16.02.2010 - TBMM Grup Toplantısı Konuşması.
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma metni.
16 Şubat 2010

 

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım

Basınımızın Değerli Temsilcileri

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Türkiye’nin yaşadığı ekonomik sıkıntıları katlayan bir yağmur ve sel felaketi ile karşılaşan Trakya yöresi ile Antalya ilimizdeki taşkınlar bütün şiddeti ile devam etmektedir.

Büyük çoğunluğu tarıma ve bahçeciliğe uygun çok büyük alanlarda etkisini sürdüren sel felaketinin, çok sayıda insanın geçim kaynağı olan arazilerde tahribata yol açtığı görülmektedir.

Daha önceki yıllarda da benzer taşkınlara maruz kalarak felaketler yaşamış olan bu bölgelerimizde alınmış tedbirlerin yeterli olmadığı ve bundan sonra da yeterli olamayacağı anlaşılmaktadır.

Yerel yöneticilerin halkımızla beraberiz gibi iyimser mesajları ile geçiştirilemeyecek boyuttaki bu afet için alınacak kalıcı tedbirlerin bir an önce hayata geçirilmesi artık zorunluluk haline gelmiştir.

Yörede zarar gören vatandaşlarımızın kayıplarının acilen telafi edilmesini bekliyor, parti olarak ihtiyaç duyulacak her desteği vereceğimizi huzurunuzda belirtmek istiyorum.

 

Muhterem milletvekilleri,

Türkiye yakın tarihin en ağır bunalımlarının yaşandığı ve daha vahim kriz dalgalarının ise adım adım yaklaştığı yeni bir döneme girmeye başlamıştır.

Yıllardır atılan teslimiyetçi adımlar ile anlayışı ve ahlakı sorgulanan siyaset tüccarlarının milletimize, ecdadımıza, devletimize ve milli onurumuza reva gördükleri talihsiz gelişmeler birer birer karşımıza çıkmaya başlamıştır.

Yedi yıl boyunca yapılan bütün uyarılara rağmen, adeta savaş mağlubu bir ülkenin çaresizliği içinde, taviz üstüne taviz vererek, içte ve dışta milletimizin bütün birikimlerini tahrip eden AKP zihniyeti yolun sonuna dayanmıştır.

Hükümet, geçen dönem içerisinde bütün uyarı ve uzlaşma çağrılarına uzak durarak, ucuz siyasi hesaplarına yenik düşmüş, basitlikleri aşabilme basiret ve erdemini bugüne kadar gösterememiştir.

Ülkenin acil çözüm bekleyen sorunlarına çare üretmek yerine, kısır çekişmeler, inatlaşma ve ağır bir istismara dayanan ilkel siyaset anlayışı ne üzücüdür ki, devletimizin saygınlığına, milletimizin vakarına, vatandaşlarımızın ise hayrına olmamıştır.

Yedi yıl gibi çok uzun bir süredir devam eden iktidar siyasetindeki üslup kirliliği ve seviye kaybı nedeniyle aşağılanmayan, hakarete uğramayan, hor görülmeyen, taviz verilmeyen hiçbir milli ve manevi değer kalmamıştır.

Giderek daha derinden hissedilen buhran ve kargaşa nedeniyle devlete nizam veren bütün ölçü ve ayarlar kaçmış, siyasetin, güvenliğin, ekonominin, yönetimin bütün çivileri yerlerinden çıkmıştır.

Bunların sonucunda, milletimiz yorulmuş, devletimiz hırpalanmış,  kurumlarımız yıpranmış, kardeşliğimiz tartışılmış, inançlarımız istismara uğrayarak siyasete kurban edilmiştir.

Bugün ortada;

  • Gerginlik, kutuplaşma ve istismarla boğuşarak yönetilemeyen bir Türkiye,
  • Sorun çözme insiyatifini elinden kaçırmış bir ülke,
  • Yılların hassas dengelerini bozarak iradesini yabancıların insaflarına bırakmış bir hükümet
  • Açlığa, yokluğa, işsizliğe ve yoksullukla mahkûm edilmiş insanlar,
  • Ve kardeşliği sorgulatılmak istenen bir millet gerçeği karşımızdadır.

Yedi yıl boyunca Başbakan Erdoğan ve AKP hükümetlerinin sorunlar karşısındaki acziyeti, ekonomiden iç siyasete, uluslararası ilişkilerden sözde özelleştirmeye kadar her alanda dış dayatmalara boyun eğen teslimiyeti bu karanlık tabloyu önümüze getirmiştir.

Artık yaşadıklarımız, yalanlarla saklanamayacak kadar açığa çıkmış, istismarla örtülemeyecek kadar alenileşmiş, yandaşların bile gizleyemeyeceği kadar vahim sonuçlar olarak karşımıza dikilmiştir.

Sanal başarıların, sahte zaferlerin, şişirilmiş kahramanlık gösterilerinin, mutlu ülke ve huzurlu insan iddialarının sonu gelmiştir.

Bu aşamada, ağır bir yıkım sürecinin bütün işaretlerini vermeye başlayan Türkiye’de;

  • Hükümet aciz, çaresiz ve tahripkâr;
  • Temel kurumlar yıpranmış, hırpalanmış ve endişeli;
  • Siyaset yorgun, tıkanmış ve inatçı;
  • Hukuk zedelenmiş, güç kaybetmiş ve öfkeli;
  • Aziz milletimiz ise gergin, yoksul ve ümitsizdir.

AKP’nin yedi yıl önce daha yolun başındayken “Allahtan korkan ve kuldan utanan” iktidar vaad ederek işbaşına geldiği bilinmektedir.

Aradan geçen yıllardan sonra hükümetin sürüklendiği yer, Amerika’dan ürken, Avrupa’dan çekinen buna karşılık işçiden, memurdan, çiftçiden, esnaftan kaçan bir yönetim çürümüşlüğüdür.

