13.11.2009 - TBMM Genel Kurulunda Yapmış Oldukları Konuşma Metni.
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Genel Kurulunda Yapmış Oldukları Konuşma Metni.
13 Kasım 2009

 

Sayın Başkan,

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Değerli Üyeleri

Yüce Meclis’i saygılarımla selamlıyorum

Sözlerimin başında, terörle mücadelede vatan ve bayrak uğruna toprağa düşen aziz şehitlerimizi rahmet, minnet ve şükranla anıyor, kalbimizde ebediyen yaşayacak aziz hatıralarını saygıyla yad ediyorum.

Bu şerefli mücadelede gazilik mertebesine ulaşan kahramanlarımıza sonsuz şükranlarımızı sunuyorum.

Bugün, Türkiye Büyük Millet Meclisi, 89 yıllık kutlu tarihinin en talihsiz  günlerinden birisini yaşamaktadır.

Büyük Türk milletinin kurtuluşu, bağımsızlığı, hürriyeti ve birliğinin en büyük temsilcisi olan, en muhteşem mekânı olan bu çatı altında konuşulan konulardan üzüntü duymamak mümkün değildir.

Yedi yıldır, Türkiye’yi derin uçurumlara sürükleyen, yönetim iradesini başka başkentlerin yörüngesine oturtanların, milletimizi bölme hayallerinin burada tartışılmak durumunda kalınması son derece kaygı vericidir.

Hükümet eliyle Türkiye için bölünme modelleri arayışına girilmesine, siyasi tarihimizde ilk defa şahit olunmaktadır.

Dün, Meclisin ilk Başkanı olan Mustafa Kemal’in Anadolu’ya çöreklenmiş işgalcileri atmak için verdiği mücadeleye bakınız.

Bugün, aynı çatı altında bulunanların getirdikleri tekliflere bakınız.

Dün, bir milletin bağımsızlık savaşını tıpkı bir savaş karargâhı gibi doğrudan yönetmiş muhterem kahramanların vatanı kurtarmak için verdikleri mücadeleye bakınız.

Bugün, bu mücadeleyi sorgulatmaya çalışanların çırpınışlarına bakınız.

Dün, Malazgirt’ten buyana bu toprakları vatan yapmak için can vermiş milyonlarca aziz şehidin ve gazinin mücadelesine bakınız.

Bugün, şehidini sorgulatan bir anlayışın düştüğü çaresizliğe bakınız.

Dün, dağınık, moralsiz, umutsuz, yoksul bir milleti bir araya getirmek için elele vermiş; yılgın, küskün, moralsiz kitlelerden büyük bir millet meydana getirmiş kahramanlara bakınız.

Bugün, aynı muhteşem milleti otuzaltıya bölmeye çalışanların heveslerine bakınız.

Bugün burada neyi tartışacağız?

Nasıl bölüneceğimizi mi?

Nasıl ayrılacağımızı mı?

Kardeşlerimizi nasıl terk edeceğimizi mi?

Bugün burada hangi konuda uzlaşacağız?

Devletimizi nasıl parçalayacağımızı mı?

Topraklarımızı nasıl taksim edeceğimizi mi?

İllerimizi kimlere vereceğimizi mi?

Bugün burada hangi karara varacağız?

Şehitlerimize nasıl ihanet edeceğimizi mi? 

Gazilerimizi bir kez daha nasıl yaralayacağımızı mı?

Asker, polis ve korucularımızın hatıralarını nasıl ayaklar altına alacağımızı mı?

Aylardan beri görüşmek, buluşmak, konuşmak, temas kurmak istiyordunuz. İşte buradayız. Milletimizin gözü önünde ve onun şahitliğinde bilmek ve duymak istiyoruz:

Maksadınız bunlardan hangisidir?

Bize ne anlatmak istiyorsunuz?

Bizden istediğiniz nedir?

Bunların hangisini tartışıp, hangisinde uzlaşacağız?

Bunların hangisini kabul edip, hangisine destek vereceğiz?

Bunların hangisine onay verip, hangisini savunacağız?

Ve Allah esirgesin, bunlara izin verirsek, göz yumarsak, görmezden gelirsek,

Muhterem ecdadımıza, ne diyeceğiz?

Ne anlatacağız? Ne söyleyeceğiz?

Şayet varsa, bir yolunuz ve bahaneniz siz söyleyiniz.

Gafletteydik, uyuyorduk, güçsüzdük mü diyeceksiniz?

Görmedik, bilmedik, düşünmedik mi diyeceksiniz?

Oy peşindeydik, günü kurtarmaya çalışıyorduk mu diyeceksiniz?

Bu mekânda ayakta alkışladığınız küresel güçler, öyle istiyordu, 

Pazarlıklar böyleydi, arkamızdan itiyorlardı mı diyeceksiniz?

Ne yapalım, strateji kuruluşları böyle tavsiye ettiler.

Birbirinden değerli zevat da böyle buyurdular.

Çaresiz kaldık, boynumuzu eğdik mi diyeceksiniz?

Devlet kurumları görülmemiş uyum içindeydi,

Birileri de önümüzde fırsat var, kaçırmayalım demişti,

Biz de razı olduk mu diyeceksiniz?

Sayın Milletvekilleri söyleyin ne diyeceksiniz?

Şayet, böylesi bir karanlık yola çıkarsanız, böylesi bir meçhule saparsanız, böylesi felakete kılavuzluk yaparsanız,

Bunu tarihe nasıl anlatacaksınız?

Bunu ecdadımıza nasıl söyleyeceksiniz?

Bunun vebalini nasıl üstleneceksiniz?

Bunun hesabını iki cihanda nasıl vereceksiniz?

Hayır, Türk milleti bunu asla kabul etmez.

Mezhebi, kökeni, yöresi ne olursa olsun, hiçbir kardeşim buna razı olmaz.

Türkiye bir ve bütün olur, bu oyuna gelmez.

Kardeşliğine, birliğine ve varlığına musallat olan bu tehlikeyi elinin tersiyle iter.

Sonsuza kadar var olmanın inancıyla, yıkımın muhataplarına da hak ettiği dersi verir.

Yaşattığı buhranın, sarstığı kardeşliğin, tehlikeye düşürdüğü birliğin hesabını da mutlaka sorar.

Ve niyet sahiplerini uyarıyorum,

Milliyetçi Hareket Partisi’nin Mecliste bulunan 69 kişilik birbirinden değerli arkadaşlarım ve milyonlarca Türkiye Sevdalısı, al bayrağımıza kem gözle bakanların hakkından gelir.

Bugün aldığınız oya bakıp, “Türkiye’nin tamamıyız” deyip duruyorsunuz, dikkat edin;

Hakkari’den, Edirne’ye, Artvin’den, Muğla’ya, Van’dan İzmir’e, Trabzon’dan Mersin’e kadar bu kutlu vatanda yaşayan bütün kardeşlerim hesaplarınızı boşa çıkartır ve gerçeklerle yüzleştirir.

Değerli Milletvekilleri,

Bugün aziz milletimiz son derece endişeli, huzursuz ve tedirgindir. Karşımızdaki sorun çok ciddi bir beka sorunudur.

Bu açılımın amacı, anlamı ve sonuçlarının iyi ve doğru anlaşılması büyük önem taşımaktadır.

Bunun meşruiyetinin değerlendirilmesinde yegane ölçü Anayasa’nın çizdiği hukuki ve siyasi çerçevedir.

Anayasa’nın bu konudaki hükümleri şunlardır:

Türkiye Cumhuriyeti devleti, tek millet ve tek devlet esasına dayanan, üniter yapıda kurulmuş milli bir devlettir. Ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.

Devletin temel amacı ve görevi; “Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini ve Cumhuriyeti korumaktır.”

Siyasi partilerin eylemleri, “Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne” aykırı olamaz. Buna aykırı hareket edilmesi Anayasal yaptırımlar uygulanmasını gerektiren Anayasa suçudur.

Hükümet, milli güvenliği sağlanmasından Türkiye Büyük Meclisi’ne karşı sorumludur.

Milli iradenin tecelli ettiği yegane Yüce makam olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üyeleri görevlerine başlarken “devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü korumak” için büyük Türk milleti önünde namus ve şerefleri üzerine yemin etmişlerdir.

PKK açılımının bu temel ilkeler ışığında anlaşılması ve değerlendirilmesi kaçınılmazdır.

Türkiye son yirmibeş yıldır milli varlığımızı hedef alan silahlı terör ve bölücülük sorunuyla karşı karşıyadır.

Bu süreçte, terörle mücadelede çok ağır bedeller ödenmiştir.

Güvenlik güçlerimiz altıbinin üzerinde şehit vermiş, PKK terörü beşbinden fazla vatandaşımızı katletmiş, gazi olan kahramanlarımız oniki bini aşmıştır.

Bu şerefli mücadelede 2002 yılına gelindiğinde terörün beli kırılmış, bitme noktasına getirilmiştir.

3 Kasım 2002 tarihinde iktidara gelen AKP hükümeti, terörün sıfır noktasına geldiği bir Türkiye devralmıştır.

Ancak, aradan geçen yedi yılda terör yeniden tırmanmış, etnik bölücülük hiçbir dönemde görülmemiş bir şekilde cüret ve mevzi kazanmıştır.

Bugün Yüce Meclis’in önüne PKK açılımıyla çıkan AKP hükümeti, yedi yıllık iktidarı dönemindeki acz ve zafiyetlerden sonra terör örgütüne teslim olma noktasına gelmiştir.

Terörle mücadele bırakılmış, terörle müzakere ve mütareke süreci başlatılmıştır.

Terörün tasfiyesi yerine, milli kimliği ve milli devleti tasfiye etmek için yola çıkan hükümet, bölücülüğün önünü açmıştır.

Terörün talepleri siyaset sahnesine taşınmış, etnik bölücülük meşruiyet zemini kazanmıştır.

PKK açılımıyla yapılmak istenen, terörün silah ve şiddetle yapamadığının siyasi yollarla hayata geçirilmesidir.

Yüce Meclis maalesef bugün PKK’ya teslimiyetin belgesi olan bu yıkım projesini görüşmektedir.

Hükümetin PKK açılımının hareket noktası; terörden beslenen bölücülük sorunun etnik ve meşru kimlik ve hak talebi sorunu olarak tanımlamasıdır.

Bu temelde yapılan tanım, çözümün de etnik kimlik temelinde bulunmasını öngörmektedir.

Bölücü ve ayrılıkçı emellerin toplumsal siyasi kimlik talebi olarak kabul edilmesi, siyasi statü taleplerine zemin hazırlayacaktır.

Sorunun kaynağı ve esası; bireysel hak, temel hürriyetler ve demokratikleşme özlem ve talepleri değildir.

Yapılmak istenilen, bireysel kültürel haklar değil, oluşturulmak istenen bir azınlığın kolektif olarak kullanacağı siyasi azınlık haklarıdır.

AKP’nin açılımında, sorunun en baştan itibaren böyle bir temelde ve etnik sorun olarak kabulü, çözüm sürecinin PKK’nın talepleri doğrultusunda şekillenmesini kaçınılmaz hale getirmiştir.

Böyle bir durumun vahametini, doğuracağı sonuçların ciddiyetini herkes çok iyi görmelidir.

Bu yaklaşım, sorunun farklı etnik kökene mensup vatandaşlarımızın tamamını ilgilendiren ve kapsayan bir sorun olduğunun kabulü anlamına gelmez.

Bunun sonucunda terör örgütü ve etnik bölücülerle, yöredeki kardeşlerimiz aynı kefeye konulacak ve PKK’nın bunların sözcüsü ve temsilcisi olduğu gibi bir sonuç doğacaktır.

Bunun gerçek olmadığı ortadadır. Ancak böylesi bir ciddi tehlike görülmeye başlanmıştır.

Türk milleti ailesine mensup kardeşlerimizin sahip oldukları haklardan vazgeçerek azınlık statüsü arzusunda oldukları ve bölücülük peşinde bulundukları asla söylenemez.

Bu bakımdan böyle bir yaklaşım, bu vatandaşlarımıza yapılacak bir hakaret ve iftira olacaktır.

AKP’nin açılım sürecinin hareket noktası ve temeli bu nedenlerden dolayı yanlıştır, sakattır.

Terörün baskı altına aldığı vatandaşlarımızın yegâne siyasi temsilcileri, eli kanlı veya silahı bırakmış teröristler değil, yalnızca bu çatı altında bulunanlardır.

Sayın Milletvekilleri,

Bu vatan, bundan bin yıl önce gerçek sahibini bulmuştur.

Aradan geçen on asır, bu coğrafyadan tarihe damgasını vurmuş bir büyük milleti ortaya çıkarmıştır. Bunun adı Türk milletidir.

Bu iftihar ettiğimiz beşeri varlık, köklerin, kökenlerin, dillerin, mezheplerin üstünde bir maddi ve manevi bağ ile birleşmiştir.

Bizleri bir araya getiren, acılarımız, anılarımız, zaferlerimiz, hüzünlerimiz ve coşkularımız olmuştur.

Her çekilen halay, her dövülen davul, her buluşulan düğün, her açılan duvak, her doğan çocuk, her sallanan beşik, her tüten ocak, her can veren şehit bizi bir millet yapmıştır.

Ve bin uzun yılda kız alıp vermiş, fetihlere katılmış, işgale direnmiş, vatanı kurtarmış, birlikte üzülmüş, sevinmiş, ağlamış ve gülmüştür.

Ve en önemlisi de evlatlarımız bu değerler uğruna şehit düşmüştür.

Tekraren ilan ediyorum:

Bizi bugüne getiren kökenimiz, doğduğumuz yer, muhterem anamızın dili, ruhumuzu teslim ettiğimiz inancımız ve mezhebimiz ne olursa olsun, bizim adımız Türk milletidir.

Ve son ikiyüz yılda bu coğrafyada yaşananların tamamı bu tertemiz ve soylu milleti Anadolu’dan göndermek üzerine oynanmıştır.

Türk milletinin, üç kıtadaki varlığını hazmedemeyen Haçlı zihniyetinin Türk ve İslam cihan devleti için ne düşündüğünü milli tarih okuyan herkes bilir.

Türkleri Anadolu’dan atmak hayali, yüzyılları aşarak günümüze kadar ulaşan vazgeçilmez bir emeldir.

Güçlü olduğumuzda boyun eğenler, gücümüz tükendiğinde hemen sindikleri yerden doğrulmuşlardır.  Ve bir sır gibi taşıdıkları amaçları gerçekleştirmenin yollarını her fırsatta aramışlardır.

Çanakkale savaşı, hakimiyet havzalarını kaybederek, son yaşama alanımız olan Anadolu’ya sığındığımız şehadet, göç ve ıstıraplarla dolu acı tablo içinde gerçekleşmiştir.

Aziz milletimiz, altı asırlık hükümranlığının sonucunda, ana yurda, baba toprağının sınırlarına, asli unsurun ocağına dönmüştür.

Bu tarihten sonra, büyük Türk milleti için dönülecek başka toprak parçası, gidilecek başka göç güzergâhı ve verilecek başka vatan köşesi de kalmamıştır.

Anlamakta ve anlamlandırmakta güçlük çekenlere tekrarlıyorum:

Burasının adı Türkiye, milletinin adı ise Türk milletidir.

Ya, bu topraklar ve üzerinde yaşayan millet bir ve bütün tutulacaktır, ya da Türk milleti Anadolu’dan atılacak ve tarihten silinecektir.

Bilmeyenleriniz varsa, ben buradan tekraren söyleyeyim. Bunun adı tarihi Şark Meselesidir.  Ve tarafları bellidir.

Bir yanda Türk milleti, diğer yanda yedi düvel.

Bir yanda milletimiz, inançlarımız, değerlerimiz ve bayrağımız; diğer yanda haçlı zihniyeti.

Bugün adının değişmiş olması, maskelerin değişmiş olması, bu tarihi emelleri değiştirmemiştir. Bunu görmek lazımdır. Bunu bilmek lazımdır.

Adına ne denirse denilsin, ister fırsat, ister çare, ister yol haritası, ister açılım, dayatılmak istenenler Şark Mesele’sinin bugünkü uzantısıdır.

Adı üstünde, jeo-politik, üzerinde yaşanılan coğrafyanın yöneticilerine yüklediği yönetim sorumluluğunu ve vizyonunu tanımlar.

Yüksek siyaset, kaynağını ve duruşunu coğrafyadan alır. Her coğrafyanın doğal ve zorunlu politikası vardır.

Anadolu üzerinde yaşıyor olmanın da bir jeopolitiği vardır ve bin yıldır değişmemiştir.

Coğrafya aynı duruyorken (ki öyledir); on asırdır bu topraklardan yükselen politik dinamikleri değiştirirseniz, buradan hepinizi uyarıyorum ki coğrafyayı mutlaka kaybedersiniz.

Ve size başka başkentlerin jeopolitiğinden doğmuş yeni coğrafyalar dayatılırken, onun da politiğini öngöremezseniz ve anayurt politiği ile eklemleyemezseniz, ortaya kesinlikle dağılma ve yıkılış çıkacaktır. Bugün karşımızdaki tehlike de budur.

Bu kaçınılmaz akıbeti değiştirecek bir tek olumlu örneğe tarih henüz şahitlik etmemiştir.  İnsanlığın geçmişi, tarihin çöplüğü bunu öngörememiş yöneticilerin ve devletlerin enkazı ile doludur.

Coğrafyamız tartışılırsa, milletimiz; milletimiz tartışılırsa devletimiz; devletimiz tartışılarsa bayrağımız ve bayrağımız tartışılırsa varlığımız ortadan kalkacaktır.

Bunlar ne fantezi bir düşünce, ne bir vehim, ne bir sendrom, ne bir paranoyadır.

Binlerce yıllık insanlık tarihinin, yüzlerce yıllık milletler mücadelesinin, millet olmanın inceliklerine nüfuz edebilmiş bir yüksek fikriyatın, derin duyuşun ve milli tarihe vakıf olmanın eseri ve sonucudur.

Bunlar benim şahsi fikrim değil, bin yıllık millet varlığının bu topraklarda tutunmak için, kanla, gözyaşıyla, çileyle bugüne aktardıkları stratejik miras ve emanetlerdir.

Bütün bu gelişmeleri ve yorumlarımı, iyi niyetli olduklarını düşünmeye devam etmek istediğim iktidar partisinin değerli milletvekillerine ve yüce meclise hatırlatmak isterim.

Bir kez daha düşününüz. Bir kez daha oynanan oyunun bütününü tarihi perspektif ile dün, bugün ve gelecek vizyonuyla değerlendiriniz.

Karşımızda, yeni bir Sevr dayatması olduğunu mutlaka göreceksiniz.

Yüzyılın başındaki küresel aktörlerin, oyunların ve parçalanma taleplerinin sadece isim değiştirmiş olduğunu da bileceksiniz.

Sayın Milletvekilleri,

Hükümetin çeşitli isim zinciri arasından en sonunda karar kıldığı kavram “milli birlik projesi”, bunun formülü olarak da sunduğu reçete “demokrasi”dir.

Kuşkusuz ki, her ikisi de çağdaş bir toplum arayan herkes için cazip, sıcak gelen, hoşa gidecek davetkâr kavramlardır.

Burada bu kavramların nasıl bir makyaj içerdiğini, bunların hangi niyetleri maskelediğini açıklayacak değilim. Zaten buna da zaman yoktur.

Ancak, şunu ifade edeyim ki; çağımızın çok önemli kavramı “demokrasi”dir. Bizim de vazgeçemeyeceğimiz temel siyasi zeminimizdir.

Demokrasi bir yandan ülkelerini ve toplumlarını müreffeh ve güçlü hale getiren yönetimlerin kuvvet kaynağı olmuştur.

Ama, aynı zamanda içi boş bir demokrasi arayışında ülkelerini maceralara atan yöneticiler için ustaca hazırlanmış bir tuzak anlamı da taşımaktadır.

Özellikle emperyal fikirler ve emellerin çağımızda en iyi saklandığı sığınak demokrasi iddiasıdır. En güçlü bahane ise, mazlum milletlere demokrasi götürme olmuştur.

Teröristbaşı bile ayrı bir devlet kurma fikrini “demokratik Cumhuriyet” denilen bir istismarın içine sıkıştırmak durumunda kalmıştır.

Hükümetin “Kürt sorunu diyerek başlattığı sözde açılım süreci de kısa zamanda demokrasi ambalajının arkasına saklanmıştır.

Başbakan Erdoğan, gittiği her yerde “demokrasinin eksikliğinden” sorunları “demokrasinin çözeceğinden” bahsetmeye başlamıştır.

Ve Sayın Cumhurbaşkanı da yasama yılının açılışındaki konuşmasının tamamına yakınında, farklılaştırma odaklı düşüncelerini demokrasiye atfederek yapmıştır.

Elbette demokratik kültürün yeni gelişme alanları, demokrasi fikrini de demokrasi ihtiyacını da değiştirip geliştirmektedir.

Ancak, Sayın Başbakan’ın etnik kimlikleri kaşırken kullandığı ve Sayın Cumhurbaşkanının da farklılıklara vurgu yaparken sözünü ettiği eksikliğin, gerçekten bir demokrasi noksanı olup olmadığı tartışılmalıdır.

Ve bunun da aranacağı ilk yer, toplumun bir ahenk ve düzen içinde gelişerek yaşamalarını sağlayan kurallar manzumesinin başlangıcı olan anayasadır.

Kimliklere yönelik bir baskıdan söz edebilmek için vatandaşlarımızın sahip oldukları temel hak ve özgürlükleri düzenleyen anayasaya bakmak lazımdır.

Burada ise temel soru, milletimize mensup ve devletimize vatandaşlık hukuku ile bağlı olan kişilere ırkı, dini, dili, mezhebi veya kökeni itibariyle kanunlar nezdinde bir ayrımcılık yapılıp yapılmadığı konusudur.

Bu soruya vereceğimiz hakkaniyetli cevaplar, gerçekte bir siyasal sorun olup olmadığını da ortaya koyacaktır.

Anayasanın 10 uncu maddesi gereğince;

“Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.

Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.

Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.

Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. “

Anayasanın 12 inci maddesi uyarıca:

“Herkes, kişiliğine bağlı dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.”

Anayasanın hükümlerince, Türkiye’de fertler arasında hiçbir sebeple ayırım yoktur. Her fert,  Anayasada da gösterilen bütün insan hak ve özgürlüklerine sahiptir.

Bu hak ve özgürlükleri demokratik meşruiyet hudutları içerisinde serbestçe kullanır, bütün siyasal faaliyetlere katılır, seçme ve seçilme hakkına sahiptir.

Bu itibarla, hiçbir vatandaşımız, yasalar karşısında eşit vatandaşlık haklarını fiilen ve hukuken kullanamadığını iddia edemez veya bu haklardan mahrum olduğunu söyleyemez.

Bugün gerçekten de iddia edildiği gibi ülkemizin bir bölümünde bir eşitsizlik var ise bu, yılların ihmaliyle oluşmuş yokluk ve yoksulluğun neden olduğu mahrumiyettir.

Bugün gerçekten bir demokrasi sorunu ve özgürlük eksikliği varsa bunun önündeki engeller de devlet yapımızda ve yasalarımızda değildir.

Yöredeki vatandaşlarımızın tam bir mahkûmiyet içinde bulundukları katı feodal yapının ve terörün neden olduğu ferdi özgürleşme sorunudur.

Bu özgürlük ise kimliklerin kaşınması ile değil, feodal baskı ortamının ve terör baskısının ortadan kaldırılması için sosyal ve ekonomik süreci hızlandıracak tedbirlerin alınmasıyla mümkün olabilecektir.

Bu tedbirleri almanızda size engel olan yoktur. Yedi yıldır işbaşındasınız yapsaydınız. Yapamadıysanız şimdi yapmaya başlayınız.

Ancak, bunları ihmal edip, ferdin sahip olduğu haklar dışında millet bütünlüğü içinde yer alan bir topluluğa değişik adlar altında, siyasal haklar vermeye çalışmanızı kabul etmeyiz. Edemeyiz.

Böylesi teklifler, hem varlığımıza tehdit, hem de Anayasaya aykırıdır, değiştirilmediği sürece de milletimize ve yasalara karşı suç niteliğini koruyacaktır.

Ve şayet ülkemizdeki insanlarımızın bir kısmında kendilerini ifade edememe sorununun varlığı iddia ediliyorsa, bu sorunun çözümündeki engel anayasal değil sosyolojik ve ekonomiktir.

Bu itibarla milletleşmeye katılamayacak kadar geri bağ ve bağlantıları aşamamış bir ferdin, hangi dili konuşursa konuşsun sorunları asla tükenmeyecektir.

Zira yaşadığı buhran ve yoksulluk, dikkat buyurunuz, anasının dilinden değil, sahip olduğu dar ve kısır toplumsal ve ekonomik çemberin kırılamamasından ileri gelmektedir.

  • Türkiye Cumhuriyeti, bugüne kadar hangi etnik kökenden gelene menşeini sormuş ve ayrımcı muamele etmiştir?
  • Kucaklayıcı ve konuksever gönlüne sığınmak isteyen hangi topluluğu reddetmiş, hangisini menşei itibariyle aşağılamıştır?
  • Hangi başbakan’a, hangi bakana veya hangi işadamına kökeni nedeniyle farklı muamele yapılmış, bireysel yükselme yolları sözde ayrımcılık nedeniyle tıkanmıştır?
  • Kim ülkemizde kökeni nedeniyle, anasının dili nedeniyle, yönetime, siyasete, ticarete, idareye, memuriyete, bürokrasiye giremediğini iddia edebilir?
  • Kim cumhurbaşkanı, başbakan, meclis başkanı, general, profesör, vali, bürokrat ve büyükelçi olamayacağını söyleyebilir?

Değerli Arkadaşlarım, bugün ülkemizi yöneten kadrolara baktığınızda devletimizin ve milletimizin nasıl haksız bir ithamla karşı karşıya bulunduğunu anlayabilirsiniz.

Özellikle belirtmek istiyorum:

İşte bu yüce Meclis çatısı altında ve hükümet bünyesinde yer alan arkadaşlarımıza lütfen bakınız.

Fikirlerine katılmayız, düşüncelerini benimsemeyiz, hatta şiddetle karşı çıkarız, ama aileleriyle de doğdukları yörelerle de iftihar ederiz. Hepsi bizim milletimizin evlatlarıdır.

Milletimizin hiç de hak etmediği suçlamaların tekzibini, bizim böyle bir arayışımız olmasa bile, bazı hükümet üyelerinin zaman zaman dile getirdikleri kökenlerine bakarak anlayabilirsiniz.

Bu noktaya ulaşmakta özel zorluklar yaşamış olabilirler. Bunlar ülkemin kimlik değil genel sosyo-ekonomik sorunlarıdır.

Ama herkes için açık olan yolda yarışa katılıp öne çıktılar ve bu en yüksek millet eserinin üyesi olma şerefini taşıyorlar.

Bu yörelerden gelen sayın üyelere hayatın her alanında kapı açan bir hukuk sistemi, neden birilerini dağa çıkmaya sevk etmiş olsun?

Bu itibarla, hükümetin yapacağı şey, kimlikleri kaşımak değildir, tahrik etmek değildir.

Bir’i önce otuz altıya bölüp, sonra tekrar bir yapmaya çalışmak değildir.

Türk milleti zaten birdir, devleti birdir, vatanı birdir, bayrağı birdir ve lisanı birdir.

Yapacağınız iş, teröre teslim olmak değil, ortadan kaldırmaktır.

Terörist, adı üstünde eline silah alarak kanlı eylemler yapan canilerin tanımıdır.

Bunlar Güroymak’ın eski adını isteyen veya yasal yoldan hakkını arayamamış olduğu için dağa çıkmış masumlar değildir.

Bizden çözüm istiyordunuz. İşte bizim çözüm önerimiz şudur:

1. Yurt içinde ve yurt dışındaki bütün teröristler silahları ile birlikte teslim olmalıdır.

2. Tamamı Türk adaletine hesap vermeli ve verilecek hükme rıza göstermelidir.

Hükümetin de ilk görevi tamamını teslim alıp, adaletin önüne çıkartmaktadır.

İkinci yapacağınız iş ise, yokluk, işsizlik, yoksulluk çemberini kırarak bu mevkilere kadar ulaşmak için yola çıkmış diğer evlatlarımızın önünü açacak tedbirleri geliştirmektir.

Anayasa, ülkemin herhangi bir yerinde doğmuş vatandaşıma ülkemdeki her mevki ve makama yükselme hak ve imkânlarını sonuna kadar vermektedir.

Anayasayı kurcalayarak, kolektif kimlik ve hakların oluşmasına cevaz vererek ulaşacağımız sonuç bilmelisiniz ki, kutuplaşma, bölünme, çatışma ve ayrılıştır.

Değerli Arkadaşlarım,

Bizim anlayışımıza göre, milletin varlığı ve devamı, asla vazgeçemeyeceğimiz, devletimizin ve demokrasimizin varlığı ve devamından daha önceliklidir ve değerler sıralamasında diğerlerinden daha öndedir.

Allah göstermesin, devletimiz çöküntüye uğrasa da, demokrasimiz kesinti yaşasa da, eğer milletimiz ayaktaysa, yıkılmamışsa, dağılmamışsa, ayrışmamışsa kaybettiğimiz bu değerlerin tamamını yeniden inşa etme imkânımız her zaman vardır.

Geçmişte 15 olduğunu söylediğimiz yıkılışların, 16 kuruluşla sonuçlanmasının esas nedeni ve gerçek dayanağı da budur. Milletin varlığını ve birliğini koruması ve sürdürmesidir.

Biz demokrasiyi milletimizin huzur ve refahı için istiyor ve diliyoruz.

Yoksa içi ve içeriği bilinmeyen bir demokrasi arayışı için Türk milletini dağıtmak ve harcamak gibi bir lüksümüzün olamayacağını düşünüyoruz.

İçi boş bir demokrasi arayışını, devletin ve özellikle milletin önüne çıkaran anlayışların, iyi niyetli bile olsalar, nasıl yıkıma götürebileceğini anlamak ve ders almak için son iki asırlık tarihimize bakmak yeterli olacaktır.

Milletsiz ve devletsiz demokrasi beklentisi gibi sığ arayışların Osmanlı Devletini adım adım nasıl parçaladığını görmek lazımdır.

Başka yerde olumlu sonuçlar veren tedbirlerin, bizde nasıl yıkımla neticelendiğini bilmek ve ibret almak lazımdır.

Elbette ki, Mustafa Reşit Paşa’nın, Mehmet Ali Paşa’nın, Fuat Paşa’nın ve Mithat Paşa’nın siyasal hayatımıza katkılarının olduğunu inkâr edemeyiz.

Ne var ki, aynı şahısların Osmanlı İmparatorluğunu yıkıma kadar götüren sürecin mimarları arasında olduklarını da gözden kaçırmamak gerekmektedir.

Tanzimatla başlayan süreç kuşkusuz ki, milletimizi tebaadan vatandaşa, monarşiden cumhuriyete ve mutlakıyetten demokrasiye doğru ilerleten sürecin başlangıcıdır.

Ancak aynı süreç farklı kimliklerin imparatorluktan hızla kopmasının da başlangıcı olmuştur.

Temennimiz yanlıştan tez dönülerek Türkiye Cumhuriyetinin, Türk milleti kimliği ile demokrasinin güvencesiyle sonsuza kadar bir ve beraber yaşamasıdır.

Değerli Arkadaşlarım,

Bildiğiniz gibi açılım denilen sürecin ilk ortaya çıkışından itibaren partimiz bu konuda kesin ve kararlı bir duruş göstermiştir.

Bu tavrımızdaki temel kaygımız, sürecin millet bütünlüğünü parçalayarak, yeni kimlikler oluşturmasıdır.

Ortaya çıkan bu kimlikler, kendilerine yeni idari çekim merkezleri bulacak ve millet yapısı parçalanarak, milli ve üniter devlet çökme noktasına gelecektir.

Biz siyasetimizi birleştirme ve uzlaştırma üzerine inşa ederken, hükümetin tercihi ayrıştırma ve farklılaştırma üzerine olmuştur.

Siz milleti oluşturmuş alt kültürleri tekerleme halinde bir bir sayarken, konuşmamda da vurguladığım gibi “Türk Milleti” kavramında ısrarımın ve tekrarımın nedeni budur.

Ve ortaya çıkan bu sonuç, hükümeti başından beri Milliyetçi Hareket Partisinin sahiplendiği milli kimlik, milli devlet, milli dil ve milli tarih merkezinden hızla uzaklara götürmüştür.

Oysa ki, millet varlığını korumak, geliştirmek, birleştirmek ve ilerletmek görevi öncelikle hükümet olmak üzere hepimize aittir.

Unutmayalım ki,

Ülke, birbiri ile müşterek oluşturamayacak kadar farklı insanların kafesler, duvarlar veya tel örgüler arkasında, birbirleriyle zorla ve temassız yaşadıkları toprak parçası değildir.

Devlet, insanların farklılıkları üzerine inşa edilerek ve farklılıkları korumak ve artırmak için örgütlenmiş yapılar demek değildir.

Millet ise farklılıklarını korumak isteyen, hatta farklılıklarını artırmayı amaçlayan insanların topluluk oluşturduğu beşeri yığın demek hiç değildir.

Tarih, çağdaş devletlerin ortak duyuş ve düşünüş için bir araya gelmiş, beraber yaşamayı arzu eden insanların oluşturdukları uzlaşma alanları olduğunu ortaya koymaktadır.

Bu uzlaşmanın günümüzdeki yöntemi elbette ki demokratik kurallar ve temel hak ve hürriyetlere riayettir.

Yine tarih, toplumla uzlaşacak müşterekleri azalmış olanların milletten koparak aynı geleceği paylaşmaktan uzaklaştığının örnekleri ile doludur.

Elbette ki bir arada yaşamanın, insanlığın ulaştığı medeni seviye itibariyle baskı, zulüm, eritme veya yok etme ile sağlanamayacağı da açıktır.

Bu itibarla, bugün hükümetin bir görevi, belki de en önemlisi, vatandaşlık hukukuyla kendisine bağlı saydığı insanların benzeştiği yönleri bireysel tercihlerine saygı göstermek şartı ile artırmaktır. Ayrıştırmak değildir.

Siyaset kurumu eliyle toplumda ortaya çıkacak olan benzeşme ile barış, refah, huzur ve gelecek üzerinde ittifak sağlanabilir.

Böylesi bir kaynaşma sürecinin devam etmesi ile bir devlet çatısı altında ve millet kimliği ile yaşama arzusu güçlü ve kalıcı halde tutulabilir.

Bugün dünyanın millete dayalı güçlü ülkelerinin tamamına yakını yeni kimlik oluşturacak ve kolektif ayrılıklara yol açacak girişimleri reddeden anlayışları geliştirmişlerdir.

Kaynaşma ile bir arada yaşama, farklılaşma ile ayrışma arasında istense de istenmese de yakınlaşma ve doğal paralellik olacaktır.

Kısaca aykırılıkların ayrılıklara; benzeşmelerin birleşmelere temayül göstermesi kaçınılmazdır.

Farklılıklar sürekli vurgulanarak, körüklenerek, kışkırtılarak birlikte yaşama imkânı nasıl sağlanacaktır?

Önce üniter yapı içinde otonomi, sonra federasyon ve sonra bağımsız devlet kurma talepleri nasıl önlenecektir?

Yıllardan beri Avrupa Birliğinin dayatmaları ile sözde aydınların oluşturduğu işbirlikçi lobilerin baskısıyla bitmek bilmeyen taleplere karşı verilecek tavizin son sınırı nerede çekilecektir?

Aldıkça  iştahı kabaran ve adım adım emellerine yaklaşan bölücülüğün duracağı yer neresi olacak, hükümetin direnci nerede ortaya çıkacaktır?

Birilerinin ayrıştırmaya, bölmeye yönelik talepleri demokrasi içinde görülecekse, bilinmelidir ki bizim misli ile göstereceğimiz tepkiler de aynı demokratik çerçevede olacaktır.

Dikkatinize sunmak isterim, kesinlikle vermek istemeyenlerle, ısrarla almak isteyenler arasındaki engeller zayıfladığında, mesafeler kısaldığında,  taraflar görüş menziline girdiğinde ortaya çıkabilecek gelişmeler hakkında aranızda bir fikri olan veya öngörü geliştiren var mıdır?

Özellikle açılım sürecini farklılıklar üzerine oturtmaya çalışanlar, PKK taleplerine göz kırpanlar bu sorulara gerçekçi bir cevap vermek durumundadırlar.

Bu cevapları vermeleri gerekenlerin hiçbir hazırlıkları yoksa, hatırlatmak isterim ki, hayatın müştereklerinin bağlayıcı kuvveti, farklılıkların zayıflatıcı etkisinden mutlaka üstündür.

Aslolan, bir arada bulunmayı isteyen, toplumsal düzeyde aynı değil ama benzer düşünmeyi sağlamış, teşekkül etmiş milli vicdanı nedeniyle benzer tepkiler veren, aynı kültürden beslenen kimliğe ve kişiliğe sahip toplumlar oluşturabilmektir.

Özellikle dildeki farklılaşmanın resmiyet kazanması, başkalaşmayı ve birlikten uzaklaşmayı doğuracaktır ki, bu süreçten, önce bir dilin etrafında oluşmuş bütün değerlerin tartışmaya açılması kaçınılmaz hale gelecektir.

Bizlerin bir devlet çatısı altında buluşmuş olmamızdan maksat, tarihi sosyolojik sürecin akışı içinde bir arada yaşamayı istemiş olmamızdır.

Ve ortak bir coğrafyayı, bizi var eden değerler etrafından sürdürme arzumuzdan doğan doğal bir uzlaşmadır.

Devletin de görevi bir arada yaşamak için uzlaşılmış bu siyasi yapıyı güçlendirmektir.

Yine bu amaçla sevinçte, kıvançta ve tasada ortak duyguları uyandırmak, uyandırılmasının önünü açmak ve elbette ki birbiriyle bütünleşmesini sağlamaktır.

Bu bütünleşmenin en güçlü vasıtası ortak kültür hazinemiz, resmi dilimiz ve eğitim dilimiz olan Türkçedir.

Herkes anasının dilini konuşup konuşmamak hususunda serbesttir. Bu doğal ve haklı durum, gündelik hayattaki özel münasebetlerin kurulmasında bir engel değildir. Mani olacak kimse de yoktur.

Ancak resmi dilimizin dışındaki ikinci bir dilin kamusal alanda resmiyet kazanması milletin birlik ve devamlılığını durduracaktır.

Eğer Türkçemiz, hepimizin günlük iletişim dili olmaktan çıkarsa bilimin, sanatın, yargının, eğitimin, idarenin dili olmaktan da adım adım çekilir ve sonunda yönetim gücü ortadan kalkar.

Bu itibarla, hiçbirimizin soyut bir demokrasi putu peşinde ve sanal açılım paketleri ile milletimizin ufalanmasına göz yummamız ve millet birliğinden vazgeçmemiz asla mümkün olmayacaktır.

Değerli Milletvekilleri,

Bugün üzerinde tartışmaya açılan vahim süreç ve gelişmelerle ilgili olarak düşüncelerimiz ve yorumlarımız bu kısa oturumda şimdilik bunlardan ibarettir.

Son olarak, haftalardan beri, ekranlarda, köşelerinde, koltuklarında, bizim görüşümüzü merakla bekleyen bazı siyasi parti yöneticilerine, sözde aydınlara, işbirlikçi lobilere, merak ettikleri duruş ve görüşümüzün özetini huzurunuzda tekrarlamakta yarar görüyorum.

Bu sözde açılım projesi, bölgemizdeki su ve enerjiyi ele geçirmek, kontrol altında tutmak ve stratejik olarak rezerve etmek isteyen Küresel Gücün yazdığı Büyük Ortadoğu Projesi’nin dayatmasıdır.

Tarihi kökleri itibariyle sömürgeciliğe karşı duruşu ve mazlum İslam ülkelerinde mücadelesi bilinen siyasi İslamcılığın bugünkü fason sahipleri,  bu proje ile küresel oyununun parçası haline gelmiş ve ırkçı noktaya sürüklenmişlerdir..

İmralı, PKK, AKP, Peşmerge ve ABD’nin birlikte oynadığı bu oyunun sonunda milletimizin birliğinin, devletimizin tekliğinin, bin yıllık kardeşliğimizin devamı asla mümkün değildir.

 “Farklılıklarımız zenginliğimizdir” bahanesiyle kurcalanan kimliklerin tahrikiyle uyanacak etnik ayrımcılığın, sosyolojik zeminde tutunmasıyla birlikte ne anayasalar, ne yasaklar, ne tavsiye kararları ve ne de sözde demokratik açılımlar bu yıkımı durdurmaya yetmeyecektir.

Bu aşamaya kadar bile, PKK terör örgütünün 25 yılda yapamadığı ayrışma ve husumeti hükümet kısa sürede başarmış ve terör örgütü ile kahraman, fedakâr şehitlerimizi, gazilerimizi ve aziz yöre halkını aynı kefeye oturtmuştur.

Türk milleti adı ile oluşmuş milli kimliğin kırılması ile sonuçlanacak süreçte alt kültürlerin kimlik haline gelmesiyle derin bir ayrışma ve husumetin tohumları atılmaya başlanmıştır.

Bu gelişmelerle birlikte, vatan topraklarını ve kardeşliğimizi canı pahasına savunan vefakâr ve fedakâr yöre halkının ve korucuların çaresizleştirilerek, PKK’nın insafına ve zulmüne teslim edilmesi tehlikesi ortaya çıkmıştır.

Vatana bağlılığı şüphe götürmeyen, iş, aş ve mülk edinmiş, vergisini veren, vatan borcunu ödeyen, ödemeye devam etmek isteyen ve Türk milleti kimliğinde buluşmuş yüz binlerce kardeşimizin birlikte yaşama şartları, ortamı ve huzuru da bu ayrıştırma süreci ile tehlikeye atılmıştır.

Geri gidiş yaşayan sosyolojik süreçleri, ara istasyonlarda cebri tedbirlerle durduracağını zannederek kendinde güç vehmedenler var ise insanlığın tecrübesine aykırı olan bu niyetin sonuç alamayacağını bilmeleri gerekli olacaktır.

Milliyetçi Hareket, oyunu görmüş, okumuş ve bozmuştur. Başbakan’ın geri adım atarak, sıkıştığı anlarda sığındığı takiyye alışkanlığı ile milletin, devletin, bayrağın ve vatanın tekliğine vurgu yapmak zorunda kalmasının nedeni budur.

Milliyetçi Hareket Partisi,

Millet varlığına ve milli kimliğe açık tehdit oluşturan bu siyasi sapmalara sonuna kadar karşı çıkmaya devam edecektir.

Kardeşliğimizi ve birliğimizi korumak isteyen aziz vatandaşlarımıza baskı kurmak için oluşturulan şer cephesine karşı duracaktır.

Toplumda teslimiyet ve bıkkınlık dalgası yaratarak milletimizin direncini kırmak isteyen gelişmeleri engelleyecektir.

Partimiz düşüncelerini milleti ile açıkça paylaşacak, mücadelesini millet huzurunda sürdürecektir.

Milliyetçi Hareket Partisi bu oyunun içinde, yanında veya yakınında asla yer almayacaktır. Yeni yöntem, hile ve hülle arayışları da kesinlikle sonuç vermeyecektir.

Türk Milleti’nin birliğiyle, haysiyetiyle ve geleceğiyle oynayan, Türkiye’yi yıkıma götüren küresel aktörlerin, siyaset tüccarlarının, menfaat çetelerinin ve bölücü ihanet odaklarının oyununu bozmak ise vazgeçilmez milli görevimiz ve namus borcumuz olacaktır.

Milliyetçi Hareket Partisi bu sorumluluğun takipçisi olacak, hesap vakti geldiğinde bu yıkımın müsebbiplerinin yakalarına mutlaka yapışacaktır.

Ancak her şeye rağmen girdiğiniz yoldan dönmemekte ısrarlı iseniz, Türkiye Büyük Millet meclisindeki sandalye sayınız yeterlidir.

Açılım ortağınızla birlikte elele veriniz ve hodri meydan, bölünme yasalarını çıkartabiliyorsanız çıkartınız.

Sayın Milletvekilleri,

Türkiye’nin bütünlüğünün ve birliğinin tartışılmaya çalışıldığı bugünlerde şu gerçeklerin bir kez daha hatırlanmasında yarar vardır.

Çanakkale savunması ve Cumhuriyetin ilanı ile imza altına alınan Lozan anlaşması, bin yıllık vatan toprağımız olan Anadolu’nun nihai senedidir.

Türk milleti sınırları ve milli kimliği ile ilgili son sözünü o tarihte söylemiştir.

Bu son sözün karşılığı, 1915 Çanakkale’sinden, 1922 İzmir’ine kadar adım adım, karış karış savunulan vatan toprakları ve dökülen şehit kanları ile tescil edilmiş ve bedeli ödenmiştir.

Yıllardır terörle mücadelede verdiğimiz şehitlerimiz ve gazilerimiz de bu son sözün şahitleridir.

Yüzyıl önce, en umutsuz ortamda bile Türk milletine gücü yetmeyenlerin, bugün yeni ihanetlerle şanslarını denemeye çalışmaları beyhude bir gayrettir.

Bilinmelidir ki, tercihini milli kimlikten, kardeşlikten ve bağımsızlıktan yana kullanan Milliyetçi Hareket için bu konu, bir daha açılmamak üzere kapanmıştır.

Bu vatanın kurucusu ve sahibi aziz millet varlığına hep birlikte vücut veren büyük Türk Milleti ailesidir. Türk milleti bu fırtınalı badireleri atlatacaktır.

Tarih ihanetleri de kahramanları da geçmişte kaydetmiştir. Şimdi de kaydedecektir.

Bu millet, bugün de kendine ihanet edenlerle, kahramanları ayırarak kaydedecek  ve asla unutmayacaktır.

Girdikleri yanlış yolda sonuna kadar gideceğini söyleyenler çok iyi bilmelidir ki,

Milliyetçi Hareket Partisi Türkiye’nin geleceğinin ateşe atılmasını bedeli ne olursa olsun, nasıl ödenecekse ödensin önlemeye azimli, kararlı ve hazırdır.

Yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum.