06.10.2009 - TBMM Grup Toplantısı Konuşması
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısı Konuşması.
6 Ekim 2009

 

Çok Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Medyamızın Kıymetli Temsilcileri,

Türkiye Büyük Millet Meclisi 23. Dönem 4. yasama yılına başlarken Milliyetçi Hareket Partisi’nin ilk grup toplantısını yapmak üzere bir araya gelmiş bulunuyoruz.

Hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Bu yeni dönemde de maalesef, milletimiz ve ülkemiz için huzur, refah ve mutluluk dolu tertemiz sayfaların açılacağının müjdesini vermekten çok uzaklara düştüğümüz bir ortamda sizlere seslenmek durumundayım.

Geride kalan yılların, milletimizde neden olduğu ağır buhranların ve bunalımların önümüzdeki dönemde de devam edeceğine dair çok ciddi emarelerin görüldüğü karanlık bir gelecek karşımızdadır.

İçte ve dışta hükümet ve yandaşlarının sürüklendiği teslimiyetin zirve yaptığı dayatmalar ve bunlar karşısındaki çaresizlik, geleceğe dönük beklentilerimizde ümitvar olmamıza imkân vermemektedir.

Nitekim, ülkemizin bütün sorunlarının çözüm yeri olması gereken Türkiye Büyük Millet Meclisi, yeni yasama yılı çalışmalarına da,

  • Ekonomik krizlerin toplumda yarattığı yoksulluğun,
  • Giderek artan ahlak bunalımının yanı sıra tırmanan yolsuzlukların,
  • Geçen yıllardan devam eden ve derinleşen siyasi gerilimlerin,
  • Milli bekanın hükümet eli ile tehlikelere atıldığı vahim gelişmelerin,
  • Milli kimliğin tahribine yönelik hız kazanmış oyunların,
  • Türkiye’yi dar bir alana sıkıştırmak için sürdürülen küresel baskıların; alabildiğine tırmandığı tam bir istikrarsızlık içinde, gerilim, kaos ve kargaşa ortamında başlamak durumundadır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ve aziz Türk milletinin birliğine ve bekasına musallat olan AKP zihniyetinin girdiği küresel sarmal giderek daralmıştır.

Siyasal, toplumsal, ekonomik alanlardaki tehlikeli gelişmeler ardı ardına bir sağanak gibi gelmektedir.

Türkiye, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın beraber yürüdükleri yolda ellerinden tutularak, sırtları sıvazlanarak uçurumun kenarına kadar getirilmiştir.

Milletimizin temel milli meselelerinin tamamı yabancı güçlerin ve süreçlerin inisiyatifine geçmiştir.

Türkiye, ardı ardına gelen taviz talepleri ile ancak savaş mağlubu bir ülkenin düşeceği “diz çökme” hali göstermeye başlamıştır.

Başbakan Erdoğan ise savaş kaybederek esir düşmüş, eli ve zihni kelepçeli yöneticilerin maruz kalacağı dayatmalara muhatap hale gelmiştir.

Nitekim bunun en yakın örneğini Ağustos ayının sonunda hükümeti ziyaret eden NATO Genel Sekreterinin seçilmesinde Başbakan’ın maruz kaldığı baskılarda görmek mümkündür.

İslam dünyasına muhalif fikirleri bilinen bu şahsın seçilmesi karşılığında hükümete verilen hiçbir söz tutulmamış, ne var ki, vaki ziyaret esnasında bu şahsın dinimize ve peygamberimize yönelik hakaretleri sineye çekilerek, dinimize yaklaşımı iftar sofralarında aklanmak istenmiştir.

Hükümeti tarihi yıkıma doğru götüren sonun başlangıcını, küresel güçle girdiği yanlış ilişkilerde ve ABD Başkanı Obama’nın TBMM’de yaptığı milletimize akıl veren küstah konuşmanın satır aralarında aramak doğru olacaktır.

  • Sözde Kürt sorununun çözümü adı altında yürütülen ikna trafiği,
  • Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılımına ilişkin adımlar,
  • Ve Ermenistan’a tek taraflı taviz verilerek teslim olma projeleri, bu küresel oyunun baş aktörünün ise Başbakan Erdoğan olduğunu ortaya çıkarmıştır.

Gücünü, siyasetini ve yönünü tamamen dış güçlerin rüzgarına bırakan AKP hükümeti milli olma vasfını ve meşruiyetini kaybetmiştir.

Yıkım projelerinin Türkiye Büyük Millet Meclisi zeminine indirilmesi ve tartışmaya açılması bu büyük millet eserine ve ecdadımızın hatırasına en büyük hakaret olacaktır.

Hükümetin, Vaşington’da, Brüksel’de, Erbil ve Erivan’da düşürdüğü kimliğini, aradığı meşruiyetini Milli Mücadelemizin merkezi olan Başkent Ankara’da ve Meclis çatısı altında bulması artık mümkün değildir.

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Şüphesiz ki bundan sonra;

  • Türkiye’yi nasıl bir geleceğin beklediği,
  • Milli bekaya yönelik tehditlerin hangi yönde ilerleyeceği,
  • Siyasi gelişmelerin nasıl şekilleneceği,
  • Milletimizin kardeşliğinin nasıl sürdürüleceği ve
  • Toplumun bu süreçten nasıl etkileneceği hepimizin düşünmesi gereken hayati konulardır.

Bu konuların milletimiz lehine sonuç verebilmesi, partimizin ve partililerimizin,

  • Milli meseleler karşısındaki duruşunun devamına,
  • Yapacağı ince ve ustaca siyasi hamlelere,
  • Geleceği ve siyasi oyunları görme ve çözme yeteneğine,
  • Sorunları milletimize anlatabilme becerisine,
  • Mesai tanımaksızın sürdüreceği yoğun ve yorucu bir çalışma temposuna bağlı olacaktır.

Bu nedenle hepimize düşen görev ve sorumluluğun arttığı yeni dönem, partimizin milletimiz nezdindeki yerini ve değerini artıracaktır.

Aynı zamanda, millet varlığının devamında yegâne güven kaynağı olduğu artık anlaşılmış olan Milliyetçi Hareket’in hizmet için önünü açacaktır.

Önümüzdeki dönemde karşımıza çıkacak gelişmelerin doğru bir tahlili ise kuşkusuz ki geride kalan günlerin, ayların ve yılların doğru okunmasından ve yorumlanmasından geçecektir.

Özellikle hükümetin yaz ayları boyunca hız verdiği sözde “Kürt açılımı” adını koydukları ve bizim “yıkım projesi” olarak adlandırdığımız gelişmelerin analizi ülkemizin nereye sürükleneceğinin de ipuçlarını verecektir.

Değerli Arkadaşlarım,

Milliyetçi Hareket Partisi’nin milli meselelerdeki duruşu, görüşü ve mücadelesi aziz milletimiz tarafından bilinmektedir.

Partimiz, Türkiye Cumhuriyeti adı ile temsil edilen siyasi, beşeri, fiziki, kültürel ve ekonomik coğrafyayı, Türk Milleti kimliğinde vücut bulmuş milletimizi bir ve bütün olarak korumaya yemin etmiş siyasi anlayışın temsilcisidir.

Bin yıldır bu vatanda yaşamanın asgari şartları, bu beraberliğin sosyo-kültürel zemini ve hukuki bağı üzerindeki tehditlere yönelik hassasiyetimiz, uyarılarımız ve samimiyetimiz millet vicdanında tescil edilmiştir.

Bu kapsamda olmak üzere, AKP zihniyeti tarafından “Kürt açılımı” adı ile başlatılan tehlikeli siyasal gelişmelerin ülkemizi ve milletimizi yıkıma götürdüğü partimiz tarafından defalarca dile getirilmiştir.

AKP’nin taşeronluğunu yaptığı bu yıkımın ana hatlarıyla;

  • ABD projesi ve AB dayatması olduğu,
  • Milli varlığın devamını tehlikeye attığı,
  • Milli kimliğin tahribine yol açtığı,
  • Çatışma ve bölünmeyi davet ettiği,
  • Devletin ve milletin ayrışmasına neden olduğu,
  • İmralı Canisi’nin hükümetle pazarlığa başladığı,
  • PKK’nın kanlı yüzünün aklanmak istendiği,
  • İnanç ve köken ekseninde yeni azınlıklar yarattığı,
  • Millet içinde husumet cephelerinin oluştuğu,
  • Ve bu gidişin yıkıma neden olacağı, her zemin ve ortam kullanılarak defalarca ve ayrıntıları ile anlatılmıştır.

Bu konuda yıllardan beri öngördüğümüz vahim gidişatın işaretlerinin yanı sıra özellikle son aylar içerisinde yaptığımız açıklamalarla konu bütün yönleriyle tahlil edilmiş ve kamuoyu ile paylaşılmıştır.

Başbakan’ın savunduğu ve “her bedeli ödemeye hazır olduğunu” açıkladığı bu süre içinde meydana gelen gelişmelerin ve kamuoyunun haklı ve şuurlu tepkisinin hükümette siyasi tereddütler uyandırmaya başladığı anlaşılmaktadır.

Bu süre içinde;

Kapı kapı gezilerek ikna seansları yapılmış,

Şehadet istismarından medet umulmuş,

Cani ile şehit aynı kefeye konulmuş,

Anaların yüreği yıkıma alet edilmiş,

Dağdaki katiller için gözyaşları dökülmüş,

Partimiz, kamu görevlilerine şikâyet edilmiş,

Milliyetçi Hareket ahlaksızca karalanmak istenmiştir.

Bu ucuz işbirliği arayışlarına rağmen, gelişmeler, hükümetin beklediği zemini bulamadığını ve desteği alamadığını ortaya koymuştur.

Tamamen muğlak, sonucu gelişmelere bağlanan, adımları tepkilere göre atılacak “içeriği gizli”, “niyeti belli” ve “ucu açık” olan sözde açılımın gevşeme eğilimine girdiği anlaşılmıştır.

Başbakan, içini boşaltarak tekerleme haline getirdiği “tek vatan, tek bayrak, tek devlet ve tek millet” sloganına yeniden sığınmak durumunda kalmıştır.

Şimdilik bedel ödemeye hazır olmadığı ortaya çıkmış, uygun zamanı kollamak üzere yerinde sayarak “fikri, siyasi ve ahlaki patinaj” yapmaya başlamıştır.

Şimdi, yıkım sürecinde birbirini kollayan Başbakan ile İmralı canisinin ayrı ayrı açıklayacağı bölünme paketlerinin açılması beklenmektedir.

Partisi’nin Kurultayında da Başbakan, kendisinden beklenen açılımı gösterememiştir.

  • Bölmeye çalıştığı Türkiye’nin kutlu vatanın coğrafi sembollerini birer birer saymış ama açılımı bir türlü açamamıştır.
  • Bölücülükle müzakereler sürerken, karanlık güçlere karşı nasıl dik durduklarını anlatmış ama açılım yine kapalı kalmıştır.
  • Ampulle Deniz Feneri aynı kirli yolu aydınlatırken, nasıl dürüst olduklarını açıklamış, fakat açılıma bu defa da girmek istememiştir.
  • Ermeni dayatmaları imza aşamasındayken, dış politikadaki zaferlerinden bahsetmiş ama sıra açılıma gelince aniden unutmuştur.
  • Ayırarak, bölerek, kaşıyarak kimleri tahrik ederken, “barış ve özgürlüğün üzümünü yemek” istediğinden bahsetmiş, ne var ki açılımdan ısrarla kaçınmıştır.
  • İki saat lafı dolandırmış, etrafında dolaşmış, gevelemiş, sıkıntılanmış ama açılımın adını koymaya, içini açmaya bu kez de cesaret edememiştir.

Anlaşıldığı kadarıyla İmralı canisinnin yazıp Cezaevi yetkililerine teslim ettiğini söylediği alternatif yıkım haritası üzerindeki incelemelerini henüz bitirememiştir.

Ancak karşımızdaki bütün belirtiler ve gidişat, AKP zihniyetinin iştahla servis yaptığı, İmralı canisinin ise mutfakta pişirdiği “ihanet menüsü”nün, körüklenen açılım ateşinde dibinin tutmaması için bütün işbirlikçilerin  “teslimiyet kazanını” karıştırmaya devam edeceklerini işaret etmektedir.

Bu nedenle, gevşemeye ve çözülmeye mahal yoktur.

Değerli Arkadaşlarım,

Bebek katili’nin sürece doğrudan girerek paravanların inmeye başladığı yeni dönem içinde, hükümetle İmralı canisinin ortak noktaları da belirgin hale gelmiştir.

AKP ve PKK arasındaki işbirliğinin sonucunda;

  • Kırk bin vatandaşımızın katilinin coğrafi vatandaşlık teklifi ile Başbakan Erdoğan’ın Türkiyelilik tezinin benzerliği;
  • İmralı Canisinin askeri operasyonların durması önerisi ile Türkiye’nin Kandil’e harekâttan uzak tutulması arasındaki ilişki;
  • PKK canilerinin affı ve siyasete sokulması girişimi ile Başbakan’ın “silahı bırakır masaya oturursun’’ önerisindeki yakınlık;
  • Binlerce cana mal olmuş bir katilin “barış” talebi ile AKP zihniyetinin “analar ağlamasın” istismarındaki aldatıcı örtüşme,
  • Bebek Katili’nin ihanetin aklanması için önerdiği anayasa değişimi ile hükümetin de benzer talepleri anayasaya yerleştirme kampanyası arasındaki uyum ve zamanlama;
  • Türk milletine açık düşmanlığı bilinen bir katil ile “Ne mutlu Türküm diyene” sözünden tiksinen bir başbakanın anayasamızdan bu vurguları çıkarmak için seferber olması, fırsat adı verilen projenin gerçek sahiplerini ortaya çıkarmıştır.

Hükümetin başı ile İmralı Canisi, milletimizi ve devletimizi yıkım projesinde söylemleri ile ortak nokta ve kavramlarda buluşmuşlardır.

Ve işin ilginç ve sorgulanması gereken yanı kırkbini aşkın insanımızın hayatını kaybetmesinden sorumlu bir katilin hücresinden hala terör örgütünü yönetmeyi sürdürmesi, yandaşlarına talimatlar yağdırabilmesidir.

Dün, 14 yıl Suriye’nin başkenti Şam’da, bir evden terörü yöneten terörist başının, yedi yıl boyunca sığındığı cezaevi hücresi yeni ikameti ve karargâhı olmuştur.

Özellikle hükümetin sözde çözüm çalışmaları İmralı Canisini tekrar eski yönetim gücüne kavuşturmuş, Kandil kadrolarının desteği ile Başbakan Erdoğan’ın açılım ikizi haline gelmiştir.

Bu itibarla, Başbakan’ın Milliyetçi Hareket Partisi’nin karşı duruşu ile çark ederek “tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek vatan” söyleminin de inandırıcılığı kalmamıştır.

Adına “milli birlik projesi” denilmesi ise tam bir aldatma ve göz boyamadır.

Buradan hatırlatmak ve sormak lazımdır?

  • İkinci veya başka dillerin eğitime sokulduğu bir süreçte, bu dille birlikte kimlik geliştirecek olanlarla “tek millet” nasıl sağlanacaktır?
  • İkinci bir dilin resmiyet kazanacağı bu sürecin sonunda “tek devlet” yapısı nasıl korunacaktır?
  • İki ve daha çok kimliğin birlikte değil yan yana yaşamaya başlayacağı bir yapıda “tek bayrak” nasıl dalgalanacaktır?
  • Çokluklar ülkesi haline gelerek çok kimlikli bir toplum yapısını “tek vatan” üzerinde bir arada tutmak nasıl mümkün olacaktır?

Başbakan’ın özlemini çektiği, bölünerek “milli kimliğini” kaybetmiş bir toplum yapısını, yalnızca “Türkiyelilik” tezinin bağlayıcılığı ile bir arada tutacağını zannetmesi gaflet  değilse, ihanetin ta kendisidir.

Böyle bir çözülmenin başlatılması milleti ayakta tutan binlerce yıllık değerleri birer birer yıkmaya başlayacak, sonunda ortada “tek” vurgusu yapılabilecek ne devlet, ne millet, ne vatan, ne de bayrak kalacaktır.

Bunu görmek için akademik bir bakışa ve özel bir vizyona sahip olmaya gerek yoktur. Her şey ortadadır ve açıktır.

Savunduğunuz model Amerikan iç savaşından alınan Kuzey-Güney arasındaki “önce savaş, sonra barış” modeli ise çoktan yanlış yoldasınız demektir.

Biliniz ki, öyle bir ayrışmadan yeniden birleşme çıkması mümkün değildir.

Bu gerçekler ortada iken, ihanete sapmış yolcular bir yana bırakılırsa, kamuoyuna yön veren ve iyi niyetli olduğuna inanmak istediğim aydınlar ve elitler tarafından sürecin hala anlaşılamamış olmasının izahını yapmak ve bu zihinsel körlüğü ve akıl tutulmasını anlamak mümkün değildir.

Başbakan Erdoğan’ın, ve AKP milletvekillerini ülkemizi sürükledikleri akıbeti fark ederek, girdikleri yanlış yoldan bir an önce dönmeye çağırıyorum.

Aksi halde yıkım sürecinin işbirlikçileri olarak millet nazarında lanetlenecekler ve girilen karanlığın sorumluluğundan kurtulamayacaklardır.

Milliyetçi Hareket Partisi kimden ve nereden gelirse gelsin;

Millet varlığına ve milli kimliğe açık tehdit oluşturan bu siyasi sapmalara sonuna kadar karşı çıkmaya devam edecektir.

Kardeşliğimizi ve birliğimizi korumak isteyen aziz vatandaşlarımıza karşı baskı kurmak ve kafaları karıştırmak için oluşturulan şer cephesine asla katılmayacaktır.

Toplumda teslimiyet ve bıkkınlık dalgası yaratarak milletimizin milli direncini kırmak isteyen gelişmelere alet olmayacaktır.

ABD, AB AKP, Peşmerge ve PKK’nın rol paylaştığı yıkım projesine TBMM’de ortak arama çabalarını reddedecektir.

Partimizin milletinden gizleyeceği ve saklayacağı hiçbir niyet ve tasavvuru yoktur. Bu itibarla düşüncelerini milleti ile açıkça paylaşacak, mücadelesini millet huzurunda sürdürecektir.

Türk Milleti’nin birliğiyle, haysiyetiyle ve geleceğiyle oynayan, Türkiye’yi yıkıma götüren küresel aktörlerin, siyaset tüccarlarının, menfaat çetelerinin ve bölücü ihanet odaklarının oyununu bozmak vazgeçilmez milli görevimiz ve namus borcumuz olacaktır.

Değerli Milletvekilleri,

Geçen hafta Sayın Cumhurbaşkanının Türkiye Büyük Millet Meclisinin yeni yasama yılı açılışındaki kişisel görüşlerine yer verdiği konuşmasını hep birlikte izledik.

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin en üst makamının, Türkiye’nin ve milletimizin temel konularına yönelik sorunlu ve tek yanlı bakış tarzı ile iktidarla benzeşen yaklaşımları, bulunduğu görevin önemi itibariyle büyük talihsizlik olmuştur.

Elbette ki devletimizin başı olan bir makam ile siyaset kürsüsünden tartışma yapmaktan imtina etmek isteriz, ama son konuşmasına duyarsız kalmamız da mümkün değildir.

Bu konuda yapacağımız yorum ve değerlendirmelerimiz şu başlıklar altında kamuoyu ile paylaşılacaktır.

1. Anayasamızın 104. maddesi gereğince devletin başı sıfatını taşıyan Cumhurbaşkanı, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milletinin birliğini temsil etmektedir.

Ne var ki, konuşmasının tamamına yakını ayrılıklar ve farklılıklar üzerine olmuş, milletin birliği ve bütünlüğüne yönelik çağrışımlar farklılıklar üzerine oturtulmuştur.

Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir Cumhurbaşkanı birlik ve bütünlük gibi pozitif mesajlar yerine, saklı tuttuğu anlaşılan zihniyetinin izdüşümü olan farklılıklara vurgu yapmıştır.

2. Yine anayasada adı konulmuş ve tanımlanmış olan Türk milleti kavramı Cumhurbaşkanı’nın lügatında yer almamıştır.

Konuşmada tam 36 defa “millet”ten bahsetmiş olmasına rağmen temsil ettiği milletin adını bir kez hariç, “Türk” olarak tanımlamaktan ısrarla kaçınmıştır.

Bu kaçınma ciddi bir siyasal sapmanın ve milletine yönelik ilkel bir etnik bakışın izlerini taşımaktadır.

3. Cumhurbaşkanının konuşmasındaki en manidar ifade “çözülmemiş sorunlarımızın başka devletlerin istismarına açık olduğu”na yönelik asla kabul etmeyeceğimiz anlayışıdır.

Benzer şekilde, aynı konuşmada yer alan “milli sorunların başka devletlerin müdahalesine açık alanların ortaya çıkmasına” yol açacağına ilişkin yaklaşımını da benimsememiz mümkün değildir.

Yine bu kapsamda, “Türkiye’nin içindeki gelişmelerin uluslararası şartlarla uyumlu” hale geldiğine, bunun ise “ülke güvenliğini garanti altına alma imkânlarını” getirdiğine dair yorum, ülkemiz üzerindeki dayatmaları açıklayan çok tehlikeli bir yaklaşımın sonucudur.

Hangi seviyede olursa olsun, bu tür bir dış müdahale korkusu ve veya tehdidi yaşayan bir yöneticinin milli konularda bağımsız karar verebilmesi asla söz konusu olamayacaktır.

Üstelik bu yaklaşımdaki acziyetin kamuoyu ile paylaşılması, Türkiye üzerindeki dayatmaların dozunu ve cüretini artıran bir zaaf belirtisi olarak uluslar arası camia tarafından mutlaka kullanılacaktır.

Bu sözlerin sahibinin yıllarca milletvekilliği, bakanlık ve başbakanlık yapması ve özellikle son dönemlerde Dışişleri Bakanlığı ile iki yıldır da Cumhurbaşkanlığı görevinde bulunması, ülke güvenliği ve geleceği açısından başlıbaşına vahim ve talihsiz bir durumdur.

Sürece uluslar arası meşruiyet kazandırmaya yönelik bu açıklamalarla bir yandan Başbakanla birlikte eş başkanlığını yaptığı sözde açılım sürecinin dışarıdan dayatılmadığının dolaylı bahanesi yapılmak istenmiştir.

Diğer taraftan sahip olduğu zihniyetin hükümetlerince ülkemizin nasıl yanlış ellerde heba edildiğini, yapılan hatalarla nasıl tehdit ve şantajlara açık hale getirildiğinin itirafı olmuştur.

Bu itiraftan sonra yedi yıllık bütün politikaların yeniden bu perspektifle değerlendirilmesi, teslimiyete nasıl bir mizacın ve anlayışın sürüklediğinin yeniden analizi zorunlu hale gelmiştir.

4. Konuşmanın hiçbir yerinde yoksulluk, işsizlik, yolsuzluk, toplumsal sorunlar, güvenlik problemleri ve terörün acıları yer almamıştır.

Bu ağır ve öncelikli sorunlar Cumhurbaşkanının gündeminde yoktur. Olaylara tıpkı Başbakan gibi yaklaşmış ve sorunları konuşmaktan ısrarla kaçınmıştır.

Bu son konuşma ile hükümetle birlikte yürütmek istedikleri sözde “Kürt açılımı”nın lobi faaliyetlerini bizzat üstlenmiş olduğunu da ilan etmiştir.

Hükümetin ekonomik politikalarını ve milletin yaşadığı ağır ekonomik sorunları eleştirmeyerek, hükümetin Çankaya’daki noteri olduğunu göstermiş, 70 milyonu kucaklamaktan ne kadar uzak kaldığını bir kez daha ortaya koymuştur.

5. Cumhurbaşkanının konuşma içinde “politikaları belirleme ve uygulama yetkisinin sandıktan önde çıkana ait olduğu”nu söylemesi özürlü bir demokrasi algısıdır.

Bu yolla, AKP hükümetinin köklü devlet politikalarını değiştirme konusunda önünü açma ve yapacaklarına meşruiyet kazandırma amacı gütmüştür.

Hükümet etme ile devlet olma arasındaki farkı ortadan kaldırmaya yönelik ince bir hesap arayışının izleri görülmüştür.

Unutmayalım ki, devlet hükümetin mülkü değildir ve vereceği kararlar da sorgusuz sualsiz kabul edilecek bir “ferman” ve “hikmet-i hükümet” olmayacaktır.

6. Bu sorunlu demokrasi anlayışı konuşmanın tamamında yer almış, ayrışmanın, farklılaşmanın hatta bölünmenin bile demokrasi içinde hoş görülmesi gerektiği yönünde çağrışıma açık son derece ütopik demokrasi vurgusu yapılmıştır.

Demokrasi arayışları, millet bütünlüğünün ve devletin varlığının bile önüne geçen bir kutsal kavram gibi kullanılmıştır.

Demokrasi, uzlaşma ve birleşme değil farklılaşma ekseninde temele oturtulmuş, farklılaşmanın demokrasileri güçlendireceğine dair ısrarlı mesajlar verilmek istenmiştir.

Konuşmada, adı muğlak kalmış milletimize aidiyet bilincinin demokrasi ile geliştirilebileceği yer almış, farklılıkların gereğinden ve öneminden bahsedilmiş; öte yandan farklılıkların ayrılık gerekçesi olarak kullanılmasının tehlikesine de dikkat çekilerek bir tezata düşülmüştür.

Konuşmada yer aldığı şekliyle, çeşitlilikleri demokrasi içinde korurken, ayırarak ve farklılaştırarak birleştirme gibi bir paradoks vardır.

Bir yandan “birlik fikrinin” “millet olma bilincinin” önemi vurgulanmış, diğer taraftan farklılıkların körüklenmesi demokrasi olarak ilan edilmiştir.

Milletin birliğini sağlamak için, önce ayırıp sonra birleştirmek gibi şahsına münhasır bir anlayış ortaya çıkmıştır.

Farklılıkların tahrik edildiği bir süreçte tek milletin nasıl sağlanacağı ise anlaşılamamıştır.

7. Konuşmada, adı verilmeden bahsedilen, milletimizin “farklılıklara saygı ile yaklaşan birlik ideali” övülürken bir alt paragrafta bu temel kabulde yapılacak yanlışın vahim sonuçlarından bahsedilmiştir.

Yine aynı şekilde ve tamamen doğru bulduğumuz gibi “etnisite ya da din adına kamplaşmanın birlik fikrinden uzaklaştıracağı” söylenmiş, ancak etnik talepleri bizzat dillendiren ve etnik farklılıkları kaşıyan siyasal zihniyetin temsilcisi olarak derin bir çelişki yaşadığını da göstermiştir.

Sözde “Kürt açılımı” denilen sürecin kurdelesini “iyi şeyler olacak” diyerek kesen kendisi değilmiş gibi “önerileri, kaygıları, çözüm arayışlarını dikkatle izlediği”ni söyleyerek süreçteki rolünü saklama arayışı da gözlerden kaçmamıştır.

Bu kapsamda, konuşma içinde “kültürel kimlik” sorunlarının “gündem” oluşturduğuna dair bir tespit yapılmıştır.

Ancak bu ifade, gerçekte böyle bir sorun olup olmadığından tartışılmasından da öte, gündemi oluşturmadaki rolünü perdelemeye yönelik mantık oyunundan başka bir şey değildir.

Bu oyun, metinde çağdaş devlet tanımlanırken siyasi görüşler karşısında aynı mesafede durulması yönündeki tavsiyede de görülmüş,  ancak bunlar hükümetin proje ve politikalarının Çankaya’daki temsilcisi olduğu gerçeğini saklamaya yetmemiştir.

8. Konuşmada, birliğimizin ve dirliğimizin, farklı nehirlerle beslenen ve güçlenen bir okyanus haline gelmesinin “çeşitlilik içinde birlik”le mümkün olacağı söylenmiştir.

Ne var ki, bu güzel ifade, süreçteki sorumluluğunu aklamaya ve örtmeye imkân vermemiştir.

Hükümetin etnik kimlik siyaseti sonucu okyanusa dökülmesini beklediği nehirlerin, kendisinin de içinde bulunduğu bir siyasal taşeronlukla yatak değiştirerek başka denizlere dökülmeye çabalandığı ve bu yönde toplumsal hafriyata başlandığı da ortadadır.

9. Cumhurbaşkanı konuşmasında, hukuk devletinin anlamını ve rolünü anlatmış ve kimsenin, hiçbir bahane ile hukuk dışına çıkamayacağını açıklamıştır.

Ne var ki “açılım” adı altında aylardır kamuoyunda tartışılanların tamamına yakınının anayasal suç niteliği taşıdığı ortada iken, bu uyarıyı yapan makamın önce kendi çizgisini sorgulaması, ardından da hükümeti ve bölücü mihrakları anayasal çizgiye zorlaması gerekmektedir.

Oysa böyle bir kaygı taşımadığı, konuşmanın bütünü içinde Anayasanın yalnızca 15. maddesinin ihlaline yönelik eleştirinin olması diğer ihlallerin Cumhurbaşkanı tarafından dikkate değer bulunmadığını göstermesi bakımından manidar ve kuşkulu bulunmuştur.

10. 23. Dönem Meclisimizin 4. yasama yılının açılış konuşmasında Sayın Cumhurbaşkanı’nın yeni dönemde AKP Grubundan öncelikli beklentilerinin sıralaması ve önceliği konusunda anlaşmazlık yaşanmıştır.

Kendisini hararetle alkışlayan AKP milletvekilleri, Cumhurbaşkanının talepleri konusunda tereddüte düşmüşler;

  • Anayasadan Türk kimliğinin kaldırılmasını mı?
  • Türkçeden başka dillerin resmiyete alınmasını mı?
  • Alt kimliklerin tahrik edilerek milletin ayrışmaya başlatılmasını mı?
  • Etnik temelde yeni bir devlet yapılanmasına zemin hazırlanılmasını mı? kendilerinden ilk aşamada istendiğini netleştirememişlerdir.

Beklentimiz, bu konularda toplumun hazmetmeye ve siyasetin de hazmettirmeye başladığı bir sonraki sindirim aşamasında daha sonraki konuşmaya bırakılmadan muhatabından gelecek ayrıntılı açıklamalarla meraklarının giderilecek olmasıdır.

Değerli Arkadaşlarım

Cumhurbaşkanının bu konuşması, hükümetten beklenen cesareti görmeyince sözde Kürt açılımının açılımında kendisini sorumlu ve görevli addettiğini ortaya koymaktadır.

Bu yöntemle başbakanı da kimlik siyasetinde muhtemel oy kayıplarından ve siyasi bedel ödemekten kurtardığı da söylenebilir.

Bizim bu konuda söyleyeceğimiz söz şudur:

Kabul edemeyeceğimiz görüşleri ve sözleri bir Cumhurbaşkanı’nın söylemiş olması, ifadelerine resmiyet katmayacağı gibi zaten belli olan fikirlerinin kendine ait olması gerçeğini de değiştirmeyecektir.

Siyasetteki öncelikler her fikre göre değişeceği gibi bizim de Türkiye’nin sorunlarında ve temel konularında önceliklerimiz, bakış açımız ve önerilerimiz çok farklıdır.

Milliyetçi Hareket Partisi demokrasiye, milletleşmeye, dünyaya ve olaylara başkalarının baktığı pencereden bakmak zorunda değildir.

Muhterem Arkadaşlarım,

Dış politikada, Başbakan Erdoğan'ın "kuzu kuzu yaptırırlar" anlayışıyla ortaya çıkan boyun eğmişlik hali maalesef dış politikaya hâkim olmuştur.

AKP zihniyeti’nin varlığını fırsat bilen bütün ülkeler her alanda dayatma listelerini sıralayarak ellerini çabuk tutma yarışına girmişlerdir.

Cumhurbaşkanı Gül’ün açtığı yolda ve hükümetin girdiği çıkmaz sokakta ilerleyen Ermenistan ile ilişkilerin aldığı yeni boyut da bu kapsamda ele alınmalıdır.

Adına "normalleşme" denilerek, bir yandan Ermenistan'la ikili, üçlü görüşmelerle; maç izleme bahanesi ile yürütülen ilişkilerle sürdürülen süreç Ermenistan'a tek taraflı taviz verme aşamasına kadar dayanmıştır.

Türkiye ve Ermenistan arasında İsviçre’de uzun süreden beri yapılan görüşmelerin foyası sonunda ortaya çıkmış, “iyi komşuluk”, sıfır sorun” kılıfı altında bir AKP klasiği olan teslimiyet burada da gerçekleşmiştir.

Geçtiğimiz Nisan ayında bir kez daha gündeme getirilen bu konuda, milletimizin baskısı karşısında geri adım atan Başbakan ve hükümetinin söyledikleri yalanlar da son gelişmelerle ortaya çıkmıştır.

O tarihlerde, Cumhurbaşkanı’nın kendisini ziyaret eden Azerbaycanlı  milletvekillerine hitaben söylediği; "Sizi üzecek bir şey yapmayız.” vaadi ortada kalmıştır.

Başbakan’ın “Biz Azerbaycan, Ermenistan arasında mutabakat sağlanmadığı sürece, Dağlık Karabağ konusunda Türkiye-Ermenistan olarak nihai bir sözleşmeyi imzalamayız.” sözlerinin vadesi de burada sona ermiştir.

Hatırlanacağı gibi, Başbakan tarafından, sözde son Ermeni açılımını Karabağ ile ilişkilendirilme gayretleri de, çok daha haysiyet sahibi olduğu anlaşılan Ermenistan Cumhurbaşkanı tarafından söylendiği hafta anında yalanlanmıştır.

Bu şahıs tarafından yapılan açıklamada “Türkiye ile diyalogun Karabağ sorunundan bağımsız” olduğunun ifade edilmesi Erdoğan’ın sözde açılımına indirilen şamar olmuştur.

Yine bu kapsamda Ermenistan Dışışleri Bakanı’nın geçtiğimiz gün, imzaya açılan protokolü Ermenistan’ın hazırladığını ve Türkiye’nin de kabul ettiğine yönelik açıklaması ile Türkiye’nin Karabağ’ı şart koşmadığını söylemesi Başbakanın aczini ve ikiyüzlü siyasetini ortaya çıkarmıştır.

İmzaya açılan bu protokollerle;

  • Dar bir coğrafyaya sıkışmış bulunan Ermenistan devletinin batıya açılması için önündeki en büyük engel kalkacak ve sınırın açılması ile Ermenistan kazançlı çıkacaktır.
  • İki ülke arasında çok sayıda sorun varken, önkoşula bağlanmayan bir garabetle diplomatik ilişkilerin kurulması öncelikle Ermenistan’ı rahatlatacak geri bir adımdır.
  • Türkiye, üyesi olduğu kuruluşlar nezdinde sahibi olduğu veto yetkisini Ermenistan lehine kaldıracağı yeni bir tuzak alanına girecektir.
  • Önü açılan yolda, Ermenistan bölgedeki küresel enerji oyunlarının yeni bir aktörü haline getirilecek ve kilit rol oynayarak Türkiye’nin bu alanda elini zayıflatacaktır.
  • Bu sözde açılımla Azerbaycan gibi bölgesinde büyük bir güç ve kardeş bir milletin dostluğu, Ermenilerle kucaklaşma adına süren dayatmalarla takas edilecektir.
  • Ermenistan ile ilişkilerin en önemli konusu bilindiği gibi aziz ecdadımızın itham edildiği “sözde soykırım suçlaması”dır.

Bu nedenle, protokollerde yer alan Ermenistan’ın üçüncü ülkelerdeki sözde soykırım iddialarına ilişkin kararların arkasında devlet olarak durmama vaadinin yaptırım gücü ve anlamı olmayacaktır.

Bu karar, sözde soykırım iddialarının siyasal sahibi olan Ermeni Diyasporasını, dünyadaki Ermeni Lobisi’ni bağlamayacaktır.

Sahte soykırım yalanıyla Türk tarihini ve Türk milletini en ağır insanlık suçuyla mahkûm etmek için sürdürülen hayâsız karalama kampanyası bu gevşek mutabakatla sona ermeyecektir.

Açıklanan protokoller, eşit ve dengeli bir adımın gerektirdiği mütekabiliyetten çok uzaktır.

Her iki ülkeyi bağladığı söylenen hususlarda, taviz veren ve geri adıma yanaşan Türkiye’dir.

Bilinmelidir ki, partimiz iki ülke arasındaki temel sorunlar olan,

  • Soykırım yalanına dayalı iddialardan tamamıyla vaz geçilmedikçe,
  • İşgal altında tutulan Dağlık Karabağ bölgesi Azerbaycan'a iade edilmedikçe, Türkiye’ye açılmaktan başka hiçbir seçeneği olmayan Ermenistan’la olan ilişkilerin geliştirilmesini kabul etmeyecektir.

Bize göre Türkiye’nin Ermenistan'la girdiği yeni dönem haysiyet kırıcıdır, onurumuzu zedeleyicidir ve milletimizin hak etmediği seviyesizliktir.

Küresel güçleri memnun etmeye, gönlünü almaya yönelik bu çabalarla  Türkiye, küresel çapta çok ciddi itibar kayıpları yaşayacaktır.

Ve milletimizin en büyük talihsizliği, bu çok kritik dönemde ehliyetten, liyakatten, vizyondan, milli duruştan tamamen mahrum teslimiyetçi kadrolar tarafından yönetiliyor olmasıdır.

Değerli Arkadaşlarım,

Bildiğiniz gibi, ilki 17 Ekim 2007 tarihinde olmak üzere birer yıllık süreler için hükümete verilen Türk Silahlı Kuvvetlerine Sınır Ötesi Operasyon yapma izin ve yetkisinin tekrarlanmasına ilişkin görüşmeler bugün yapılacaktır.

17 Ekim tarihinden başlamak üzere, kesintisiz iki yıldır verilmiş olan yetkilerin Hükümet tarafından etkili ve yeterli seviyede kullanıldığını söylemek mümkün değildir.

Etkisi ve kapsamı sınırlı hava harekatları ile kısa süreli ve dar kapsamlı bir Kara Harekatı dışında bugüne kadar terör inlerine yönelik tam bir imhanın gerçekleşmediği ortadadır.

Yine verilmiş bu yetkinin, teröre kucak açan Kuzey Iraklı mihrakların desteğini kesmede caydırıcı olamadığı da bilinmektedir.

Irak’ın kuzeyinde yuvalanmış teröristlere yönelik askeri bir operasyona bugüne kadar sıcak bakmayıp, siyasi karar ve destek veremeyen, Türk Silahlı Kuvvetlerinin arkasına siyasi irade koyamayan hükümetin bu tavrına rağmen Milliyetçi Hareket Partisi Tezkereye evet oyu verecektir.

Ancak bu desteğimizin hükümetin terörle mücadele etmemek üzere yaptığı hesapları ve özürlü anlayışını değiştirmeye yetmeyeceği anlaşılmaktadır.

Kafaların, duyguların ve fikirlerin karıştırılmak istendiği bu süreç içinde hükümet bir taraftan bölücülüğe kucak açmaktadır, öte yandan vatan evlatları bölücülerle amansız bir mücadele etmek gibi bir ikilemle karşı karşıya bırakılmaktadır.

İhaneti şehir şartlarında sürdürmek için teslim olanın ve siyasete girenin muteber hale geldiği, dağda gezenin ise terörist bile ilan edilemediği karanlık dönem yaşanmaktadır.

Başbakan Erdoğan’a rağmen, terörle mücadele azmini yüksek tutmak artık kaçınılmaz bir zorunluluk ve vatan görevi haline gelmiştir.

Konuşmamın sonunda hepinize yeni yasama yılında başarılar diliyor, saygılarımla selamlıyorum.

 

Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı