19.01.2010 - TBMM Grup Toplantısı Konuşması
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısı Konuşması
19 Ocak 2010

 

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Basınımızın Muhterem Temsilcileri

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Konuşmama iki değerli dava adamının Hakk’a kavuşması üzerine duyduğum derin üzüntüyü sizlerle paylaşarak başlamak istiyorum.

Bunlardan birincisi, Türk milliyetçiliğine düşünce ve eserleriyle önemli katkılarda bulunmuş ve fikriyatımızın filizlenme dönemlerinde merhum Başbuğumuz Alparslan Türkeş Bey’le yol arkadaşlığı yapmış olan değerli fikir ve bilim adamı Prof. Dr. Reha Oğuz Türkan’ın vefatıdır.

Diğeri ise, 1965 yılında Cumhuriyetçi Köylü Milet Partisinden başlayarak, 1999 yılına kadar Milliyetçi Hareket Partisi’ne gönlünü ve ömrünü vermiş aziz dava büyüğümüz Sivas Şarkışla eski ilçe Başkanımız ve davamızın aksakallısı merhum Tevfik Çiçek Beyin vefatıdır.

Merhum dava ve gönül arkadaşlarımıza Cenab-ı Allah’tan rahmet, milletimize ve ailelerine başsağlığı dilerim. Mekânları cennet kabirleri nur olsun.

Muhterem Milletvekilleri

Bildiğiniz gibi Amerika Kıtasında Karaib Denizinde bir ada ülkesi olan Haiti’de yaşanan depremin etkisi büyük olmuş ve hepimizi derinden üzmüştür.

Kıta’nın en yoksul ülkelerinden biri olan Haiti’de depremin yol açtığı büyük can kayıpları, içinde bulunduğu trajediyi daha da artırmıştır.

Bu büyük felaket, bir deprem kuşağı üzerinde bulunan ülkemizde ve özellikle Marmara Bölgesinde geçmişte yaşadığımız acıları hepimize yeniden hatırlatmıştır.

Konunun uzmanlarının uyarılarını artırdığı şu günlerde dileğimiz, Cenab-ı Allah’ın böyle bir felaketten insanlığı ve elbette ki ülkemizi koruması, hükümetin ve yerel yönetimlerin ise muhtemel kayıpları en aza indirecek bütün tedbirleri mutlaka almış olmasıdır.

Değerli Milletvekilleri,

Takdir edersiniz ki, tek başına iktidar çoğunluğu, her siyasal partinin ülkesi için düşündüğü projeleri gerçekleştirme yolunda elde edebileceği en büyük imkândır.

Yedi yıl iki aya girmekte olan bir siyasal iktidar için bu kadar uzun süre, projeleri olan, hazırlığı bulunan, kadroları yeterli, iyi niyetle yaklaşan ve sorunları çözmeye kararlı bir hükümet için en önemli fırsattır.

Türkiye yıllardır yaşadığı kronikleşmiş siyasal istikrarsızlıkları ve ağır sorunları aşabilmek adına Adalet ve Kalkınma Partisi’ne 2002 yılında bu büyük imkânı ve fırsatı sunmuştur.

Sorunlara gerçek gündemin ışığında bakan ve ülkenin durumunu bütün çıplaklığı ile analiz eden bakışın, bir siyasal hareketin ülkemiz için neyi yapıp neyi yapamayacağının anlaşılması açısından sahip olduğu sandalye sayısı ve hükümet olma süresi fazlasıyla yeterlidir.

AKP hükümetleri ile geçen yıllar, aylar ve haftalar milletimizin verdiği büyük siyasal desteğin karşılığında hak ettiklerini bir türlü alamadıkları, beklentilerini karşılayamadıkları, ümit ettikleri refah, kalkınma ve huzura ulaşamadıkları derin hayal kırıklıkları ile geçmiştir.

AKP hükümetleri ile geçen yedi yılı aşan israf olmuş süre, bu zihniyetle geçecek gelecek günlerin de acil çözüm bekleyen temel meseleler açısından bir sonuç vermeyeceğini hepimize göstermiştir.

Bugüne kadar yaşadıklarımızın tecrübesi, önümüzdeki dönemlerde de AKP’nin yapacaklarını değilse bile yapamayacaklarının neler olabileceğini tereddüde mahal vermeyecek şekilde ortaya koymuştur.

Bu hükümetle yaşanmaya devam edecek bir gelecekte

  • Daha mutlu bir toplum,
  • Daha müreffeh bir hayat,
  • Daha huzurlu bir aile,
  • Daha onurlu ilişkiler ile,
  • Daha fazla kardeşlik, daha fazla kucaklaşma olmayacaktır.

Toplum şimdi bu gerçeği görmeye başlamış, sanal başarı tablolarının, sahte kahramanlıkların, aldatma ve kandırma üzerine kurgulanmış senaryoların, geleceğine kurduğu tuzakların farkına varmış, hükümeti ve kadrolarını sorgulamaya başlamıştır.

Bizim hükümetin meşruiyetini ve iktidarını kaybettiğini söylerken kastettiğimiz de işte budur.

Geleneksel Türk siyasetinin şablonları iktidara talip olanın gelecek zamanı, iktidardan gidecek olanınsa geçmişi konuşmaya başladığı bir kısır döngüyü ortaya koymaktadır.

Dikkat ederseniz, hükümetin de proje, politika ve iddialarında gelecek vizyonu tamamen tükenmiştir.

Başbakan ve ekibinin son aylarda fikirlerine hakim olan temel duygular, sürekli olarak geçmişin konuşulduğu, başarısızlıklara mazeretlerin ve bahanelerin üretildiği, muhalefetin iktidar yıllarının eleştirildiği, sıkışıldığı yerde ise hakarete başvurulduğu ucuz demagoji çarkıdır.

Tipik bir başarısız siyaset anlayışının ve yönetemeyen iktidar zihniyetinin işaretleri olan bu emarelere son zamanlarda anayasa tartışmaları da dahil olmuştur.

Bu gelişmelerle beraber hükümetin ömrünü tamamlamış olduğu ve uzatmaları oynamaya çalıştığı da ortaya çıkmıştır.

Bu itibarla, AKP’nin artık daha yüksek sesle dile getirdiği anayasa değişiklikleri konusuna bu açıdan da bakılmasının yararlı olacağı düşüncesindeyim.

Hükümet yıllardır sağlayamadığı huzurun, refahın, kalkınmanın ve adaletin sorumlusunu yedi yılın sonunda bulmuş ve anayasayı işaret etmiştir.

Başbakanın ve hükümetinin çizdiği tabloda, yoksulluğun, yolsuzluğun, terörün, gerginliğin, kutuplaşmanın, işsizliğin ve çaresizliğin nedeni yıllardır ülkeyi açmaza sürükleyen AKP zihniyeti değil, Anayasa’nın maddeleridir.

Zannedersiniz ki, anayasa değişince bolluk bereket yağacak, yolsuzluklar önlenecek, yandaşlar kayırılmayacak, terör ve bölücülük son bulacak,  AKP zihniyetinin isteyip de bir türlü yapamadığı iyi şeylerin önündeki tek engel de ortadan kalkacaktır.

Oynanmak istenen oyun budur. Bugüne kadar başarısızlıklarına maddi ve manevi bahaneler ve istismar alanları bulabilen hükümetin denemediği son istismar alanı Anayasa kalmıştır ve şimdi de bu şansını denemeye çalışmaktadır.

Bize göre, anayasalara, iktidarların sıkıştığı yerde, çözümlerin tıkandığı anda demokrasiyi ve hatta Türkiye’yi kurtarma misyonu yüklemek abartılı bir taleptir.

Bu konuda 2002 yılında yine Meclis Grup kürsüsünden ifade ettiğim bir düşüncemi tekrar etmek istiyorum.

“Böyle bir bakış açısı, özellikle iki bakımdan temelden sakat ve yanlıştır. İlk olarak, herhangi bir siyasi kurallar manzumesinin herhangi bir ülke ve demokrasinin tek başına kurtarıcısı olması mümkün değildir.

İkinci olarak, anayasalara, seçim ya da siyasi partiler kanunlarına böyle bir rol yüklemenin en büyük zararını yine ve öncelikle demokrasinin kendisi görmektedir.

Çünkü, böyle bir ortamda uygulamalardan arzulanan sonuçlar alınamadığı ölçüde siyasi kurallara karşı gelişen tepki, kolayca siyasi kurumlara ve demokrasiye de sirayet edebilmektedir.

Sonuçta, demokrasiyi koruma ya da geliştirme adına yapılan değişiklikler, ilk önce demokrasinin kendisine zarar vermeye başlamaktadır.” TBMM Grup Konuşması - 30 Nisan 2002

Değerli Arkadaşlarım,

Bildiğiniz gibi bir ülkenin işleyiş ve ilerleyişinin, toplumun bir arada yaşama iradesinin yazılı bir beyanı olan anayasalar kutsal metinler değildir.

Yaşayan ve gelişen dinamik süreçlere tabi olan toplumun, değerlerin, çağın ve insanlığın değişimine uygun olarak bu temel yasaların da değişime uğraması kaçınılmaz ve doğaldır.

Anayasalar değişime direnemeyeceklerine göre değişebilirler ve değişmişlerdir.

Ülkemizde de Anayasa tartışmaları anayasal nitelikli ilk metinlerin doğduğu günden bu yana yapılmıştır.

İlk yazılı anayasa tecrübemiz olan 1876 Kânun-u Esasî’den buyana geçen beş çeyrek asırlık dönemde, beş defa anayasa yapılmış, birçok kez de ciddî kapsamlarda anayasa değişiklikleri gerçekleştirilmiştir.

Ne var ki, bu değişikliklerin tamamını toplumsal beklentilerin karşılanmasına yönelik bir ön alma olarak görmek yeterli olmayacaktır.

Zira bu değişimlerin bir bölümünde rejimle ilgili sorunlar varken, bir bölümünde ise iç dinamiklerin yerine dışarıdan gelen tesir ve dayatmaların rolü olduğu açıktır.

Ben burada Türk Anayasa tarihinin ayrıntılarına girecek ve değişimlere neden olan siyasi ve sosyal olaylara değinecek değilim.

Partimizin anayasa ve anayasa değişiklikleri ile ilgili görüşleri bellidir ve 22 Temmuz 2007 Milletvekilliği Genel Seçimlerinin ardından yapılan Anayasa tartışmalarının yaşandığı dönemde 2 Ekim 2007 tarihli Grup konuşmasında ayrıntıları ile vardır.

Ancak önemle vurgulamak gerekir ki, bizleri bir arada tutan temel değer “beraberce yaşama” arzumuz üzerine tarihten buyana şekillenmiş sayısız “uzlaşma” alanlarından oluşmaktadır.

Bu birbirinin içine geçmiş ve girift hale gelmiş uzlaşma alanları;

  • Cumhuriyetin demokratik, laik, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayanan temel niteliklerini benimseyerek, üniter yapının vaz geçilmezliği ile yerel ve yöresel farklılıkları Türk kültürünün zenginliği sayan “sosyal uzlaşma”,
  • Siyasi partilerin iktidar muhalefet ayrımı gözetmeden millet yararına faaliyetlerini yürütebilmesi ve demokratik kültürün esas alınmasını öngören, aynı zamanda sosyal uzlaşmanın geniş kesimlere yayılmasını sağlayacak “siyasi uzlaşma”,
  • Ekonomik sorunların çözümü, nimet ve külfetin bütün kesimlerce hakça paylaşılması konusunda “ekonomik uzlaşma”, ve
  • Ülkemizin dünya ekonomi ve siyasetinde söz sahibi olabilmesi için inanç ve ülkü birliğinin sağladığı “hedeflerde uzlaşma” dır. 2007 Seçim Beyannamesi

Adına millet dediğimiz böylesi bir karmaşık ve her bireyi kapsamasını esas aldığımız uzlaşma alanlarının yazılı metinleri olan anayasaların da ancak toplumsal bir mutabakat ile hazırlanması kaçınılmazdır.

İhtiyaç duyulacak değişikliklerin, anayasanın, gerçek bir “Toplum Sözleşmesi Belgesi” olması için mümkün olabildiğince geniş bir uzlaşma ile gözden geçirilmesi ve gerekli değişikliklerin iç dinamikler hesaba katılarak yapılması da şarttır.

Partimiz, anayasaları değişmez kurallar bütünü olarak görmediği gibi, anayasayı değiştirme konusunda da milli hassasiyetler haricinde menfi düşüncelere sahip değildir.

Milliyetçi Hareket Partisi, “Hukukun üstünlüğünün, insan şeref ve haysiyetinin; fikir, teşebbüs, din ve vicdan özgürlüğünün teminatı olarak demokrasiyi sadece bir siyasî rejim değil, aynı zamanda bir hayat tarzı olarak görmekte; sosyal ve siyasî ilişkilerde, demokrasinin bütün kurum ve kuralları ile işletilmesinin gereğine yürekten inanmaktadır.”

Anayasamızın ise “mümkün olabildiğince geniş bir uzlaşma ile genel sınırlama hükümlerinden daha çok, genel koruma hükümlerine yer veren ve özgürlüğü esas alan bir nitelikte olmasını” gerekli görmektedir. “ 2009 Parti Programı

Anayasa değişikliklerine münferit bir girişim olarak değil, milletinin hizmetine odaklanmış bir idari yapılanma ve toplumsal gelişim projesinin bir unsuru olarak yaklaşmaktadır.

“Milliyetçi Hareket Partisi;

  • Millete hizmeti esas alan etkin devlet,
  • Adaleti her alanda hakim kılmak için yapılanmış hukuk devleti,
  • Kurum ve kurallarını insanların temel hak ve özgürlüklerinden hareketle oluşturmuş demokratik devlet,
  • Bütün vatandaşlarına insanca yaşama şartlarını oluşturan sosyal devlet, ve
  • Vatandaşlarının din ve vicdan özgürlüğünün teminatı laik devlet, temel anlayışı içerisinde;

-        Şeffaf, katılımcı, performansa dayalı,

-        Hesap verme sorumluluğunu esas alan,

-        Vatandaşın hizmet sunumunu denetlediği,

-        Düzenleyici, denetleyici, yol gösterici,

-        Gerektiğinde koruyucu ve kollayıcı,

-        Değişim ve gelişimi sürekli kılan bir idari yapı öngörmektedir. 2007 Seçim Beyannamesi- Devlet ve Yönetim Reformu Projesi”

Ve yine bu kapsamda anayasa değişikliklerini demokrasinin gelişmesi ve kurumsallaşması çerçevesinde ele almaktadır.

Ancak, bütün bu iyi niyetli yaklaşımlarımıza karşılık, anayasal ve yasal zeminini iyileştirip zenginleştirmenin yanında, ona hayat verecek seviyeli ve ilkeli siyaset kültürünü geliştirmek için de, samimî ve kararlı olmak gerekmektedir ve bu konuda siyaset aktörlerinin mesafe aldıklarını söylemek zordur.

Siyasetin gerçek ve doğru bir süreç hâline gelmesi, demokrasinin gelişmesi ve yerleşmesi, her şeyden önce uygun bir zihnî iklimin ve aktörlerin varlığına bağlıdır.

Hem siyaset hem de fikir dünyamızın böyle bir zihniyet dönüşümü yaşamadan, verecekleri kararların bir anlamı olmayacağı gibi yasaların da gerçek gücüne ve işlevine kavuşması çok zor, hatta imkânsız görünmektedir.

Zira, ne derece gelişmiş yasalar çıkarırsanız çıkarınız, siyaset kalitesinin ve fikir dünyasının düşüklüğü, demokrasinin gelişimine yönelik kurumsal ve hukukî mekanizmaların varlığını ve etkisini azaltan ve hatta ortadan kaldıran temel faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.

Nitekim, Türkiye’de demokratikleşme ve insan haklarına sürekli vurgu yapanların, bizi bir millet olarak güçlü yapan ve bir toplum olarak sımsıkı bir arada tutan yaşama kültürünün siyasi değerini hiç önemsememeleri ve milli kimliğe karşı oluşları tam bir paradokstur.

Ne kadar mükemmel anayasalar çıkarırsanız çıkarınız, siyaset, eğer ince rekabetten uzaklaşır ve bölünme ve kavga üzerine kurgulanırsa, bunun toplumda kaos olarak yansıması kaçınılmazdır. Bu yönüyle siyaset kendi kuyusunu kazan bir siyasi organizmaya dönüşür.

Bugün karşımızdaki tehlikenin adı budur ve Adalet ve Kalkınma Partisi de bu açmaza sürüklenmiştir.

Bir anayasanın neler getirip neler götüreceğinin, neleri önleyip neleri kazandıracağının sonuçları bizzat anayasa metninin kendi meselesi değildir. Bu öncelikle onu uygulayacak siyasî ve sosyal aktörlerin bir meselesi, tecrübesi ve yeteneğidir.

Bu itibarla, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin geride kalan yıllardan bugüne gelen,

  • Uzlaşmaz ve itici tavırlarına,
  • Başına buyruk siyaset anlayışlarına,
  • Dayatmacı ve tehditkâr üslubuna,
  • Milli kimliğimizi tahribat arayışlarına,
  • Özürlü demokrasi algısına,
  • Bölücü terörle girdiği sıcak ilişkilere,
  • Etnik ayrımcı fikirleri temsil eden yıkıcı projelere,
  • Farklı düşüncelere yönelik aşağılayıcı tutumlarına,
  • Uluslararası dayatmalara karşı teslimiyetine, baktığımız zaman hükümetin hazırlığını yaptığı anayasa değişiklikleri teklifine güven duymamız mümkün görülmemektedir.

Bu konuda peşin hükümlü olmaktan uzak durarak, yapılması önerilen değişikler ortaya çıktığında ve kamuoyu ile paylaşıldığında,  partimiz konuya ilişkin ayrıntılı değerlendirmeleri yapacak ve sonucunu açıklayacaktır.

Bizim kim tarafından önerilirse önerilsin anayasa değişikliklerinde karşılığını arayacağımız sorular şunlar olacaktır:

1-      Türkiye, yirmi birinci asrın ikinci on yıllarında terör, yoksulluk, yolsuzluk, hayat pahalılığı ve işsizlik belalarını yenmiş bir ülke olacak mıdır?

2-      Ülkemiz, siyasal yapısındaki antidemokratik unsurları tasfiye ederek modern demokrasilerde olduğu gibi düşünce, inanç, teşebbüs, örgütlenme ve benzeri alanlarda temel hak ve hürriyetleri güvence altına alan demokratik devlet yapısına kavuşacak mıdır?

3-      Vatandaşlarımız, herkesin aynı milletin evladı olmaktan gurur duyacağı, ayrışmayı değil birleşmeyi, farklılaşmayı değil kucaklaşmayı, kutuplaşmayı değil buluşmayı sağlayacak toplumsal uzlaşmayı gerçekleştirecek midir?

4-      Türkiye, birbirinden uzaklaşmamış, birbirine yabancılaşmamış bir millet yapısı ile etnik köken, inanç, mezhep gibi doğallıkların milli kimliğin ve bin yıllık kardeşliğin zenginliği olarak görüldüğü bir toplum hayatına ulaşacak mıdır?

5-      Devletimiz, taviz ve teslimiyet döngüsünden kurtulup, bağımsız karar verebilen, yeryüzünde sözü geçen ve dünyaya başkent Ankara vizyonu ile bakabilen kudret haline gelecek midir?

6-      Ve bütün bunlar olurken, bizi bir millet olarak tanımlayan ve milli ve üniter varlığımızı güvenceye alan anayasamızın başlangıç maddesinde ifadesini bulan kabullere ve Cumhuriyetin kurucu değerlerine saygı ve riayet gerçekleşecek midir?

Bizim anayasa tartışmalarında arayacaklarımız bunlardır.

Bize göre, bunlara evet demek, bunun için mücadele etmek, Türkiye’nin ve Türk milletinin kaderine sahip çıkmak, geleceğini inşa etmek demektir.

Milliyetçi Hareket Partisi için anayasa değişikliklerinin dayandığı ilkeler, bundan sekiz yıl önce yaptığımız bir tespitin ve çizgimizin tekrarı olan şu hüküm olacaktır:

“Bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin geliştirilmesi ve teminat altına alınması ve kamu düzeninin ve millî bütünlüğün sağlanması ve korunmasıdır. “TBMM Grup Konuşması-31 Ocak 2002

Değerli Milletvekilleri,

Demokrasinin ve demokratik kültürün vazgeçilmez göstergesi ve zemini olan uzlaşma arayışları, işbirliği arzusu, farklı görüşlere saygı gibi temel erdemlerin olmadığı bir siyaset ekolünün anayasa gibi çok önemli bir konudaki yaklaşımlarını temkinle karşılamak gerekmektedir.

Bizim geçmişte defalarca yaptığımız;

  • Temiz bir yönetim için dokunulmazlıkların kaldırılması,
  • Alevi kardeşlerimizin taleplerinin karşılanması,
  • Terör ve şiddet dışındaki hallerde parti kapatmak yerine bireysel sorumluluk getirilmesi,
  • Siyasi ahlak yasasının çıkartılması,
  • YÖK kanununun değişmesi gibi tekliflerimize AKP’nin bugüne kadar kayıtsız kaldığı ve kaçtığı ortadadır.

Şimdi ise, yıllardır bekleyip özellikle geçtiğimiz yaz başından itibaren adına sözde açılım dedikleri “yıkım projesini” piyasaya sürmelerinden sonra konuyu gündeme getirmiş olmaları geri plandaki niyetleri ortaya çıkarmaktadır.

  • Etnik ve mezhep temelli ayrışmayı kaşıyan,
  • Hak taleplerine şiddet uygulayan,
  • Demokratik gösterileri zorbalıkla önlemeye çalışan,
  • Özel hayatın gizliliğine yönelik ihlali meşru sayan,
  • Adaletin tecellisinde özgürlüklerin kısıtlanmasına göz yuman,
  • Medyaya baskı arayışlarını sürdüren,
  • Şeffaflıktan ve dürüstlükten kaçan ve
  • Kapalı kapılar ardında siyaset belirleyen bir zihniyetin sözde demokrasi aradığını ve anayasayı demokratikleştirmek istediğini söylemek tam bir garabettir. Buna aldanacak kimse de yoktur.

Demokrasi; açık siyasî kurumlar, şeffaf ilişkiler rejimidir. Bu ilkeleri benimsemeden, hukuk devleti kavramına sahip çıkmadan, terörü reddetmeden, düşünce, inanç ve örgütlenme özgürlüklerini kurumsal hale getirmeden demokratikleşmede mesafe almak zordur.

Bu oyunun izleri geridedir Ve Avrupa Birliği ile Amerika Birleşik Devletlerinin dayatmalarının Başbakan’ın zihnindeki tezahürlerinde aramak lazımdır.

Biz her ortam ve fırsatta milletimizi şimdilerde karşısına çıkacak bu girişim için uyarmıştık:

  • AB’nin yeni anayasa talepleriyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yeniden tarif edilmek isteneceğini,
  • Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yapısını ve siyasi sistemin Anayasada ifadesini bulan temel hükümlerinin AB ile uyum adı altında değiştirilmeye çalışılacağını,
  • Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerinin terk edilerek yeni bir yapıya kavuşturulmasının talep edileceğini,
  • Mezhep ve köken itibariyle ayrıma gidilerek vatandaşlarımızı siyasi ve hukuki planda milli azınlık olarak tanımlanma arayışının hız kazanacağını,
  • Otuzaltıya bölünmüş Türkiyelilik kimliği yaratılması için üniter yapıda kurulmuş milli devletin tasfiyesinin amaçlanacağını,
  • Bu tavizlerin bölücülüğü coşturarak terörü siyasallaştıracağını ve bölücülüğe anayasal statü kazandıracağını,
  • Keskinleşen yapay kimliklerin ve zorla yaratılacak azınlıkların ortak kurucu olacağı yeni bir devlet modeline giden yolun açılacağını,
  • Bu heves ve taleplerde bölücülerle AKP zihniyetinin emel ve fikir birliği içine gireceğini ve işbirliğine başlayacağını,
  • Bizim yıkım adını verdiğimiz bu niyetleri gerçekleştirmek için ise iktidarın her yolu meşru göreceğini açıkça ifade etmiş ve öngörülerimizi kamuoyu ile paylaşmıştık.

Özellikle 27 Kasım 2007 tarihli Grup Toplantımızda, Avrupa Birliği İlerleme Raporuna atıfta bulunarak; AB, Türkiye’nin kültürel haklar konusundaki Birleşmiş Milletler Sözleşmelerine koyduğu çekinceleri kaldırması talebini tekrarladığını,

Ve bunun gerçekleşmesi halinde ise Türkiye sözkonusu sözleşmeleri imzalarken “Anayasa’nın 3. ve 42. maddeleri uyarınca Türkiye’de resmi dilin Türkçe olduğunu ve Türkçeden başka dillerin eğitim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadil olarak okutulamayacağına” yönelik kaydın ortadan kalkacağını” söylemiştik.

Bugün gelişmeler bizi haklı çıkarmış, açılım adı verilen yıkım süreci ile birlikte başlatılanlarla, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel harcı olan bütün ilke ve değerler tartışmaya açılmış, milli devlet niteliğini ve üniter yapısını tasfiye etmeye yönelik bir kampanya, şimdi anayasa değişiklikleri aşamasına geçmiştir.

Türkiye’de etnik ayrımcılığa zemin oluşturacak ve Türk milletini bölerek ayrı bir millet şuuru yaratılması amacına hizmet edecek dayatmalara yasal kılıf arama ve Başbakanın tabiriyle hazmettirme süreci başlatılmıştır.

Başlangıçta masum taleplere cevap verecek değişikliklerle başlanacak ve ardından gerçek niyetler ve başarılabilirse asıl amaçlar ortaya çıkartılacaktır.

Hükümetin vatandaşlarımızın yaşadığı ağır sorunları bir kenara atarak var olduğunu iddia ettikleri kimlik sorunları üzerinde yoğunlaşmış olması, çok tehlikeli bir sürecin yaklaşmakta olduğunu haber vermektedir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin eşit haklara sahip vatandaşları arasında böyle bir ayırım ve sınıflandırma yapılmasının Türkiye’nin milli birliğini tahrip edeceği ve karşımıza etnik çatışma ve ayrışma sürecini çıkaracağı çok açıktır.

Bizden hiç kimse adına ne denilirse denilsin, milli kimliğin parçalanarak yeni azınlıklar yaratılmasına izin vermemizi, bin yıllık kardeşliğin Meclis eliyle bozulmasını, ayrışma ve parçalanmaya götürecek bir çıkmaz yola göz yummamızı beklememelidir.

Böylesi bir alçaklık hiç kimsenin haddi ve hakkı değildir.

Değerli Milletvekilleri,

Yeni bir anayasa hazırlanması ve Anayasada değişiklik yapılması 22 Temmuz 2007 tarihinden itibaren AKP tarafından gündeme getirilmiş ancak bilim adamlarına hazırlatıldığı söylenen taslak metin Meclis zeminine indirilmemiştir.

2008 yılının Eylül ayında dönemin TBMM Başkanının komisyon kurulmasına yönelik teklifi de karşılık bulmamıştır.

Sonunda, hükümetin “PKK açılımı” ile yapmayı planladığı yıkımın,  anayasa değişiklik paketleri ile önümüzdeki haftalarda Meclis’e getireceği anlaşılmaktadır. Ve bu yönüyle Türkiye’nin gündemine giren anayasa değişikliği, önümüzdeki dönemde en çok tartışılacak konuların başında yer alacaktır.

Yeni bir anayasa hazırlanması veya mevcut anayasada köklü değişiklikler yapılması, ancak siyasi istikrarın olduğu ve uzlaşmanın zemin bulduğu bir ortamda düşünülebilecek bir husustur.

Hükümetin neden olduğu toplumsal gerilim ve başbakanın ruh hali bugünkü şartlarda böyle bir istikrardan söz etmeyi mümkün kılmamaktadır.

Bu bakımdan siyasi normalleşme süreci başlatılmadan ve Türkiye’yi yönetme kabiliyetini kaybetmiş bugünkü hükümete dayalı siyasi tablo değişmeden, yeni anayasa hazırlanması hem doğru ve hem de mümkün değildir.

Ancak, Adalet ve Kalkınma Partisi anayasa değişikliğiyle ilgili ısrarını sürdürecekse Milliyetçi Hareket Partisi’nin önerileri şunlar olacaktır. 

1-      Öncelikle TBMM’nde temsil edilen siyasi partilerden teşekkül etmiş bir ‘Anayasa Değişikliği Uzlaşma Komisyonu’ oluşturulmalıdır.

2-      Bu komisyonun değişiklik talepleri üzerinde mutabakata varacağı maddelerle ilgili ‘Demokratik Sözleşme’ yapılmalıdır.

  • 3-      Değişikliği öngörülen anayasa maddelerinin kararı, erken ya da zamanında yapılacak Milletvekilliği Genel Seçimlerinden sonra oluşacak 24.Dönem TBMM’nin iradesine bırakılmalıdır.

Bu tekliflerimize rağmen, Cumhuriyetin temel ilkelerini ve devletin siyasi yapısını yıkmayı amaçlayan siyasi faaliyetleri meşru hale getiren bir düzenleme yapmasının önünde Meclis çoğunluğu bakımından AKP’nin sayısal bir engeli bulunmamaktadır.

Ancak, bu yolu tercih ederse, bu zorlamaların yaratacağı çok ağır sorunların vebali, sorumluluğu ve faturası da kendisine ait olacaktır ve kestirilemeyecek sonuçların bedelini de mutlaka ödeyecektir.

Türk milli kimliğini adeta utanılacak sakıncalı bir kimlik olarak gören Başbakan’ın, utandığı Türk kimliğinden uzaklaşması ve kendisine yeni kimlik bulması için anlaşıldığı kadarıyla anayasa değişikliği gerekmektedir.

Böylesi bir yola tevessül edenler bilmelidir ki, laikliğe karşı eylemlerin odağı olma suçunun yanında, milletin bölünmez bütünlüğüne yönelik eylemlerin de odağı haline geleceklerini buradan hatırlatmak istiyorum.

Bugüne kadar partimiz, ülkemizin hayrına olacak yasalaşma süreçlerinin yanında olmuş, zarar göreceğine hükmettiği girişimlerin karşısında yer almıştır. Şimdi de aynı prensiplerle meselelere bakacaktır.

Anayasa değişikliklerinde vazgeçilmez ölçümüz Anayasamızın başlangıç ilkelerinde anlamını bulan temel değerler ve her değişiklik teklifinin bu değerlere nasıl yansıyacağının kapsamlı analizinden geçecektir.

Bizim uzlaşma ve diyalog zeminimiz ancak bu esaslara saygı ve riayetle mümkündür.

Milliyetçi Hareketin ayrılıkta, bölünmede, çatışmada ve bunların ihtimalinde bile mutabakat araması, yıkım ortağı olması veya böyle görünmesi asla ve asla mümkün değildir.

AKP’nin bu konudaki gerçek niyetleri ve samimiyet derecesi, değişiklik paketinin kapsamı ve diğer unsurları ortaya konulduğunda daha iyi anlaşılacak ve ayrıca değerlendirilecektir.

Bütün temennimiz, bu konunun Türkiye’de yeni gerginlik ve kutuplaşmalara yol açmaması ve ülkemizin sağ-salim genel seçimlere kadar ulaşabilmesidir.

Bu açıdan demokrasi ile kumar oynamanın, referandumu bir demokratik imkan gibi görmeden tehdit vasıtası olarak sunmanın kimseye faydası olmayacaktır.

Kimden ve nereden gelirse gelsin, hangi siyasi görüşe sahip olursa olsun,

  • Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerini ve yapısını tartışmaya açmak,
  • Etnik köken farklılıklarına dayanarak bunları yıkmaya çalışmak,
  • Ayrışmanın dinamitlerini demokratikleşme kılıfı ile ateşlemek,
  • Bölücülüğü meşru ve yasal hale getirmek veya bunlara seyirci kalmak devletin ve milletin varlığına kastetmekle eş değerdir ve kim ne derse desin bizim için ihanet demektir.

Milliyetçi Hareket bu emelleri besleyenlere hiçbir şart altında asla geçit vermeyecektir.

Değerli Milletvekilleri,

Konuşmamın bu bölümünde, Türkiye için çok hayati ve stratejik bir önemi olan enerji konusu üzerindeki görüş ve düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bildiğiniz gibi son günlerin en belirgin tartışma alanlarından birisi nükleer santral yapım işinin ihalesiz ve doğrudan doğruya yabancı bir ülkeye verilmesi üzerinde şekillenmiştir.

Başbakan Erdoğan’ın geçtiğimiz hafta gerçekleşen Rusya seyahati esnasında iki ülke arasında, “Türkiye'de Nükleer Santral Tesisi Konusunda İşbirliği Ortak Beyannamesi”nin imzalanmasıyla birlikte dikkatler haklı olarak bu konuya odaklanmıştır.

Nükleer enerjiyle ilgili kamuoyuna yansıyan yeni bilgilerden, Başbakan Erdoğan’ın; hukukun genel kurallarını ihlal edip yeni bir usulsüzlük alanı oluşturmaya çalıştığı görülmüştür.

2008 yılının Mart ayında, nükleer santral inşasıyla ilgili başlatılan ihale sürecinde, Danıştay’ın; konuyla ilgili Yönetmeliğin üç maddesiyle ilgili yürütmeyi durdurma kararı verdiği ve bunun arkasından da ilgili kurumun ihaleyi iptal ettiği bilinmektedir.

Tek katılımcı olmasına rağmen ısrarla devam ettirilen ve alınan teklif fiyatının yüksek olması dikkate alınmaksızın sonuçlandırılması için azami gayret sarf edilen nükleer santral ihalesi böylelikle yargı kararıyla engellenmiştir.

Hukuki sorunlar ortada dururken, bu defa da arkadan dolanarak ve yargıyı dolaylı da olsa etkisiz bir konuma sokmak suretiyle; nükleer santral yapımının, devletlerarası bir anlaşmayla sürdürülmesinin kararlaştırıldığı Başbakan Erdoğan’ın açıklamalarından açıkça görülmektedir.

Başbakan Erdoğan’ın, şeffaf ve rekabet şartlarını içinde barındıran bir ihale süreci yerine, tahsisle nükleer santral inşa etme yolunu seçmesi bizim açımızdan son derece şaibeli bir durumu ortaya çıkarmıştır.

Daha önceki ihale sürecindeki eksiklikleri ve hukuki yanlışları düzeltmek yerine, ben yaptım oldu mantığıyla, nükleer santral yapım işinin doğrudan doğruya yabancı bir ülkeye verilme kararının AKP hükümetinin karanlık siciline yeni bir ilaveden başka bir anlamı olmayacaktır.

Başbakan Erdoğan’ın, nükleer santral yapımı işinin Rusya’ya verilmesi halinde, Samsun-Ceyhan boru hattından petrol akması için söz aldığı kamuoyuna yansımıştır. Ve Rusya’nın, rafineri yapımına ortak olması pazarlık konularından birisi olmuştur.

Başbakan Erdoğan’ın bu ilişki ağını, tamamen yandaşları kayırma üzerine temellendirdiği şüphesi belirmiştir. Taşıdığı unvanlarla kartvizitinde yer kalmayan Başbakan, şimdi de uluslararası iş takipçisi olarak yeni bir sıfata haiz olmuştur.

Eğer bu iddialarımızın hilafına gelişmeler varsa; AKP iktidarının, bu son olayla ilgili gerçekleri açıklaması siyasi bir namus meselesi haline gelmiştir.

Ortadoğu ülkeleriyle iç içe olduğundan beri kendisini şeyh, sultan ya da emir gibi görmeye başlayan Başbakan Erdoğan, bilmelidir ki; bu ülke ve kaynakları kendi malı ve hanedanının dilediği gibi kullanacağı mirasyedi hazinesi değildir.

Burası Türkiye Cumhuriyetidir ve yine herkes bilmelidir ki hukuk kurallarıyla idare olmaktadır.

Şüphesiz vatanın sahibi de büyük Türk milletinden başkası değildir ve asla da olmayacaktır.

Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım,

Bulunduğumuz yakın coğrafya, dünyanın ispatlanmış petrol ve doğal gaz rezervlerinin yüzde 72’sine sahiptir.

Enerji üssü olan ülkelerle enerjiyi kullanan ülkeler arasında geçiş güzergahında bulunan Türkiye’nin küresel projelerde, AKP iktidarıyla birlikte taşeron ülke olarak kullanılması alabildiğine artmıştır.

Nitekim Dünyanın gelecek 25 yılda, enerjiye duyduğu ihtiyacın yüzde 50 dolayında artması, savaşlara ve turuncu darbelere kadar varan küresel ayak oyunlarının bölgemize kaymasına neden olmuştur.

Enerji güvenliğinin bekçiliğiyle oyalanan AKP hükümeti, Orta Doğu ve Orta Asya enerji kaynaklarının dünya pazarlarına güvenli bir şekilde ulaştırılması konusunda vazifelendirilmiş durumdadır.

Sürekli olarak enerji köprüsü ve terminali olmakla iftihar eden iktidar partisi, uluslar arası dayatmalarla enerji projelerinin pasif bir unsuru olmaktan bir rahatsızlık duymamaktadır.

Geçiş güzergâhında bulunduğumuz başlıca enerji projelerine rağmen çiftçimiz yine artan fiyatlardan mazot almaya devam etmekte, vatandaşlarımız arabalarına koyacak benzini almakta yine zorlanmaktadır.

Ve halen dünyanın en pahalı akaryakıt satışlarından birisi ülkemizde gerçekleşmektedir.

Ayrıca bu soğuk kış aylarında evlerini ısıtmaya çalışan aziz vatandaşımız, doğal gaz faturalarını öderken çok sıkıntı çekmekte, dikkatlerini her an yapılması gündemde olan zamlara çevirmiş bulunmaktadır.

Biz enerji geçiş güzergâhı olunmasından elbette bir rahatsızlık duymuyoruz. Ancak, asıl itirazımız ve kabul edemediğimiz husus; bu sürecin tek taraflı olmasına ve AKP hükümetinin pazarlık masalarında beliren siyasal şantajlara boyun eğerek uysal ve teslimiyetçi bir görüntü çizmesine yöneliktir.

Enerji koridoru olmamız, boru hatlarının ülkemizden geçmesi Başbakan Erdoğan’ın yakınlarına ve destekçisi işbirlikçi çevrelere yarıyor olabilir.

Ne var ki, bu konuda aziz milletimizin menfaatine ve ağırlaşan enerji faturasının hafiflemesine bir katkı sağlamadığı bu zamana kadarki tecrübelerle sabittir.

Kabul etmeliyiz ki; Türkiye’nin enerji talebi her geçen gün artmakta ve bu alanda var olan arz, ihtiyacı karşılamaktan hızla uzaklaşmaktadır. Nitekim 1990 ile 2008 yılları arasında birincil enerji talebindeki yükselme yüzde 4,3 seviyesinde gerçekleşmiştir.

Bu haliyle ülkemiz, geçtiğimiz yıllar boyunca enerjiye duyulan ihtiyacın en çok arttığı ülkelerden birisi haline gelmiştir. Bununla birlikte, son on yılda, özellikle doğal gaz ve elektriğin Çin’den sonra en çok talep edildiği ülke ekonomisi Türkiye olmuştur.

Enerjide net ithalat bağımlılığının yüzde 74 olduğu göz önüne alındığında; doğal gaz ve petrolün hemen hemen tamamı, kömürün ise beşte birinin ithal edildiğini söylememiz mümkün olacaktır.

Ayrıca, 2002 fiyatlarıyla reel enerji ithalatını dikkate aldığımızda; 2003 yılında 1,6 milyar dolar olan enerji ithalatı, 2008 yılında 35,5 milyar dolara çıkmıştır.

Yüzde 2000’i aşan bu faturanın elbette telafisi ve karşılanması çok güç ve milletimizin katlandığı bedel fazla olmaktadır.

Geleceğe dönük tahminlerde ise, enerji sektörüne 2020 yılına kadar yapılması gereken yatırım ihtiyacının 120 milyar doları aşacağı öngörülmektedir.

Son zamanlarda, petrol fiyatlarında görülen artışlar, ödemek zorunda kalacağımız maliyeti maalesef yükseltmekte ve bu alanda tek taraflı bağımlılık ilişkisini kuvvetlendirici bir etki yapmaktadır.

Bu açıdan enerji arzında kaynak, teknoloji ve alt yapı bazında çeşitlendirmenin önemi daha da belirginlik kazanmış ve zorunlu bir hal almıştır.

Parti programımızda enerji politikamızın temel amaçları arasında;

  • Enerji bağımlılığının azaltılarak, güvenli enerji kaynaklarının oluşturulması,
  • Yerli enerji kaynaklarının verimli kullanılması, nükleer başta olmak üzere, yeni enerji teknolojilerini üretecek yetkinliğe ulaşılması,
  • Enerjide çeşitlilik ve kaynak güvenliğinin sağlanması,
  • Enerji sıkıntısı yaratacak risklerin önlenmesi ile ülkemizin kurulu gücünün enerji talebini karşılayabilecek duruma getirilmesi hususları yer almıştır.

Takdir edersiniz ki, Milliyetçi Hareket Partisi nükleer enerjiye olumlu bakmakta ve bu alanda üretim teknolojisine sahip olmayı öncelikli bir hedef olarak tayin etmektedir.

En başta enerji arz güvenliğinin sağlanması için nükleer santraller kurulmasının gerekliliğine duyduğumuz inanç tartışma götürmez bir gerçektir.

Bugün, yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı su, rüzgâr ve güneş enerjileriyle ilgili potansiyelimiz çok fazla iken, bu alanlarda santral yapımı daha başlangıç aşamasında hükümet tarafından caydırılmakta ve engellenmektedir.

Ekonomik kategoride olan yıllık 140 milyar kilovatsaat hidroelektrik potansiyelinin yüzde 37’lik kısmı işletmede, yüzde 15’lik kısmı ise halen inşa halinde olduğu anlaşılmaktadır.

Bu haliyle, su kaynaklarımızın tam olarak kullanılması durumunda geçtiğimiz yılın elektrik üretiminin yüzde 73,62’sini üretmek mümkün olabilecekti.

Öte yandan geride bıraktığımız yıl için söylersek; elektrik üretiminin yüzde 48’i doğalgaz, yüzde 28’i kömür ve yüzde 18’i de hidrolik kaynakları kullanılarak elde edildiğinden maruz kalınan enerji faturası sürekli olarak yükselmiştir.

Ve enerji yatırımları her ne hikmetse bağımlı olduğumuz ve ithal etmeye mecbur olduğumuz alanlara yönlendirilerek doğal kaynaklarımız göz göre göre heba edilmektedir.

Enerjide tek taraflı bağımlılık ilişkisiyle yüklendiği ağır fatura her geçen gün kabaran ülkemizin, nükleer enerjiyle ilgili ortaya yayılan pis kokular sonucunda daha da zor ve katlanılması güç bir ortama gireceği şüphesizdir.

Önümüzdeki süreçte TBMM’ne gelmesi gündemde olan Rusya’ya doğrudan nükleer santral yapım işinin verilmesinin ayrıntıları ve gizli kalan tarafları elbette açıklığa kavuşacaktır.

Bütün bunlardan sonra diyeceğimiz şudur ki: Enerjide koridor olmaya talip olan, köprü olmakla övünen, terminal haline gelen AKP hükümeti, milletimizin gelirlerine bağladığı nakil hatlarıyla yolsuzluk santralleri kurarak yağmaya son sürat devam etmektedir.

Nükleer santral yapım işini doğrudan yabancı bir ülkeye verilmesinden şimdilik rahatsızlık duymayan Başbakan Erdoğan enerji beslemesi yandaşlarıyla birlikte çok yakın bir zamanda milletimizin doğrudan hakkında vereceği hükümle yaptıklarının hesabını misliyle verecektir.

Muhterem Milletvekilleri

Sayın Basın Mensupları,

Konuşmama son vermeden önce kamuoyuna mal olmuş sosyal bir problemi tekrar dile getirmek istiyorum.

Bildiğiniz gibi, özelleştirilerek çalışanları 4/C kapsamına alınan TEKEL işçilerimizin yaşadığı bunalım toplumun tamamını ilgilendiren kanayan bir yara haline gelmiştir.

Aileleri, bakmakla yükümlü oldukları çocukları olan bu kardeşlerimizin yoğunlaşan sorunlarına daha fazla duyarsız kalmak mümkün değildir.

Ben hükümeti ve Başbakan Erdoğan’ı TEKEL işçileriyle girdikleri inatlaşmadan bir an önce vazgeçmeye ve talep ettikleri masumane istekleri yerine getirmeye davet ediyorum.

Tekel işçilerimizin sahip oldukları özlük hakları korunarak, değişik kamu kurumlarına nakilleri bir an önce yapılmalıdır.

İnanıyorum ki, Türk devletinin kudreti, Türk milletinin şefkati ve hükümetin de iradesi binlerce TEKEL işçimizin sorunlarını çözmeye ve onları kucaklamaya yetecektir.

Milliyetçi Hareket Partisi bu meseleyi sonuna kadar kararlılıkla takip edecek ve TEKEL işçilerimizin yanında olmayı sürdürecektir.

Konuşmama son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyorum.