02.02.2010 - TBMM Grup Toplantısı Konuşması
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma.
2 Şubat 2010

 

 

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım

Basınımızın Değerli Temsilcileri

Hepinizi en iyi dileklerimle selamlıyorum.

Milletimiz çok büyük ve derin sorunların içinde kıvranmakta, toplumsal yapımızın doğal ve kontrol edilebilir sorun çözme mekanizmaları uzunca bir süredir işlememektedir.

Bu aslında demokrasinin istikbalini, ekonominin istikrarını olumsuz etkileyen başlıca bir etkendir.

Türkiye’nin içine girdiği fasit daireden, huzursuzluk girdabından, hoşnutsuzluk yumağından AKP iktidarıyla çıkma şansı artık kalmamıştır.

Bu itibarla seçim şartlarının oluştuğunu değişik defalar gündeme getirdik.

“Alıştırılmış yoksullukla, sıradanlaştırılmış işsizlik” arasında sürekli yer değiştiren aziz vatandaşlarımızın içler acısı görünümü, AKP iktidarıyla hafifletilmeyecek kadar vahim bir boyuta ulaşmıştır.

Her şeyden önce, demokrasinin toplumsal yapıda sağlıklı ve rasyonel bir şekilde zemin bulması, bir facia haline gelen yoksulluk ve işsizlik meselelerinin çözümünde motive edici bir faktör olacaktır.

Biliyoruz ki çağımızın standartlarında ekonomisi gelişmiş, ancak demokrasisi geri ya da ekonomisi gelişmemiş demokrasisi ileri bir ülkenin varlığına henüz şahit olunmamıştır.

Yine de demokrasinin ilkelerine tutarlı ve kararlı bir şekilde sahip çıkılması, toplumsal huzur ve ekonomik ilişkilerdeki güven açısından olumlu bir hava yaratacaktır.

Ekonomiyi yalnızca rakamsal veri yığını olarak gören, bu yığın içindeki kıpırdanma ve değişimleri umut olarak sunan Başbakan Erdoğan ve hükümetinin bu söylediklerimizi anlaması elbette mümkün değildir.

Ekonomiyi, insan ihtiyaçlarının sınırsızlığıyla ve kaynakların kıtlığıyla izah eden zihin örgüsünün AKP iktidarında fazlasıyla yer bulduğu gelişmelerle daha iyi anlaşılmıştır.

Oysa ki Başbakan Erdoğan’ın kaynakların azlığı bahanesi; bir anlamda herkesin içinde bulunduğu kötü şartları kabul etmesine yönelik sinsi bir tezgâhtan başka bir anlamı yoktur.

Mademki, Başbakan Erdoğan’ın ısrarla ve belirli aralıklarla ifade ettiği gibi, imkânlarımız ya da kaynaklarımız yeterli değilse, o halde bunun herkese eşit bir şekilde fatura edilmesi yerinde ve doğru olacaktır.

Ancak, bir tarafta işini yürüten yandaşlar, dünürler ve akrabalar vardır; diğer tarafta ise ağırlaşan sefalet şartları içinde yaşayan vatandaşlarımıza, ‘Ne yapalım imkânlarımız az’ diyerek eşitlikten yoksun, ahlaktan uzak ve insanlıktan bihaber bir şekilde yaklaşılmaktadır.

Bu aynı zamanda, imkânlar kısıtlı kalacağına göre; AKP olduğu sürece yoksulluluğun ilelebet devam edeceğinin Başbakan tarafından ilanıdır.

Milleti için kıt olduğu söylenen imkânlar nedense Başbakan Erdoğan ve arkadaşlarıyla birlikte ailelerine AKP’li olmanın tılsımı ile haram-helal demeden ardına kadar açılmıştır.

Başbakan Erdoğan’ı iki kuşak içinde kayıkçılıktan gemi sahipliğine yükselten talih, vatandaşlarımızı ne yazıktır ki beş kuşaktır yoksulluktan kurtulmasını sağlayamamıştır.

Bu şaibeli ve kokuşmuş siyaset zihniyetinin, vatandaşın yanında ve yakınında, onlar gibi görünme ve onlardan biri olduğu yönündeki yalanları artık birer birer herkes tarafından fark edilmeye başlanmıştır.

Geçen yedi yılı aşkın zamanda bu hükümetle birlikte; ihalelerden geçinenlere, komisyonculukla ayakta duranlara, iş takibiyle servet edinenlere gün doğmuştur.

Nitekim değerli ve saygıdeğer hiçbir çalışma ilişkisinde bulunmadan, zenginliğe ve refaha ulaşmak için Başbakan’ın yanında ya da yakınında bulunmak yeterli olmuştur.

Bu kapsamda, Başbakan Erdoğan’ın Ocak ayı Ulusa Sesleniş konuşmasındaki bazı sözleri dikkatimizi çekmiştir.

Başbakan Erdoğan, bu konuşmasında dünle kavgasına ısrarla devam etmiş, gelecekten bir beklentisinin olmadığını ve bununla da ilgili yapacağı bir şeyin artık bulunmadığını açıkça göstermiştir.

Asgari ücretle geçinen kardeşlerimize yönelik olmak üzere; yedi yıl öncesinde, evlerine ne kadar yumurta, kaç kilo peynir, kaç kilo pirinç, yağ ve tereyağı girdiğini sorgulayan ve bugün düne göre bunlardan daha fazlasının alındığını iddia eden Başbakan Erdoğan’ın bu hastalıklı bakış açısını elbette en az ücretle çalışan insanımız değerlendirecektir.

Şunu söylemeliyim ki, yedi yıl öncesine göre iki yumurta daha fazla almak, ilave olarak yarım kilo daha peynir yemek, daha çok tereyağı almak bir refah ölçütü değildir ve asla da olmayacaktır.

Başbakan Erdoğan’ın siyasetindeki sığlık ve açmaz böylesi bir zihni çelişkiden üremiştir.

Düne göre işsizlikte ve yoksullukta bir gerileme varsa, yatırımlar artmışsa, teknoloji yoğunluklu üretim yapan ekonomik yapı hayata geçmişse ve katma değer üretimi artmışsa gelişmeden ve kalkınmadan bahsetmek doğal olarak mümkündür.

Ne var ki, bunların hiçbirisi olmamış, düne nazaran insanımız bugün daha mutsuz, daha işsiz ve daha fakir bir hale gelmiştir.

Eğer Başbakan Erdoğan, kendi hayat şartlarını baz alarak ve buradaki gelişmelere göre bir değerlendirme yapıyor ve bunu da milletimizin hayat standardında bir artış olarak görüyorsa diyebileceğimiz bir şey olmayacaktır.

Bu yaklaşım, 21.yüzyılda nasıl bir zihniyetin Türkiye’yi yönettiğini açıklıkla göstermektedir.

Başbakan Erdoğan vatandaşımıza yedi yıl öncesine göre, bugün aldığı yumurtayı, yağı, peyniri sormaktadır.

Bizim de kendisine soracağımız sorularımız vardır ve milletimiz verilecek cevapları merakla ve acilen beklemektedir.

  • Yedi yıl öncesine göre, gemi alabilecek imkânınız bugün ne ölçüde artmıştır?
  • İktidara gelmeden önce takalara, kayıklara, teknelere ilgi gösterenler, bugün nasıl olurda şileplere sahip olmuşlardır ve bu kirli paranın kaynağı nereden sağlanmaktadır?
  • Bugün düne göre, banka hesaplarınızdaki sıfırlar ne yönde değişmiştir?
  • Şayet vatandaşımızın daha çok yumurta alması bir gelişme olarak görülüyorsa, o halde birden bire yolsuzluk şantiyesiyle inşa edilen yumurta üreten, mısır kaynatan, gemi yüzdüren, enerji hattı çeken, kıtalar arası petrol indiren işletmelerin artması nasıl izah edilecektir?

Dünün mağdurları, devletin imkânlarını kullanarak bugünün zenginleri olmuş; çalışmadan, sırf yakın ve yandaş olmaktan kaynaklanan ilişkilerle servetlerine servet katmışlardır.

Bu adaletsiz ve inançlarımızla bağdaşmayan istismar ve aldatma serüveni toplumda büyük bir infiale yol açmış, yoksul bırakılmış ve işsiz kalmış kardeşlerimizin haklı olarak tepkisini çekmiştir.

Tüyü bitmemiş yetimlerin hakkını savunarak iktidara gelenlerin yedi yılda ulaştığı sonuç budur.

Mazlumların, yoksulların sesi olacağı iddiasıyla yönetime talip olanların eriştikleri nokta budur.

Hakkaniyeti, adaleti ve helal kazancı bayrak yapan ve milletimizin aklını çelerek yedi yıldır saltanat sürenlerin hali bunlardan ibarettir.

Elbette ekonomik sorunların kronikleştiği ve yoğunlaştığı dönemler, değişik arayışların hızlanmasına ve taleplerin farklılaşmasına da neden olmaktadır.

Bu aşamada demokrasinin istikrarını ve devamlılığını muhafaza etmek normal ve olağan zamanlara göre daha zor ve daha meşakkatlidir.

Demokrasinin erdemlerinden bahseden iktidar partisinin, mutlaka ve öncelikle demokratik bilinci yaşatmak konusunda sorumlu hareket etmesi ve bu bilinci yıpratacak eşitsiz ve yozlaşmış uygulamalardan ısrarla kaçınması gerekmektedir.

Ancak yedi yılı aşan bir süredir hükümet etme görevini taşıyan AKP zihniyetinin ilkel bir taraftarlık duygusunu her alana yaygınlaştırdığı ve yerleştirdiği de bir gerçektir.

Ve bu iktidardan demokratik yollardan kurtulmak artık hepimiz için milli bir vazife haline gelmiştir ve Milliyetçi Hareket bu kutlu vazifeye her anlamda hazırdır.

Değerli Arkadaşlarım,

Başbakan Erdoğan’ın geçtiğimiz hafta bakkallıkla uğraşan esnaflarımızla ilgili sözleri hepimizi rahatsız etmiş, bu zihniyetin esnaf kardeşlerimize nasıl baktığını da açıklıkla gözler önüne sermiştir.

Toplumsal ilişkiler içerisinde düzenleyici bir rolü bulunan bakkallarımızın tasfiye hazırlıklarının Başbakan tarafından ilanı, bu iş kolunun büyük marketlerin insafına ve merhametine teslim edileceğini göstermektedir.

Mahalle aralarında sosyalleşmenin, ekonomik ilişkilerin merkezi olan bakkalların devrinin bitmesi doğru olmadığı gibi mümkün de değildir.

Artık AKP iyice niyetini bozmuş ve kontrolünü kaybetmiş bir halde bakkallarla uğraşmakta, kasaplara göz dikmekte, manavları ala aşağı etmenin sinsi planlarını yapmaktadır.

Büyük iş merkezlerinin tezgâhladığı lobilerin etkisiyle, savunmasız bir duruma mahkûm edilen esnafımızla uğraşmak, kepenklerini kapatmaya zorlamak ve onları birleşmeler yoluyla tasfiye etmek insaflı ve adaletli bir yaklaşım olmayacaktır.

Değişik zamanlarda, kenar mahallerdeki yoksul vatandaşlarımızın evlerine kameralar eşliğinde giden Başbakan Erdoğan’ın, eğer gerçekten samimiyse buralardaki esnaflarımızın ekmeklerine el uzatmaması, çocuklarının rızıklarına engel olmaması en acil beklentimiz haline gelmiştir.

Değerli Milletvekilleri,

Konuşmamın bu bölümünde, Türkiye ekonomisinde ve toplumsal hayatın işleyişinde çok önemli görevler üstlenen ‘Küçük ve Orta Büyüklüğe’ sahip işletmelerimizin sorunlarıyla ilgili tespitlerimizi ve sorunlarının çözümüne yönelik tekliflerimizi sizlerle paylaşmak istiyorum.

KOBİ’lerimizin ekonomik, sosyal olarak önem kazanması, bir bakıma geçirdikleri nitelik değişimleriyle doğrudan alakalıdır.

Türkiye’nin ekonomik gelişmesinde de özellikle Anadolu’nun bağrında ortaya çıkan ve birbiri ardına faaliyet göstermeye başlayan KOBİ’lerin ciddi katkısı olmuştur. Bu işletmeler ihracat ve üretimde önemli başarılar elde etmişlerdir.

Bugünkü şartlarda, küçük işletmeler denilince; başarısızlığından dolayı geri kalmış, küçük ölçeğe sıkışmış, ekonominin kamburu haline gelmiş ve sürekli olarak yardıma ihtiyacı olan bir yapı akıllara gelmemelidir.

Tam tersine, özellikle çağımızın küçük işletmeleri sahip oldukları esnekleriyle dinamik, değişen şartlara hızla uyabilen, talep boşluklarını zamanında yakalayan ve fırsatları değerlendirebilme kabiliyeti olan ekonomik aktörlerdir.

Doğaldır ki, her şeyin sürekli ve tempolu bir şekilde değiştiği ve hatta bu değişimin bir aşamadan sonra mecburi olduğu ekonomik ve sosyal alanda, KOBİ’lerin bu değişimden uzak durması ve etkilenmemesi mümkün olmayacaktır.

Şiddeti her geçen gün artan küresel rekabetle birlikte, büyük şirketlerin zarar eden yapıları, küçülmenin ve büyümeyi yavaşlatmanın daha iyi olabileceği, değişimin temel dinamiğinin buradan geçtiği konusundaki fikirleri yaygınlaştırmıştır.

Gerçekten de farklılaşan ve sürekli değişen ihtiyaçlar ve istekler, esnek ve dinamik bir üretim işleyişini gerekli kılmaktadır.

Bu da üretim ölçeği küçültülmüş, yönetim ve denetim işlevleri etkinleştirilmiş, piyasaya uyum özellikleri artırılmış küçük ve orta büyüklükteki işletmelerle mümkün olabilecektir.

KOBİ’lerin üzerinde durulması gereken özellikleri arasında;

  • Teknik yeniliklere daha yatkın ve tüketici tercihlerine daha esnek karakterleri,
  • Konjonktürel dalgalanmalara uymadaki üstünlükleri,
  • Üretimdeki boşlukları daha hızlı doldurmaya yatkınlıkları,
  • Büyük şirketlere yönelik olumlu etkileri ve bölgeler arası dengeli büyümeye tesirleri,
  • Ve istihdam artışına yaptıkları katkılar yer almaktadır.

Ne var ki, KOBİ’lerin destek ve ilgiden mahrum bırakılması, sorunlarına yönelik duyarsızlıklar, rekabetin acımasız yüzü bu alanda faaliyet gösteren işletmeleri zor durumda bırakmıştır.

KOBİ’ler, küreselleşme ve bölgeselleşme eğilimi ile birlikte artan rekabet ortamından önemli ölçüde etkilenmişler ve bu durum KOBİ'lerin içine düştükleri sorunlarının çözümünü daha acil hale getirmiştir.

Ülkemizde küçük ve orta büyüklükte işletmelerin sorunları denilince ilk akla gelen finansman sıkıntılarıdır. Bunun aşılabilmesi için düşük faizli kredilere, vergi indirimlerine, satış garantisi gibi önlemlere ihtiyaç sürekli artmaktadır.

Geldiğimiz bu aşamada, faizlerin düşüklüğünden bahseden Başbakan Erdoğan’ın, KOBİ’lerimizin neden yeterli düzeyde ve istenilen ölçüde kredi kullanamadığını bir an önce açıklaması gerekmektedir.

AKP hükümeti tarafından zaman zaman kamuoyuna açıklanan ve kara bir propaganda malzemesi yapılan KOBİ’lere dönük kredi uygulamaları, bugüne kadar küçük bir alanda toplanmış ve çok az sayıdaki işletmenin yararlanmasına neden olmuştur.

Ekonomik krizin ağırlaştığı şartlarda, bankacılık kesiminin sermaye yeterliliğiyle övünen Başbakan Erdoğan nedense, sıra KOBİ’lere kredi verilmesine geldiğinde şartları ağırlaştırmakta, yararlanacak işletmelerin azalmasına sessiz kalmaktadır.

Nitekim 2003 yılından içinde bulunduğumuz yılın Ocak ayının ilk haftasına kadar; yaklaşık 104 bin 332 KOBİ finansman destek kredilerinden yararlanmıştır. Bu süre zarfında, 6 milyon 508 bin Türk lirası kredi olarak kullanılmış, bu miktarın ise sadece yüzde 7’si KOSGEB tarafından karşılanmıştır.

Ancak hali hazırda, ülkemizde iki milyona yakın KOBİ faaliyet göstermektedir. Bu açıdan AKP hükümetinin KOBİ’lerin yüzde 5’ine ulaşabilmiş olması tam bir kara mizah örneğidir ve KOBİ’lerin ihmal edildiğinin açık bir kanıtıdır.

Merakımız, Başbakan Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde dile getirdiği, küçük ve orta büyüklükteki işletmelerimizin mali yapılarının güçlendirilmesi için 2010 yılı bütçesine konulan 209 milyon lira ödeneği nasıl ve ne şekilde kullanacağıdır. Ve bunun nasıl bir sonuç doğuracağıdır.

Parti olarak bu sözleri yakından takip edip gerekli gördüğümüz hususları milletimizle açıklıkla paylaşacağımızdan herkes emin olmalıdır.

Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım,

Ülkemizde, KOBİ’lerin varlığı ve sürekliliği çok önem arz etmektedir ve bunun için sağlıklı bir KOBİ politikasına çok ihtiyaç vardır.

Türkiye ekonomisinde ve sosyal yapının işleyişinde vazgeçilmez bir yere sahip olan KOBİ'ler, tüm işletmelerin yaklaşık yüzde 99'unu oluşturmaktadır.

KOBİ'lerin istihdamdaki payları yüzde 76,7 ve toplam üretimdeki payları ise yüzde 38 düzeyindedir. İhracatın yüzde 9'u da KOBİ'ler tarafından gerçekleştirilmektedir.

Toplam ihracat ve ithalatın dağılımına baktığımızda büyük ölçüde teknoloji yoğun ve katma değeri yüksek mallar ithal ettiğimizi ve emek yoğun malları ihraç ettiğimizi görmek mümkündür.

Türk dış ticaretinde en önemli ihraç ürünü olan tekstil ve konfeksiyon sektöründe faaliyet gösteren kuruluşların büyük bir kısmı küçük ve orta ölçekli atölye tarzı çalışan işletmelerdir.

Özellikle sanayileşme ve teknoloji seviyeleri yüksek Avrupa ülkeleri ile rekabet KOBİ’lerin maliyetleri düşürmelerini ve ileri teknoloji ile kaliteli üretim yapmalarını zorunlu hale getirmiştir.

Son yıllarda maliyet avantajları arasında en önemlilerinden olan ucuz işgücü ve hammadde avantajını kaybeden KOBİ’ler artan rekabete uyum sağlamak için yeni teknoloji yatırımlarına ihtiyaç duymaktadır. Bu ise yeni kaynakların sağlanmasını zorunlu hale getirmektedir.

Yoğunlaşan iç ve dış rekabet şartlarında işletmelerin belirlenecek politikalar eşliğinde; KOBİ’lerin küçük ölçekten orta ölçeğe, orta ölçekten büyük ölçeğe geçmeleri sağlanmalıdır.

Büyüme tek tek işletmeler için en önemli başarı ölçütü, başta gelen amaçtır. Bunun aksini düşünmemiz söz konusu değildir.

Kaldı ki, bu amacın gerçekleştirilmesi için işletmelerin performanslarının artırılması Türkiye ekonomisinin gelişmesini de olumlu yönde etkileyecektir.

 Dün olduğu gibi bugünde; Türk sanayisinin, ancak esnek teknoloji ve üretim sistemlerine geçecek bir yaklaşımla; Küçük ve Orta Ölçekli Sanayilerin, büyük sanayiler ile entegrasyonu sağlanıp, sağlıklı ana sanayi-yan sanayi ilişkilerinin kurularak dinamik bir hüviyet kazanabileceğine inanıyoruz.

KOBİ'ler için her türlü destek aracına sahip bir ortamın, sağlıklı bir sanayi yapısı ve güçlü bir ekonomiye ulaşmada bir başlangıç noktası oluşturacağından asla şüphemiz yoktur.

Parti olarak değişime ve gelişime uyum sağlayabilen, girişimcilik kapasitesi yüksek, uluslararası rekabet gücüne sahip, profesyonelleşmiş, kurumsal yönetim anlayışını benimsemiş KOBİ’lerin, ekonomimizin temel dinamiğini oluşturacağını düşünüyoruz.

Türkiye ekonomisinin ayağa kalkması ve içine girdiği krizden çıkabilmesi için KOBİ’lere yönelik olarak yapılması gerekenleri şu başlıklar halinde ifade etmemiz mümkündür:

1.KOBİ’lerde istihdamı geliştirici bir teşvik sistemi benimsenmelidir.

2.KOBİ’ye yönelik özel bir bürokrasi sistemi kurulmalı, her türlü işlem basitleştirilmelidir.

3.Yenilikçi gelişmeler hızla KOBİ sistemine aktarılmalıdır.

4.KOBİ’ler için kolay erişebilir finans sistemi tasarlanmalı, Halk Bankası’nın bu alanda daha yoğun ve çeşitli faaliyet vermesi sağlanmalıdır.

5.KOBİ’lerin iç pazarla bütünleşmeleri için devlet ve sivil toplum gerekli sorumluluğu üstlenmelidir.

6.Bilgi ve teknoloji tabanlı yenilikçi KOBİ’lerin katma değeri yüksek mal ve hizmet üretmeleri desteklenmeli, Ar-Ge yatırımı yapmaları ve araştırmacı istihdam etmeleri özendirilmelidir.

7.KOBİ’lere yönelik olarak kurulan Gelişen İşletmeler Piyasası’nın etkin olarak çalışması sağlanmalı, kredi garanti fonu sisteminin kaynakları artırılmalıdır.

Orta sınıfın güçlenmesinden istihdam imkânlarının çoğaltılmasına kadar; uluslararası rekabetle başa çıkmaktan, üretimin artırılmasına kadar çok önemli işlevi olacak KOBİ’lerin desteklenmesi kaçınılmaz bir hal almıştır.

AKP hükümetinin bu konuya bir an önce eğilmesini ve gündemine almasını bekliyoruz.

Aksi takdirde, Milliyetçi Hareket’in iktidarında, KOBİ’ler hak ettikleri itibar ve değere mutlaka kavuşacaklardır.

Değerli Milletvekilleri,

Bugün Türkiye’de yaşananlar önümüzdeki dönemin çok daha zor ve sıkıntılı geçeceğinin işaretlerini vermektedir.

Türkiye’nin ve Türk milletinin içinde bulunduğu ortam son derece vahimdir ve endişe vericidir.

  • Hükümet ülkenin temel sorunlarını çözme iradesini kaybetmiş, yorulmuş ve süreçlere teslim olmuştur.
  • Devlet kurumları arasında olması gereken ahenk kaybolmuş, huzursuzluk ve uyumsuzluk had safhaya ulaşmıştır.
  • Milletimizi parçalara ayırarak yeni azınlıklar yaratma çabaları hükümet eliyle hız kazanmıştır.
  • Yıkım projesini anayasaya yerleştirmek için nabız yoklama çalışmaları başlatılmıştır.
  • Kardeşliğimiz tehlikeye atılmış, mukaddesatı istismar edilmiş, ayrışma ve kutuplaşma tehlikesi baş göstermiş, birliği ve bütünlüğü tartışılır hale getirilmiştir.
  • Milletimiz hayatın her alanını kaplayan ağır bir yoksullukla ve işsizlikle karşı karşıyadır. Çaresizidir, sahipsizdir ve hükümetten ümidini kesmiştir.
  • İşçi, memur, doktor, eczacı, çiftçi, emekli, öğretmen, esnaf tedirgindir, huzursuzdur ve hak arama mücadelesi vermektedir.
  • Toplumsal doku bozulmaya yüz tutmuş, bizi bir arada tutan ahlaki değerler yıpranmıştır.
  • En aşağılık suçların işlendiği, cinayetlerin, saldırıların, tecavüzlerin ve tacizlerin toplum önünde gerçekleştiği bir ahlaki yıkım ve güvensizlik ortamı alabildiğine yaygınlaşmıştır.
  • Aile içi şiddet, geçimsizlik ve kötü muamelede görülen tırmanış toplumun temelini tahrip etmiş, sayıları 1600’ü aşan çocukların kayıp olduğu çok ağır bir sosyal travma hali görülmeye başlanmıştır.
  • Topluma büyük bir güvensizlik hali hakim olmuş, hukuku devre dışı bırakan, emniyet güçlerini yok sayan ve en ufak bir gerilim karşısında ilkel bir hak arama ve hesaplaşma eğilimi zirveye yükselmiştir.
  • Uluslararası ilişkilerde teslimiyetle atılan adımlar baskı ve dayatma olarak geri dönmüş, çözüm adı altında verilen tavizler hükümeti tam bir çözümsüzlüğe kilitlemiştir.

Ülkemizin genel profilini çizmeye çalıştığımız bu tablonun maalesef  eksiği vardır, fazlası yoktur.

Karşımızdaki Türkiye gerçeği ve AKP tahribatının sonucu budur, bunlardan ibarettir.

Bildiğiniz gibi biz bu gelişmeler karşısında;

  • Türkiye’nin bu rezaletleri ve sonucu asla hak etmediğini,
  • AKP zihniyetinin yedi yılı aşan uzunca süreyi toplumu oyalamakla geçirdiğini,
  • Yıkımın bütün kurumları kapsayacak kadar yaygın hale geldiğini,
  • Hükümetin gelecekten umudunu kesip geçmişi konuşmaya başladığını,
  • Yedi yıl boyunca yaptığı yanlışların ve saptığı tercihlerin Başbakanı ve hükümetini girdiği süreçlere mahkûm hale getirdiğini,
  • Ve Tek başına iktidar gücünü kullanamayan AKP kadrolarının artık iradesini kaybettiğini açıklamıştık.

Bu tabloya “Kriz, Kargaşa, Kaos, Korku, Kutuplaşma, Kavga, ve Karanlık” dan oluşan “7-K”lı tahribat zinciri adını vermiştik.

Ulaştığımız bu olumsuz tespitlere yönelik olarak geçmişte partimizi de süreçlere ortak etme arayışlarına; sözde işbirliği, istişare adı verilen oyunlara gelmeyeceğimizi kamuoyu ile paylaşmıştık.

Başbakanın son beyanlarından bu duruşumuzdan rahatsız olduğu anlaşılmaktadır.

Nitekim, partimizi ana muhalefet partisi ile ruh ikizi olmakla itham etmiş ve duruşumuzu adice bir suçlama ile “ırkçı ajitasyon” olarak tanımlamıştır.

Öncelikle şunu belirtmekte yarar vardır:

  • Milletimizi cahiliye dönemi kabile kültürünün temsilcisi olarak kimliklere parçalama arayışları bilinen bir ilkel zihniyetin,
  • Milletleşmeden ve onun tarihi ve sosyolojik anlamından haberi olmayan geri bir vizyon körlüğünün,
  • Milleti tesadüfen bir araya gelmiş aşiretler ittifakı zanneden yozlaşmış bir kafa yapısının,
  • Aradığı kimliği bir türlü bulamamış, hangi milletin temsilcisi olacağına karar verememiş bir kişilik bunalımının,
  • Milletimizi oluşturan kültürleri tekerleme halinde sayarak ve her gün yenilerini ekleyerek yapılan ayrımcı ve kışkırtıcı anlayışın,
  • PKK projelerini hayata geçirmek için çırpınan, çırpındıkça da batan proje sahiplerinin, bizim millet anlayışımızı anlamaları, bizim millet sevgimizi yorumlamaları, bizim millet varlığını korumak için göze alabileceklerimizi hesaba katmaları düşünülemez.

Milleti kavim zanneden Başbakan Erdoğan’ın ne kültürü, ne zihniyeti, ne de bünyesi buna yeterlidir.

Milliyetçi Hareketin kucaklayıcı millet anlayışını ağzına alması ise hakkı ve haddi değildir.

Üstelik adını bile söylemekten kaçındığı Türk milleti tanımını telaffuz etmesi de zaten bu zihniyetten beklenmemelidir.

Nitekim, PKK açılımını topluma anlatabilmek için yazılan 134 sayfalık kitapçığın hiçbir yerinde milletimizin tanımı olarak Türk kelimesinin geçmemesi girilen ırkçı ve ayrımcı çıkmazın son belgesidir.

Başbakanın girdiği yolun tam bir geri toplumsal form olduğunu algılayıp algılayamaması, asıl kendi yaptığının ırkçılık olduğunu idrak edip edememesi kendi bileceği iş ve tercihidir.

Ancak, milletimizi parçalayacak, çözecek, kutuplaştıracak bu anlayışa saygı göstermemiz, göz yummamız söz konusu bile değildir.

Bu hususta hiçbir kırılma yaşamadan sonuna kadar mücadele vereceğimizi, Başbakan Erdoğan’ın girdiği ve yandaşlarıyla beraber yürüdüğü yıkım yolunda asla olmayacağımızı huzurunuzda bir defa daha açıklamak istiyorum.

Bizi,  ruh ikizi olmakla suçlaması konusuna gelince, söyleyeceklerimiz şunlardır:

Sayın Erdoğan da, sayın Baykal da milletimizin evlatlarıdır.

Mutlaka, tertemiz aileler içinde büyümüşler ve milletimizin bağrından siyaset hizmetine talip olmuşlardır. Hepsine saygı duyarız.

Fikirlerine katılmasak da, acımasızca eleştirsek de zaman zaman uyuştuğumuz zaman zaman ayrıldığımız görüşlerimiz olabilir.

Bu,  aynı topraklar üzerinde yetişmiş, eğitilmiş ve donanmış olmanın da doğal sonucudur.

Bu itibarla, Başbakan Erdoğan’ın anlamı kendinden menkul bir benzetme ile bizi Sayın Baykal’la “ruh ikizi” olduğumuzu söylemiş olması kendi yorumudur. İzahı kendisini bağlar.

Ne var ki bu konuda ısrarlı olan Başbakan’a cevabımız şudur:

İllaki bir ikiz olma hali yakıştırılacak ise; Sayın Baykal’la ve Sayın Erdoğan ile “ruh ikizi” olmaya razı olabiliriz.

Ancak, bir başbakan olarak Türk düşmanlarının, İmralı Canisi’nin, Peşmerge Reislerinin, Müslüman katillerinin, küresel zalimlerin, İslam karşıtlarının, soykırım iddiacılarının, sömürgeci zihniyetlerin ruh ikizi olmaktan utanç duyarız.

Allah, böylesi çürümüşlüğün, bu rezaletlerin ve bu alçalmaların ikizlerinden de ve eş başkanlarından da, stratejik ortaklarından da ve onlarla kucaklaşan idarecilerden milletimizi korusun.

Değerli Milletvekilleri,

Sözde açılım adı altındaki “Yıkım Projesi”ni sağduyulu milletimize izahta çektiği sıkıntı AKP zihniyetinin çaresizce çırpınışlarından anlaşılmaktadır.

Başbakan Erdoğan, yayınladığı kitapçığın yanı sıra, AKP yöneticilerine, Belediye Başkanlarına, Kadın Kollarına, Devletin Valilerine, Emniyet Müdürlerine “PKK açılımı”nı anlatabilmenin, onları ikna edebilmenin zorluklarını yaşamaktadır.

Güzel şeyler olacak diyerek başladıkları yolculukta foyalar ortaya çıkmış, sürecin İmralı tarafından yönetildiği gerçeği herkes tarafından anlaşılmıştır.

Özellikle Habur’dan girişte yaşananlar AKP projelerinin kimin emellerine hizmet ettiğini ortaya koymuş, milletimiz perde gerisindeki alçaklıklara yakından şahit olmuştur.

Türkiye Başbakan Erdoğan’ın 20 Ekim tarihinde PKK karşılama törenleri için söylediği “Bu bir umuttur. Türkiye’de bir şeyler oluyor, iyi, güzel şeyler oluyor. Umut verici gelişmeler oluyor. Bunu son derece olumlu ve sevindirici bir gelişme olarak gördüğümü ifade etmek istiyorum.” sözlerini unutmamıştır.

Artık mızrak çuvala sığmamaktadır. Bütün gerçekler ve aktörler ortadadır. Başbakanın ve hükümetinin sancıları ve sıkıntıları bundandır.

Bunları unutturmak için gündemi değiştirecek, kafaları karıştıracak, zihinleri bulandıracak mekanizmaları harekete geçirmek peşindedir.

Bu konuda en büyük destekçisi ise hısım, akraba, menfaatçi gibi işbirlikçilerden oluşan güdümlü medya gücüdür.

  • Yıllardan beri, bütün olumsuzlukları milletimizin gözünden kaçıran,
  • Bire beş katarak hükümet riyakarlığına soyunan,
  • Türkiye’nin nasıl zenginleştiğini, demokratikleştiğini, nasıl yoksulluğun azaldığını, yolsuzluğun tükendiğini ballandıra ballandıra anlatan ekran ve sütunların giderek arttığı hepinizin malumudur.

Bu bile Başbakana yetmemekte, gece gündüz hükümet icraatlarına yer verecek kapı kulları olmalarını medya mensuplarından beklemektedir.

Bu itibarla geçtiğimiz hafta Başbakan Erdoğan’ın “gaz verdiklerini“ söyledikleri medyaya yönelik ithamlarının ahlaki karşılığı bulunmamaktadır.

Kendisini ikinci Atatürk olarak açıklayanlara, ikinci Fatih olarak ilan edenlere, kimsesizlerin kimi, sessizlerin sesi olarak tanımlayanlara suskun kalarak onaylayan Başbakan’ın, şimdi tahrik ettiği yandaş medyanın taleplerini gaz verme olarak yorumlaması içine düştüğü buhranın işaretidir.

Her şeye rağmen, yıllardan beri içte ve dışta bir sonuç almak ve tavize zorlamak için övgülerle, cesaret ödülleriyle, kutlama törenleriyle, alkışlarla ve cesaretlendirme denilen dayatmalarla pompalanarak benliği sürekli şişirilmiş birisi için bu geldiği aşama bile son derece sevindiricidir.

Dileğimiz, bu ruhiyat değişiminin devam etmesi, sırtı sıvazlanarak, arkasından tıpışlanarak gelinen uluslararası uçurumların kıyısından da tez zamanda dönmesidir.

Böylesi bir samimi hesaplaşma mutlaka Türkiye’nin de hayrına olacak, yedi yıl boyunca küresel alkışlar, şakşaklar ve tezahüratlar üzerinde geldiği çıkmaz yoldan dönme umudu doğacaktır.

Bu itibarla, şayet bir dil sürçmesi değilse Başbakan’ın eleştirdiği bu “gaz alma” konusu stratejik bir zihniyet dönüşümüne işaret edecektir.

Bu sözün arkasında duracak bir başbakan ise meşruiyetini ve memnuniyetini dışarıda aramaktan vaz geçecek, yalnızca milletine dayanmak ve onun kendisi hakkındaki kararlarına saygı duymak durumunda kalacaktır.

Bu hayırlı bir gelişmedir ve yedi yıldır söylediği en isabetli sözdür.

Ancak, özünün sonunda sarf ettiği basının artık daha özgür olduğuna yönelik iddiası ise tam bir aldatma ve pişkinlikten ibarettir.

Devletin resmi yayın kuruluşu da dahil olmak üzere çok sayıda medya organının doğrudan veya dolaylı olarak hükümetin güdümüne girdiği, yirmidört saat hükümetin papağanlığını yaptığı, yapmak istemeyenlerin ise baskılara maruz kaldığı bilinmektedir.

Böyle bir sansürcü ve dayatmacı haber ve yorum ortamında Başbakanın basın özgürlüğünden bahsetmesi de, medyanın yapılan iyi şeylere yer vermediğinden söz etmesi de tam bir iki yüzlülüktür.

Basının özgürleştiği iddialarında ise haklılık payı bulunması mümkündür.

AKP iktidarında,

  • Ecdadımızın alçakça suçlanmasında,
  • Soykırım avukatlığının yapılmasında,
  • Milli değerlerimizin aşağılanmasında,
  • İsyanlardan ve elebaşlarından övgüyle söz edilmesinde hükümetin başı çektiği tam bir özgürlük ortamı doğmuştur.

Özgürlükten kasıt, Türklüğe hakaretse, evet bugün medyanın daha özgür olduğu kesindir.

Özgürlükten maksat, Cumhuriyeti yıkma arayışları ise evet bugün basının daha özgür olduğu söylenebilir.

Özgürlükten anlaşılan, iktidara kapı kulu olup, iaşesini hükümete yüz sürerek sağlamaksa evet bugün medyanın daha özgür olduğu ortadadır.

Başbakanın özgür olduğunu söylediği işbirlikçi medyaya baktığınızda, yorumlarında, haberlerinde, ekranlarında ve sütunlarında;

  • Yolsuzluklar yoktur, yönetim tertemiz ve ahlaklıdır.
  • Bölünme tehlikesi yoktur, terörist yaptığından pişmandır, af dilemektedir.
  • Yoksulluk yoktur, herkes mutlu ve müreffeh bir hayat sürmektedir.
  • Partimizin çağrıları, uyarıları ve önerileri ise hiç yoktur.

Buna karşılık, partimize yönelik yalan, dolan, dalavere, manüplasyon, kara propaganda, iftira, çarpıtma, karalama, karatma, kötüleme vardır.

Zannedersiniz ki böyle bir siyasi hareket, böyle bir siyasal duruş, böyle bir siyasi parti Türkiye’de bulunmamaktadır.

Bu itibarla, ikbalini, iaşesini iktidara bağlamış, iradesini hükümete teslim etmiş, itibarını ise medya patronu, ekran yorumcusu, köşe yazarı gibi sıfatlarla ayaklar altına almış çürümüş bir zihniyetin alabildiğine özgür olduğunu söyleyebiliriz.

Eğer Başbakanın basın özgürlüğünden kasdı buysa doğrudur ve bu kendisinin eseridir. Ne kadar iftihar etse azdır.

Ve ne acıdır ki, insafını kaybetmiş ve riyakarlıktan vicdanı kararmış Başbakan zaman zaman bu desteğin azlığından bile şikayetçidir.

İşbirlikçi medyanın ise üç hilale, Türkiye’nin üçüncü büyük partisi olan Milliyetçi Harekete yönelik karartma çabalarının da nedeni budur.

Milletin sesi duyulmasın, birlik ve beraberlik mesajlarımız işitilmesin, tepkilerimiz ve eleştirilerimiz görülmesin istenmektedir.

Bugün Türkiye tam bir haberleşme kokuşması yaşamaktadır.

Son olarak yandaş medyayı da yeterli bulmayan başbakan, 30 Ocak 2010 tarihinde Resmi gazetede yayımlanan bir genelge ile Başbakanlık Başmüşavirliği sorumluluğunda Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü ihdas etmiştir.

Konu ile ilgili olarak cevabını arayacağımız sorular şunlardır:

1.Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği uhdesinde bulunan “Devlet çapında psikolojik harekâtın planlanması, uygulamaların koordine ve kontrol edilmesi görevi” bir kanunla 2003 yılında neden iptal edilmiştir?

2. Kanunla belirlenmiş bu görev yedi yıl sonra neden bir Başbakanlık genelgesiyle Başbakanlık Başmüşavirine tekrar verilmiştir?

3. Darbe söylentileriyle ilişkilendirilen psikolojik harekât faaliyetlerinin “kamu diplomasisi“ adı arkasına gizlenerek yeniden ülke gündemine sokulmasının ve bu maksatla bir koordinatörlük oluşturulmasının gerçek nedenleri nelerdir?

4. Bu faaliyetlerin koordinatörü Başbakanlık Başmüşaviri olacağına göre Başbakan kaynaklı olarak yurt içine yönelik bir psikolojik harekât faaliyeti mi söz konusudur?

5. Başbakana doğrudan bağlı ve telefon dinleme faaliyetleri ile kuşkular uyandıran Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı ile bu koordinatörlüğün ortak çalışması düşünülmekte midir?

Bu birimin açıklanan görevler dışında hangi maksatlara hizmet edeceği konusunda ciddi kuşkularımız vardır ve her çalışmasını dikkatle izleyeceğimiz bilinmelidir.

Verilecek cevap ne olursa olsun, medya bize nasıl yaklaşırsa yaklaşsın, bunları aşmak durumundayız. Başka yolu ve çaresi kalmamıştır.

Ne engeller bizi yıldıracaktır, ne zorluklar ve tehditler bizi yolumuzdan alıkoyacaktır.

Milliyetçi Hareket Partisi, vatandaşımızla arasına dikilmek istenen bütün bu duvarları mutlaka yıkacak ve namuslu medya mensuplarının cesareti ile ve gerekirse vasıtasız olarak milletimize kesinlikle ulaşacaktır.

Konuşmama son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyorum.