Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, Siyaset ve Liderlik Okulu’nun 10. Dönem Sertifika Töreninde yapmış oldukları konuşma metni. 14 Haziran 2014
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
Siyaset ve Liderlik Okulu’nun 10. Dönem Sertifika Töreninde yapmış
oldukları konuşma metni.
14 Haziran 2014

 

Aziz Dava Arkadaşlarım,

Değerli Misafirler,

Saygıdeğer Hanımefendiler, Beyefendiler,

Sertifika Almaya Hak Kazanan Değerli Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Bu anlamlı toplantı münasebetiyle sizleri en içten duygularımla selamlıyorum.

Hepiniz hoş geldiniz.

Siyaset ve Liderlik Okulumuzun 10’ncu dönem eğitim programını tamamlamış bulunuyoruz.

Eğitimlerini başarıyla tamamlayan ve bu yüzden sertifika almaya hak kazanan arkadaşlarımın sevinçlerine ortak olmak için bir araya geldik.

Ne kadar bahtiyarlık duysak azdır ki, tam 10 dönemdir, Siyaset ve Liderlik Okulumuz faaliyetlerini şevkle sürdürmektedir.

Zaman ayırarak, emek vererek öğrenmenin hazzına, öğrenmenin bitmeyen yolculuğuna talip olan kardeşlerimiz belirli bir süre zarfında Okulumuzun misafiri olmaktadır.

İnanıyorum ki, Siyaset ve Liderlik Okulumuz, ülke ve dünya meselelerinin yorum ve anlaşılmasında mütevazı de olsa bir katkı sunmaktadır.

Buraya gelen arkadaşlarım fikren tatmin oluyor, ruhen doyuyorsa ve arkasından da aldıkları eğitimi kendi hayatlarına tatbik edecek beceriyi gösterebiliyorlarsa kendi açımızdan amaç hasıl olmuş demektir.

Adı üstünde öğrenme; bitmeyen, sonu gelmeyen ve hayat boyu devam eden çok boyutlu ve bir o kadar da çaba isteyen bir süreçtir.

İnsan sürekli öğrenen, öğrenmesi gereken bir varlıktır.

Çünkü değişen şartlar ihtiyaçları çeşitlendirdiği gibi hayatın karmaşasını da derinleştirmektedir.

Zorlukların aşılması ve geleceğin planlanması için hazırlıklı, donanımlı ve uyanık olmak lazımdır.

Çağı anlamlandırabilmek, ayakta kalabilmek ve acımasız rekabet düzeni içinde etkin ve etkili bireyler olabilmek için hayatın her aşamasında öğrenmek asıldır.

Eğitim, öğretim ve öğrenme olmadan medeniyet yeşermeyeceği gibi, ilim ve irfan tutkusu bulunmadan da medeniyet tasavvuru canlanamaz, vücut bulamaz.

Kendini aşma, kendini geliştirme, kendini yetiştirme irade ve hevesi gösteren ve gösterebilenler için engellerin çokluğu ya da azlığı önemsizdir.

Hedefini iyi belirleyen, bu hedefe ulaşmak maksadıyla çok çalışmayı, çok üretmeyi, çok mücadele etmeyi göze alan fert ve toplumların geleceği parlak, talihi açıktır.

Tarihsel çizgi üzerinde yerinde sayan veya sürekli gerileyen, dahası mevzi ve irtifa kaybeden milletlerin ciddi bir öğrenme, öğretme; yani eğitim açığı vardır.

Bilime karşı sergilenen isteksizlikler, bilmeye, öğrenmeye, gelişmeye ve büyümeye karşı gösterilen ilgisizlikler ister istemez muhataplarına kabarık bir fatura çıkarmaktadır.

İşte bir nebze de olsa bu kaygılardan dolayı 10 Ekim 2009 tarihinden beri Siyaset ve Liderlik Okulumuzu açık, aktif ve canlı tutuyoruz.

Siyasete, siyasi ilişkilere, Türkiye’nin iç ve dış konu başlıklarına milliyetçi refleks ve perspektifle bakılmasını ve yaklaşılmasını eğitim alan kardeşlerimize göstermeye gayret ediyoruz.

Bu kapsamda başarılı olduğumuz kanaatindeyim.

Beş yıla yaklaşan bir süredir Siyaset ve Liderlik Okulumuza hizmet veren, katılımcıların aydınlanması için insanüstü gayret sarfeden herkese, her arkadaşıma huzurlarınızda teşekkür ediyorum.

Siyaset ve Liderlik Okulumuza emeği geçen tüm çalışma arkadaşlarımı, muhterem öğretim üyelerini ve eğitimlerini tamamlayan kardeşlerimi de bu vesileyle kutluyorum.

 

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Muhterem Misafirler,

Bildiğiniz gibi, Türkiye’nin ve özellikle entelektüel zümrenin 19’ncu yüzyılda beliren Batılılaşma macerası geçtiğimiz yüzyılda da olanca temposuyla sürmüştür.

Başkalarına benzeme, başkaları gibi olma arayışı neredeyse hastalık düzeyine varmıştır.

Batı’yı ve Batı zihniyetini yüceltmekle kalmayıp özüne yabancılaşan, öz kültürüne şaşı bakan sözde aydın güruh birçok badireyi başımıza sarmıştır.

Türk milletine ait milli ve ahlaki süzgeçleri kaybedenler, bir başka ifadeyle manevi gümrük duvarlarını kolayca yıkanlar, enkazın üzerine yeni bir şey koyma konusunda tutuk ve yetersiz kalmışlardır.

 Her türlü marjinal ve ahlaka sığmayan anlayış ve ilişkilere kolayca bağlanan, kolayca gönül veren; yerli ve milli çıkarları acımasızca dışlayan ve küçümseyen çapsız ve ruhsuz aydın sorunu bugün de devam etmektedir.

Bu itibarla milletçe yaşadığımız modernleşme batılılaşma karışımı istikrarsızlık serüveni; son iki yüz yılımıza damga vuran milli gerçeklerden kopukluğu kurumsallaştırmıştır.

Özellikle Tanzimat’la birlikte; sosyal dokumuzla çelişen alıntılar ve ithal fikirler toplumsal buhranı daha da alevlendirmiş, daha da şiddetlendirmiştir.

Reform, ıslahat, yenileşme sloganlarıyla atılan her adım ters tepmiştir.

Çareyi uzaklarda aramak, çözümü ezberlerde görmek; içimizdeki ve yanıbaşımızdaki tarihi ve kültürel zenginliği doğal olarak ihmal ettirmiştir.

Kompleksli aydın taife ve yozlaşmış yönetici elit karşı karşıya kaldığımız sorunları doğru okuyamamış, ağırlaşan sorunlara isabetli teşhis koyamamıştır.

Haliyle teşhisteki isabetsizlik tedavideki dağınıklığı beraberinde getirmiştir.

Ruh köküne mesafeli duran, tarihsel mirasa uzak kalan, milli kimlik ve değerlerine sırt dönen yarım aydınlar, milletimizin temel duygu ve ülküleriyle hem çelişmiş hem de çatışmıştır.

Elbette bu olumsuzluğu gören sorumlu ve milli aydınlar itirazlarını dillendirmişler, seslerini yükseltmişlerdir.

Bu bizler için gurur vericidir.

Fakat bu fedakâr ve idealist yüreklerin sayısı az olmakla birlikte, tesir alanı da oldukça dar kalmıştır.

1910’lu yıllarda İmparatorluğun kötü gidişatını fark ederek harekete geçen milliyetçi aydınlar, kozmopolit ve köksüz zihniyetlere tavır almış, milli şuurla direnç göstermiştir.

Rahmet ve şükranla andığımız bu fikir ve düşünce kutuplarımız, yönsüz ve uğursuz bir döneme ışık saçmış; düşkün, bitkin ve yorgun milletimize umut ve heyecan aşılamıştır.

Kimisi dizeleriyle, kimisi mısralarıyla, kimisi felsefi ve sosyolojik tahlilleriyle, kimisi de hikayelerinden, edebi eserlerinden taşan duygu ve şuur seliyle tehlikelere dikkat çekmiş, ümitleri canlı tutmuştur.

Merhum Ziya Gökalp, Namık Kemal, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Ali Canip, Hamdullah Suphi, İsmail Gaspıralı, Ömer Seyfettin, Mehmet Emin Yurdakul, Mehmet Akif Ersoy, Sadri Maksudi Arsal ve Ahmet Hikmet Müftüoğlu şu an için aklımıza gelen dev çınarlarımızdan bazılarıdır.

Bunlarla birlikte ismini sayamadığım daha nice mütefekkirimiz Türk milletine inanmış, Türk ve İslam’ın ülküleriyle yoğrulmuştur.

Kalemin kılıçtan keskin olduğunu en iyi gösteren bunlar olmuştur.

Merhum düşünürümüz Cemil Meriç’in dediği gibi, “karanlıkları devirmek ve aydınlık bir çağın kapılarını açmak için en mükemmel silah kalemdir.”

Milliyetçiliğin köşe taşları; sözle, yazıyla kazanılmayacak bir savaşın olmadığına, olmayacağına inanmışlardır.

Cemil Meriç yine diyor ki; “bir kılıcın kazandığını bir başka kılıç yok edebilir. Kalemle yapılan fetihler tarihe, yani ebediyete mal olur.”

Milliyetçiliğin anıtlaşmış isimleri Türk milletinin tarihi hak ve varlık haklarına bağlı ve saygılı kalmışlardır.

Onların kaleminden sayfa sayfa, cilt cilt Türklük dökülmüştür.

Onların mürekkebi Türk milletinin bağımsızlığını yazmış; onların kalbi Türk tarihinin, Türk kültürünün vazgeçilmezliğiyle çarpmıştır.

Kalemle gönlü, akılla duyguyu, kahramanlıkla şuuru aklı-selimle buluşturan, dengeli ve ölçülü kullanan milliyetçiliğin usta isimlerine çok şey borçluyuz.

Gönül kazanmadan, gönül fethetmeden yüksek ülkülere varılamayacağını, samimi ve ahlaklı olmadıktan sonra milli kalınamayacağını onlar işaret etmiştir.

Herkesin köşe bucak kaçtığı, devrin kodamanlarından menfaat umduğu bir dönemde millete dönmenin, milletle yürümenin, milletle var olmanın, milleti tanımanın önemine vurgu yapan işte bu kalem tutan milliyetçi kahramanlardır.

Biliyoruz ki, Çanakkale’yi geçilmez yapan milliyetçi ruhun ayaklanışıdır.

Tam yüzyıl önce başlayan Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kutlu bir milli mücadeleyle devlet kuran, Cumhuriyet inşa eden, düşman unsurlarını vatan topraklarından temizleyen milliyetçi diriliştir.

Bizim milliyetçiliğimizin kaynaklarından birisi de işte bunlardır.

Bozgun dönemlerinde umut fidanı diken milliyetçi nesil şerefli yaşamanın, şahsiyetle nefes almanın, kimsenin elini eteğini öpmemenin sırrını hepimize öğretti, hepimize miras bıraktı.

Maksat açıktı: Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun Turan’ı çıldırsa da, sonraki Turanlar çıldırmayacak, delirmeyecekti.

Ziya Gökalp’in Turan’ı Türk coğrafyalarına müjde veriyor, birliğimizi ve kardeşliğimizi tavsiye ediyordu.

Namık Kemal’in vatan aşkı vatansızların kafalarına adeta tokat gibi, sanki yumruk gibi iniyordu.

Ömer Seyfettin’in Pembe İncili Kaftanı’nda anlattığı cesaret abidesi Muhsin Çelebi; yere serip bir daha da sırtına giymediği kaftanıyla Türk’ün dirayet ve yüksek erdemini kanıtlıyordu.

Mehmet Akif’in şiirlerinden çağlayan mertlik ve atılganlık; Mehmet Emin Yurdakul’un mısralarından fışkıran kararlılık ve bağlılık güzel günlerin haberini veriyordu.

Bunlar bizim hayranlıkla benimsediğimiz ve kendimize rehber ettiğimiz gerçeklerdir.

Ne var ki, tıpkı bugünkü gibi; karamsarlar, kararmış vicdanlar, karantinalık zihinler milli varlığın, milli heyecanın önüne yine engel çıkarmış, yine fitne yaymışlardır.

Kültür ve tarihimize soğuk bakan, sorunlar karşısında sürekli güçlü gördüklerine sığınıp himaye ve yardım dilenenler gerçekte bize bir İmparatorluk kaybettirmiştir.

Korkaklığın moda olması zaferlerle dolu mazimizin üzerine sünger çekmiştir.

Devamlı ittifak arayış ve özlemleri, devrin küresel güçlerine yanaşma ve tutunma ısrarları özgüvenimizi zayıflatmıştır.

Yapay sorun icatları, küresel hesapların varlığımızı hedef alması hem toprak hem de insan kayıplarına neden olmuştur.

Tavizkarlığı demokratlık, teslimiyetçiliği özgürlük, pısırıklığı evrensel değerlere intibak şeklinde formüle ve izah eden kim varsa 20’nci yüzyılın başlarında yıkımın temellerini kazmıştır.

Bugün de bunların aynısı ve klonlanarak üretilmiş tipleri işbaşındadır.

Dün İmparatorluğumuza kast eden anlayış, bugün milli devletimize diş bilemektedir.

Dün Türklüğü inkâr edip, onurlu ve haysiyetli duruşa yüz çeviren zihniyet; bugün de aynı tutum içindedir.

Dün bölünmeden, parçalanmadan ve ufalanmadan ikbal bekleyen gayri milli unsurların takipçileri ve emanetçileri bugün her değerimizi çiğnemektedir.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Muhterem Misafirler,

Değerler kümesi, kültürün ürünü, kültürün eseridir.

Her değer öğrenmeyle kazanılır ve toplumsal bünyenin ayrılmaz bir parçası haline gelir.

Değerler; belli bir durum ve şarta bağlı kalmaksızın, arzu edilen, yararlı görülen, hayatı anlamlı kılan, ilke ve ülkülerin istikametini çizerek benimsenen ve beğenilen her şeydir.

En genel ifadesiyle değerler; dünyaya bakışımız, olayları algılayışımız, dün, bugün ve yarına dair değerlendirmemiz üzerine bina edilir ve insana özgüdür.

İnsanın tutum ve davranışları büyük ölçüde ahlaki, milli ve dini değerlere bağlı olduğu gibi, örf ve adetlere de yaslanır.

Her değer normlar içinde somutlaşır, normlar aracılığıyla etkinleşir.

Şüphesiz ki dil, yasa, töre, teknoloji, güzel sanatlar, bilimdeki gelişme ve değişmeler az ya da çok değerlere nüfuz eder.

Doğru düşünmemiz, doğru bilmemiz, doğru yapmamız ve doğrudan ayrılmamamız için değerler hayatımıza yön vermeli, tesir etmelidir.

Değersiz insan sadece fiziken vardır ve canlı cesetten farksızdır.

Değersiz toplum veya millet ise sadece tesadüfen ayaktadır ve bu da uzun sürmeyecektir.

Değer yargıları çürümüş fert ya da toplumların kalıcılığından bahsetmemiz imkânsızdır.

Bir devlet adamında olması gereken özellik en başta değerdir.

Türkiye’nin şu an itibariyle başlıca sorunu değerleri olmayan bir yönetim anlayışının hâkimiyeti altında bulunmasıdır.

Milli ve manevi kıymet hükümleri tükenmiş iktidar partisinin Türk milletinde hayal kırıklığı yarattığı, değer ve amaçtan yoksun iptidai politikalarıyla kardeşliğimize zarar verdiği çok açıktır.

Milli ahlaktan ve milli kimlikten mahrum AKP iktidarı Türkiye’nin itibarını sekteye uğratmakta, saygınlığı ve caydırıcılığıyla oynamaktadır.

Biliyoruz ki, insanların bir arada uyum içinde yaşayabilmeleri için mutlaka ki, ortak ülkü ve değerler üzerinde ittifak sağlamaları gerekmektedir.

Keza milletler de böyledir.

Türk milleti ortak bir geçmişten gelen; dil, din gelenek ve görenek konusunda asırların şahitliğinde mutabakat sağlamış; sevinç ve tasada bir araya gelmiş muhteşem bir beşeri varlıktır.

Aziz millet varlığının; milli, ahlaki ve medeniyete dair değerlerini ecdadımızın diktiği, tıpa tıp partimizin önünde bulunan Orhun Abidelerinde bile görmek mümkündür.

Bu abidelerde Türk hakanlarının savaş meydanlarında yiğit; meclislerde hakim, hünerli ve terbiyeli yetiştirildikleri ifade edilmektedir.

Oğuz Destanı’nda ise Türklerin kahraman bir millet oldukları yazılıdır.

Bizim geçmişimizde adalet vardır, merhamet vardır, şan vardır, fazilet vardır, akıl vardır, duygu vardır; ama ihanet, rezalet ve acziyet asla olmamıştır.

Bizim geçmişimizde zalime, kanlı ve düşmanca niyetlere gerekli ders vardır; ama asla vatan, millet ve bayrak hasımlarına hoşgörü, sempati ve anlayış yoktur.

Aziz ecdadımız yumuşak huyludur, asildir, zekidir, çeviktir, sabırlıdır; gelin görün ki şeref ve namus bildiği değerlerine el uzatanların elini kırmaktan, dil uzatanların dilini susturmaktan, göz koyanların gözünü karartmaktan da geri durmamıştır.

Başbakan ve hükümetinde işte bu hasletler görülmemektedir.

Başbakan’a kalsa bayrak indirmek normaldir, taşımak ise tahrik unsurudur.

Türk demek ırkçılık, milliyetçilik demek faşistliktir.

Kısaca milli ve manevi değerleri savunmak provokasyondur.

Milli ve tarihi kabulleri eriyen ve silikleşen iktidar kadroları Türkiye ve Türk milletini felakete sürüklemektedir.

AKP siyaseti baştan ayağa sorunlu ve hastalıklıdır.

Hükümetin iç ve dış politikası iflas etmiştir.

Uğruna nice faninin feda olduğu vatan topraklarımız üzerinde şeref ve bağımsızlığımızın sembolü bayrak çekildiği gönderden indirilmektedir.

Sınırlarımızın dibinde terör örgütleri devlet kurmak için kan ve ölüm yatırımı yapmaktadır.

Fakat hükümet korkak, sinmiş ve acizdir.

IŞİD terörü, Musul Başkonsolosluğumuzu basmakta, diplomatlar dahil olmak üzere 49 vatandaşımızı rehin almaktadır; fakat Başbakan hala muhalefete laf yetiştirmekle meşguldür.

IŞİD militanları ekmeğini kazanmak için direksiyon çeviren tır şoförlerimizi fidye maksadıyla kaçırmakta ve alı koymaktadır; ne var ki Başbakan hala yalanlarına devam etmekte, meseleyi sulandırmaktadır.

Sorarım sizlere, Musul’daki diplomatik misyonumuzun basılması Türk topraklarına tecavüz etmek değil midir?

Vatandaşlarımızın silah zoruyla ve tehditle özgürlüklerini gasp etmek Türkiye Cumhuriyeti’ne hakaret değil midir?

Bunlar oluyorken, Başbakan IŞİD’e en küçük tepki göstermemiş, gösterememiştir.

IŞİD’i eleştiren bir tek sözü henüz duyulmuş değildir.

Dahası IŞİD’e terörist bile diyememiştir.

Çünkü Başbakan’ı; sakladığı, gizlediği ve söyleyemediği karanlık ilişkileri esir almış, ağzını ve bahtını kapatmıştır.

Elbette biz öncelikle vatandaşlarımızın kurtarılmasını istiyor ve bekliyoruz.

Elbette Türkmen kardeşlerimizin yerinden yurdundan edilmesine tahammül edilmemesini ve sessiz kalınmamasını talep ediyoruz.

Ancak IŞİD terörüne karşı her türlü tedbirin de sırasıyla ve acilen planlanarak alınmasını gerekli görüyoruz.

Şunu unutmayalım, AKP hükümeti mezhepçi ve jeopolitik gerçeklerimizi umursamayan politikalarını sürdürürse sonuç çok acı olacaktır.

Politikadaki yanlışlar dizisini stratejiyle düzeltmek olmayacak bir şeydir.

Doğru siyaset yoksa, doğru strateji denklemi kurulamayacaktır.

AKP’nin Ortadoğu politikası tepeden tırnağa yanlış olduğundan, stratejik ve taktik adımlarla sorunlar göğüslenemeyecek, giderilemeyecektir.

AKP kaybetmiştir.

Dikkatlerinizi çekmek isterim ki; jeopolitik; üzerinde yaşadığımız coğrafyanın beşeri değerlerle aktif hale gelmesidir.

Coğrafya siyasete hedef çizmekte, anlam ve sorumluluk yüklemektedir.

13 Kasım 2009 tarihinde, TBMM Genel Kurulu’nda yaptığım konuşmada hükümete yönelik olarak aynen şöyle demiştim:

“Adı üstünde, jeo-politik, üzerinde yaşanılan coğrafyanın yöneticilerine yüklediği yönetim sorumluluğunu ve vizyonunu tanımlar.

Yüksek siyaset, kaynağını ve duruşunu coğrafyadan alır.

Her coğrafyanın doğal ve zorunlu politikası vardır.

Anadolu üzerinde yaşıyor olmanın da bir jeopolitiği vardır ve bin yıldır değişmemiştir.

Coğrafya aynı duruyorken (ki öyledir); on asırdır bu topraklardan yükselen politik dinamikleri değiştirirseniz, buradan hepinizi uyarıyorum ki coğrafyayı mutlaka kaybedersiniz.

Ve size başka başkentlerin jeopolitiğinden doğmuş yeni coğrafyalar dayatılırken, onun da politiğini öngöremezseniz ve anayurt politiği ile eklemleyemezseniz, ortaya kesinlikle dağılma ve yıkılış çıkacaktır.

Bugün karşımızdaki tehlike de budur.”

Başbakan’ın IŞİD tehdidine dudak büküp sulandırmaya çalışması Türk milletinin jeopolitik angajmanlarına tamamen terstir.

Türkmenlerin katledilmesine duyarsız kalması, Türkmen yurtlarının işgaline atalet içinde bakması Türk milletinin bin yıllık siyasetine aykırıdır.

Komşu coğrafyaların bölünüp parçalanmasına destek vermek, değilse bile seyirci kalmak Ankara’nın güvenliğini riske ve belirsizliğe sokacaktır.

 Bunu bedeli de biliniz ki çok vahim olacaktır.

Hele hele Başbakan’ın terör örgütleriyle düşüp kalkması, bölücü ve yıkıcı teröristlerle mücadelede ayak sürümesi Türk devlet geleneğini hiçe saymaktır.

Bu şartlar altında, yeni Türkiye masalı okuyan Başbakan ve hükümeti milli ahlak ve fıtrattan yoksun olduğu için tehlikenin azametini görememekte, anlayamamaktadır.

Eğer bu döngü devam eder, Başbakan bayrak indirenlere sergilediği yabancı ve gayri milli bakışı sürdürür, Irak ve Suriye’nin terör örgütleri tarafından istilasına kayıtsız kalırsa, biliniz ki, Türk vatanı jeopolitik açmazdan dolayı mahv olacaktır.

Bu kaçınılmaz akıbeti değiştirecek bir tek olumlu örneğe tarih henüz şahitlik etmemiştir.  İnsanlığın geçmişi, tarihin çöplüğü riskleri öngörememiş yöneticilerin ve devletlerin enkazı ile doludur.

Herkesi bir kez daha uyarıyorum; coğrafyamız tartışılırsa, milletimiz; milletimiz tartışılırsa devletimiz; devletimiz tartışılarsa bayrağımız ve bayrağımız tartışılırsa varlığımız ortadan kalkacaktır.

Tehdit bu kadar somut ve yakındır.

Allah muhafaza ama, bölgesel kaos, bölgesel ateş Türkiye’yi vuracak ve yakacaktır.

1916’da cetvelle çizilen Ortadoğu haritası Osmanlı İmparatorluğuna pahalıya patlamış ve vatan kaybettirmişti.

Şayet bunun ikincisi olursa, bu defa da son yurdumuzu kaybetme ihtimaliyle yüz yüze kalacağımızı müzakereci Başbakan idrak etmelidir.

 

Muhterem Dava Arkadaşlarım,

Sayın Misafirler,

Milli gücümüz, milli güvenlik esaslarının ve politikalarının ana kaynağıdır.

Milli hedefler ancak, milli gücün doğru ve tam olarak bilinmesi sonucu, doğru ve geleceğe yönelik olarak tayin ve tespit edilmektedir.

Milli imkan ve gücü dikkate almayan hükümetin bütün hedef ve taahhütleri boşlukta kalmış, felaketlere kapı aralamıştır.

Güç ile güç kullanma farklı şeylerdir.

Türkiye’nin gücü vardır, fakat atıl vaziyettedir.

Gücünü zamanında ve kıvamında kullanan Türk devletinin vatan topraklarında hiçbir hain bayrak indirmeye cesaret edemeyecektir.

Ya da hiçbir terör örgütü tehdit savuramayacak, sınırlarımızda at koşturamayacaktır.

Başbakan Erdoğan Türkiye’nin içini boşaltmış, dünya lideri oldum oluyorum gürültüsüyle ülkemize küme düşürmüştür.

Başbakan hiçbir sözünü yerine getirememiştir.

Ne söylediyse altında kalmıştır.

Ne dediyse yutmuş, neyi hedeflediyse fos çıkmıştır.

2003 yılında Irak’taki çuval rezaletinden beri değişen bir şey olmamıştır.

Onurlu, dengeli, barışçı, tutarlı ve yaptırım gücü olan Türk dış politikasından; korkan, kaçan, pısan, çekinen, izin ve icazet bekleyen vizyonsuz politikaların pençesine düşülmüştür.

AKP fikirsiz olduğu için ülkemizi bu duruma düşürmüştür.

AKP siyasete şirket mantığıyla baktığı için bugünkü zelil hale sürüklenmiştir.

Hepsinden önemlisi hükümet; milli, vicdani, ahlaki ve İslami ölçülerini paraya çevirdiği ve rüşvete değiştiği için menfaat ortaklığına dönüşmüştür.

Eskilerin deyimiyle iktidardaki partide devlet ve siyaset adam eksikliği ülkemizin önünü kesmiş, elini zayıflatmış, gücünü aşındırmıştır.

Oysaki Türkiye’yi bölgesel ve küresel zeminde yakından ilgilendiren çok ciddi sorun alanları vardır.

Bakınız, Avrupa ülkeleri de içten içe kaynamaktadır.

İtalya’nın Venedik, İspanya’nın Katalonya, İngiltere’nin İskoçya ile ilişkileri bu ülkelerin iç bünyelerini tartışmaya açacak, zora sokacak kadar karmaşık bir hal kazanmıştır.

İlave olarak Avrupa Birliği’ne başkentlik yapan Belçika’da, Valon ve Flaman geriliminin ve uzlaşmaz çelişkilerinin uzunca bir tarihi olduğu da malumlarınızdır.

Kanada üzerinde İngiltere ve Fransa’nın nüfuz mücadelesi değişik vasıta ve kanallarla hala devam etmektedir.

Ukrayna’da Rusya ve Batı arasındaki mücadele endişe vericidir.

Sorun sadece Ortadoğu’da değildir.

Sıkıntı yalnızca Afrika ve Asya özelinde yaşanmamaktadır.

Nihayetinde uluslararası toplum sancılı ve istikrarsız bir mecrada kan kaybetmektedir.

Ayrıca dünyada 200 milyon işsiz vardır ve pimi çekilmiş bomba gibidir.

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün açıklamalarına göre, yerküre üzerinde sayıları 842 milyona varan insan aç ve sefildir.

Bunun için de aziz milletimizin fertleri önemli sayıda yer kaplamaktadır.

Vitrinler doludur, AVM çılgınlığı salgın hastalık gibi yayılmaktadır, fakat yoksulluk, ekonomik adaletsizlik, vicdan eksikliği, terör saldırıları, siber savaşlar, sınır mücadeleleri bir o kadar acımasız düzeydedir.

Zenginliğin tam karşı cephesine keskinleşerek yerleşen fakirlik, işsizlik, darlık ve kıtlık insanlığı tüketmektedir.

Kabaran eşitsizlikler, artan hukuksuzluklar, kişi hak ve hürriyetlerine karşı gösterilen ilgisizlikler büyük ve kontrolsüz yıkımların habercisi niteliğindedir.

Fakat Başbakan Erdoğan kendi derdine düşmüştür.

Rüşvet ve yolsuzluk sarmalından yakayı kurtarmanın telaşındadır.

Bölücülükle uzlaşma, teröristlerle kucaklaşma emelindedir.

Bunlar yetmiyormuş gibi, Cumhurbaşkanı adayı olmak için her yol ve yöntemi denemektedir.

Milliyetçi Hareket Partisi, geride kalan kırk beş yılın birikimi ve kadroları ile Türkiye’mizin yönetimine, Türk milletinin onurlu geleceğine taliptir.

Ve AKP oyununu bozacak, Recep Tayyip Erdoğan komplosunu etkisiz kılacak yegâne iradedir.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Muhterem Misafirler,

Milliyetçilik, bulunması kaçınılmaz olan heyecan ve hamasetin de üzerinde, eğitimden sanata, bilimden spora, ekonomiden çevre sorunlarına, sağlıktan yönetime kadar her alana ulaşması gereken bir birlikte yaşama projesidir.

Millet varlığı ile bir arada gelecek oluşturma stratejisidir.

“Siyaset ve Liderlik Okulu”muzun önemli bir amacı da buna hizmettir.

Milliyetçi düşünceyi hayatın her alanında uygulanabilecek bir siyaset pratiği haline getirmek zorundayız.

Bu ise, fikirlerimizin Türkiye’de, bölgemizde ve dünyada gerçekleşen tüm ilişkileri ve sorunları kavrayabilecek bir yapıya ve derinliğe sahip olmasını kaçınılmaz hale getirmektedir.

Bugün eğitimlerini tamamlayarak sertifika alacak kardeşlerimin bu tespitlerim üzerinde kafa yoracağına canı gönülde inanıyorum.

Milletim için hedeflerim nelerdir ve bunu nasıl başaracağım? sorularına cevap arayacaklarını düşünüyorum.

Bu vesileyle sertifika alan arkadaşlarıma diyorum ki, çalışmaktan bıkmayınız, araştırmaktan uzak durmayınız, zorluklardan yılmayınız.

Dünyadaki gelişmeleri, milletimizin değerleri ile buluşturmanın yollarını sürekli arayınız.

Gideceğiniz her yerde, alacağınız her görevde burada öğrendiklerinize yenilerini katacak, kendinizi gösterecek, emsalleriniz arasından sivrilecek bir siyaset ve bilim disiplinini aldığınıza inanıyorum.

Bilinmelidir ki, yalnızca sizler değil, temiz bir geçmiş, yüksek bir vicdan ve namusa sahip her vatandaşımız aradığı hizmet, huzur ve kardeşlik ortamını Milliyetçi Hareket Partisinde mutlaka bulacaktır.

Bu vesileyle, sizleri bir kez daha kutluyor, çalışmalarınızda üstün başarılar diliyorum.

Eğitim dönemi boyunca katkılarını esirgemeyen değerli misafir öğretim üyesi arkadaşlarıma ve emeği geçenlere teşekkürlerimi sunuyorum.

Konuşmamın sonunda hepinizi saygılarımla selamlıyor, Cenab-ı Allah’a emanet ediyorum.