen, özellikle finans sisteminin sağlıklı bir yapıya kavuşmasının zamana ihtiyaç göstermesi ve uzun yılların olumsuz alışkanlıklarının yeterince dönüştürülememesi sonucunda, yeni bir program zorunlu hale gelmiştir. Ancak, iç ve dış şartların olumsuzluğu, Mayıs 2001'de yürürlüğe giren "Türkiye'nin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı"ndan bu zamana kadar istenen verimin alınmasını engellemiştir.

Ülke ekonomisinin devalüasyon ve güven sendromunu tam olarak yenememesi ve taze kaynağa duyulan ihtiyacın had safhada bulunması, özellikle reel sektörün ve dar gelirli vatandaşlarımızın sıkıntılarının ağırlaşarak devam etmesine yol açmıştır.

Bugün acil çözüm bekleyen meselemiz, ekonomik daralma sürecini süratle tersine çevirecek ve bu mânâda büyük bir pozitif hava yaratacak adımların atılmasını sağlamaktır. Böyle bir psikolojik sıçramaya ve özgüvene katkı sağlayacak ve belirsizliği dağıtacak yeni atılımlara ihtiyaç bulunduğu görülmektedir.

Sekiz aydır içinde bulunduğumuz kriz süreci, giderek hafiflemiş olmasına karşın, hem bütün toplum kesimlerinde, hem de ekonomik girişimciler arasında haklı bir tepkinin oluşmasına ve ümitsizliğin yaygınlaşmasına sebep olmuştur.

Bu süreçte, hükümetimizin ve ekonomi yönetiminin yanında, medya ve sivil toplum kuruluşlarına da önemli görevler düşmektedir. Her akşam, kriz, istifa, erken seçim ve güvensizlik söylemleriyle yatıp her sabah yine aynı söylemlerle kalkılması durumunda, istikrarlı bir ekonomik büyüme ve güven ortamına kavuşulamayacağı kesindir.

Ekonomi politikalarının nitelikleri ile ekonomi yönetimin duyarlı yaklaşımları kadar, kamuoyunu oluşturan unsurların da bu noktada dikkatli ve özenli bir üslûbu benimsemesi lazımdır.

Her türlü sorunun tek kaynağı olarak siyasetçiyi gören bir zihniyetin gerçekte hiçbir şey ifade etmediği açıktır. Unutulmamalı ki, temel sorun ve açmazlar, dayanışma ve uzlaşma anlayışı içinde yine siyasetçiler tarafından çözülecektir.

Siyaseti ve siyasetçiyi eleştirmeyi alışkanlık haline getiren ve sürekli siyasi öneriler geliştiren kuruluşların yapması gereken, parti kurarak siyasete doğrudan soyunmak ve halkın güvenini ve desteğini, bu şekilde almaktır. Olumsuzlukları eleştirip sorumluları iyi tespit etmek ile siyaset kurumuna zarar vermekten kaçınmak arasında elzem olan çizgiye özen göstermeyenlerin iyi niyetinden şüphe etmemek mümkün değildir.

Bu çerçevede, "popülizm bataklığı" kadar, "anti-popülizm söylemlerinin yarattığı tuzaklar"a da dikkat etmek gerekir. Popülist politikaların sağlıklı bir ekonomik yapının oluşumunu engellediği ne kadar doğru ise, halka rağmen bir şey yapılamayacağı da o kadar doğrudur. Bunun için, popülizme karşı çıkışı halk ve demokrasi düşmanlığına vardırmaktan şiddetle kaçınmak lazımdır.

Bir süredir reel sektör temsilcileri ile ekonomi yönetimi arasında devam eden görüşmelerin biran önce uzlaşmayla sonuçlanması, makûl önerilerin dikkate alınarak hayata geçirilmesi önem taşımaktadır. Böyle bir adım, bir taraftan ekonomik canlanma için gerekli olan sosyo-psikolojik dinamizmi sağlayacak, diğer taraftan da öncelikle ekonomik aktörler, toplum ve ekonomi yönetimi arasında gerekli olan "güven üçgeni"nin güçlü biçimde oluşmasına hizmet edecektir.

Milliyetçi Hareket Partisi olarak inanıyoruz ki, bütün bunları uygulanan ekonomik programın mantığını ve hedeflerini bozmadan yapmak, hem mümkün, hem de gereklidir. Toplumsal ve ekonomik maliyetleri çok ağır olan kriz sürecinin ardından girdiğimiz kış aylarında, ülke olarak böyle bir sıcak iklime ve pozitif enerjiye ihtiyacımız vardır.

Yine inanıyoruz ki, çeyrek asırdır süren ve artık yosun bağlamış olan enflasyon belâsını yenmek, yine uzun yılların ağır ihmali olan faiz ve borç sarmalını kırmak mümkündür. 57. hükümet döneminde bu doğrultuda çok önemli adımlar atılmış ve halen atılmaya devam edilmektedir. Bunların büyük bir çoğunluğu da uzun süredir konuşulan ya da meclis gündemine taşınıp bir türlü yasalaştırılamayan reformlardır. Bu kurumsal ve yasal adımların ekonomik yapıyı dönüştürerek daha sağlıklı bir mecraya sokacağı zamanın çok uzak olmadığına inanmamız gerekmektedir.

Bugün, kim ne derse desin, kim gelirse gelsin, ekonomik mücadeleyi, ancak kararlılığımızı ve istikrarımızı koruyarak kazanabiliriz. Bundan sonra, toplumsal duyarlılıklarımızı köreltmeden, yeniden dirilişe ivme kazandıracak bir süreci başlatmamız önem arz etmektedir.

Bunun için de, uzlaşma ve samimiyet ahlâki zeminini kaybetmeden işbirliği ve dayanışmayı geliştirmek, toplum ve devlet arasında güveni arttırmak ve başarıya inanmak yeterlidir. Hem yönetim ve siyaset anlayışlarımızda, hem de hükümet-toplum ilişkilerinde rehber ilkelerimiz bunlar olmalıdır.

İnanıyoruz ki, bu ilke ve kararlılık yürekten paylaşıldığı ve benimsendiği ölçüde de, ekonomimizin üzerinde dolaşan kara bulutlar hızla dağılmaya başlayacaktır.

Son zamanlarda ülke gündeminde tekrar yer edinmek isteyen "mucize tüccarları", esasında yaşadığımız sıkıntıların gerçek müsebbiplerdir. Ama burada önem arz eden nokta, geçmişteki siyasi yanlışlardan gerekli tecrübelerin edinilip edinilmediği hususunda ciddi tereddütlerin varlığıdır.

Ülkenin yönetimi ve ekonomi sorunların çözümü konusunda bugüne kadar olumsuz sicilleri ağır basan siyasetçilerin ve partilerin, iç ve dış şartların olabildiğince ağırlaştığı bir ortamdan yararlanmak istediği anlaşılmaktadır.

Bugün gerçekçi alternatifler ve çözümler ortaya koyamayanların yapabileceği tek şey, olsa olsa "üzüm yemek değil, bağcıyı dövmeye çalışmak" olabilir. Mevcut ekonomik, siyasi ve dış politika şartlarında erken seçim çığırtkanlığına soyunmanın başka bir anlamı yoktur.

Hükümetin ve meclisin böyle bir zamanda yapması gereken, milletimizi rahatlatmak ve sorunları çözmek için daha fazla ve daha dikkatli çalışmaktır.

Mesele, milletten çekinmek, seçimden korkmak meselesi değildir. Milliyetçi Hareket, her fırsatta her aracı kullanarak milletiyle iç içedir, milletiyle birliktedir. Bugünkü temel tercihimiz, sorunların daha da ağırlaşmaması için, millî ve siyasî sorumluluklarımızın idrakî içinde hareket etmektir.

Unutulmamalı ki, hükümetleri bozmak kolay, kurmak zordur; sorunlardan kaçmak kolay, sorunları sırtlamak zordur.

Bizler, ekonomimizin ve siyasetimizin yarınları için, bugün büyük riskler içeren bir kumar oyununa razı olamayız.

Bizler, mevcut imkân ve araçların daha iyi kullanılabilmesi için daha çok gayret sarf etmeyi, milletimize ve ülkemize samimiyetle hizmet etmeyi tercih ederiz.

Biz, bu yollar tıkandığı veya anlamını kaybettiği zamanda ülkemizin dirliği ve geleceği için ne gerekiyorsa yapmaktan kaçınmayız.

Ve biz, gerektiğinde milletimize her türlü hesabı bütün samimiyetimizle vermeyi bir borç biliriz.

Konuşmama burada son veriyor, hepinizi tekrar en iyi dileklerimle selamlıyorum.

Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı