26.01.2010 - TBMM Grup Toplantısı Konuşması
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
26 Ocak 2010

 

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Basınımızın Muhterem Temsilcileri

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Adalet ve Kalkınma Partisi yaz başından bu yana açılım adını verdiği Yıkım Projesi ile dönülmez bir yola girmiş, söylemleri ve icraatları ile kendisini bağlayan bir sürece mahkum olmuştur.

Adını koymakta zorlandığı “PKK projesi”nin toplumca kabul görmemesi, hükümeti ve Başbakan Erdoğan’ı sıkıntıya sokmuş, cilalı kavramlar, aldatıcı sloganlar, gözyaşı edebiyatı, şehit ve ana istismarı ile kamuoyunun kuşkularını gidermeye çalışmıştır.

Ne var ki adına devlet projesi de diyerek sorumluluğu kendi dışındaki mekanizmalara da atan AKP zihniyeti kapı kapı gezmesine, bütün propaganda vasıtalarını ve yandaş medya kanallarını kullanmasına rağmen aziz milletimizi ikna etmeyi başaramamıştır.

Özellikle terörist kafilelerinin Habur Sınır kapısından girişi ve AKP zihniyetinin kabul ve karşılama törenleri, toplumun uyanmasına ve öfkesine yol açmış, AKP’nin gerçek yüzünü ve yıkım arayışlarını bütün çıplaklığı ile ortaya çıkarmıştır.

Gerek süreci öngören partimizin uyarıları, gerekse milletimizin eşsiz sağduyusu üzerinde oynanan oyunların bozulmasını sağlamış, yalan, istismar, taviz ve teslimiyet üzerine kurgulanan yıkım senaryosu durdurulmuştur.

Milletimiz bu tercihi ile AKP’nin foyasını anlamış, birlik ve beraberlik denilen aldatıcı sloganların, sözde demokratikleşme denilen tuzakların gerçeklerini görerek AKP zihniyetini ve Başbakanı sorgulamaya başlamıştır.

Bugün çıktığı yıkım yolundaki ısrarını sürdürmeye kararlı olan AKP’nin ve Başbakanın milletimizi ayrışmaya, kavgaya, çatışmaya, ayrılmaya ikna edememenin sancılarını yaşadığı anlaşılmaktadır.

Başbakan Erdoğan artık her platformda, her fırsatta, her ortamda PKK açılımının nasıl birlik ve beraberliği sağlayacağından, ayrışarak nasıl bir arada yaşayacağımızın erdeminden, kimliklere bölünerek beraberce hazırlayacağımız mutlu gelecekten bahsetmeye başlamıştır.

Bunların milletimizi hatta AKP’li sağduyulu kardeşlerimizi ve parti teşkilatını ikna etmede bile yeterli olmadığı başbakanın sıkıntılı halinden ve asabi psikolojisinden bellidir.

Adalet ve Kalkınma Partisi kendisini ve açılımı anlatma sorunlarını aşabilmek için PKK açılımında ve Yıkım projesinde yandaşlar bulma noktasında son bir hamle daha yapmış ve adına sözde “demokratik açılım süreci” verdiği bir broşüre sığınmak durumunda kalmıştır.

Yayının tamamı, hakkındaki kuşkuları ortadan kaldırmaya yönelik tartışma ve iddialardan oluşmaktadır ve kendinden menkul bir mantıkla yıkımın güzelliklerinden, ayrışmanın faziletlerinden, bozulacak kardeşliğin inceliklerinden bahsedilmektedir.

Bu yayında yazılanlara inanacak AKP’linin olup olmadığı, parti teşkilatlarının ikna edilip edilemeyeceği, görünen gerçeklerin yeniden sıvanıp sıvanmayacağı öncelikle kendi sorunlarıdır.

Ancak bizi ilgilendiren en önemli yanı, partimize yönelik alçakça iddialara yer verilmiş olması, yalan ve iftiranın AKP yayınlarına kadar işlenmiş bulunmasıdır.

Bu dokümanda partimizin oyları ile terörün artışı arasında kurulmaya çalışılan ilişki tam bir ahlaki çürümüşlük hali olduğu gibi bu zihniyetin emellerini gerçekleştirme uğruna ne kadar küçülebileceğinin de belgesidir.

Madem ki böyle bir iftiranın peşindesiniz, buradan söylemek isterim ki, hükümet olarak son teröriste kadar teslim al, adalete sevk et, terörü kökünden kazı, bu belayı ülkemizden def et, varsın bizim oylarımız düşsün ve hükümet olamayalım, yeter ki sen bunları gerçekleştir. Hodri meydan

 

Yine bu yayında parti mensuplarımıza yönelik olarak kendi ifadesiyle “şehit cenaze merasimlerini formatının çok dışında bir tutum ve davranış sergilediği” gibi bir fitne yer almıştır.

Bize göre milletinden doğmuş bir şehit için son dini vecibeleri yerine getirmek, yöresinin ve evlatlarının acısını ve anısını paylaşmak bu ülke benim bu milletin mensubuyum diyen herkesin en doğal hakkı, vatan borcu ve aziz şehidine son görevidir.

Bunun aksini ima etmek, şehitlerimizden cenaze merasimini bile siyasi kaygılarla esirgemeye çalışmak ancak düşman işgali altındaki satılmış zihniyetlerin aklından geçecek bir zillettir. Ve ne üzücüdür ki AKP’nin dokümanında yer almıştır.

Partimiz hiçbir cenaze merasimine siyasi kaygılarla katılmamış, partililerimiz şehitlerini ve onların temsil ettiği aziz hatıraları kucaklamaktan başka hiçbir gaye içinde bulunmamıştır.

Bugüne kadar belediye imkanları ile ve kahramanlık gösterileriyle yapılan terörist cenaze törenlerini bir kez bile eleştirmemiş bulunan AKP zihniyetinin şehit cenazelerinden ürkmeye başlaması bile başlı başına bir hıyanet işaretidir.

Bu yayınla beraber AKP’nin yıkım ve çözülme projesi bir doküman haline de gelmiş, yüce divanda yargılanırken kullanılacak kalıcı bir ihanet belgesi böylece ortaya çıkmıştır.

Muhterem Milletvekilleri,

Bildiğiniz gibi geride kalan aylarda ve haftalarda medya üzerinden gündeme getirilen demokratik işleyişe müdahale iddiaları, böylesi bir müdahaleye yönelik kuşkular, siyaset dışı çözüm arayışları ve bütün bu girişimler hakkındaki bilgi kirliliği kamuoyunu meşgul eden ana gündemi oluşturmaktadır.

Zaten çok ağır ekonomik ve sosyal sorunlarla boğuşmak durumunda kalan Türkiye’de dönem dönem tırmanan ve üzeri örtülen siyaset dışı zorlama arayışlarına dönük haberler, toplumdaki endişe ve kuşkuların haklı olarak giderek artmasına yol açmıştır.

Doğru ile yanlışın, gerçek ile yalanın, haber ile uydurmanın birbirine karıştığı bu kargaşada partimiz hepinizin bildiği gibi yaşanan olaylara temkinle ve itidalle yaklaşmıştır.

Bu konuda adalete intikal etmiş süreçlere müdahale etmeden, gelişmelere karşı “demokrasi” anlayışını kamuoyu önünde teyid edecek bir duruşu tekrarlamayı yeterli görmüştür.

Bu konularda yaptığımız açıklama ve konuşmalarımızda;

Gerekçesi ne olursa olsun demokrasimize, huzur ve güvenliğimize tehdit olan bütün yasadışı oluşumların tespiti ve ortaya çıkartılmasını, (Yazılı Basın Açıklaması - 3 Temmuz 2008)

Demokrasimiz üzerinde dolaşan kara bulutları ortaya çıkartmanın, anti demokratik arayışların önünü kesmenin elbette ki çözümü siyaset içinde görenlerin en önde gelen görevi ve demokrasi borcu olması gerektiğini, (Grup Toplantısı -13 Ocak 2009)

Milletimizin artık kesin tercihini yapmış olduğu demokrasi yolunda, önüne çıkacak engellerin temizlenmesi, milli iradeyi sekteye uğratacak emarelerin takip edilmesi ve mani olunmasının kaçınılmaz bir milli sorumluluk olduğunu geride kalan dönemlerde ifade etmiştik. (Grup Toplantısı -13 Ocak 2009)

Bugün de geçmişte söylediklerimizin arkasındayız ve demokrasiye dışarıdan müdahale niyetlerine sonuna kadar karşı olduğumuzu bir kez daha açıkça ilan ediyoruz.

Hatta demokratik kurallar içinde bile siyasi partilere terör ve şiddete destek olmamaları şartıyla mahkemelerce kapatılmalarını onaylamadığımızı bir kez daha açıklıyoruz.

Zira biz biliyoruz ki, milletimiz, ne kadar sorunu olursa olsun, ne kadar eksikleri bulunursa bulunsun demokrasiye layıktır, demokratik sistemi benimsemiştir ve demokrasi bir hayat biçimi haline gelmiştir.

 

Milliyetçi Hareket Partisi, Parti Programında anlamını bulduğu gibi,“ devlet idaresinde milletin en iyi şekilde temsil edildiği bir rejim olan demokrasiyi; hukukun üstünlüğünün, insan hak ve özgürlükleri ile fikir, teşebbüs ve vicdan özgürlüğünün en geniş anlamda teminat altına alındığı bir sistem olarak görmekte ve benimsemektedir.”

Ne Türk milletinin demokrasiden başka bir arayışı ve seçeneği vardır, ne de partimizin zemin ve anlam bulduğu demokratik rejimle bir sorunu ve sıkıntısı bulunmamaktadır.

Milliyetçi Hareket, aksine;

  • Parlamenter demokrasilerde egemenliğin yegâne sahibinin millet olduğuna,
  • Siyasi iktidarların meşruiyetinin milli iradeye dayandığına,
  • Milli iradenin tecelli ettiği yegâne merciin ise Türkiye Büyük Millet Meclisi olduğuna inanmaktadır. “ (2009 Parti Programı)

Bu gerçekler ışığında Milliyetçi Hareket Partisi, “Hangi düşünce ve gerekçeyle olursa olsun demokratik rejime ve parlamentonun anayasal yetkilerine dışarıdan her türlü müdahaleyi gayri meşru ve kabul edilemez” bulmakta ve bunu şiddetle reddetmektedir. (2009 Parti Programı)

Bizim demokrasiye olan yaklaşımımız ve demokrasi dışı arayışlara karşı durumuz bellidir ve tereddüte yer vermeyecek kadar nettir.

Demokrasiye bağlılık ve demokratik rejimi savunma konusundaki tavrımızı ve ilkelerimizi tartışmayacağımız da açıktır.

Değerli Milletvekilleri,

Türk milleti tarihinin yaklaşık son ikiyüz yıllık seyri, siyaset üzerinde tahakküm etmeyi hak sayan mihrakların zaman zaman gerçekleştirdikleri talihsiz olaylarla doludur.

Bu süre içinde, ülke yönetimini elinde tutanların eksikleri, kusurları, noksanları ve hatta kasıtları olmadığını söylemek nasıl mümkün değilse, bu gerekçelerle müdahaleye fırsat arayanların yaptıklarını da hoş görmek ve kabul etmek mümkün değildir.

Millet iradesine karşı bu arayışlarda bugüne kadar şablon olarak önce ekonomik kriz, sonra toplumsal bunalım ve ardından yönetim istikrarsızlığının ürettiği buhranlar zinciri, talihsiz bir çark olarak milletimizin üstünde dönüp durmuştur.

Ne zaman hükümetler, maalesef geleneksel hale gelmiş sosyo-ekonomik darboğaza sürüklenirse demokrasi dışı arayışlar da hız kazanmış, sınırlı da olsa zemin bulan çığırtkanlar bu arayışlara körükle giderek ülkemizin ilkel ve utanacak bir alışkanlığı olarak bugünlere kadar gelinmiştir.

Milletin iradesinin temsil yeri olan Türkiye Büyük Millet Meclisi, milletin üstünde bir organ ve millete tahakküm mekânı olmayacağı gibi; milletin vermediği bir hükmetme ve yönetme yetkisine sahip olduğunu vehmederek ve bahaneler ileri sürerek millet adına hareket etme iznine sahip ikinci bir kurum da yoktur.

Bugüne kadar yaşadıklarımız demokrasiye müdahale heveslerine zemin hazırlayan temel gelişmelerin özellikle kutuplaştırıcı, çatıştırıcı ve cepheleştirici siyaset yanlışlarından beslendiğini ortaya koymuştur. Bundan ders çıkarmak lazımdır.

Ülkemizin demokrasi tecrübeleri tehlikenin yalnızca siyaset dışından değil, yanlış siyaset ve demokrasi algısının da darbeci zihniyetler kadar demokrasimize ve demokratik kültürümüze zarar verdiğini işaret etmektedir.

Bu nedenle demokrasiyi yaşatmanın tek yolu sadece dış müdahale kanallarını kapatmak değildir.

En az bunun kadar önemli olan, diğer siyasal görüşleri de dinleyebilen, farklı düşüncelere saygılı, herkesin hükümeti olduğunu fark etmiş demokratik zihniyet dönüşümü de şarttır.

Kendi dışındaki siyasal tercihleri yok sayan, aşağılayan veya küçük gören bu siyasal ilkelliğin de demokratik hayatımıza tıpkı dışarıdan olduğu gibi içeriden de darbe vuracağını artık anlamak ve bilmek gerekmektedir.

Bu açıdan milli iradeye müdahale için fırsat arayanlar kadar, sözde demokrasiyi savunduklarını söyleyenlerin katı, uzlaşmaz tutumları da aynı olumsuz sonuçları toplumun önüne koymaktadır.

Eğer, yönetim iradesini kaybetmiş, toplumla bağları zayıflamış, seçildiği günle aradan geçen zaman içinde milletten aldığı desteği azalmış bir iktidarın inadı sürerse ortaya zorlama bir hükümet iradesinin çıkması kaçınılmazdır.

Bizim artık seçim zamanının geldiğini, millet iradesinin tazelenmesine ihtiyaç olduğunu söylemekten maksadımız da budur.

Seçimle gelenin yalnızca seçimle gitmesi, ne kadar eksiği olursa olsun demokrasinin kurallarının işletilmesi şarttır ve herkesin bunu bilmesi ve sonuçlarını kabul etmesi lazımdır.

Demokratik rejimin ve işleyişin eninde sonunda mutlaka sorunları çözeceğine inanmak ve bunu ısrarla savunmak gerekir.

Cumhuriyet ile demokrasi birbirini tamamlayan iki önemli ve temel değer olarak toplumumuz tarafından benimsenmiş ve milletimizin bunlara yönelecek tehditler karşısında hassasiyetleri artmıştır. Bu son derece sevindirici bir gelişmedir.

Zira bizi bir arada yaşatacak olan siyaset kültürünün devamında ve demokratik rejimin kesintiye uğratılmasında en büyük engel bu yüksek değerleri toplumun ne ölçüde benimsemiş olduğu ile yakından ilgilidir.

Siyasete dışarıdan müdahaleler ve zorlama arayışlarının demokrasiye zarar verdiği ve vereceği açıktır.

Ancak buna ilave olarak artık bir madalyonun öteki yüzü haline gelmiş Cumhuriyetimize de zarar vermesi kaçınılmazdır ve geride kalan yıllar bunların örnekleri ile doludur.

Değerli Milletvekilleri,

Aralarında ordu, emniyet, medya, adalet, istihbarat, siyaset, ticaret ve üniversite mensuplarının da yer aldığı çok sayıda soruşturmanın yapıldığı, demokrasi dışı yöntemlerle siyasete müdahale için hazırlıklar olduğuna dair iddialar üzerine yargı safahatlarının başlatılmış olduğu hepinizin malumudur.

Adalete intikal etmiş bu konulara karşı başından beri gösterdiğimiz yaklaşımımız;

  1. Adaletin gerçeği ortaya çıkaracağına mutlaka güvenmek,
  2. Açılan davaların bir mağduriyete neden olmaması için hızla sonuçlanmasını sağlamak,
  3. Devam eden yargı süreçlerine yönelik müdahaleci yorumlarda bulunmamak,
  4. Maksatlı sızdırılan haber ve belgelerin neden olacağı bilgi kirliliğinden uzak durmak ve
  5. Hükümeti başlatılan süreçleri hızla sonuçlandıracak tedbirleri almaya davet etmek olarak özetlenecektir.

Bu itibarla, her söylentiye, her iddiaya hatta belge adındaki yayınlara ihtiyatla bakmak, çabuk karar vermeden, yanlış bir şeyler söylemeden konuların hukuk çerçevesinde çözülmesini beklemek en makul yol ve yöntem olmalıdır.

Dönem dönem ve hatta periyodik diyebileceğimiz sürelerde ortaya atılan iddialardan ve bunlar etrafındaki tartışmalar karşısında acele yorum yapmaktan ve kesin hükümler vermekten ısrarla kaçınmamızın nedeni de bu ilkelerimizde aranmalıdır.

Zira haklarında iddialar bulunan şahısların mensup oldukları ne ordumuzun yerine yenisini koyma gibi bir imkânımız vardır, ne de emniyet, adalet ve istihbarat gibi kurumlarımızı göz ardı etme gibi bir lüksümüz bulunmaktadır.

Bir gerçeğin ortaya çıkmasını isterken, kurumların yıpratılmasından, suçluluğu kesinleşmemiş şahısların haysiyetiyle oynanmasından uzak durulması bizim bu konulara yaklaşımımızın esasını oluşturmaktadır. Bundan sonra da aynı üslup ve ahlaki kaygılarla hareket edilecektir.

Bildiğiniz gibi, demokrasiye, millet iradesine yönelik girişimlerin veya iddiaların yoğunlaştığı son yıllarda, suçlamaların odağı olan kurumların başında Türk Silahlı Kuvvetleri ve mensupları gelmektedir.

Terörle mücadele gibi çok hayati bir görev üstenmiş bulunan bu kurum hakkındaki suçlama ve ithamlara yönelik yorum ve değerlendirme yapmanın zorluğu, yürüttüğü yüksek moral ve inanç gerektiren görevi nedeniyle ortadadır.

Yine bu kurumun büyük kargaşa ve savaşların yaşandığı yakın coğrafyalarımızda ülkemizin güvenliği için ne kadar önemli ve hasım güçler için ne derece caydırıcı olduğu da bilinmektedir.

Bu itibarla, bir yandan terörle mücadelede sayısız kahramanlık göstermiş, şehitler ve gaziler vermiş bu kurumun ihtiyacı olan yüksek morale ve toplumsal desteğe; diğer taraftan milletin gönlünde yer eden yüksek mevkiine yönelik karalama ve küçültme gayretleri beklenmelidir ve gerçekleşmektedir.

Nitekim Genelkurmay Başkanlarının öteden beri Türk Ordusuna yönelik “Psikolojik Harekat” olduğuna yönünde yüksek sesle uyarılarını bu kapsamda değerlendirmek ve özellikle bölücülük ve terörle mücadelede etkisizleştirme niyetlerinin parçası olarak görmek gerekmektedir.

Üstelik bugüne kadar medya üzerinden piyasaya sürülen iddiaların bir kısmı adalete intikal etmiş ve hukuki süreç başlatılmış; yada yapılan tahkikatlar bir delile ve sonuca ulaşmadan kapanmıştır.

  1. Üzerinde tartışılan ıslak imzalı bir belgenin akıbeti hala netleşmemiştir.
  2. Başbakan yardımcısına suikast gibi çok ciddi bir iddia hala karanlıktadır.
  3. Türk Silahlı Kuvvetlerinin özel bir birliğinin arşivinde yapılan incelemenin sonucu belli değildir.

Hal böyle iken Türk Silahlı Kuvvetlerinde görev yapan ve yapmış bir kısım personelini zan altında bırakacak, bu kurum üzerinde kuşkular uyandıracak sistematik kampanyanın yeni dalgalar halinde sürdüğü ve devamının da geleceği anlaşılmaktadır.

Bizim hükümetin demokrasiye yönelik iddialar karşısında gösterdiği hassasiyeti ve haklı kuşkuyu eleştirecek ve bu iddiaları abartılı bulacak bir siyasal polemik başlatmak gibi amacımızın olmadığını konunun önemine binaen buradan söylemek durumundayız.

Bu konuda en küçük bir ihtimalin bile üzerine sonuna kadar gidilmesi gerektiğine inanıyor ve bütün girişimleri destekliyoruz.

Kuşkusuz ki her milli kurum ve kuruluş bizim için önemli ve vaz geçilmezdir. Her birinin yeri ve önemi ayrıdır.

Ancak medyaya da yansıdığı gibi 2009 yılı Parti Programımızda “İki bin yıllık köklü maziye sahip Türk Ordusunun, Türk milletinin vicdanında mukim saygınlığının, gelişi güzel günlük polemik konusu yapılarak iç ve dış kamuoyunda yıpratılmasına fırsat verilmeyeceği” yer almıştır.

Ne var ki, bu konu sadece partimizin ve toplumun dilek ve görevi değil, bu suçlamalara maruz kalan kurumunda bir sorumluluğu haline gelmiştir.

Türk Silahlı Kuvvetlerine ve komuta kademelerine kendisini aklama ve demokrasiye bağlılık konusundaki kuşkuları kaldıracak iç denetim ve adalet mekanizmalarının şeffaf ve bağımsız çalışmasına ihtiyaç daha da artmıştır.

Özellikle AKP’nin gece yarısı kapkaç siyasetiyle geçirdiği TCK’nun ilgili maddesinin Anayasa Mahkemesinden dönmesi ile ortaya çıkan durum Türk Silahlı Kuvvetlerine ve askeri yargı mekanizmalarına özel bir görev yüklemiştir.

Bunun bir an önce gerçekleşmemesi halinde Türk Silahlı Kuvvetleri karşı propagandaların ve kirli siyasetin hedefi olmaya devam edecektir.

Biz, hakkındaki iddialara yönelik olarak Türk Silahlı Kuvvetlerinin kamuoyu ile paylaştığı açıklamalarına güvenmek durumundayız.

Ancak, son olarak kamuoyuna yansıyan ve doğruluğu konusunda bir çok belirsizlik bulunan iddialarla ilgili olarak Genelkurmay Başkanlığının açıklamalarını tatminkâr bulmak mümkün değildir.

Eğer, bir üst karargâh maiyetindeki gelişmelerden haberdar değilse bu çok ciddi bir sevk ve idare kusurudur, yok eğer bu vahim iddialar gerçek ise bu da kontrol dışı tehlikeli sapmalara ve niyetlere işaret etmektedir.

Türk Silahlı Kuvvetlerine yönelik bir karalama kampanyası olduğu açıktır. Ancak bu karalamalara istinat eden suç ve kusurların da alenileşmeden ortaya çıkartılmasında kendi iç denetim ve idari yapısını devreye sokması artık kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelmiştir.

Aksi halde böylesine yıpranmış bir kurumun vereceği her karar, yapacağı her mücadele tartışılır hale gelecektir.

Adına ne denirse denilsin, ister plan, ister tatbikat, ister tasarı, isterse tahayyül bizim kendi milleti üzerinde harekat planlayan bir anlayışı gerekçesi ne olursa olsun hoş görmemiz mümkün değildir.

Dileriz ve ümit ederiz ki bu zırvalar gerçek değildir, hepsi birer iftiradır.

Türk Silahlı Kuvvetleri asla hak etmediğini düşündüğüm bu ağır ithamlardan ve vebalden derhal kurtulmalıdır.

Değerli Milletvekilleri,

Bütün bu gelişmeler karşısında Başbakan Erdoğan ve zihniyeti demokrasiyle kumar oynamak, milli iradeyi istismar etmek gibi tehlikeli bir yolu tercih etmiştir.

Oynamak istediği oyun belli olmuştur. Başbakan’ın yapmak istediği;

  1. "Nasıl Menderes'e aynı oyunu oynadılarsa, nasıl Özal'ı suçladılarsa,” diyerek şahsına ve partisine de yönelik benzer tehditler olduğu vehmiyle yeniden mağdur rolünü oynamak,
  2. Şahsını ve partisini ülkemizdeki tek demokrasi temsilcisi olarak ilan edip geri kalanlarının meşruiyetini tartıştırmak,
  3. İlkesiz, ayrımcı, kutuplaştırıcı ve teslimiyetçi siyasetini demokratik düşünce iddiasıyla maskeleyip, açılım adını verdiği yıkımı gözlerden kaçırmak,
  4. Demokrasi ile millet iradesi arasındaki ilişkiyi istismar ederek yolsuzlukları ve yoksulluğu örtmeye çalışmak,
  5. Sanal tehditler oluşturarak, hamasi meydan okumalarla kafa karışıklığı yaratmak ve milletimizin ağır gündemini değiştirmek,
  6. Ve demokrasi aşığı AKP ile demokrasi karşıtı ötekiler halinde iki cephe oluşturarak seçim sandığına ya ben ya onlar kutuplaşması ile gidebilmektir.

Özellikle hükümetin sıkıştığı yerde müdahale haberlerinin ortaya çıkması, Başbakan ve hükümet üyelerinin demokrasi kahramanlığında rol paylaşımı bu kanaatlerimizi pekiştirmektedir.

Bu gelişmelerden kimlerin ne yarar sağlamayı umduklarını; hangi çatışma ortamlarını hazırladıklarını ve varsa siyasete müdahaleden nasıl bir sonuç almayı ümit ettiklerini açığa çıkartmakta öncelikle sorumluluk yürütme erkini temsil eden hükümettedir.

Ne var ki hükümet süreçlerin sona ermesinden ve aydınlanmasından ziyade, konuyu kaşıyarak sahte kahramanlıklara ve yapay mağduriyete soyunmayı tercih etmektedir.

Oysa, konunun bir an önce açıklığa kavuşması eleştirilerin hedefi haline gelen Türk Silahlı Kuvvetleri üzerindeki kuşku ve baskıların kaldırılması açısından da hayati önem taşımaktadır.

Milliyetçi Hareket Partisi ucu kime dokunursa dokunsun, gerçeğin bütün yönleriyle ortaya çıkartılmasında üzerine düşen her türlü desteği vermeye sonuna kadar hazır ve kararlıdır.

Kırk yıl içinde uzun ve yorucu, zor ve zahmetli demokratik mücadele ile olgunlaştırdığımız siyasetimizi de; Türk siyaset ve demokrasi geleneğini de dayatmalara teslim etmemiz mümkün değildir.

Türkiye artık bu arayışlarından mutlaka kurtulmalıdır. Niyet sahipleri milletimiz ve ülkemiz için vehmettikleri bütün çıkış ve kurtuluş yollarının ancak siyasetin içinde olduğunu artık kabullenmelidir.

Bu gerçeği kabule yanaşmayanlar var ise onlar da adaletin kendileri hakkında verecekleri kararlara boyun eğmek durumunda kalacaklardır.

Zira demokrasinin alternatifi yoktur. Milletin iradesi dışında bir siyasal iradenin varlığı asla ve asla kabul edilemez.

Bu süreçten çıkış ve gerçeklerin aydınlanması için bu aşamada Cumhurbaşkanına, hükümete, devlet kurumlarına ve kamuoyuna önerimiz şunlar olacaktır:

1. Konu Cumhuriyetin temel kurumlarını yıpratacak ve birbirine düşürerek zafiyet oluşturacak kadar ağır bir milli güvenlik meselesi haline gelmiştir. Bu sorunun adı “devlet krizi”dir.

2.Özellikle Türk Silahlı Kuvvetlerine yönelik ithamlar ve gerçeklerin ortaya çıkartılması hususunda hükümetin laftan öteye bir girişiminin olmadığı ve bundan sonra da olamayacağı anlaşılmıştır.

3. Devletin temel kurumları ve organlarının da sonunda büyük zarar göreceği çok ciddi bir yönetim kargaşası tehlikesi görünmeye başlamıştır.

4. Özellikle suçlamalara maruz kalan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin üzerlerinde uygulandıklarını öngördükleri psikolojik harekat tehdidi karşısında hükümetin tedbir almaktan çok aciz kaldığı ve bundan sonra da çözemeyeceği anlaşılmaktadır.

5. Sorunun kısa sürede aşılamaması, varsa demokrasiye müdahale arayışındakilerin ortaya çıkartılmaması veya haksız suçlamaların kampanyalar halinde devam etmesi devlette büyük bir sancıya ve çözülmeye neden olacaktır.

6. Demokratik hayatı, ülkenin güvenliğini, milletin esenliğini doğudan etkileyecek bu gelişmelerin ordu, emniyet, istihbarat, adalet ve bürokrasi üzerinde yıkıcı tesirlerinin olması kaçınılmaz görünmektedir.

7. Anayasamızın 104. Maddesi Cumhurbaşkanlığı makamına “devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetme” görevini ve Milli Güvenlik Kurulunu toplantıya çağırma yetkisini vermektedir.

8. Bu gerekçe ve hassasiyete bağlı olarak, Milliyetçi Hareket Partisi Sayın Cumhurbaşkanını Milli Güvenlik Kurulunu olağan üstü toplantıya davet etmesini önermektedir.

9. Toplantıya Kurulun yasal üyelerinin yanı sıra görüşlerini almak üzere TBMM Başkanı, Yüksek Yargı Organlarının Başkanları, Emniyet ve İstihbarat teşkilatının yöneticileri katılmalı ve sorun bütün yönleriyle ele alınmalıdır.

10. Toplantı veya devam edecek toplantılar sonunda oluşacak tavsiye kararları hükümete bildirilmeli, kamuoyu ile paylaşılmalı, iktidarın konuya ilişkin icraatları TBMM zemininde takip edilmelidir.

11. Konu, Devlete uyum adı altında öğle yemekleriyle geçiştirilemeyecek kadar vahim hale gelmiş olup, bu sancılı sürece milletimiz tarafından daha fazla katlanılamayacağı ortadadır.

12. Karşılaşılan bu kriz halinin tespiti ve çözümü yönünde devleti yönetenlerin konunu aciliyetini ve ciddiyetini idrak etmiş olmaları hem devletin hem de demokrasimizin geleceği açısından çok önemli hale gelmiştir.

Muhterem Milletvekilleri,

Uluslararası ilişkilerde Başbakan Erdoğan’ın iddialarının aksine Türkiye’nin geleceğini ilgilendiren konularda vahim gelişmelere sahne olan hassas ve sancılı bir döneme girmiş bulunuyoruz.

Önümüzdeki bu dönem yedi yıldır taviz ve teslimiyeti, başkent başkent gezmeyi, toplantılarda boy göstermeyi dış politika zanneden AKP’nin artık tamamen dar bir alana sıkıştığı ilkesiz ve dayatmalara açık siyasetinin bütün gerçeği ile görüneceği bir dönem olacaktır.

Komşularla sıfır sorun denilen bir garabetle sürekli geri adım atarak gelinen bugünkü noktada her geçen gün bir fiyasko yaşanmakta, her geçen zaman yeni bir alçalma hali ilişkilere yansımaktadır.

Avrupa Birliği ile ilişkilerdeki tek taraflı tabiyet dayatmalarına karşı boyun eğmişlik hali ortadadır.

Kıbrıs’ta işler her geçen gün daha da karmaşık hale gelmekte, Rumlar çözümün insiyatifini ele geçirmiş bulunmaktadır.

Iraklı Aşiret Reislerine sırnaşarak terörü önleyeceğini zanneden hükümetin iflası bilinmektedir.

Küresel güçle sürdürülen yanlış ilişkilerin ve talip olunan küresel projelerin Türkiye’yi getirdiği nokta kamuoyunun malumudur.

Bir yanda Irak’taki zulme göz yumarken, diğer yanda Filistin’deki mazlumlara sahip çıkıyormuş gibi sahte kahramanlık ve kuru tehditlere ise inanacak kimse kalmamıştır.

Uluslararası dayatmalara teslim olarak Patrikaneyi Ekümenik kabul etme yolunda ve Ruhban Okulun açılması konusunda fiiliyata geçme aşamasındadır.

Son olarak özellikle geçtiğimiz yıl hız kazanan Ermenistan ile yakınlaşma arayışları ve bu konuda ABD’nin baskıları ile gerçekleşenler kamuoyunun gözü önünde cereyan etmiştir.

AKP zihniyetinin getirdiği bugünkü noktada, her uluslararası ilişkide bir dayatma unsuru ve ilişkilerin devamında bir ön şart haline gelen Ermeni meselesi giderek içinden çıkmaz bir hal almaktadır.

Partimiz, bu gelişmeleri öngörerek 1 Eylül 2008 tarihinde yaptığı açıklama ile Cumhurbaşkanı’nın milli maç bahanesiyle Erivan’a gitmesine karşı çıkmış, Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin normalleşmesinin önündeki en büyük engelin, Türkiye düşmanlığı üzerine kurulu Ermeni politikaları olduğunu söylemiştir.

  1. Ermenistan’ın Türkiye’den toprak talebinden vaz geçtiğini açıklamadan,
  2. Sahte soykırım yalanlarından döndüğünü ilan etmedikçe,
  3. Ve Azerbaycan toprağı olan Dağlık Karabağ’dan çekilmedikçe tek taraflı yakınlaşmanın sakıncalarını vurgulamıştık.

Ne var ki, AKP hükümeti girdiği yoldan dönememiş, dayatmalara direnecek gücü kendisinde bulamamış ve sürece teslim olarak Ermenistan’la diplomatik ilişki kurmak ve sınırın açılması sürecini başlatmak için 10 Ekim 2009 günü protokol imzalamıştır.

Ermenistan, imzalanan protokollerle Türkiye ile diplomatik ilişki kurulmasının ve sınırın açılmasının takvime bağlanmasını sağlamıştır.

Türkiye bu protokolleri bu haliyle imzalamış, içeriğini kabul ettiği ve bunları uygulamaya koyacağı konusunda resmi yükümlülük altına girmiştir.

Milliyetçi Hareket Partisi bu şartlar altında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin önüne geldiğinde bu Protokollere karşı çıkacağını ve bunlara onay verilmesinin tarihi vebaline ortak olmayacağını daha önce açıklamıştır.

Ancak ilerleyen süreçte, Ermenistan Anayasa Mahkemesi, söz konusu protokoller hakkında verdiği kararda AKP hükümeti ile imzalanan protokollerle,

  1. Ermenilerin Doğu Anadolu’daki toprak taleplerinden vazgeçmiş olmayacağını,
  2. İki ülke arasındaki 1921 Kars anlaşmasının tanınması anlamına gelmeyeceğini,
  3. Sahte soykırım iddialarından vaz geçilmesini gerektirmediğini,
  4. Dağlık Karabağ sorunu ile ilişkilendirilmesinin söz konusu olamayacağını vurgulamıştır.

Bu yorumlarla Ermenistan Parlamentosundan geçecek protokollerin Türkiye’nin hangi çıkarlarına destek olacağı, hangi sorunlarını çözeceği anlaşılamamıştır.

Ermenistan Anayasa Mahkemesinin kararları, Milliyetçi Hareket Partisi’nin baştan beri uyardığı bütün sakatlıkları ve yanlışları teyit etmiştir.

Bu gelişmeler üzerine Başbakan Erdoğan’ın, Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin Türkiye ile imzalanan protokolleri onaylarken ‘soykırım’ ön şartı koymasıyla ilgili olarak “Ermenistan’ın, metnin üzerinde operasyona kalkıştığını iddia etmesi tam bir aldatmanın göstergesidir.

İki ülke arasında ve özellikle Ermenistan’ın Türkiye hakkındaki temel yaklaşımında ve problem alanlarında bir iyileşme olmadan sürdürülecek ilişkilerin ve imzalanan protokollerin anlamı kalmamıştır.

Hükümeti, Türkiye Büyük Millet Meclisine sevk ettiği Ermenistan ile imzaladığı protokolleri geri çekmeye ve geçersiz olduklarını açıklamaya bir kez daha davet ediyorum.

Değerli Milletvekilleri,

AKP iktidarının içine soktuğu kriz sonucunda; dengesi bozulan ve ayarı kaçan Türkiye ekonomisinin sarsıntıları hala devam etmekte ve krizden çıkışla ilgili emareler ise henüz ortalıkta görünmemektedir.

Zımnen bu gerçeği kabul eden Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı; ‘toparlanmanın olduğunu, ancak bunun çok yavaş ve hassas bir çizgide’ sürdüğünü belirtmiştir.

Bir gerçeği mutlaka kabul etmek gerekiyor. Bu zamana kadar içinden çıkılmadık hiçbir ekonomik kriz olmamıştır. 1929’da meydana gelen büyük ekonomik kriz bile bir süre sonra bitmiş ve ağır sonuçlarıyla yeni siyasal ortamlara kapı aralamıştır.

Bu krizin de mutlaka aşılacağını biliyor ve bunun da son derece doğal olduğuna inanıyoruz. Ancak, bu tabii sürecin kendi işleyişine bırakılmadan krizin bertaraf edilmesi, gerekli iradenin gösterilmesi gerekmektedir.

Böylesi bir eğilimi göremediğimiz için, iktidarın ekonomiyi çıkmaza sürüklediğini sürekli olarak dile getirdik ve bu alanda ne kadar başarısız olduğunu ısrarla vurguladık.

Ayrıca, sırf muhalefet olmak adına ve hükümeti eleştirmek amacıyla ekonomideki kara tabloyu gözler önüne getirmediğimiz iyi bilinmelidir.

Kaygımız, ekonomik krizin milletimizde neden olduğu maliyetin hala fark edilememesi, kırılan dökülen ekonomik yapının tamiriyle ilgili umut verici bir eğilimin hali hazırda belirmemesidir.

Nihayetinde amacımız; ne yapacağını bilmeyen ve alışkanlık haline getirdiği teslimiyetçi siyasi duruşunu kriz karşısında da sergileyen AKP iktidarını kendine getirmek ve gerçekleri görmesini sağlamaktan ibarettir.

Ekonomik meselelerle ilgili konuşmalarımızdan rahatsız olan, problemleri gündeme taşımamamıza tahammül edemeyen Başbakan Erdoğan’dan beklentimiz bize laf yetiştirmek yerine, ekonomiye acil müdahale etmesidir.

Ve şunu açıklıkla söylemek isterim ki; demokrasilerde iktidara talip muhalefet partileri elbette hükümet partilerinin icraatlarını titizlikle izleyecek ve yanlışlarını kararlılıkla haykıracak, yapacaklarını da açıklayacaktır.

Bizim de yaptığımız budur ve bundan sonra da kim ne söylerse söylesin bu siyasi tavrımızdan asla vazgeçmeyeceğiz.

Çünkü Milliyetçi Hareket Partisi iktidara koşmaktadır. Milletimizin bize yönelik artan ilgisi ve son zamanlardaki gelişmeler bunu göstermektedir.

Ve partimiz tek başına hükümet olmaya büyük bir inançla taliptir ve bu hedefine mutlaka ulaşacaktır.

Muhterem Milletvekilleri,

Ekonominin yakalandığı ağır hastalık, ilk önce üretim kanallarını tıkamış, sonra istihdamı felç etmiş, arkasından iç ve dış talebe büyük bir darbe vurmuştur.

Dış kredilerin bıçak gibi kesilmesi, iç kredilerin durması, ihracatta gerileme ve ekonomiye duyulan güvenin azalması diğer problemler arasında yer almıştır.

İzleyen süreçte, koma halinde bulunan ve can çekişen sektörlerin sorunları çözülmemiş ve ayağa kalkmaları için gerekli tedbirlerin hayata geçirilmesi henüz söz konusu olmamıştır.

Bu nedenle esnafımız, çiftçimiz, sanayicimiz ve her kesimden insanımız perişan bir durumdadır.

Toplam üretimdeki payları yüzde 38 olan ve sayıları iki milyona yaklaşan faal haldeki KOBİ’lerimiz de tam bir çıkmazın içerisindedir.

Nitekim finansman sorunlarıyla boğuşan ve küreselleşme süreciyle birlikte fason üretimine yönelen KOBİ’ler gerekli ilgi ve destekten mahrum bırakılmışlardır.

Ekonomide yaşanılan büyük sıkıntı, hükümetin dile getirdiği iyimser havayla, servis ettiği sanal başarılarla kapatılamayacak kadar artmıştır.

Bizi, bu tespitlerimizden dolayı felaket tellağıyla suçlayan Başbakan Erdoğan ve yol arkadaşlarının, önce ülkemizi nasıl bir ekonomik bir çöküşün içine soktuklarını düşünmeleri hayırlarına olacaktır.

Eğer her şey gerçekten iyi gidiyorsa, krizden çıkış sağlandıysa, milletimizin feryatları nasıl ve neyle izah edilecektir?

Neden ve niçin IMF’yle anlaşabilmek için ortam ve zemin oluşturulmaktadır?

AKP hükümeti, IMF’yle, 2005 Mayıs ayında bir anlaşma yapmış ve bunun süresi de 10 Mayıs 2008 tarihinde sona ermişti.

IMF ile yapılan bu anlaşmanın ortaya çıkardığı sonuçlar ağır olmuş, anlaşmanın temel dayanağı "yüksek faiz, düşük kur" esasına dayandırıldığından, sıcak para akışı hızlanmış ve Türkiye'ye gelen yabancı para kadar, dışarıya faiz ödenmiştir.

2008 yılının Mayıs ayında itibaren IMF’yle danışıklı dövüş bir ilişki içine giren AKP hükümeti, son dönemlerde nazlanarak da olsa iç politikaya yönelik olumlu mesajlarını yoğunlaştırmış ve IMF’yle tekrar anlaşmak üzere hazırlıklarını son aşamaya getirmiştir.

Milletimizi aldatmak için yoğun bir faaliyetin içinde olan iktidar zihniyetinin, üstesinden gelemediği ekonomik sorunları, bitirmekten daha çok; IMF kredisiyle ötelemeye çalışacağı anlaşılmaktadır.

Alınması gündemde olan IMF kredisiyle, kuvvetle muhtemel kamunun ve bir ölçüde de bankaların dış borç geri ödemeleri yapılacak, ancak üretim sistemine doğrudan bir katkısı söz konusu olmayacaktır.

Dikkati çeken çok önemli bir hususu daha huzurlarınızda milletimizle paylaşmak isteğindeyim.

Türkiye’nin hükümet odaklı sorunları ne zaman yoğunlaşıp artsa, anında gündem aniden değiştirilmekte, herkesçe malum olan medya organlarının manşetlerinde sarsıcı haberler servis edilmektedir.

Siyasal ve moral açılarından tükenen Başbakan Erdoğan, böylelikle sorunların karşısındaki ezikliğinden ve çaresizliğinden kurtulabilmek için fırsat bulmaktadır.

Başarısızlığın ve beceriksizliğin bulanık sularında soluk alıp vermesi zorlanan hükümetin, imdadına gündemi alt üst eden ve zamanlama itibariyle çok düşündürücü olan iddialar yetişmektedir.

Bu meseleler hakkında ne düşündüğümüzü ve nasıl yorumladığımızı az önce ifade etmiştim.

Ancak bizi asıl düşündüren husus, ekonomik sıkışıklığın arttığı ve krizden çıkışın henüz görülmediği bir ortamda, gündemin işsizlik ve yoksulluk olması gerekirken, birden bire başka alanlara kayıyor olmasıdır.

Bütün samimiyet ve içtenliğimizle söylemek gerekirse, Türkiye huzursuz ve sancılı bir dönem yaşamaktadır.

Toplumun derin katmanlarında giderek kök salmış bir şiddet kültürü, çatışma eğilimi ve insanlarımızın birbirine karşı tahammülsüzlüğü yoğunlaşmaktadır.

Ve ekonomideki sorunların dinmek bilmeyişi, günlük geçim ve ayakta kalma mücadelesi veren vatandaşlarımızın öfkelerini artırmaktadır.

Son zamanlarda, Başbakan Erdoğan’ın yayınlarına fazlasıyla ilgi gösterdiği bilinen OECD’nin hazırladığı bir raporda; birçok ülke arasında dolaylı vergiye en çok maruz kalan ülkenin Türkiye olduğu ifade edilmiştir.

Buna ilave olarak, OECD ülkeleri içinde gelir dağılımının en çarpık ve kötü olduğu ülkeler arasında Türkiye’nin başı çektiği anlaşılmaktadır.

En düşük ve en yüksek gelir grubunda bulunanlar arasındaki gelir uçurumunun sekiz kata çıkması halinde sosyal gerilimlerin ve hatta çatışmaların dahi olabileceği değişik çalışmalarla tespit edilmiştir.

Ülkemiz için gelir dağılımındaki bu farkın 8,1 kat olduğunu dikkate aldığımızda, çok ciddi sorunlarla karşı karşıya olduğumuz görülebilecektir.

Bakınız, 29 bin kişinin bankalarda 200 milyarı aşan parası bulunmaktadır.

Bir tarafta da, ekmek alacak parası olmayan, ısınacak kömür parasına muhtaç, kazancı harcamalarının çok gerisinde bulunan ve nasıl hayatta kalacağının derdine düşmüş milyonlarca vatandaşımız vardır.

Buna neden olan ekonomik ilişkilerdeki eşitlik, adalet ve ahlak üçlemesindeki zafiyetler ve tahribatlar, iktidar gücünü elinde bulunduranların palazlanmasına, bunun dışında kalanların ise mağduriyetindeki artışa neden olmaktadır.

Ekonomiyi rahatlatacak olan büyüme oranında; 2002 yılında 149 ülke içinde 29. sırada olan Türkiye; 2009 yılında 107 basamak gerilemiş ve 136. sıraya düşmüştür.

Sorun ciddidir ve ülkemiz kaos bataklığa doğru hızla kaymaktadır.

Meselenin hazin tarafı ise, bu felaketi göremeyecek kadar gerçeklerle bağını koparmış; dar görüşlü ve sığ bakışa sahip birisinin Başbakanlık makamında oturuyor olmasıdır.

Nitekim bunun tezahürleri son olarak Bozhüyük-Bilecik-Mekece ile Kırıkkale-Elmadağ yollarının açılışındaki konuşmalarına yansımıştır.

Başbakana göre bütün yatırımlar kendi zamanında başlatılmış ve sonuçlandırılmış, Türkiye bütün gelişmeleri ve projeleri yalnızca AKP döneminde sağlamıştır. Öncesi mahrumiyet ve karanlıktır.

Devlette devamlılıktan, hizmette süreklilikten ve millete hadim olmaktan bihaber bulunan Başbakana açılışını yaptığı yolların ve özellikle Bozhüyük-Bilecik-Mekece bölünmüş yol projeleri ve ihalelerinin aralarında 57.Cumhuriyet hükümetinin de bulunduğu kendinden önceki hükümetlerce gerçekleştiğini hatırlatmak isterim.

Bu gerçeği bir övünme vesilesi olarak değil, her hükümetin yapması gerekenlerin ve yaptıklarının hakkının teslim edilmesi için ifade ediyorum.

Bizim başlattıklarımızı elbette ki sizler tamamlayacaksınız. Milletimiz adına şükran duyarız. Sizin başlatıp tamamlayamadıklarınızı da iktidarımızda biz yapacağız ve varsa bir hakkın da mutlaka teslim edeceğiz.

Bu haftaki konuşmama son verirken yapacağınız değerli çalışmalarda hepinize başarılar diliyor, saygı ve sevgilerimi sunuyorum.