11.11.2008 - TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma
11 Kasım 2008

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Muhterem Basın Mensupları,

Hepinizi en iyi dileklerimle selamlıyorum.

Konuşmama, dün itibariyle vefatının üzerinden 70 yıl geçmiş bulunan Cumhuriyetimizin kurucusu, Millet Meclisimizin ilk başkanı, ilk Cumhurbaşkanımız aziz Atatürk’ü bu vesile ile bir kez daha rahmet, minnet ve şükran duygularımla anarak başlamak istiyorum.

Harap olmuş bir ülkeyi ve yorgun düşmüş bir milleti yeniden bir kuvvet haline getirerek, önce vatanı kurtaran, sonra devleti kuran milliyetçi mücadelenin mimarı ve önderi olan bu büyük insana müteşekkiriz. Ruhu şad, mekânı cennet olsun.

Hayatı boyunca, kendisini, varlığından güç aldığı aziz milletimize adayan Mustafa Kemal Atatürk; kahraman bir komutan, muktedir bir politikacı ve büyük bir devlet adamı olarak çok önemli hizmetler ifa etmiştir.

Aziz vatanımızı parçalamaya yeltenenleri, büyük milletimizin binlerce yılda oluşturduğu maddi ve manevi varlığını çiğneme cüreti gösterenleri geldikleri gibi gönderen bir iradeye liderlik yapan bu büyük devlet adamına, çok şey borçlu olduğumuz iyi bilinmelidir.

Hareketsiz ve atıl duran aziz milletimizi, çaresiz ve şaşkın eşraf ve aydınları adım adım uyanışa sevk eden, kolektif aklı ve milli hisleri harekete geçiren, çağın stratejik boşluklarını görerek bundan bir bağımsız milli devlet çıkartan Atatürk’ün başarısı inkâr edilemeyecek kadar muhteşemdir ve gerçektir.

Onun, dün, bugün ve yarın arasında muazzam bir terkip kurmaya çalışarak, milletimizin sosyolojik derinliğini ve tarihi devamlılığını kanıtlamaya çalışması da yaptığı büyük işlerin tamamlayıcısı niteliğindedir.

Bu eseri ve sonucu sorgulayamayanların, özellikle son yıllarda onun özel hayatını ele alarak şahsiyetini eleştiriye açmış olmaları dikkatimizi çekmektedir.

Buradan şunu söylemek isteriz. Biz, bir milleti kurtarmış, bu varlık içinden bir devlet kurarak onu onurlu bir mevkie yükseltmiş bir kahramanın özel hayatı ile değil; fikirleriyle, eserleriyle ve mücadele yöntemiyle meşgulüz ve onunla övünüyoruz.

Onun destan yazan hayatının içinden, millî tarih şuuru, vatan ve millet sevgisi, millî dile olan bağlılık, tam bağımsızlık aşkı, hür yaşama arzusu, millet egemenliği, milli kültürün geliştirilmesi, medeniyetlerin aşılması, millet birliğinin güçlendirilmesi, ülke bütünlüğünün sağlanması ve milletin mutluluğu gibi genel ve milli mesajları çıkarmak istemeyenlerin niyetleri bizce malumdur.

Yıllardır millet varlığını ve Cumhuriyetin değerlerini aşındırmak için seferber olanlar, bir türlü başaramayınca bunu ancak devletin kurucusunu gözden düşürerek yapabileceklerini fark etmiş ve bu alana yönelmişlerdir. 

Nitekim, son yıllarda dinimize yönelik Avrupa merkezli saldırıların Peygamberimizin şahsiyeti üzerinden yapılmaya çalışılması da bu sinsi yöntemin inançlarımıza dönük başka bir boyutunu oluşturmaktadır.

Hiçbir milletin, kendi geçmişine tek boyutlu bakarak, tarafsızlık adına veya objektif olma bahanesiyle acımasızca ve haksızca eleştirerek ve hatta karalayarak büyük ve onurlu bir geleceğe ulaşması düşünülemez, geçmişinden ilham ve güç alan bir neslin yetişmesi mümkün olamaz.

Kim ne derse desin, ne yazarsa yazsın, binlerce yıllık milli tarihimiz, hatasıyla sevabıyla, üzüntüsüyle sevinciyle, bozgunu ile zaferiyle bizim ceddimize aittir ve tamamı Türk varlığına emanettir.

Biz hatalardan sonuç çıkarır, başarılarla gururlanır, tarihten aldığımız ders, güç ve yöntem ile önümüze bakar ve geleceğe yol alırız.

Bu itibarla bu girişimler büyük Türk milletinin vicdanında asla kabul görmeyecek, başta büyük Atatürk olmak üzere, muhterem ceddimiz, Türk milleti var olduğu sürece gönüllerde ve yüreklerde yaşamaya devam edecektir.  

Değerli Milletvekilleri,

Hepinizin bildiği gibi Amerika Birleşik Devletlerinde başkanlık seçimleri geçtiğimiz hafta gerçekleşmiş ve kökenleri Afrika’ya dayanan bir senatör başkan seçilmiştir. Bu, dünyanın birçok ülkesinde devam eden demokratik işleyişin bu ülkedeki doğal bir sonucudur.

Milliyetçi Hareket Partisi, dünyayı “değişim” beklentilerine yönlendiren bu seçim kampanyasını, özellikle Türkiye üzerindeki muhtemel yansımaları ile bölgesel ve uluslararası sorunlarda ortaya konulan yaklaşımları dikkatle izlemiştir.

Elbette ki Amerika Birleşik Devletleri, yönetimdeki değişimin göz ardı edileceği sıradan bir ülke değildir.

Yaklaşık yüzyıldır stratejik denklemleri değiştiren, ekonomik ve teknolojik gücüyle yerküreyi çok yakından ilgilendiren önemli bir ülkedir. Dikkat edilmesinde ve izlenmesinde mutlaka yarar ve zorunluluk vardır.

Ancak, bu ülkedeki başkanlık değişimini, kendi vatandaşlarından bile daha çok önemseyen, daha fazla sevinen ve gereğinden fazla anlam ve sonuç çıkarmaya çalışan çevrelerin mevcudiyeti, içine düştüğümüz “aydın bunalımının” ve “derin aşağılık kompleksinin” en tipik örnekleri olmuştur.

  • Amerika’nın “ırkçığı aştığını” sıranın Türkiye’ye geldiğini söyleyenlerden, bunun siyahlardan ziyade bütün “beyazların zaferi” olduğunu ifade edenlere;
  • Bu seçimle dünyanın artık “rahatladığını” belirtenlerden, “değişimin” bir devrim geçirdiğini açıklayanlara;
  • Asırlık “Amerikan rüyası”nın gerçekleştiğini yazarak alkışlayanlardan, yeni başkanın “hepimizin bir yansıması” olduğunu belirtenlere kadar abartılmış övgüler kamuoyunun gözü önünde cereyan etmiştir.

Ancak bunlardan en yaygını ve en sık tekrarlananı Amerika’nın artık bu seçimle “ırkçılığı aştığını” ve bunların ülkemize de bir model olması gerektiğini söyleyenlerin talihsiz ve cahilce beyanatları olmuştur.

Türk milletini, Amerikan toplumunun değer yargıları ile kıyaslamaya çalışan bu çevrelerin en temel yanlışları, aziz milletimizi, artık iflah olmayacak kadar etkisi altına girdikleri batılı normlar ve yabancı zihniyetlerin çerçevesinde yorumlamak hatasıdır.

Tarihi, ırkçı mücadelelerin ve yıllar süren kanlı savaşların neden olduğu milyonlarca can kayıplarıyla, acı ve vahşet hikâyeleriyle dolu olan Batı’nın gözlükleri ile bu meseleye bakanların, Afrika kökenli birinin başkanlığına şaşırmalarından ve bu durumu kutsamalarından doğal bir sonuç olmayacaktır.

Ben bu zihniyet sahiplerine, Amerika’yı bırakıp, kendi geçmişlerine dönmelerini, binlerce yıllık yönetim tarihimizde işbaşına gelmiş, sadrazamlığa kadar uzanmış, vezir olmuş, valide sultan olarak saraya girmiş, imparatorluk coğrafyasının yabancı kökenli evlatlarına bakmalarını tavsiye ediyorum.

Gayri Müslimlerin nazırlıklara getirildiği, farklı kültür mensuplarının devlet yönetiminde, saray idaresinde elde etkileri makamları ve mevkileri bir kez daha incelemelerini öneriyorum.

İnsanlığın binbir meşakkatle bugün geldiği vicdani aşamaya, aziz ceddimizin yüzyıllar öncesinden nasıl ulaşmış oluğunu bilmelerini umuyor ve bekliyorum.

Bu zihniyet sahipleri, şayet milyonlarca kilometre karelik, üç kıtaya yayılan büyük coğrafya üzerinde yüzlerce yıl süren hükümranlığın ırkçılıkla ve ayrımcılıkla, zorbalıkla ve cebren gerçekleşmiş olduğunu zannediyorlarsa büyük Türk milletini asla tanımıyorlar, onun asalet ve hürmete dayalı yönetim anlayışını bilmiyorlar demektir.

Kenyalı bir çiftçi torununun başkanlığa yükselişini alkışlayanları, Cumhuriyet Türkiye’sinde Cumhurbaşkanından, Başbakanlığa, Milletvekilliğinden, Generalliğe kadar her göreve Anadolu’nun her yöresinden, her meslek gurubundan, her sosyal zümreden hiçbir ayrıma ve imtiyaza tabi tutulmadan gelen Cumhuriyet çocuklarını hatırlatmak istiyorum.

Bugün Türkiye Cumhuriyeti içindeki bütün vatandaşlarımız, kan ve soy bağının üstünde bir yüksek buluşma ile bu ülkenin eşit ve onurlu insanlarıdır.

Büyük Türk milletine hep birlikte vücut vermişler ve eserleri olan Cumhuriyetimizin bütün imkânlarına da hukuki bir eşitlikle talip olmuşlardır. Ülkemizdeki her mevki ve makam herkese açıktır.

Şerefli hatıraları ile iftihar ettiğimiz İmparatorluk tarihimiz asla ırkçı ve ayrımcı değildi. Bir milli devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti de aynı vicdan ve insanlık mirasının devamı olarak bu düşüncenin soylu bir temsilcisidir.

Asaleti ve kucaklaşma modellerini başka yerlerde aramanıza gerek yoktur. Büyüklük, kaynaşma, hoşgörü ve hakkaniyet ruhu görebilenler için hemen yanı başımızdadır, aramızdadır. Habersizce etrafında durduğunuz, aziz millet varlığının yüreğindedir, gönlündedir.

 

Muhterem Milletvekilleri,

Yeni ABD Başkanı’nın dış politika ve uluslararası güvenlik konularında izleyeceği temel yaklaşımlar zaman içinde daha iyi anlaşılacak ve değerlendirilebilecektir.

Bununla birlikte, bu aşamada yeni Başkan’ın Türkiye’yi ilgilendiren konularda izleyeceği politikalar hakkında ihtiyatlı bir iyimserlik içinde olduğumuzu belirtmek isterim.

Bu düşüncemizin gerçekleşmesi halinde, uzun bir geçmişi olan ittifak ilişkilerimizin temellerinin, karşılıklı çıkar ve saygı esasına dayalı olarak, önümüzdeki dönemde güçleneceğine inandığımızı açıklamakta fayda görüyorum.

ABD’de açılan bu yeni sayfanın, dünya barışı, uluslararası güvenlik ve istikrar açısından, uluslararası meşruiyetin ve işbirliğinin daha güçlü olarak ön plana çıkacağı yeni bir dönemi başlatmasını temenni ediyorum.

Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ilişkileri bugünkü ortam ve şartlarda etkileyecek sorunların başında Irak’taki durum, Kıbrıs sorununun çözüm süreci ve Ermenistan’ın soykırım yalanı etrafında sürdürdüğü karalama kampanyası gelmektedir.

ABD’nin Irak konusunda bugüne kadar izlediği politikaların sonucunda Irak iç çatışma ortamına sürüklenmiş ve bölünmenin eşiğine gelmiştir.

ABD’nin himayesinde kuzey’de oluşan etnik siyasi yapılanma ile, Irak’ın toprak bütünlüğü ve üniter siyasi yapısını tehdit edecek bir süreç başlatılmıştır.

Türkiye’ye düşmanlığı varlık nedeni olarak gören Barzani yönetimi, fiili devlet yapısının hukuki ve siyasi bakımdan tamamlanması için Kerkük’ü gaspetmek yolunda son aşamaya gelmiştir.

ABD’nin desteğini bu amaçla Irak merkezi hükümetine ve Irak’ın diğer asli kurucu halkları olan Araplar ve Türkmenlere karşı bir tehdit aracı olarak kullanmıştır.

Irak’ın kuzeyinde yuvalanan PKK teröristleri Barzani’nin himayesinde bu bölgeyi Türkiye’ye karşı bir saldırı cephesine dönüştürmüş, PKK terörünün tasfiyesi için somut adımların atılmaması Türk-Amerikan ilişkilerini zehirleyen bir ihtilaf niteliği kazanmıştır.

Barzani yönetimi, ABD’ye güvenerek izlediği politikalarla bölge barışını, güvenliğini ve istikrarını tehdit eden bir çıbanbaşı haline gelmiştir.

ABD’nin yeni Başkanı’nın bu konularda izleyeceği politikalar, hem Irak’ın geleceği hem de Türk-ABD ilişkilerinin güçlü bir temelde ve gerçek anlamda bir stratejik ortaklık düzeyine yükseltilmesi açılarından hayati önem taşıyacaktır.

Kıbrıs konusunda son beş yıl içinde cereyan eden gelişmeler ve AKP hükümetinin izlediği gaflet ve teslimiyet politikaları, Türkiye için milli bir dava olan bu sorunun çözüm sürecini çok tehlikeli bir mecraya sürüklemiştir.

Geldiğimiz bugünkü noktada Kıbrıs sorununun çözüm zemini kaymış, Birleşmiş Milletlerin rolü aşınmış ve sorun Avrupa Birliğine ihale ve emanet edilmiştir.

Bu sürecin durdurulması ve Kıbrıs’ta bulunacak çözümün iki bölgeli, iki milletli ve iki devletli bir ortaklık yapılanmasına dayanmasını sağlayacak yeni bir zemin oluşturulması Türkiye için hayati önemi haizdir.

Yeni ABD yönetiminin önümüzdeki dönemde Kıbrıs konusunda izleyeceği politikalar bu bakımdan özel bir önem taşıyacaktır.

Ermenistan’la ilişkiler ve özellikle ABD’deki Ermeni lobilerinin öncülüğünde yürütülen sahte soykırım kampanyası, Türkiye ile ABD ilişkileri üzerindeki olumsuz yansımaları olan bir sorun kaynağıdır.

ABD Kongresinin gündemine taşınan “soykırımın tanınması” karar tasarıları vesilesiyle geçmişte yaşananlar ve bunun Türk-Amerikan ilişkileri üzerindeki olumsuz yansımaları çok iyi bilinmektedir.

ABD’nin yeni Başkanı’nın seçim kampanyasında ortaya koyduğu Ermeni tezlerine yakın görüş ve tutumlar bu bakımdan endişe verici olmuştur.

Bizim bu aşamada söyleyeceğimiz, yeni yönetimin sorumluluğu devraldıktan sonra, bu konuda Türk-Amerikan ilişkilerinin her iki taraf için taşıdığı önemi ön planda tutan gerçekçi bir bakış açısı geliştirilmesi ve buna uygun bir siyasi tutum benimsenmesidir.

Değerli Arkadaşlarım,

İnsanlık tarihi, her toplumun ve her devletin aynı hızda kalkınmadığını, aynı güçte olmadığını, en zayıftan en kudretliye kadar geniş bir dağılımla, birbirlerinden farklı kültür ve medeniyet dairesi içerisinde yaşadıklarını göstermektedir.

Binlerce yıl boyunca, kıtalar arasında zaman zaman bozulan güç dengelerini terazileyen devletlerin, paktların ve blokların varlığı, kuvvetin tek bir yapıda toplanmasına izin vermemiş, çok kutupluluk dünyanın stratejik tasarımına sürekli hakim olmuştur.

Ancak, alışılagelen bu tarihi süreç, son çeyrek asırda özellikle doğu bloğunun dağılması ve soğuk savaş yıllarının sona ermesi ile ortaya çıkan yeni durum karşısında Amerika Birleşik Devletleri’nin tek kutup iddiasıyla ortaya çıkmasına, küreyi kendi isteğine göre şekillendireceğini zannetmesine yol açmıştır.

Kendini rakipsiz gören küresel gücün dünyayı tek başına ve dilediğince tanzim etmeye dayalı bu düşüncesi, sosyal, kültürel, ekonomik ve diplomatik bir çekim ve etki alanı da uyandırmış, dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi maalesef ülkemizde de aydınların bir kısmı bu yeni anlayışı ve onun dayattığı değerler sistemini benimsemiştir.

Bugün Türkiye, kendi sorunlarını ihmal ederek, uluslar arası alanda talip olduğu küresel taşeronlukla milli politikalarını ateşe atacak bir tuzağın ve çekim alanının içine doğru ilerlemektedir.

Burada asıl sorun, bugüne kadar ikili ilişkilerde direnç gösterememiş Adalet Ve Kalkınma Partisi hükümetinin bu fırsattan istifade ile bir zihniyet değişimine uğraması ve bir “Türkiye duruşu” sergileyebilmesidir.

Amerika Birleşik Devletlerindeki başkanlık değişiminin de bu açıdan ele alınması doğru olacak, Türkiye’nin, girdiği yanlış kulvardan daha fazla hasar görmeden ve itibar kaybetmeden çıkabilmesinin yollarının yeni yönetimle aranması gerekecektir.

Bu itibarla, Obama yönetimin Türkiye’yi ilgilendiren alanlarda yeni yaklaşımları görülmeden, hükümetin bağlayıcı ilişiklilere girmemesinin ülkemiz için hayırlı olacağı kanaatindeyim.

Dileğimiz, milletleri kendi coğrafyalarında, kendi beşeri ve ekonomik kaynaklarından feragat etmeye zorlayan sistemin bir an önce son bulması, küresel projeler için en büyük engel görülen milli devletler ile güçlü millet oluşumlarına saygı gösterilmesi, muhatap yöneticilerin de bu saygıyı uyandıracak duruşu hissettirmeleridir.

İnsandan ve ahlaktan uzak değerler sisteminin dayatıldığı, hak, adalet, paylaşma ve barışın gerçekleşemediği bir dönemin gerilerde bırakılması, çoğulcu yeni bir dünya sistemine dönülmesi en önemli beklentimizdir.

Bu konuda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine seçilmiş bulunan Türkiye’nin yapması gereken de bu olmalıdır. Bizim için, büyük coşku ile karşılanan ve adına kutlamaların yapıldığı bu başkanlık seçiminin anlamı burada yatmaktadır.

Ancak bunları görebilmenin ve düşünebilmenin yolu sorunlarımıza, Başkent Ankara’dan bakmaktan ve büyük Türk tarihinin şerefli sayfalarını ibretle incelemekten geçmektedir.

Yoksa, Vaşington’dan, köle ticaretinin acı tarihinden,  Amerikan iç savaşından alınacak ilhamlardan ve zorlama sonuçlardan asla değil.

Muhterem Milletvekilleri,

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yönetiminde geçen altı yılın görüntüsü, milli meselelerin önce yabancılarla paylaşıldığının, dışarıdan davet edilen baskıların iç siyasetin malzemesi yapılmak istendiğinin ve hükümet eliyle yabancı başkentlerde ülkemiz hakkında yapılan şikâyetlerin örnekleri ile doludur.

Kendi milletini yabancılar nezdinde küçük düşürmek kaygısını taşımadan, iç meseleleri dışarıda tartışmanın hicabını duymadan yapılan bütün bu tavizkâr anlayış, Türkiye’nin itibarını zedelemiş, dileyenin dilediği zaman denetleyebileceği çaresiz bir ülke durumuna düşürmüştür.

Son olarak İngiliz Kraliyet ailesinin eski bir mensubunun ülkemizdeki Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumuna bağlı zihinsel engelliler merkezlerinde yaptığı gizli çekimleri ve yorumları, bu teslimiyetçi tavrın ulaştığı son aşama olarak görmek doğru olacaktır.

Burada dile getireceğimiz öncelikli husus, engelliler için yapılan eğitim ve bakım koşulları ile ilgili denetim ve eleştirme cesaretinin, geçtiğimiz yıllardaki yanlışlarla sıradan bir Avrupalıda bile uyandırılmış olmasıdır. Ve elbette utanç verici ve onur kırıcı bir durumdur.

Nitekim bu yanlış anlayış bu olumsuz örneğe rağmen devam etmiş, bizzat hükümetin Dışişleri Bakanı tarafından eleştirilere muhatap olan bu kurum “haberli gelinmesi kaydıyla” meraklılarınca denetlenmeye davet edilmiştir.

Bu tekrarlanan acziyet, gizlisi saklısı olmayan bir yöneticinin açık yürekli ifadelerinden ziyade, artık tam bir teftiş zihniyetinin hükümet nezdinde zemin bulduğunu göstermesi bakımından ibret verici olmuştur. Bu pısırık anlayışın devamı halinde yaşanan rezaletlerin bütün hızıyla sürmesi beklenmelidir.

Milletimizin vicdanına ve merhametine emanet edilmiş evlatlarımızın yaşadığı iddia edilen olayların doğru olup olmadığı, varsa hükümetin üzerine düşeni yapıp yapmadığı ayrı bir konudur ve bu öncelikle bizim bir iç meselemizdir. Bu konuda ilgili bakanın kendi ziyareti sırasında yabancı ülkede benzer kurumları kendisine göstermediklerini söylemesi bu anlayışın eseridir.

Yaşadığımız son gelişmelerde bizleri nispeten teselli eden tek olumlu nokta, Kadın ve Aileden Sorumlu Sayın Devlet Bakanının yaptığı açıklamalar ve gösterdiği devlet adamı duruşu olmuştur.

Bu duruşunu çocukların cinsel istismarına yönelik bir dava aşamasında Adli Tıp Kurumu’nun raporuna karşı da sürdüren Sayın Bakanın tavrını doğru bulduğumuzu belirtiyor, millet yararına olduğuna inandığımız her türlü çalışmasına Meclis Grubumuz olarak destek vereceğimizi huzurunuzda açıklamak istiyorum.

Aynı duruşu, hükümetin diğer üyelerinde de görmeyi bekliyor, bunun teslimiyetçi tavırdan bir dönüşün başlangıcı olmasını ümit ediyoruz.

 

Değerli Milletvekilleri

Konuşmamın bu bölümünde Avrupa Birliği’nin geçtiğimiz hafta açıklanan 2008 Türkiye İlerleme Raporu ve Strateji Belgesi üzerinde kısaca durmak istiyorum.

Bu belgeler, Brüksel’in Türkiye’yi dışlayıcı yaklaşımının ve milli birliğimizin temellerini sarsacak konularda dayatmacı tutumunun aynen sürdüğünü göstermiştir.

Türkiye’yi, tam üyeliğin nihai hedef olmaktan çıkarıldığı sanal bir müzakere süreciyle oyalama niyeti iyice anlaşılan AB, bu süreci Türkiye’de zorla milli azınlık yaratmak için kullanmakta ve “Kürt sorunu” odaklı bir dizi dayatmayı, Türkiye’nin Batılı kimliğini ve rüştünü ispat ölçüsü olarak sürekli gündemde tutmaktadır.

2008 Raporu ve Stratejisi Belgesi AB’nin bu anlayışının, siyasetinin ve stratejisinin değişmediğini bir kere daha ortaya koymuştur.

Türkiye ile aynı tarihte müzakerelere başlayan Hırvatistan’a 2008 raporuyla tam üyelik takvimi ve tarihi verilmişken, Türkiye ile müzakerelerin Kıbrıs sorunu bahane edilerek oksijen çadırına sokulması ve tam üyelik perspektifinin bile karartılması, bu hayal yolculuğunda gelinen noktanın hazin bir göstergesi olmuştur.

Avrupa Birliği’nin genişleme stratejisi ve Türkiye konusunda kemikleşen bakış açısı, Hırvatistan’ın yanı sıra Sırbistan’ın da orta vadede tam üye olacağını, Türkiye’nin ise AKP hükümetinin rızasıyla sürdürülen bugünkü sanal süreç sonrası AB’nin yörüngesinde ikinci sınıf bir taabiyet ilişkisi ile yetineceğini ortaya koymaktadır.

Bu haysiyet kırıcı durumun asıl üzerinde durulması gereken üzücü yönü, AB’nin bu ayrımcı ve dışlayıcı tutumu değil, AKP hükümetinin bunu kabullenmesi ve hala iç politikada AB hayal ticareti yapmayı siyasi meşruiyet kaynağı olarak görüyor olmasıdır.

Dışişleri Bakanı’nın 2008 İlerleme Raporunu olumlu ve dengeli bulması, bu sakat yaklaşımın önümüzdeki dönemde de AKP’nin pusulası ve yol haritası olacağının hazin bir göstergesidir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı;

-        AB’nin, Lozan’da çizilen çerçeve dışına çıkılarak Türkiye’de Müslüman milli azınlık olduğunun kabulü ve Kürt sorunu ekseninde bu azınlıklara da Rum, Ermeni ve Yahudi gayrimüslim azınlık hakları esas alınarak kolektif azınlık hakları tanınması,

-        Türkçeden başka dillerin Türk eğitim sistemi içine alınması, çok dilli kamu ve belediye hizmetleri verilmesi ve bu dillerin siyasi faaliyetlerde kullanılmasının sağlanması,

-        Türk Ceza Kanunu’nun, bölücü faaliyetler önünde engel görülen kamu barışına karşı suçları düzenleyen hükümlerinin değiştirilmesi baskılarını ve dayatmalarını içeren bu raporu dengeli bulduğunu açıklayarak, AKP’nin de aslında aynı görüşleri paylaştığını kabul ve ikrar etmiştir.

AKP hükümeti sözcülerinin olumlu olarak gördüğü bu raporda, bu taleplerin yanı sıra;

-        Rum ve Ermeni dini azınlık toplumlarına ve kurumlarına tüzel kişilik kazandırılması,

-        Fener Rum Patrikliğine “ekümenik” statüsünün tanınması,

-        Heybeliada Ruhban Okulu’nun Patrikhaneye bağlı olarak yeniden açılması,

-        Gökçeada ve Bozacada Rum azınlığı için özel düzenlemeler yapılması,

Türkiye’nin Kıbrıs Rum Yönetimini Kıbrıs’ın tek meşru temsilcisi olarak tanıyıp ilişkileri normalleştirme yolunda adımlar atması ve,

-        Kıbrıs Türkleri üzerindeki haksız ambargolar sürerken, AB bu konuda verdiği bütün sözleri unutup hiçbir adım atmamışken, Türk limanları ve havaalanlarının Kıbrıs Rum gemileri ve uçaklarına tek taraflı açılması istenmektedir.

Avrupa Birliği azınlık hakları konusundaki talep ve dayatmalarının PKK’nın siyasi eylem planı ve etnik bölücülük gündemi ile bire bir örtüştüğü açık bir gerçektir.

Öte yandan, Türkiye’deki Rum azınlığın hakları ve Patrikhane konusundaki taleplerin ve Kıbrıs konusunda Türkiye’den beklenen adımların Yunanistan ve Kıbrıs Rumlarının görüşlerini yansıttığı da bir vakıadır.

AKP sözcülerinin bu konulardaki dayatmaları içeren İlerleme Raporunu dengeli bulması, Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin;

-        Türkiye’de milli azınlıkların kolektif hakları konusunda PKK’nın,

-        Rum azınlığı ve Patrikhane konusunda Yunanistan’ın ve,

-        Kıbrıs sorunu hakkında Rumların görüşleri, emelleri ve beklentilerini haklı, meşru ve makul bulduğunu göstermektedir.

Bu utanç verici durumun taşıdığı anlamı ve Türkiye için arzettiği tehlike ve tehditleri Türk milletinin takdirine bırakmak istiyorum.

Konuşmama son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı