Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma metni. 14 Ocak 2014
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma metni.
14 Ocak 2014

 

Muhterem Milletvekilleri,

Saygıdeğer Misafirler,

Kıymetli Basın Mensupları,

Haftalık olağan Meclis grup toplantımıza başlarken hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Türkiye’miz çok ağır bir gündemin içinde adeta işkence görmektedir.

Milletimiz iktidarın neden olduğu gerilim ve cepheleşmelerden dolayı eziyet ve çile çekmektedir.

İçinden geçtiğimiz zaman diliminde aleyhimize olacak ne varsa gün yüzüne çıkmıştır.

Devlet bitkisel hayatın tüm semptomlarını bir bir göstermektedir.

Doğuda Batı’ya, Kuzey’den Güney’e tüm Türk Vatandaşları dalgın, üzgün, kaygılı ve düşüncelidir.

Türkiye’de işler iyi gitmemektedir.

Ülkemizde hiçbir şey sağlıklı ve yolunda değildir.

Kutuplaşmalar gücümüzü azaltmaktadır.

Sıkılı yumruklar toplumsal yapıyı baltalamaktadır.

Çatık kaşlar, asık suratlar, öfkeli diller, nefrete teslim zihinler huzurumuzu budamaktadır.

Türkiye AKP husumetiyle, AKP vurgunuyla, AKP tahrikleriyle pençeleşmektedir.

Hem bugünümüz hem de geleceğimiz Başbakan Erdoğan’ın boş kafasının içindeki bomboş hayal ve hezeyanlarla çarpıtılmaktadır.

Günden güne, aydan aya, yıldan yıla her alanda biriken kayıplar, her seviyede yaşanan bozgunlar milli varlığımızla birlikte milli birliğimizi de hedef almaktadır.

Öz gücüne dayanmayan, siyasetteki özgül ağırlığını çoktan yitiren, ahlaki özdenetimini kaybettiği gün gibi açık olan AKP iktidarı ülkemizin başındaki bir numaralı musibet haline gelmiştir.

İktidar eline aldığı savaş baltalarını şuursuzca sallarken, dünkü dostlarıyla düşman saflara ayrılıp tüm cephelerde saldırıya geçerken vatandaşlarımız maalesef ekonomik sıkıntıları göğüslemek zorunda kalmaktadır.

Başbakan Erdoğan, geçtiğimiz hafta Singapur’daki Botanik Parkı’nda, orkideler içinde keyif sürüp, beğendiği çiçeklere isim babalığı yaparken milletimiz ekonomik açmazların içinde bocalamayı sürdürmüştür.

Mevkidaşlarıyla “kazan-kazan”da mutabık kaldığını söyleyen bu zihniyet, sıra Türk milletine gelince insafsızca “kaybet-kaybet”de karar kılmıştır.

Başbakan Erdoğan ve yandaşları yasa dışı vasıtalarla kazanırken, zenginleşirken, palazlanırken; milyonlarca vatandaşımız işsiz kalmakta, fakirleşmekte, muhtaç hale düşmektedir.

Torbanın içine kömür koyup siyasi şov yapan iktidar, ayakkabı kutularının içine milyon dolarları dizerek hırsızlığın şovrumunu açmıştır.

Ön tarafta tenekenin içine peynir, çuvalın içine bulgur, paketin içine makarna koyup yoksul ve düşkünleri istismar edenler, arkada el çabukluğuyla çaldıkları paraları kasalara tıka basa istiflemişlerdir.

AKP’nin iktidar yıllarında;

√       Rüşvetçiler hayırsever olarak isimlendirilmiş,

√       Hırsızlar yardımsever olarak gösterilmiş,

       Hakim ve savcılar militan olarak tanımlanmış,

√       Yolsuzluk operasyonları komplo olarak formüle edilmiş,

√       Utanmazlık mağduriyet olarak sunulmuştur.

Son 11 yılda; sapla saman, doğruyla yanlış, güzelle çirkin, hak ile batıl, duayla beddua, temizlikle kirlilik birbirine karışmıştır.

Vatandaşlarımız ekonomik vesayet ve ekonomik darbe altında can derdine düşmüşken, AKP hükümeti yürütmenin, aşırmanın ve götürmenin hırsıyla rüşvet ve yolsuzluk gemisinin dümenine geçmiştir.

17 Aralık’tan sonra bir kez daha fark edilmiştir ki, Türkiye’nin ekonomik tablosu umut verici değildir.

Bir yanda devleti fiili ve hukuki iki iktidar bloğuna kasten, bilerek ve isteyerek bölen hükümet, diğer yanda milletimizin ekonomik sorunlarını bastırmakla, ötelemekle ve kapatmakla vakit geçirmektedir.

Başbakan ve yandaşlarına oldukça güzel, oldukça ucuz, oldukça konforlu olan hayat şartları, milyonlarca insanımıza pahalıdır, acımasızdır ve zalimdir.

İğneden ipliğe yapılan zamlar, adaletsiz vergi artışları vatandaşlarımızı kara kara düşündürmekte ve kahretmektedir.

Ekonomik yıkım her haneye nüfuz etmektedir.

Ekonomik infial her kardeşimizi az ya da çok etkilemektedir.

Enflasyon fren tutmamaktadır.

Hayat pahalılığı sınır tanımamaktadır.

Ve TÜİK’in açıkladığı resmi enflasyon rakamları gerçeklerle bağdaşmamaktadır.

2013 yılı enflasyon hedefi başta yüzde 5 olmasına rağmen, daha sonra Merkez Bankası tarafından yüzde 6,8 olarak revize edilmiş, ne var ki yılsonu gerçekleşme oranı ise yüzde 7,4 olmuştur.

Geçtiğimiz bir yıl içinde sofraların vazgeçilmezi olan temel gıdalara zam sağanak halinde yağmıştır.

Başbakan’ın hayal satıcılığı, asılsız ve abartılı iyimserliği herhangi bir işe yaramamıştır.

2013 yılında patatesin fiyatı yüzde 110; kuru fasulyenin fiyatı yüzde 58,9; patlıcanın fiyatı yüzde 36,6;  sivri biberin fiyatı yüzde 34,5; lahananın fiyatı yüzde 28,5 oranında artmıştır.

Vatandaşlarımız tencerelerine, tavalarına ve ocaklarına aş yerine zam koymuştur.

40 temel gıdada son bir yıllık fiyat artışı ortalama yüzde 16,2’dır.

17 temel sağlık hizmetinde yıllık fiyat artışı yüzde 69’dur.

Nitekim tedavisi için hastanede yatmaktan başka çaresi olmayan kardeşlerimizin ödediği fatura yüzde 124 artmış durumdadır.

Özellikle son zamanlarda fasulye ve pirinç fiyatlarının önüne geçilememektedir.

Bu durum sofralarımızın değişmezi olan kuru fasulye-pilav lezzetini azaltmış, talepleri ister istemez kısmıştır.

Türkiye fasulye kıtlığı yaşıyorsa, yabancı ülkelere mahkûm ve mecbur kalıyorsa bu öncelikle yanlış planlamanın, yanlış politikaların ve yanlış tercihlerin eseridir.

Ayrıca Türkiye AKP döneminde ithalat cenneti haline gelmiştir.

Bu itibarla dış ticaret açığı 2012 yılında 84 milyar dolar iken, 2013 yılının 11 aylık kısmında 89 milyar dolara ulaşmıştır.

2013 yılında dolar kuru Türk lirası karşısında yüzde 21 değer kazanmıştır.

Özellikle 17 Aralık “Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonu”ndan bugüne kadar milli paramızın değer kaybı yaklaşık yüzde 7,5 civarındayken; Borsa İstanbul 100 Endeksi’ndeki kayıp ise yüzde 11’i geçmiş durumdadır.

Faizler yüzde 10’u geçmiştir.

Türkiye’nin 17 Aralık’tan bu tarafa ekonomik kaybı 150 milyar Türk Lirasını bulmuş,

Dövizdeki artış, bu kapsamda borcu olan vatandaşlarımızı korku ve kaygıya sevk etmektedir.

İthalatçı firmalar ise karşılaşacakları külfet ve maliyetin boyutunu bugünden kestirememektedir.

Değerli Arkadaşlarım,

Türkiye’de yaşanan hukuk cinayetleri, hükümet bunalımı ve sistem krizi Türkiye ekonomisine ilave sorunlar getirmektedir.

Ülkemize akan portföy veya doğrudan yatırımlar hukuk alanındaki travmalardan dolayı tedirgin ve panik halindedir.

Dış muslukların kesilmesi hiç şüpheniz olmasın ki, cari denge açığını, yani döviz gelirleriyle giderleri arasındaki negatif farkı daha da büyütebilecektir.

Şu hatırlatmayı yapmak isterim ki, son 11 yılda birikimli olarak toplamda 384 milyar dolarlık cari açık verdiğimiz ortadadır.

Yani yabancıların tasarrufuyla ekonominin çarkı dönmüş, el parasıyla, el kesesiyle tüketim eğilimi hormonlu olarak canlı tutulmuştur.

2013 yılının 11 aylık diliminde 51,9 milyar dolarlık cari açık gerçekleşmiştir.

Bu rakam hepimizin sırtında bir kamburdur.

Büyüyen cari açık Niğdeli kardeşimizin istikbaliyle oynamak demektir.

Artan cari açık Yozgatlı çiftçimizin geleceğini ipotek ettirmek demektir.

Cari açıktaki her yüzde birlik kıpırdama Samsunlu esnafa yansıyacak, Bitlisli hayvan üreticisini zora sokacaktır.

Gelirimizden daha fazla harcamamız iki yakamızın bir araya gelmesine mani olacaktır.

Fransız’ın, Alman’ın, İngiliz’in veya Japon’un sermayesini yüksek faizler karşılığında har vurup harman savurmak; gelecek kuşakların, hatta doğmamış çocukların hakkını gasp etmekle eşdeğerdir.

Son tehlikeli gelişmeler Türkiye’nin bağımlı olduğu sıcak paranın yön değiştireceğine işaret etmektedir.

Oysaki 2014 yılında finanse edilmesi gereken 220,5 milyar dolarlık bir külfet önümüzde durmaktadır.

Peki, Türkiye’nin bu kadar güvensiz ve sancılı olduğu bir ortamda lazım gelen kaynak nasıl bulunacak, nasıl temin edilecektir?

Başbakan Erdoğan aziz milletimizi ateşe attığını ne zaman anlayacaktır?

Bu yılda, 60 milyar dolar olması tahmin cari açık dış kaynaklarla finanse edilemezse olacak şudur:

Kur fırlayacak, yani devalüasyon yaşanacak, ithalat pahalılaşıp caydırılacak, milletimiz daha da fakirleşecektir.

AKP bu karanlığa doğru ekonomiyi sürüklemektedir.

Fakat burada bizi düşündüren bir açmaz daha vardır.

İhracat yapabilmek için ithalata mecbur olduğumuz bir gerçektir.

İthalat hız keserse ister istemez teorik izahlar bir yana, ihracatta da yavaşlama gözlenecektir.

Bu durumda Türkiye fasit bir daireye kısılacak, ekonomik iflas her tarafta acı sonuçlarını gösterecektir.

Şayet cari açık kontrollü bir kur artışıyla azaltılmaya çalışılacaksa, karşımızda bir sorun daha var demektir.

Bu kapsamda kurdaki yukarı yönlü oynamalar enflasyonu kışkırtacak ve vatandaşlarımızın katlandığı hayat pahalılığı tavan yapabilecektir.

Kur artışı ithalatı yavaşlatsa bile, büyümeyi olumsuz etkilemesi kaçınılmazdır.

Nitekim bu yıl için öngörülen yüzde 4’lük büyüme oranına ulaşılması çok güç olduğu şimdiden ortadadır.

Daralma ihtimali fazla olan dış kaynakları mutlaka üretime yönlendirmek, her türlü senaryoya tedbir geliştirmek, kur, faiz ve enflasyon arasındaki ilişkilerin boyutunu iyi tayin etmek lazımdır.

Bu tespit ve yorumlarımızın hepsi önümüzdeki karanlık manzaraya herkesin dikkatini çekmekten ibarettir.

Başbakan Erdoğan Türkiye ekonomisini borca bağlamış, yabancıların güdümüne ihale etmiş, küresel çıkarların emrine vermiştir.

Dış borç patlamış ve 372 milyar 652 milyon dolar olmuştur.

Başbakan ve bakanlarının sürekli tekrarladıkları ekonomik başarı hikayesi aslından klasik ve bu zihniyetle özdeşlemiş palavradan başka bir şey değildir.

Türkiye, resmen tehlike sinyalleri veren ve kırılgan olarak gösterilen ilk beş ülke arasında sayılmaktadır.

Ne üzücüdür ki, ekonomimiz kendi ayakları üstünde duracak beceri ve kapasiteden mahrumdur.

Başbakan, geçtiğimiz yılın haziran ayından buyana sözde peşinde olduğu faiz lobisiyle aslında müzakere yapmış ve kaynaklarımızın buharlaşmasına seyirci kalmıştır.

Türkiye, Başbakan Erdoğan ve hükümetinin affedilemeyecek politikaları neticesinde sıcak paranın esiri; rantiyecilerin, ekonomik operasyonların, kredi saldırılarının, getirdiğinden daha fazlasını götüren simsarların, fırsatçıların, vicdansızların oyuncağı olmuştur.

Başbakan Erdoğan ve çevresi ekonomiyi yönetmekten acizdir, iş ve aş üretmekten bihaberdir, fakat konu rüşvet ve yolsuzluk olunca gerçekten de akıllara durgunluk veren maharet göstermektedirler.

İktidar yoksullarımızdan esirgediğini para babalarına ikram etmiş, öksüzün nafakasını ayakkabı kutularına saklamış, emeklimizin paralarını, asgari ücretle geçinen milyonların ekmeğini ona buna yem etmiştir.

Türk milleti bu zalim iktidarın hesabını sandıkta görecektir.

Milli irade haramilerin saltanatını sandıkta bitirecektir.

Hırsızlığın hükümranlığı, yağmanın egemenliği, soyguncunun düzeni yakında son bulacak, yakında küllenecektir.

Milliyetçi Hareket Partisi milletimize kaşıkla verip kepçeyle alan, vatan evlatlarının hakkını bakan evlatlarına peşkeş çeken, bacanaklardan yolsuzluk bacası inşa edenlerin kulağından tuttuğu gibi doğru Yüce Divan’a gönderecektir.

Biz bu tarihi hesaplaşmaya hazırız.

Bu karanlık devri kapatmak için inançlı ve azimliyiz.

Haksızlığın, hukuksuzluğun ve rüşvet eşkıyalığının hakkından ve üstesinden gelmek için sabırsız ve son derece de heyecanlıyız.

 

Muhterem Milletvekilleri,

Türkiye’nin toplumsal dokusu yara almakta, milli bünye hasar görmektedir.

Devletin ana omurgası çatırdamaktadır.

Ülkemizin şu günkü ortamında hukuk devleti ilkesi tahrip edilmektedir.

İktidar, rüşvet ve yolsuzluk iddialarını örtbas etmek için 12 Eylül Referandumundaki tutum ve beyanlarından tamamen sapmıştır.

Bu kadar kısa süre içinde AKP’nin geri dönüş yapması, anayasal kurum olan HSYK’yı siyasi gayelerle yürütmenin emrine almak için düğmeye basması millet iradesini tanımayan otoriter mizacının bir sonucudur.

Başbakan Erdoğan, HSYK’nın, ‘Adli Kolluk Yönetmeliği’nin korsan değişikliğine gösterdiği direnç ve tepki nedeniyle hedef haline getirmiştir.

12 Eylül 2010 öncesinde ne demişse şimdi çiğnemiştir.

Referandum sürecindeki tüm sözleri yalan çıkmıştır.

Başbakan Erdoğan 12 Eylül Referandumuna evet diyen herkesi kandırmış, yüz üstü bırakmıştır.

Yetmez Ama Evetçi’ler, acaba bunu içine sindirecekler midir?

“Bağımsız ülkücüyüz” parolasıyla ortaya çıkarak evet kampanyasına ortak olanlar bunu gururlarına yedirebilecekler midir?

Nerededir, manşetlerinden evet propagandası yapanlar?

Nerededir, her türlü tezvirat, dedikodu ve gıybetle Milliyetçi Hareket Partisi’ne alçakça saldıranlar?

Referandum’da en çok darbe aldığımızı yayan zeka özürlüleri şimdi nereye saklanmıştır?

Kalelerimizin düştüğünü zafer kazanmış düşman unsurları gibi yayan ve Kandil çıkartmasını göğüslerinde taşıyan bölücü kalemler, terörist havarileri, yandaşlıktan kuduz kesilenler bu kadar şeyden sonra hala yüzsüzce konuşabilecekler midir?

12 Eylül Referandumu’nu fırsat bilerek baraj altı kalacağımızı söyleyen şeytan sütüyle beslenmiş müfteriler şimdi ne yapacaklardır?

Tabanımızın kaydığını ellerini ovuşturarak, gözlerini oynatarak, ağızlarını yamultarak dillendirenler şimdi nereye sinmiş, nereye pısmışlardır?

Aradan geçen yaklaşık 3,5 yıl sonra ne dediysek ortaya çıkmıştır.

O günlerde dört bir koldan bize saldıranlar bugün derin ve manidar bir sessizliğe gömülmüşlerdir.

“Evet Lobisi”; kuralsızca, insafsızca, gözünü kan ve hırs bürümüşçesine bilhassa bize sataşmış, bizim tezlerimizi çürütmeye, iftiralarla aramıza nifak sokmaya çalışmıştır.

Çok şükür bunda başarılı olamamış, kendi fitne selinde yıllar sonra da olsa boğulmaktan kurtulamamıştır.

Arşivler herkese açıktır.

12 Eylül Referandumu öncesinde kimin ne söylediği kayıtlı ve ortadadır.

Biz, “AKP’nin amacı yargı reformu değil, siyasi hesaplardır” derken, Başbakan “Daha ileri bir demokrasi, daha adil bir hukuk sistemi için evet” diyordu.

Biz, “hukuk, demokrasi, özgürlük kavramları AKP’nin gerçek amaçlarını gizlemek için ambalaj malzemesidir” derken, Başbakan “hukukun üstünlüğünü sağlayacağız” sözleriyle yalana bin yalan daha katarak istismarını sürdürüyordu.

Biz “HSYK’nın siyasallaştığını” söylerken, Başbakan, “Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunu siyasi müdahalelerden, ideolojik kamplaşmadan kurtarıyor, tarafsızlığını güçlendiriyoruz” diyerek milli iradeyi aldatıyordu.

Biz “AKP yargının tarafsızlığını, objektifliğini zedeleyecek” derken, Başbakan, “Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu evrensel normlara kavuşuyor. Hukukta ideolojik yapılanmaların, taraf tutmanın önüne geçecek düzenlemeyi getiriyoruz” diyerek havanda su dövüyordu.

Biz, “sırf anayasa değişikliğiyle huzur sağlanmaz, ekonomik gelişme olmaz” derken, Başbakan, “Türkiye, böyle bir hukuk sistemiyle kalkınabilir mi? Büyüyebilir mi?” diyerek kendince sızlanıyor, gerekçe oluşturuyordu.

Biz sömürüye, kavgaya hayır derken; Başbakan krize evet demiştir.

Biz tavize, ayrılığa, kutuplaşmaya hayır derken; Başbakan bunların alayına birden evet demiştir.

Şimdi ise, geçmişteki evet’inde bin pişmandır.

HSYK özelinde geçmişte yanlış yaptığını kabullenmekte, bir hatadır oldu demeye getirmektedir.

Başbakan 3,5 yıl sonra rüzgârgülü gibi, fırıldak gibi, çarkıfelek gibi dönüşünün bedelini nasıl ödeyecektir?

Peki, Referandum sürecinde ağzından çıkan şu sözleri nereye koyacaktır.

Lütfen dikkat ediniz;

Yer Denizli, tarih 5 Ağustos 2010:

“Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun yapısını değiştiriyoruz. Anadolu'da, Trakya'da binbir zorlukla, meşakkatle görev yapan ilk derece mahkemeleri hakim ve savcıları artık kendi kaderlerini tayin hakkına kavuşacaklar.”

Yer İzmir, tarih 8 Ağustos 2010:

“Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu da, Yargıtay ve Danıştay'ın tasallutundan çıkartılarak bütün yargı camiasının temsiline imkan veren bir yapıya kavuşuyor”

Yer Afyonkarahisar, tarih 8 Ağustos 2010:

“Hakimler, savcılar seçimini yapacak, hukukta keyfilik sona erecek.”

Yer Rize, tarih 10 Ağustos 2010:

“Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun yapısı değişiyor. İnşallah orası da birilerinin arka bahçesi olmaktan çıkıyor.”

Yer Trabzon, tarih 10 Ağustos 2010:

“Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu artık sadece birilerinin belirlediği değil, ilk kademe mahkemelerinin de söz sahibi olduğu bir yapıya kavuşuyor. Hukukta ideolojik yapılanmaların, taraf tutmanın önüne geçecek düzenlemeyi getiriyoruz.”

Yer Gaziantep, tarih 15 Ağustos 2010:

Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun yapısını Gaziantep'le beraber değiştireceğiz. Hukuk artık birilerinin arka bahçesi olmayacak. Milletin arka bahçesi olacak. Hukuk millet adına karar verecek, üstünlerin hukuku sona erecek, hukukun üstünlüğü egemen olacak.”

Yer Çorum, tarih 17 Ağustos 2010:

“Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu gerçekten katılımcı bir yapıya kavuşuyor.”

Yer Kocaeli, tarih 18 Ağustos 2010:

“Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun yapısını değiştiriyor, hukukta artık kast sistemine, kapalı devre sisteme son veriyoruz.”

Yer AKP Grup Toplantısı, tarih 12 Ekim 2010:

“12 Eylül'de gerçekleşen Anayasa değişikliğinin özellikle de Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu'nun yapısındaki değişikliğin ne kadar isabetli olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur.”

Başbakan Erdoğan’ın HSYK’yı öven, göklere çıkaran, yere göğe sığdıramadığı daha birçok sözleri vardır.

Ancak bugün HSYK’ya “yetkim olsa yargılardım, suç işliyor, millet yargılayacak, yanlış yaptık” ifadeleriyle cepheden saldırmaktadır.

Başbakan’ın dünü yalan, bugünü riya, yarını da kapkaradır.

Bu şahıs bilmiyorsa kendisine hatırlatırım ki, imanın kaynağı doğruluk, küfrün sancağı ise yalandır.

Kendisi de Başyalan unvanını çoktan almıştır.

 

 

Değerli Milletvekilleri,

Başbakan ve hükümeti öyle bir noktadadır ki, HSYK’nın yapısını değiştirmek ve resmen Adalet Bakanlığı’na bağlı bir genel müdürlük haline getirmek için geceyi gündüze katmaktadır.

Hâkim ve savcılar hükümetin emrine sokulmak istenmektedir.

Sayın Cumhurbaşkanı’nın HSYK ile ilgili kanun teklifinin sorun yaratması, anlaşmazlıkları alevlendirmesi üzerine devreye girmesi gecikmiş olsa da olumlu bir adımdır.

Sayın Gül, Meclis’te grubu bulunan siyasi partilerin Genel Başkanlarını Çankaya’ya davet ederek bir çıkış yolu aramaya koyulmuştur.

Öncelikle bu temasların sonuç vermesini, TBMM’nde uzlaşma ve sağduyunun hakim olmasının içtenlikle temenni ediyorum.

Biz parti olarak HSYK’la ilgili düzenlemeye bakışımızı ayrıntılarıyla ifade ettik.

12 Eylül Referandumundaki çizgimizi koruduğumuzu, bu çerçevede dünkü görüşlerimizde herhangi bir değişiklik olmadığını vurguladık.

AKP hükümetinin HSYK konusundaki ısrarından vazgeçmesini, Sayın Gül’den bu konuya samimi bir şekilde müdahil olmasını istedik.

Hukuka saygı duyulmasını, ‘Rüşvet ve Yolsuzluk Soruşturması’nın engellenmemesini kararlı bir şekilde teklif ettik.

Başbakan Erdoğan’ın tutumundan rahatsız olduğumuzu kendilerine söyleme gereği duyduk.

Çünkü Başbakan Erdoğan “örgüt uzantıları, hainler, militanlar, bildiri dağıtanlar, taşeronlar, maşalar” gibi çok ağır sözlerle savcılara sataşmakta, adaleti geciktirmektedir.

Hatta Başbakan’ın İstanbul eski Cumhuriyet Başsavcı Vekilini iki kuryesi vasıtasıyla tehdit ettiği bile açığa çıkmıştır.

Hukuk devletinde bir Başbakan’ın görevini yapma mücadelesi veren bir kamu görevlisine mafya gibi gözdağları vermesi çetenin gerçekte kim olduğunu gözler önüne sermektedir.

Başbakan 11 yılda çeteleşmiş, organize suç örgütlerinden farkı kalmamıştır.

Mahkeme kararını, savcının verdiği emri, adli kolluk olarak polisin yerine getirmesini engelleyenlere çete demeyeceğiz de kime diyeceğiz?

Savcıların özel hayatını didik didik eden, Dubai’ye kadar dedektiflik yapan, kişisel hak ve özgürlük alanlarını alenen sabote edenlere karanlık odaklar, derin yapılanmalar, kirli eller demeyeceğiz de kime diyeceğiz?

Bile bile yasa ve Anayasa’yı ihlal ederek cürüm işleyenlere kim olursa olsun suç şebekesinin failleri demeyecek miyiz?

Şunu net olarak söyleyebilirim ki, AKP hükümetinin HSYK’yla ilgili kanun teklifi Anayasa’ya aykırı olup hakim ve savcı güvencesini ortadan kaldırmaktadır.

Geçtiğimiz günlerde, alelacele hazırlanan HSYK ile ilgili 52 maddelik kanun teklifi TBMM’ye sevk edilmiş ve Adalet Komisyonu’nda görüşülmeye başlanmıştır.

Bu ara rejim taktiği, darbe dönemlerinden kalma alışkanlık, anti demokratik yönetimlere has tutum AKP’ye yön vermiştir.

Adalet Bakanı yargının tepesinde tek bilen, tek seçen ve tek belirleyen olacak, Başbakan’ın Erdoğan’ın özel temsilcisi olarak görev yapacaktır.

İstenen budur.

Devlet şerik kabul etmez diyen Adalet Bakanı unutmasın ki, hukuk da asla şekaveti ve şerirliği kabullenmeyecektir.

İktidar hukuku linç etmektedir.

Hakim ve savcılar yargısız infaza uğramaktadır.

HSYK’yı emrine almaya çalışan AKP hükümeti büyük bir yanlışın içindedir.

İktidar rotayı şaşırmış, müsabaka esnasında kural değişikliğine soyunmuştur.

TBMM Adalet Komisyonu’nda yaşanan ilkellikleri, havada uçuşan tekmeleri, silah gibi kullanılan pet şişelerini ve füze gibi fırlatılan tableti milletimiz öfkelenerek izlemiştir.

Olan biten tüm çirkin manzaralar milletimiz adına utanç vericidir.

Görülen gerçek şudur: Devlet organları birbirine girmiştir.

“Rüşvet ve Yolsuzluk Soruşturması” AKP’nin gerçek yüzünü deşifre etmiştir.

Bugünkü ağır ve tehlikeli süreçten çıkılması için mutlaka tüm devlet organları kendi anayasal sınırlarına çekilmeli ve yetki ihlaline meydan vermeyecek bir konuma gelmelidir.

İkaz ve önemle bildiriyorum ki, Türkiye yargı-yürütme ve yasama arasındaki meydan savaşına daha fazla dayanamayacaktır.

Demokrasi zarar görürse bunun altından kimse kalkamayacaktır.

İktidar sorumsuz açıklamalardan, tahrik edici üsluptan, provoke edici yöntemlerden çok acil vazgeçmelidir.

Bölücü terör örgütü pusuya yatmış ve en zayıf anımızı kollamaktadır.

Türkiye devlet içindeki hizip ve infialden dolayı güç kaybına uğramakta, ekseni kaymaktadır.

Herkesi uyarıyorum, bir oldubittiyle Türkiye’nin bölünme ve toplumsal çatışma girdabına sürüklenmesi, aynı anda ekonomik krize yakalanması mahvımıza neden olacaktır.

Devletin tüm kurum ve kuruluşları yetki mücadelesiyle geleceğimizi riske soktuklarını görmeli ve anlamalıdır.

Saray darbelerine kimse heves etmemelidir.

Hükümet derhal HSYK ile ilgili düzenlemesini gözden geçirmelidir.

Israr ettiği takdirde, Sayın Cumhurbaşkanı, kanun değişikliği önüne gelince aynen iade edecek ahlaki tutarlılığı göstermelidir.

Başbakan Erdoğan, rüşvet ve yolsuzluğun ucu kendisine ve ailesine dokununca kıyameti kopartmak yerine, yargı önüne çıkıp paşa paşa hesap verecek cesaret ve vakarı sergileyebilmelidir.

 

Muhterem Arkadaşlarım,

Ülkemiz iç ve dış zeminde belirsizliğe doğru kaymaktadır.

Suriye’nin kuzeyinde PYD provokasyonu, sınırlarımızın bitişiğindeki terör örgütlerinin güç mücadelesi, İŞİD’in kan ve ölüm saçması milli güvenliğimizi tehdit etmektedir.

Dünya’nın gözü bölgemizdedir.

2’nci Cenevre Konferansı öncesi bölgesel denklem yeniden kurulmakta ve kartlar yeniden dağıtılmaktadır.

Fakat AKP, illegal örgütlerin çekim alanından çıkamadığından dolayı terör unsurlarını destekleyen bir pozisyonda değerlendirilmektedir.

AKP hükümeti Türkiye’yi haydut devlet statüsüne sokmak için sanki özel çaba harcamaktadır.

Sınır kapımızda yaşanan tır vakası Türkiye’yi dünya aleme rezil etmiştir.

Eğer Türkmenlere yardım götürüldüğü iddiaları doğru ise hükümet bunu dahi eline yüzüne bulaştırmış, acizliğinden bunu bile paralel unsurların üzerine yıkmıştır.

Yok eğer, sınırlarımızdaki terör örgütlerine yardım ve yataklık yapılıyorsa bunun adı gerçekten de ihanettir.

Suriye’de yaşayan 3,5 milyon Türkmen kardeşlerimiz iki ateş arasında hayatta kalma mücadelesi vermekte, yıllardan beri uzanacak yardım eli beklemektedir.

El-Kaide de dahil olmak üzere Suriye muhalefetinin tüm renklerine, , yardım ve destek verdiği kamuoyuna yansıyan hükümetin Türkmenleri görmezden gelmesi, acılarını paylaşacak fazileti gösterememesi vefasızlık örneğidir.

Her şeye rağmen Türkmen kardeşlerim yalnız değillerdir.

Arkalarında büyük Türk milleti ve dağ gibi Milliyetçi Hareket Partisi vardır.

Türkiye kötü yönetimine rağmen Irak ve Suriye Türkmenlerinin elinden tutacak kadar güçlüdür.

Hiç kimse Türkmenlerden vazgeçmemizi beklememelidir.

Hiç kimse Türkmen kanı üzerinden hesap yapmamalıdır.

Türkmenler bizim için bozulmayacak yemindir, düşmeyecek davadır, karalanmayacak şeref tapusudur.

Tekbirle kafa kesen caniler ve kanlı Esad rejimi Türkmen ahının yerde kalmayacağını, Türklüğün şafağı söktüğünde nelerin olacağını iyi bilmelidirler.

Başbakan Erdoğan okyanus aşıp Kızılderililere kadar su götürmek yerine, yanı başımızdaki soydaşlarımızın feryadına insanlığı kurumadıysa kulak verecek iradeyi gösterebilmelidir.

Ve kaynaklarımızı aklına estiği gibi kullanma savurganlığından çok acil vazgeçmelidir.

Bu arada Başbakan’ın Japonya’daki bir beyanı çok dikkatimizi çekmiştir.

Kendisi Tokyo ziyareti sırasında gazetecilere şu ifadeleri kullanmıştır:

“Türkiye’nin bölgesel ve küresel güç olmak gibi bir hedefi yok. Türkiye sadece üzerine düşen görevi yapmak suretiyle bir yere oturtuluyor. Diğeri hırs diye tanımlanır ki, bu her zaman tehlikelidir.”

Aynı Başbakan 31 Aralık 2013 günü “Millete Hizmet Yolunda”ki konuşmasında şöyle demiştir:

“Türkiye’nin küresel bir güç haline dönüşmesinden rahatsız olan çevreler, içerdeki piyonlarını kullanmak suretiyle kutlu yürüyüşümüze kastettiler.”

Değerli arkadaşlarım, Türkiye’yi işte böyle gelgitleri olan, bir dediği diğerini tutmayan, Doğu’ya gidince Buda’cı, Batı’ya gidince Papa’cı,  Kuzey’de Şangay’cı, Güney’de İhvan’cı olan bir garabet yönetmektedir.

Başbakan Erdoğan Japonya’da Türkiye’nin küresel ve bölgesel güç olma hedefi yok derken kimlere mesaj vermek istemiş, kimlerin gönlünü almaya gayret etmiştir?

Siyasi harakirinin arifesinde olan bu zihniyet kendi küçücük aklınca Türkiye’nin ufkunu nasıl daraltacak, hedeflerini nasıl kundaklayacaktır?

AKP’li vatansever milletvekili arkadaşlarım, Başbakan’ın bu çelişkilerine nasıl dayanmakta, oy vermiş kardeşlerim kandırılmayı nasıl hazmedebilmektedir?

Türkiye Başbakan ve AKP’ye rağmen büyük bir devlettir.

Bizim hedefimiz de Türkiye’yi bölgesinde lider, küresel alanda da sözü geçen büyük bir güç yapmaktır ki, inşallah da bunu mutlaka hayata geçireceğiz.

Önce Türkiye’yi Başbakan Erdoğan ve zihniyetinde kurtaracağız.

Sonra da aslında bakkal bile yönetemeyecekken Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan’ın aklının ve hayalinin alamadığı düzeylere Allah’ın izniyle Türkiye’yi çıkaracağız.

 

Muhterem Arkadaşlarım,

Türkiye’nin bugünkü konusu her şeyden önce rüşvet ve yolsuzluk iddialarının aydınlatılması olmalıdır.

Ayrıca devlet içinde yuvalandığı söylenen paralel yapı veya örgütle mücadele savsaklanmamalıdır.

Başbakan bu örgüte şimdiye kadar ne yapmıştır?

Arka arkaya görevden aldığı bürokratlar bu örgütün mensupları mıdır?

16 Aralık’ta fark edilemeyen bu örgüt veya çete, bir gün sonra yani 17 Aralık’ta nasıl gün yüzüne çıkmıştır?

Hükümet çetelerle ittifak yaparak devlet mi yönetmiştir?

Dost-modern darbe yapanların ayrıntılı bilgi ve belgesi ne zaman kamuoyuna çıkarılacaktır?

Başbakan’ın elinde kimin nerede görev aldığıyla ilgili önceden hazırlanan bir liste mi vardır?

Başbakan kamu görevlilerini fişlemiş ve takibe mi almıştır?

Eğer durum böyleyse, 12 Eylül Referandumunda fişlemelerin kaldırıldığını hangi yüzle, hangi ahlakla ve hangi gerekçeyle milletimize söylemiştir?

Bu aldatmaya AKP’ye oy vermiş kardeşlerim müstahak değildir.

Yetmez ama evet’çiler bile layık olmayacaktır.

Türkiye Cumhuriyeti’ni ayakta tutan sütunlar bir bir çökerse, sosyolojik, siyasal ve ekonomik kırılma hızlanırsa, ortada devletten, ortada vatandan ve ortada milletten eser kalmayacaktır.

AKP hükümeti aklını başına almalıdır.

Türkiye fırtınaya doğru sürüklenmektedir.

Yaşanan kriz yönetilememektedir.

Kokuşmuşluk her tarafa sinmiştir.

Devleti çalıştıracak, üzerindeki siyah peçeyi kaldıracak demokratik bir müdahaleye ihtiyaç vardır.

Kuvvetler ayrımına bağlı kalarak, devlet organlarının uyum içinde çalışmasını sağlayacak bir inisiyatif gereklidir.

Türkiye bu kadar sorun içindeyken iktidar devşirdiği yeni kuşak destekçilerle yeniden yargılama tartışmasına ivme kazandırmıştır.

Başbakan’ın uzaktan uzağa sözde darbe davalarına atfen, “haksızlığa uğramış olanlar ve cezaevinde günahsız yatanlar var” var demesi tam bir suçüstü halinin itirafıdır.

Anlaşılan Başbakan’ın kafası, rüşvet ve yolsuzluk şokundan sonra yeni çalışmaya başlamıştır.

Geçmişte darbe davalarının savcısı olduğunu haykıran Başbakan şimdi bırakınız avukatlığı, mübaşir bile olamayacak bir siyaset çürümüşlüğünün tarafıdır.

Bu kapsamda olmak üzere, cevabını merakla beklediğimiz sorularımız vardır ve şunlardan ibarettir:

1–     Adil ve dürüst yargılamanın şartları oluşmamışsa, yeniden yargılamak yeni mağduriyetlere ardına kadar kapı aralayacaktır.

Yeniden yargılamanın yeniden mahkûmiyete yol açmayacağını, yine yıllar boyunca mahkeme safahatlarının sürmeyeceğini kim garanti edebilecektir?

2-      Yeniden yargılamanın olabilmesi için soruşturma ve kovuşturma süreçlerinde önemli hataların yapıldığı, kasti ve sübjektif mülahazalarla hüküm tesis edildiği delilleriyle ortaya koyulmalıdır.

Fakat bugüne kadar bu çerçevede yapılan itirazlar hiç sonuç vermemişken, bundan sonra vermesi nasıl sağlanacaktır?

3-      Mahkemeye sunulmamış veya engellenmiş yepyeni delil ve tanıkların varlığı ispatlanırsa ve görülen davalar kesinleşmişse yeniden yargılama yolu açılabilecektir.

Bu yürürlükteki mevzuata göre açık bir yol olup, CMK’nın 311’nci maddesi bunu konu etmektedir.

Ancak bu yeni kanıt ve tanıkların bu kadar yıl yargı sürecine dahil edilmemesi, yahut edilmek istenip de görmezden gelinmesi nasıl izah edilecektir?

4-      Diyelim ki yasal bir değişiklikle yeniden yargılamanın yolu açılmış olsun.

Bununla birlikte ilkesel düzeyde buna karşı olmadığımız bilinmektedir.

O zaman, bu hakkı yalnızca sözde darbe davalarıyla sınırlı tutmak ne şekilde mümkün olacaktır?

Yeniden yargılamanın çerçevesi terör ve bölücülük suçundan cezaevlerinde bulunanlara kadar gitmeyeceğine, İmralı canisini kapsamayacağına kim, nasıl güvence verebilecektir?

Terör ve bölücülük lobisinin kışkırtmalarına kim karşı durabilecektir?

5-      Hukuka güveni sağlamak iktidarın ana görevleri arasındadır.

Hukuk devletinde herkes hâkimlerin tarafsızlığına, kararlarının doğruluğuna inanmalıdır.

Ne var ki, asıl darbecileri bir kanara bırakırsak, çok sayıda vatansever askerimiz sözde darbe davalarında adeta hukuk katliamlarına maruz kalmışlardır.

En sonunda milli orduya “kumpas” kuruldu beyanı bunu doğrulamıştır.

Milli ordumuza kumpas kuranlar kimlerdir?

Kumpası düşman kuracağına göre, hükümetin işbirliği yaptığı ve düşmanca orduya saldırdığı ortakları kim ya da kimleri içermektedir?

Adil yargılama yapmadıkları belli olan, sahte delillerle, ısmarlanmış tanıklarla hüküm veren savcı ve hakimlerin cezai sorumluluğu olmayacak mıdır?

Ve bundan sonra adalete olan bağlılık tamamen iflas ederse, toplumsal barış ve birlikte yaşama iradesi nasıl korunacaktır?

Hepsinden de önemlisi kumpas kurbanı olan kahramanlarımızı, örneğin İstanbul Milletvekilimiz Sayın Engin Alan’ı, Genelkurmay eski Başkanı Sayın İlker Başbuğ’u bir gün fazla cezaevinde tutmak hem hukuken, hem de vicdanen üstesinden gelinmesi çok zor olan bir suç olmayacak mıdır?

Herkes, bilhassa hükümet bilsin ki,, “Yeniden Yargılamayla” gündem değiştirilip ayakkabı kutularının gizlenmesi söz konusu olmayacaktır.

“Yeniden Yargılamayla” akıllar karıştırılıp rüşvetçilerin rahat nefes alması sağlanamayacaktır.

“Yeniden Yargılamayı” fırsat gören bacanaklar, bürokratlar, Başbakan ve Bakan çocuklarından kurulu armatörler ordusu, arazi talancıları yakayı kurtaramayacaktır.

Maden suyu şişelerinden dahi Türk ismini çıkaran şuursuzlar “Yeniden Yargılama” sisi altında kendilerini unutturamayacaklardır.

Bu düşüncelerle konuşmama son verirken hepinizi bir kez daha sevgi ve saygılarımla selamlıyor, başarılarla dolu bir hafta geçirmenizi diliyor, sizleri Cenab-ı Allah’a emanet ediyorum.

Sağ olun var olun.