Kaynakları özel geçmişlerinde bulunan derin bir siyasi kimlik ve kişilik buhranı yaşayan; meşruiyet sıkıntıları içinde kıvranan bu zihniyetin, bu aşamadan sonra ülkemize kazandıracağı hiçbir değer yoktur. Yeter ki ilk seçim gününe kadar tahribatını daha fazla katlamasın.

AKP zihniyetinin hiç değilse bu günden sonra yaşadığı zilletten bir ders ve sonuç çıkartması en büyük temennimizdir.

MHP iktidarında kendilerinin nasıl hesap verecekleri, hangi bahanelere sığınacakları, kimlerden imdat isteyecekleri elbette ki bizim meselemiz de kaygımız da değildir?

Bizim için önemli olan milletimiz daha fazla yorulmadan, devletimiz daha fazla yıpranmadan ve geleceğimize daha fazla ipotek konulmadan bu hükümetten kurtulacağımız güne ulaşmaktır.

Aksi halde AKP’nin TBMM’deki sayısal çoğunluğu demokratik güç ve imkân olmaktan çıkmakta sivil siyasetin otokrat arayışlarının zemini haline gelmektedir.

Bunun devamı halinde;

  • Başbakanın hırçın, öfkeli, itici, kavgacı ve dışlayıcı müflis politikalarından,
  • Başbakanlığı seçilmiş hükümdarlık zanneden sakat demokrasi anlayışından,
  • Milletin yarısına düşman, oy vermemişleri hasım gören sorunlu milli irade zihniyetinden,
  • Ve hazımsızlıktan beslenerek muhaliflerin sindirilmek, basının susturulmak istendiği tek parti diktası veya AKP’ye mahsus bir Baas rejimi arayışının işaretleri alınmaya başlanmıştır.

Bilinmelidir ki, bizim için ağır bedeller ödenerek bugünlere gelmiş demokrasimiz Ortadoğu sultanlığına özenen ilkel zihniyetlere teslim edilemeyecek kadar önemlidir.

Milliyetçi Hareket Partisi en az milli meselelerde gösterdiği hassasiyet ve duruş kadar, demokrasimizin üzerindeki her türlü tehdit karşısında mutlaka duracak ve tehlikeli arayışları def edecektir.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Bizim siyaset tecrübemiz, hiçbir konunun gizli ve karanlıkta kalamayacağını, er yada geç gerçeklerin ortaya çıkacağını ortaya koymaktadır.

Ne var ki, AKP zihniyetinin İmralı Canisi ile müşterek geliştirdiği yıkım projelerinin foyası birkaç ayda ortaya çıkmaya başlamış, milletimize karşı nasıl kirli tezgâhların hazırlandığı tarafların itirafları ile netleşmiştir.

2009 Mayıs ayında Sayın Cumhurbaşkanının müjdelediği ve hükümetin harekete geçtiği sözde açılım adı verilen çözülme ve yıkım projesinin en önemli ayağının eli kanlı PKK’lıların serbest kalmaları için sinsi arayışların olduğu bilinmektedir.

Nitekim hükümet de geride kalan aylarda bu zilleti topluma kabul ettirebilmek için ikna turları düzenlemiş, destek kampanyaları organize etmiş, anaların gözyaşları üzerinden yapılan istismarlarla şehitle katil, Mehmetçikle cani aynı terazide tartılmak istenmiştir.

PKK projelerinin adım adım siyasallaşması yönünde ilerleyen bu yıkım sürecinin dönüm noktası ise malumuz olduğu gibi 19 Ekim 2009 tarihinde Iraktan Türkiye’ye giriş yapan PKK’lılar için AKP nezaretinde terörist karşılama törenleri olmuştur.

Milletimizde infial uyandıran ve Başbakan’ın gerçek yüzünü ortaya çıkartan bu olayın unutturulmadan gündemde tutulmasında ve yeniden hatırlanmasında yarar vardır.

Zira Habur’daki karşılama ile birlikte Başbakan Erdoğan ve yol arkadaşlarının;

  • Elli kanlı PKK ile yaptıkları pazarlıklar ortaya dökülmüş,
  • Senelerdir Kandil bölgesine tezkereye rağmen neden harekât yapılmadığı daha iyi anlaşılmış,
  • Yıkım projesinin perde gerisindeki küresel aktörler belirginleşmiş,
  • İmralı Canisi ile AKP hükümetinin proje ve eylem ittifakı açığa çıkmıştır.

Bu tarihi alçaklık tablosunun Başbakan Erdoğan’ın ifadesiyle “iyi, güzel ve umut verici” bulunduğu da kamuoyunun malumudur.

Başbakanın övdüğü ve desteklediği bu rezalette,

  • Üniformalı teröristlerin zafer çığlıkları ile ve omuzlar üstünde karşılandığı,
  • Bu alçalmaya nezaret ettirilen güvenlik ve kamu güçlerinin eliyle devlet otoritesinin ayaklar altına alındığı,
  • Terör örgütünün paçavralarıyla beraber kin, nefret ve husumet gösterileriyle devlete açıkça meydan okunduğu,
  • Hükümet memurlarının PKK’lıları aklamak ve serbest bırakmak için birbirleriyle yarıştığı,
  • Hukuk devletinin ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin çiğnendiği, Anayasa ve kanunların çöpe atıldığı,
  • Yıllardır milletimize kan kusturan cinayet şebekelerinin Başbakan Erdoğan tarafından kucaklandığı bilinmektedir ve elbette ki milletimizin hafızasındadır.

Başbakan’ın ne pahasına olursa olsun geri dönmeyeceğini ve sürece devam edeceğini ısrarla açıkladığı bu ihanet tablosunun ardındaki gerçekler bunlardır.

Milliyetçi Hareket Partisi milletimizin ekranları başında şahit olmak durumunda kaldığı bu onur kırıcı, haysiyet zedeleyici tabloyu başından beri reddetmiş, eleştirmiş ve lanetlemiştir.

Başta Başbakan, ilgili Bakanlar ve buna alet olan her kademedeki bütün görevliler olmak üzere bu hain senaryoda sorumluluğu olan herkesin zamanı geldiğinde hesabını vereceğini partimiz açıkça ilan etmiştir.

Şimdi Habur’da yaşananlarla ilgili olarak sis perdeleri aralanmaya, bizce malum ama kamuoyu tarafından yeterince anlamlandırılamayan ihanet projesinin hesap verecek aktörleri ortaya çıkmaya başlamıştır.

Son olarak, bölücülükle yargılanan bir eski milletvekili yaptığı açıklama ile PKK’lıların törenle kucaklanması, serbest kalmaları için hâkimlerin ayarlanması, eli kanlı canilerin gönlünün alınmasında bütün tezgâhı hazırlayanın İçişleri Bakanı olduğunu açıklamıştır.

Yaşanan rezaletlerle, yaşananların sorumlusu ve yetkilisi arasında ilk andan itibaren zaten kurulmuş bulunan bu illiyet bağının şimdi ortaya çıkması asla şaşırtıcı değildir. Beklenen bir durumdur ve hatta eksiktir.

Yıkım sürecinde ve terörist kabul töreninde İçişleri Bakanının gerisindeki hükümetin başının rolünün de belgeleriyle yakında açıklanması beklenmelidir.

Kendisine isnat edilen iddialarla ilgili olarak konu hakkında yapılan açıklamanın, İçişleri Bakanını PKK işbirlikçisi olarak damgalanmaktan kurtarmaya yetmeyeceği ortadadır.

Habur’da yaşanan alçaklıklarla ilgili suçlamalardan kurtulmalarının yolu üstünkörü ve kurnazca yapılacak kaçamak açıklamalar değildir.

Başta Başbakan olmak üzere İçişleri Bakanı ile olaya müdahil idari, adli, güvenlik makamlarının ve memurlarının bu zan ve töhmetten bir nebze olsun kurtulmalarının ve haklarında verilecek hükmü belki hafifletmelerinin yolu, yaptıkları yanlışları itiraf etmekten, pişman olduklarını söylemekten ve milletimizden özür dilemekten geçmektedir.

Bizim bu aşamada hesap sorma hakkımızı saklı tutarak İçişleri Bakanından ve PKK aracılarından beklentimiz 15 Ekim 2009 tarihinde yapılan görüşmenin kamuoyuna açıklanmasıdır.

  • Bu toplantıda neyin pazarlığı yapılmıştır?
  • Hangi sözler verilmiş, taahhüt altına girilmiştir?
  • PKK talepleri karşısında nasıl boyun eğilmiştir?
  • Teröristlerin affına dair hangi güvenceler verilmiştir?

Buradan ifade etmek isterim ki; bu sorularımıza yapılacak dürüst ve samimi açıklamalar bile yıkım sürecindeki kanaatlerimizi değiştirmeye yetmeyecektir.

Milletimizin kendisine bu alçaklıkları reva görenlere haklı olarak yakıştırdığı “İmralı ikizi”, “PKK işbirlikçisi” yaftaları, ” “yıkım projesi” tanımı ve süreç için hükmünü verdiği “ihanet” suçlaması” sahiplerinin alınlarına kazınan kirli bir leke olarak gelecek nesillerinden bile çıkmayacaktır.

Değerli Milletvekilleri,

Milletimizin haklı tepkisi ile soğutulmaya çalışılan “Yıkım Projesi”ni kaldığı yerden başlatma çabaları son günlerde hız kazanmıştır.

Elbette ki hükümet ve açılım aktörleri önceki hataları yapmayarak suçüstü yakalanmak istemeyecek ve süreci daha sinsi, daha kurnazca ve daha derinden yürütmenin yollarını arayacaklardır.

Başbakan Erdoğan’ın yıkıma devam edeceğine dair söz ve işaretleri bunun ipuçlarını vermektedir.

Birinci yıkım seferi diyebileceğimiz ilk aşamada ne mutlu ki toplum ikna edilememiş, milletimizin tertemiz yüreklerine ve bin yıllık kardeşliğine fazla zarar verilememiştir.

Bunda elbette aziz milletimizin yüksek şuur ve sağduyusu yanında partimizin de önemli katkıları olmuştur.

Bu itibarla daha dikkatle yıkıma yeltenecek aktörlerin çalışmalarına karşı gösterilecek duruş ve tavrın da daha özenle ve daha şuurla yapılması şart olacaktır. Bu konuda hazırlıklarımız tamamlanmıştır.

İkinci yıkım seferinin stratejik basamaklarında; adına devlet politikaları denilerek valilerin, kaymakamların, yandaş belediye başkanlarının desteği ve kullanılması beklenmektedir.

Bunun yanı sıra toplumun sevdiği ve saydığı, eserlerini paylaştığı sanatçıların, bilim ve düşünce adamlarının da yıkıma alet edilmesi söz konusudur.

Geçenlerde, partimizin siyaset ve liderlik okuluna konuk olan ve tamamen özgür fikirlerini paylaşan değerli bir fikir ve bilim adamının AKP zihniyetince nasıl dışlanmak istendiği kamuoyunun gözü önünde cereyan etmiştir.

Bu örnek bile, hayatın her alanına yayılmak istenen kutuplaşma tehlikesinin sanat ve düşünce dünyasına bulaştırılmaya çalışılacağının işaretidir.

PKK’yı aklama ve siyasete çekme arayışı olan “yıkım projesi”ne toplumsal destek sağlamak amacıyla sanatçılara yönelik bir kampanya yapılacağı ortaya çıkmıştır.

Biz siyasi görüşleri bize uysun veya uymasın sanat dünyasına saygılıyız. Eserlerini ve görüşlerini özgürce ortaya koymalarından yanayız.

Ancak, sanatın toplumcu özelliklerini istismarla Türkiye’nin önüne konan yıkım projelerinin bilmeden yanında yer almalarını da istemeyiz, dilemeyiz.

Türkiye’nin birlik ve beraberliğinin tahribatında hiçbir sanatçımızın alet olacağına da ihtimal vermeyiz.

Bu konuda yanlışlar yaparak kirli bir cepheleşmenin içine düşmemeleri, milletimizden uzaklaşacakları bir sürece girmemeleri ve ülkemizin tarihinde kötü hatıralar bırakmamaları en büyük temennimizdir.

Bunun da böyle olacağına inanıyor ve sanatçılarımıza tuzağa düşmeyecekleri konusunda güveniyoruz.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Meşruiyetini ve sözde haklılığını, yurtdışındaki ilişkilerinde, yabancı başkentlerin övgülerinde arayan AKP zihniyeti için diğer alanlarda olduğu gibi uluslar arası ilişkilerde de yolun sonuna gelinmiştir.

Yedi yıl öncesinden yanlış ve karanlık yolda ısrar eden Başbakan Erdoğan ve zihniyeti, “ezber bozuyorum” “tabuları yıkıyorum” “düşmanlığı kaldırıyorum” “dostluk çemberi oluşturuyorum” adı altında sürdürdüğü teslimiyetin faturası bugün karşımıza hezimet olarak çıkmaktadır.

Başbakan Erdoğan ve riyakâr kadrolarının çığırtkanlığı ile çarpıtılmak istenen;

  • Yıkıcılığın ve bozgunculuğun demokratik çözüm,
  • Zoru görünce geri adım atmanın diyalog,
  • Küresel projelere boyun eğmenin işbirliği,
  • Zalimlerle ortaklığın eş başkanlık,
  • Aldatılmanın ve uyutulmanın zafer,
  • Teslim olmanın açılım, çözüm ve çare,
  • Bitmeyen tükenmeyen dış dayatmaların ise cesaretlendirme olarak maskelendiği bir dönemin ve siyaset algısının kokusu her yanı kaplamıştır.

Yanlış kurguladığı anlamsız, tutarsız ve teslimiyetçi siyasetin batağına sürüklenen hükümetin, bugün küresel alanda hiçbir milli meselemiz karşısında direnme ve dayanma imkânı kalmamış, Başbakan Erdoğan ve kadroları küresel bir dayatma kampanyasının kürek mahkûmu haline gelmiştir.

Türk dış siyaseti ve uluslar arası ilişkileri tel tel dökülmekte, oynayan temel taşları bütün yapıyı yıkacak bir çökme tehlikesini karşımıza çıkartmıştır.

Kıbrıs’ta Rumların insafına ve iradesine terk edilen sonuçsuz görüşmelerde AKP hükümetinin elde ettiği sonuç, Türk askerinin Kıbrıs”tan çekilmesine kadar küstahlaşan Avrupa dayatmasıdır.

AKP’nin her zorlamayı peşinen kabul etmeye amade tutumu ve AB’nin Türkiye’yi eşit haklara sahip bir üye olarak kabul etmek istemeyişinin sürecin önünü ve kapıları kapattığı da ortadadır.

Kimsenin sizi kabul etmediği bir ittifaka ısrarla gireceğini söyleyerek, biz açıp biz kapatırız diyerek, nafile fasılların peşine düşen AKP konuyu tamamen yabancıların icazetine teslim etmiştir.

Küresel güce eşbaşkan sıfatı ile Ortadoğu ve Avrasya’da geriden refakat etme arayışları, Irak ve Peşmerge ile boyun eğerek sürdürülen onursuz münasebetler, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması ve statüsü gibi temel meseleler girilen çıkmaz sokağın başlıca teslimiyet istasyonlarıdır. Ve herkes tarafından bilinmektedir.

Son alarak Ermenistan’la imzalanan protokoller üzerinden sürdürülen yanlış ilişkilerin çıkmaza girmesi ve Türk siyaseti için başladığı yerden daha geri bir noktaya çekilmesi tam bir diplomasi iflasıdır.

Bugün gelinen bütün bu rezil sonuçlar tam bir hezimet olup, Milliyetçi Hareket Partisi’nin yıllardan beri ısrarla ve önemle uyardığı hususlardır. Geride kalan konuşmalarımız bu ikazların belgeleri ile doludur.

Ulaşılan netice, AKP zihniyetinin teslimiyetinin neden olduğu kaçınılmaz sonuçtan başka bir şey değildir.

Geride kalan yıllardaki en utanç verici dayatma listelerini olumlu bulanlardan beklenen bir sondur, doğal bir akıbettir.

Bu açıdan Başbakan Erdoğan’ın, AB Büyükelçileriyle yediği yemekte yapılan haksızlıkları kasdederek sarfettiği “kör müsünüz” suçlamasının fiiliyatta hiçbir karşılığı yoktur. Zaten kendisini de muhatap alacak bir Avrupalı da olmamıştır.

Bu, yanlış bir siyasetin ve anlamsız bir hayalin peşinde koşanların, yabancı başkentlerdeki görüşme masalarında yüz sürenlerin şimdi yemek masalarında düştüğü aczin birinci ağızdan itirafıdır.

Biz başınıza geleceklerin öngörüsünü ta 2005 yılında yapmış, başkent Ankara’da Tandoğan meydanında toplanan onbinlerce partilimize ve Türkiye’ye açıklamıştık.

2 Ekim 2005 tarihli bu toplantımızda, siz ertesi gün 3 Ekim 2005 tarihinde yapılan Katılım Konferansı için Brüksel’e gitmeye hazırlanırken bu uyarıları o zamandan yapmıştık.

Bu açıdan vicdanımız çok rahat, sorumlu daranmış olmanın verdiği huzurla müsterihiz.

Hatırlarsanız o günkü konuşmamızda bundan dört buçuk yıl önce söylediklerimiz aynen şöyledir ve ders alması gerekenler için ibret vesikasıdır.

Maddeler halinde sıraladığımız uyarılardan bir kısmını aynen okuyorum:

“ Bu süreç AKP zihniyeti ile sürdürüldüğü takdirde,

  • Türkiye’nin haysiyeti ile oynanmaya devam edilecek ve AKP hükümeti bu onursuz serüvenin kılavuzu olacaktır.
  • Verilecek tavizler, bölücü talepleri artıracak ve Türkiye’nin karşısına etnik ayrışma ve çatışma olarak fatura edilecektir.
  • Türklerle ilgili hiçbir gelişme sağlanmadan, Kıbrıs Rum Yönetimi beyaz bayrak çekmiş AKP yönetimince tanınacaktır.
  • Sözde Ermeni soykırımı, AKP hükümetince aşama aşama kabul edilecektir.
  • Türkiye’de yapay azınlıkların oluşturulmasına AKP hükümetince yeşil ışık yakılacaktır.
  • Patrikhane Ekümenik olarak tanınacak, Heybeliada Ruhban Okulu açılacaktır.
  • İkinci bir resmi dilin kabulüne ilişkin küstahça dayatmalar sinsi sinsi gündeme taşınacaktır.
  • Üniter yapımız, milli kimliğimiz ustaca hazırlanmış bir etkileme süreci sonunda sorgulanacaktır.
  • Sözde demokratik anlayış sonucu, bölücülük hoş görülecek, milli hassasiyetler tahrik olarak adlandırılacaktır.
  • Eğer, bu aşamalardan sonra, Türkiye hala ayakta kalabilmişse ve adına da hala Türkiye Cumhuriyeti diyebilirsek, devletimiz en iyimser tahminle 25 yıl sonra imtiyazlı ortaklık adı ile bir sığıntı olarak, tükenmiş ve takatsiz bir halde yük vagonunda yer alacaktır. "Başkent ANKARA" Mitingi / 2 Ekim 2005

Tam bir isabet kaydeden bu öngörülerden sonra Başbakan’a bir de çağrıda bulunmuş ve yeni bir vebalin altına girmemesi için Brüksel’e gitmemesini söylemiştim.

Havai fişekli gündüz gösterilerinin rehaveti ve zafer kazanmış komutan kibiriyle ülkeye dönen Başbakan’ın, elbette ki ne kültürü, ne ahlakı, ne de şuuru bu uyarılarımızı dinlemeye müsait değildi. Öyle de olmuştur.

Madem ki aradan geçen bunca yıl sonra verilen sözlerin tutulmamış olduğu söylenmektedir, o halde bu tepkiyi gösteren bir Başbakan’dan beklenen kuru tehditler ve tembihler değil, siyaseten adım atması ve ilişkileri durdurmasıdır.

Böylesi bir tavır bugüne kadar yaşananları telafi etmese bile Başbakan Erdoğan’a yabancılarla müzakere masalarında kaybettiklerinin bir kısmını kazandırma imkânını belki verebilecektir.

Ne var ki, bu itirafla, başbakan ilişkileri kesip atacağı yerde, ülkemizin temel meselelerinin çözümünü, Hazreti Mevlana’yı da sürece katarak tamamiyle Avrupa ülkelerinin merhametine terk etmiştir.

Bu, onur kırıcı ilişiklerin pişkince sürdürüleceğini, yeni bir yalan ve hayal üzerine kurulu sürecin devam edeceğini, yine görüşme masalarında sırıtarak yeni protokollerin imzalanıp, yeni tavizlerin verileceğini göstermektedir.

Türkiye’nin milli meseleleri;

  • Avrupa’dan icazet alınarak mı, insaf dilenerek mi çözülecektir?
  • Ermeniyle, Rumla, Peşmergeyle kucaklaşarak mı halledilecektir?

Buradan Başbakan Erdoğan’a sormak lazımdır:

  • Hani Türkiye’nin dünyada etkisinin arttığını söylüyordunuz?
  • Hani bölgesinde etkili güç olduğunu iddia ediyordunuz?
  • Hani etrafımızda dostluk çemberi oluşmuştu, sorunlarımız sıfıra inmişti?
  • Hani, artık sözü geçen, lafı dinlenen bir Türkiye vardı? Öyle diyordunuz.

O halde yaşadığınız sorunlar, milletimize yaşattığınız sıkıntıların kaynağı nedir, nerededir?

Ermeninin, Rumun, Peşmergenin, Avrupalının, Amerikalının karşısında yaşadıklarınızın izahı nedir, nasıldır?

Hani artık masaya yumruğunu vurduğunda ses getiren bir ülke ve hükümet haline geldik diyordunuz? Bu ülke, bu hükümet nerededir?

Değerli arkadaşlarım, bir ses çıktığı doğrudur. Başbakan bu konuda haklıdır.

Ne var ki bütün dünyada yankılanan bu ses hükümetin onurlu siyaset adına masalara vurduğu yumruğun sesi değildir. Keşke olsa iftihar ederiz.

Maalesef ki bu ses, yabancıların asırlardır Türk milletinden intikam almak için buldukları fırsat sonucunda, AKP hükümetine ardı ardına indirdiği şamarların sesidir.

AKP hükümetleri, yeni emperyalizmin dayatmalarına ülkemizi, yakın coğrafyalarımızı hazırlama görevini içeriden üstlenen tam bir “Truva atı” haline gelmiştir.

Bu konuda son olarak söyleyeceğimiz şudur:

Başbakan Erdoğan Katar'da düzenlenen 7'nci ABD-İslam Dünyası Forumu'nun onur konuğu olarak yaptığı açılış konuşmasında, Gazze’de yaşanan faciayı haklı olarak hatırlatarak “Ben sesleniyorum, ey insanlık, ey yöneticiler neredesiniz” diye feveran ederek sormuştur.

Bu seslenişinde tamamen haklıdır ve çağrısı yerindedir. Milliyetçi Hareket sonuna kadar desteklemektedir.

Ne var ki, dünyaya hükmetmek için zulüm uygulayan temsilcilerinin hazır bulunduğu ortamda Başbakan Erdoğan’ın kaybedilen insanlığı aradığı yer manidardır ve yanlıştır.

Gerçek insanlığa hürmetin ve insan sevgisinin aranacağı yer milletimizin tertemiz sinesidir, milyonlarca mazlum din kardeşimizin inançla dolu gönülleridir.

İnsanlığını kaybetmişleri bulacağı adres ve muhatap ise Ortadoğu’da, Afganistan’da, Irak’ta ve Avrasya’da din kardeşlerimizi ve soydaşlarımıza reva görülen zulmün eşbaşkanlar ile bu zalimlerin başkentleridir.

Bu itibarla Başbakanın kaybedilen insanlığı uzaklarda aramasına gerek yoktur. Hemen yanına dönüp elele tutuştuğu zalimlerle aynaya bakmasında yarar vardır.

 

Değerli Milletvekilleri,

Yükseköğretime girişte uygulanan katsayı sistemi, haklı olarak şikâyet ve itirazları yoğunlaştırmış ve toplumsal bir sorun alanı oluşturmuştur.

Artık yıllardır ihmal edilen bu konunun, siyaset içinde ve Meclis zemininde çözülmesi zorunluluk halini almıştır.

Bu sorunun çözülmesinde hukuken YÖK’ün idari tasarrufunun tartışmalı hale geldiği ve kâfi gelemeyeceği yargı kararıyla ortaya çıkmıştır.

Gelinen bu aşamada, yargı kararını eleştirmek, zan altında bırakmak ve bu müesseseyi yıpratmak yerine, yasal bir girişimle konunun TBMM’nde halli elzem hale gelmiştir.

Üzerinde tartışılan konu, imam hatip liseleri ekseninde yapılmakla beraber, aslında meslek lisesi mezunlarının yükseköğretime geçişte yaşadığı katsayı eşitsizliğidir.

Bu durum, yıllardan beri Başbakan Erdoğan tarafından istismar edilmekte ve siyasi tartışma malzemesi yapılmaktadır.

Sorunun çözümsüzlüğünden faydalanan iktidar ve ana muhalefet partileri tarafından siyasi tartışma ve çekişme konusu yapılmakta gerilimin izdüşümü toplumsal yapıya kutuplaşma olarak yansımaktadır.

Özellikle milyonlarca evladımızı ve ailesini yakından ilgilendiren üniversite sınav takviminin işlemeye başladığı bu süreç, ortaya çıkan belirsizlikleri ve endişeleri daha da artırmıştır.

Partimiz, bu aşamada, söz konusu belirsizliğin kanun güvencesi ile biran önce aşılması, bu alanda bir daha siyasi çekişme yaşanmaması ve istismar alanlarının kapatılması maksadıyla, bir kanun teklifi hazırlamıştır.

8 Aralık 2009 tarihli Meclis Grup toplantımızda, düzenlemeye ihtiyaç duyulması halinde, bu konuda yasal değişiklik yapmak için yeterli çoğunluğa sahip AKP hükümetinin harekete geçmesini söylemiş ve ümit etmiştik.

Ancak, aradan geçen zaman içinde yaşanan hukuki süreçler ile AKP’nin sorumluluktan kaçarak topu YÖK’e atması, bu meselede partimizin doğrudan sorumluluk almasını zorunlu hale getirmiştir.

Milliyetçi Hareket Partisi, bu kapsamda olmak üzere, 2547 Sayılı Yüksek Öğrenim Kanunun 45’nci maddesinin (a) bendinin üçüncü paragrafının;

Ortaöğretim veya lise başarı puanına uygulanacak katsayı veya ek puanın hesabında kullanılacak yöntem ortaöğretim niteliğine bakılmaksızın eşit olarak uygulanır” şeklinde değiştirilmesini önermektedir.

Eğer Adalet ve Kalkınma Partisi samimi ise ve sorunun çözümünü arzu ediyorsa, ana muhalefet partisi de istismara açık toplumsal bir yaranın bir an önce kapatılmasını düşünüyorsa, yaptığımız teklif ekseninde yüce Meclisin iradesiyle meselenin çözüleceğine yürekten inanıyorum.

 

Değerli Milletvekilleri,

Hükümetin hayatın her alanında yaşadığı hezimeti, ağır yoksulluk ve yolsuzluğu, PKK ile işbirliğini saklayabilmek için sanal bir darbe karşıtlığına soyunduğu bilinmektedir.

Bu konuda özellikle son haftalarda Türk Silahlı Kuvvetleri ile yıllar öncesinden yapılan bir protokolün kaldırılması, Türkiye Büyük Millet Meclisinin koruma görevinden Mehmetçiğin çekilmesi veya görev sahasının kısıtlanması ile Milli Güvenlik Siyaset Belgesi adı verilen resmi dokümanın iptali gibi konular gündemi oluşturmaktadır.

Bu derece rahatsızlık veriyorsa, rejim üzerinde bir tehlike olarak görülüyorsa, geçtiğimiz hafta üzerinde mutabık kalınarak yürürlükten kaldırılan EMASYA protokolünün, yedi yıl içinde AKP iktidarında niye kaldırılmamış olduğunun sorgulanması ayrı bir tartışma konusudur.

Ancak Milli Güvenlik Siyaset Belgesi hakkında başlatılan tartışmaların yeni bir istismara kapı açtığı görülmektedir.

İç tehdidin olup olmadığı, olması gerekip gerekmediği konusundaki tartışmaların hükümet yanlısı medya tarafından ısrarla gündemde tutulmak istendiği ortaya çıkmıştır.

Nitekim Başbakan da daha önce birkaç kez dile getirdiği bu konudaki görüşlerini medya karşısında tekrarlamıştır.

Ancak, Başbakan Erdoğan’ın, Milli Güvenlik Siyaset Belgesindeki iç tehdit bölümünün kaldırılacağını açıklamış olması ise tam bir müflis siyasetçi kurnazlığıdır.

Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin içeriği gizlidir ve elbette ki bir muhalefet partisi olarak ayrıntılarını bilmemiz mümkün değildir.

Ancak bu gizli belge, karanlık ve bilinmeyen kurumlarca ve gizli odaklarca hazırlanmamıştır.

Başbakanın bilgisi ve Başta Erdoğan olmak üzere Bakanlar Kurulunun imzasıyla onaylanmış resmi ve yasal bir belgedir.

Milli Güvenlik Siyaset Belgesi denen bu dokümanı yayımlanma dönemine denk gelen bütün hükümetler onaylayarak ve güncelleyerek bugünlere kadar getirmişlerdir.

En son Milli Güvenlik Siyaset Belgesi 30 Kasım 2005 tarihli ve 2005/9713 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile yürürlüğe girmiştir.

Yani, bugün sakıncalı olduğu söyleneni bu belgenin tamamını Başbakan ve hükümeti imzalamış ve uygulamayı taahhüt etmiştir.

Hal böyle iken, bu resmi doküman hakkında şaibeler uyandırmak, hükümet dışı odaklar tarafından hazırlandığını ima etmek, dokümanın içeriğinden habersizmiş gibi göz boyamak tam bir Başbakan Erdoğan mantığıdır.

Bugün eleştirdiği belgenin altındaki ilk imza Başbakan Erdoğan’ındır.

2005 yılında imza attığı bu belgede kimi iç tehdit görüyorsa ona kendisi onay vermiştir.

O gün kimi dost, kimi düşman görüyorsa kendisinin izni ve bilgisi vardır.

Şimdi kalkıp bu gelişmeler kendisinden habersizmiş gibi yorumlar yapması sığındığı yeni istismar ve çarpıtma arayışının ürünüdür.

Başbakanın mantığınca,

  • Komşularla sıfır sorun sağlandığına;
  • Bütün tehditler ortadan kaldırıldığına,
  • Etrafımızda sevgi ve dostluk çemberi oluştuğuna,
  • Amerika ve Avrupa, Asya ve Afrika ile dost,
  • Peşmerge ile arkadaş, PKK ile de yoldaş; Ermeniyle, Rumla sırdaş olunduğuna göre bin yıl boyunca oluşan bütün tehdit ve tehlikeler ortadan kalkmış demektir.

Erdoğan’ın mantığınca, vizelerin bile kaldırıldığı bu sözde güven ve istikrar ortamında milli güvenliğe de ihtiyaç kalmamış, bunu düzenleyen siyaset belgesinin ise hükmü ortadan kalkmış olmalıdır.

Hatta böylesi bir rehavet ve ruh hali içindeki Başbakanın, bundan sonra Türk Silahlı Kuvvetlerine bile gerek olmayacağını yakında açıklaması beklenmelidir.

Bu kafanın bunu da söylemesi sürpriz değildir. İstismarının sonu ve sınırı kalmamıştır. Sadece bir zaman ve kendi tabiri ile hazzettirme meselesidir.

 

Değerli arkadaşlarım,

Türkiye’nin AKP ile birlikte nasıl bir ekonomik krize sürüklendiğini, nasıl siyasal dar boğazlara düştüğünü, nasıl stratejik uçurumların kenarına kadar getirildiğini hepiniz biliyorsunuz.

Ancak en az bunlar kadar ve bunlardan da kalıcı ve tehlikeli olanı toplumsal ahlakın aldığı ağır yaralar ile emniyet ve asayişte yaşanan zafiyet, acziyet ve korkulardır.

Gün geçmiyor ki yurdumuzun bir yöresinden insanın tüylerini ürperten bir cinayet haberi gelmiyor olsun.

Gün geçmiyor ki, hayatı kararan, ailesi dağılan, ocağı yıkılan bir annenin dramı yürekleri dağlamıyor olsun.

  • Evden kaçan çocuklar,
  • Akıbeti belirsiz kaybolan veya kaçırılan evlatlar,
  • Komşu, akraba, mahalleli demeden işlenen hunhar cinayetler,
  • Beraberce yaşadığı toplumun fertlerinin yaşına, cinsiyetine bakmaksızın malına, canına, namusuna göz diken alçaklıklar,
  • Ahlakın, insanlığın ayaklar altına alındığı en iğrenç suçlar,
  • Hırsızlığı hak, gaspı müstahak gören çürümüş vicdanların neden olduğu olaylar,
  • Okullara kadar inmiş suçlar, çocuklara kadar uzanan suç şebekeleri artık gündelik hayatın akışını bozacak, toplumsal birliğimize en az terör ve bölücülük kadar zarar verecek boyutlara ulaşmıştır.

Elbette ki suçların artması, suçlu sayısının çoğalması, öncelikle ahlakın zayıflamasının, inançların tahribinin bir sonucudur.

Ancak toplumun yaşadığı ağır ekonomik bunalımın da suçların artmasında çok önemli bir nedeni olduğu açıktır.

  • Yoksulluğun yıprattığı vicdanlardaki sarsıntılar,
  • Eşitsizlik ve adaletsizliğin ahlaktaki tahribatı,
  • Yolsuzlukların neden olduğu rol ve davranış özendirmesi,
  • İnançların istismarı ile oluşan değerler karmaşası,
  • Kapısına bırakılan sadakaların çözüm olmadığını görenlerin artan tepkisi,
  • Gerilim, tartışma ve geçimsizliğin merkezi haline gelen aile kurumu,
  • Ve daha da önemlisi geleceğe dönük umutların sönmesi, suçları artıran, insanları suça yönelten en önemli etkenler arasındadır.

Bu karanlık tablo bile AKP zihniyetinin teğet geçtiğini söylediği krizin, artan yoksullaşmanın, büyüyen işsizliğin toplumsal yapımızdaki yıkımının başlı başına sonucudur.

Başbakan Erdoğan’ın mutlu azınlık, zenginleşen yandaşlar, işbirlikçi çıkarcılar, yağmacı mihraklar dışında kalan milyonlarca mağdurun inançlarıyla, ahlakıyla ve vicdanıyla ağır bir imtihandan geçirildiği, açlıkla suç arasında sabırların zorlandığı toplumsal çöküş ve çözülüş tehlikesi karşımızdadır.

Bundan kurtuluşun yolu da AKP’den kurtuluş çarelerinin içinde aranmalıdır.

Zira bu hükümetin kalıcı ve köklü çözümler bulma ihtimali de iyi niyetle bakması halinde bile icra edecek süresi de gücü de kalmamıştır.

 

Hayatın her alanında yaşanan buhranın, kargaşanın ve bozulan dengelerin yeniden tesisi ilkeli, ahlaklı, dürüst, samimi bir iktidarın varlığına bağlıdır.

Milliyetçi Hareket Partisi, Parti Programında yer verdiği gibi “toplumda huzur ve güvenin sağlanmasını, kamu otoritesinin yurdun her köşesinde ve kişiler arasında ayırım yapılmaksızın hissettirilmesini; devletin yasalardan aldığı yetkiyi kollayıcı ve müşfik bir anlayış içinde kullanmasını ve vatandaşın hayatın her alanında güvende olduğunu hissetmesini temin edecek bir ortamın tesisi anlayışını” benimsemiştir.() ve hazırlıklarını tamamlamıştır.

Milliyetçi Hareket donanımı, kadroları ve projeleri ile buna da, bu ağır sorunun çözülmesine de taliptir.

 

Değerli Milletvekilleri,

Ülkemizin her alanında sorunlar artmakta ve yaygınlaşmaktadır. Artık insanımız yoğunlaşan problemlere göğüs germekten yorulmuş ve haklı olarak bıkmıştır.

Huzur ve refahın her geçen gün ulaşılabilir bir hedef olmaktan çıkması ve yarınlara dair umutlu bekleyişin karamsarlıkla yer değiştirmesi, yaşadığımız coğrafyada jeopolitikten doğan girdapların daha belirginleşmesine ve hızlanmasına neden olmuştur.

Bir gerçeği artık herkesin kabul etmesi gerekmektedir.

Sosyal krizler, belirsizlikler, siyasal kaoslar, ekonomik buhranlar, kimlik ve değer aşınmaları; toplumsal yapının zaten zayıf ve yetersiz olan sorun çözme kültürünü tükenme noktasına getirmiştir.

Nitekim, işsizliğin aldığı boyut korkutucu bir noktaya gelmiş, dün açıklanan rakamlarla 3 milyon 270 bin kardeşimizin bir işten yoksun olarak hayatlarını idame ettirmeye çabaladığı anlaşılmıştır.

Resmi işsizlik rakamına iş aramayıp, ancak çalışmaya hazır 1 milyon 951 bin kişiyi de ilave ettiğimizde AKP iktidarının ve Başbakan’ın ülkeyi ne hale getirdiği açık olarak görülecektir.

Hepinizin takdir edeceği üzere, sokaklarında aç, işsiz ve muhtaç olan bir ülkenin, huzurlu olması, sorunların üstesinden gelebilmesi ihtimal dâhilinde olmayacaktır.

Başbakan Erdoğan’ın iyi bir gelişme olarak yorumladığı sanayi üretimindeki küçük çaplı kıpırdanma da işsizlik melanetinin üstesinden gelmeye yetmeyecektir. Zaten gelişmeler de bu yöndedir.

Yine hepinizin şahit olduğu üzere, karşılaştığımız en ufak sorunun büyüyüp, çoğalması ve bunun sonucunda toplumsal sistemin anında kamplara ve cephelere bölünmesi sağlıklı bir halin göstergesi değildir.

Özellikle AKP iktidarları boyunca ve Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlığı süresince Türkiye maalesef bu dar ve çıkmaz alanın dibine kadar inmiştir.

Bu anormal görünümün çerçevesinde sosyal gelişme, ekonomik büyüme ve kalkınma girişimlerinin yalnızca sözde kalacağını, hiçbir anlam ve sonuç doğurmayacağını ifade etmeliyim.

Bugünkü olumsuz şartlar altında, muhatap kaldığımız ve her gün bir yenisine şahit olduğumuz sorunların üstesinden gelebilmek için öncelikle, konuları tarafsız ve kararlı bir biçimde ele alacak ve üzerine gidecek zihni ve fiziki yorumlama ve disipline ihtiyaç bulunmaktadır.

Sanayicisine sırt çevirmiş, işçisine kapı göstermiş, esnafına duvar örmüş, çiftçisini anasıyla birlikte azarlamış, ama bölücüleri kucaklamış bir iktidarın ayakta kalması ve millete hizmet yolunda değer üretmesi artık imkânsız bir hale gelmiştir.

Şimdi sıra, siyasette haysiyet ve ahlaktan sınıfta kalmışların ve sürülen kara lekelerden dolayı alınlarında yer kalmayanların ülkemizin gündeminden bir an önce gönderilmesine gelmiştir.

Bunun için yaklaşan seçimler bir fırsat olacak ve Milliyetçi Hareket bu kutlu görevi layıkıyla yerine getirecektir.

Bu haftaki konuşmama son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyorum.