02.03.2010 - TBMM Grup Toplantısı Konuşması
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma.
2 Mart 2010

 

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Muhterem Basın Mensupları,

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Sözlerime, değerli bilim insanımız Prof.Dr.İhsan Doğramacı’nın vefatından duyduğum üzüntüyü ifade ederek başlamak istiyorum.

Hacettepe ve Bilkent Üniversitesi’nin kurucusu ve aynı zamanda Mütevelli Heyeti Başkanı olan, Yüksek Öğretim Kurulu’nun ilk başkanı ve eğitim alanında bir çok eserin sahibi bulunan merhuma Cenab-ı Allah’tan rahmet, ailesine, yakınlarına ve milletimize başsağlığı diliyorum.

Muhterem Arkadaşlarım,

Soysal ve siyasal hayatın her alanını zehirleyen ve bir kangren gibi saran hastalıklarla yorgun düşen Türkiye, bugün içine girdiği bunalımdan kurtulabilmenin sancılarını yaşamaktadır.

Milletimizin ağır bir yoksullukla boğuştuğu; yolsuzluk, istismar ve adam kayırmanın her yanı sardığı, devletin temel kurumlarının birbiriyle çatıştığı, geride kalan yıllardaki uluslar arası teslimiyetin faturasının hükümetin karşısına konulduğu son derece karanlık bir dönemden geçilmektedir.

Partimiz bu sürecin belirtilerini “fetret dönemi” teşhisiyle yorumlamış, kurumlar arasında yaşanan derin çatışmayı da “devlet krizi olarak tanımlamıştır.

Olaylar kamuoyunun gözü önünde bu derece açıklıkla cereyan ederken, vatandaşlarımız bütün gelişmeleri korku, kaygı ve ümitsizlikle izlerken asıl ilginç olan, bu rezaletlere Başbakan Erdoğan’ın “normalleşme” adını verebilmiş olmasıdır.

Eğer bu halimiz normal olarak tanımlanacak ise işsizlikten kıvranan milyonların durumu ortadayken, evine bir lokma ekmek götürmek için çalmadık kapı bırakmayanların feryatları biliniyorken, yabancı başkentler hükümeti parmağına takmış oynatıyorken, anormalden anlaşılması gereken hangi haldir, nasıl bir seviyedir?

Bu nasıl bir siyaset algısı ve terbiyesidir ki, krizlerin normalleşme, buhranların demokratikleşme, bunalımların özgürleşme, yoksulluğun rahatlama, yıkımın açılım, çözülmenin kucaklaşma olarak çarpıtıldığı bir garabet zinciri topluma dayatılmaya çalışılmaktadır.

Başbakan Erdoğan’ın “ileri demokrasinin ayak sesleri” olduğunu iddia ettiği bu tablo, açlığın, işsizliğin hüküm sürdüğü, bölücülüğün cesaret bulduğu, ayrımcılığın tırmandığı, siyasetin alabildiğine kirlendiği, kardeşliğin zedelendiği yıkım ve hezimet tablosundan başka bir şey değildir.

Şayet bahsedildiği gibi, bu bir ayak sesi ise, adaletin ve zenginliğin değil, olsa olsa eli kanlı teröristin hükümeti açlığın ve yoksulluğun Başbakan Erdoğan’ı; Ermeni’nin, Rum’un, Peşmerge’nin AKP’yi teslim alışının yaklaşan ayak sesleridir.

Bu ayak seslerinde maalesef milletin huzurunun, devletin güvenliğinin, insanın refahının müjdesi ve heyecanı yoktur.

Ümidimiz odur ki, inşallah bu sesler, yaklaşan felaketlerin değil, ama hükümetin iktidarı ilk seçimde bırakıp kaçarken çıkaracağı topuk sesleri olacaktır.

Partimiz, bu karanlıktan kurtulmakta yegâne yol, bu bunalımdan bir nebze olsun uzaklaşmak için tek seçenek olarak seçimi görmekte ve milletin hakemliğine başvurmak gerektiğine samimiyetle inanmaktadır.

Kim ne derse desin ve nasıl yorumlarsa yorumlasın, yaşadığımız buhrandan kurtulmak için seçim, tarihi bir fırsat olacaktır. Başka çare de kalmamıştır.

Değerli Milletvekilleri,

Bildiğiniz gibi Milliyetçi Hareket Partisi aylardan beri derin çatışmalar ve tartışmalar yaşayan temel kurumlar arasında tırmanan sorunları kaygı ile karşılamaktadır.

 

Partimiz, giderek ağırlaşan ve yaygınlaşan yönetim krizinin ülkemizi etkisiz hale getireceğinden, devlet adını verdiğimiz kurumlar ve kurallar bütününü temelinden sarsacağından endişe etmektedir.

Bunlar yersiz ve temelsiz vehimlerin sonucu değil, ne kadar inkâr edilirse edilsin, artık saklanması mümkün olmayan öncü sarsıntıların ağır bir yıkımı haber veren uyarılarının öngörüleridir.

Bu durumun devamı halinde, milletin bekasının tehditlere maruz kalacağı, demokratik rejimin devamının sorunlar yaşayacağı bir darboğaza girileceği de ortadadır. Bu gidişattan kazançlı çıkacak kimse olmayacağı da açıktır.

Bir yanda hükümetin doğrudan taraf olduğu, diğer yanda ise yargı erkinin, ordunun, üniversitelerin, muhalefet partilerinin yer aldığı dönüşümlü gerginlik ortamının yumuşatılmasının yolu olarak geride kalan haftalarda Sayın Cumhurbaşkanı’nı göreve davet eden açıklamalar yapmış olduğumuzu hepiniz biliyorsunuz.

  • 26 Ocak 2010 tarihli Grup Toplantısındaki konuşmamızda konunun “Cumhuriyetin temel kurumlarını yıpratacak ve birbirine düşürerek zafiyet oluşturacak kadar ağır bir milli güvenlik meselesi haline geldiğini” belirterek Sayın Cumhurbaşkanı’nı, Milli Güvenlik Kurulunu olağan üstü toplantıya çağırmasını,
  • 23 Şubat 2010 tarihli Grup toplantısında yaptığımız konuşmada ise yaşananların bir “devlet krizi” olduğunu öngörerek Cumhurbaşkanı başkanlığında “devlet zirvesi” toplanmasını talep etmiş ve varılacak mutabakatın “ irade beyanı” ile kamuoyuna açıklanmasını istemiştik.

Nihayet Sayın Cumhurbaşkanı, yüksek yargı organlarının başkanları ile münferiden görüşmeleri geçen hafta içinde gerçekleştirmiş, Başbakan Erdoğan ve Genelkurmay Başkanıyla ise Çankaya’da ortak bir toplantı yapmıştır.

Herkesin birbirini suçladığı, kimsenin uzlaşmaya yanaşmadığı, tansiyonun giderek tırmandığı böylesi bir ortamda, artık kıpırdanmak gerektiğinin anlaşılmış olması ve yetersiz de olsa çağrımızın karşılık bulması olumlu bir gelişme olarak görülmelidir.

Sayın Cumhurbaşkanı; Hindistan ile Pakistan’ı, Pakistan ile Afganistan’ı uzlaştırmak için yabancı ellerde gezerken, küresel sorunlara arabuluculuk yaparken, sıranın nihayet ülkemizdeki kurumların uzlaştırılmasına gelmiş olması da bir zihniyet ilerlemesi sayılmalı ve memnuniyet verici bulunmalıdır.

Ne var ki, bu sınırlı görüşmelerden sonuç çakacağını beklemek, hükümetle Cumhurbaşkanı arasındaki mükemmel denecek ilişki ve uyum dikkate alındığında iyimser bir yaklaşım olacaktır.

Bizim talebimiz, sorunların parça parça ve kurumlar bazında ayrı ayrı çözümü değil, merkezinde hükümetin tavır ve üslubunun yer aldığı sıkıntılara doğrudan muhatap olan bütün tarafların bir araya geleceği bir “devlet zirvesi” yapılması yönündedir.

Belki, böylesi bir zirve ile herkes eteğindeki taşları dökecek, Cumhurbaşkanının taraf değil, hakem olduğu bu tür bir toplantıda ortaya çıkabilecek mutabakat “irade beyanı” ile kamuoyunun kaygılarını bir nebze olsun giderebilecektir.

Ancak, bugüne kadarki gelişmeler bu sağduyunun gösterilemeyeceğini, dışarıda bütün milli meselelerde teslim ola ola ilerleyerek sözüm ona “sıfır sorun” arayanların, ne tuhaftır ki içeride “yüzlerce sorun” oluşturmaktan kaçınmayacaklarını ortaya koymaktadır.

AKP’nin politika özeti; dışarıda sıfır sorun, içeride herkesle sorundur.

Ne üzücüdür ki, bugün karşımızda üstlendiği sorumlukları taşıyamayan, devlet ciddiyetinden yoksun, meselelere hala siyasi köklerinden bakan bir anlayış vardır ve bu da milletimizin talihsizliğidir.

Değerli Milletvekilleri,

Ülkemiz ve milletimiz için çok değerli yedi yılı insafsızca heba eden AKP zihniyetinin bunca seneden sonra milletimizi aldatacağı yalanı kalmamıştır.

Yıllardır boş hayallerin peşine sürüklediği Avrupa sevdasının foyası ortaya çıkmış ve buna inanacak kimse bulunmamaktadır.

Geride kalan yıllarda zenginlik ve refah vaatleri de boşa gitmiş, umutlar ağır bir yoksulluk, açlık ve perişanlık olarak tamamen tükenmiştir.

Yetim hakkı üzerinden dürüstlük siyaseti yapanların, inanç istismarı ile nasıl soygun şebekeleri oluşturduğu da ortaya çıkmış ve maskeleri bir bir düşmüştür.

Terörün sona ereceğine dair palavralar da tutmamış, bitirilmesi bir yana aksine terörist hasretle kucaklanarak, silahla yapmayı düşündüğü bütün ihanetler siyasetin malzemesi haline getirilmiştir.

Uluslararası ilişkilerde atılan zafer ve bağımsızlık çığlıkları da çabuk sönmüş, yıllarca yabancı başkentlerde boyun eğerek aranan meşruiyetin balonu sonunda patlamıştır.

Kısaca söylemek gerekirse, Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetleri, aziz milletimizi peşine takacakları bütün vaatleri ve bahaneleri geride kalan yıllarda cömertçe harcamıştır.

Anayasa değişiklikleri için oynayacağı son kozdan ve yaratacağı gerilimden başka saklanacağı paravan kalmamıştır.

Ne var ki, Başbakan Erdoğan’ın yedi yıldır bekleyip giderayak yaptığı anayasa değişikliği teşebbüsü, kendisini de partisini de bekleyen akıbetten kurtarmaya yetmeyecektir.

Başbakan, başarısız siyasetini, teslimiyetçi zihniyetini, iflas etmiş politikalarının bahanesini şimdi yedi yılın sonunda anayasaya bağlama arayışındadır.

Nitekim “Parti kapatma izni Meclis’e verilsin” önerisinin geri planındaki ruh hali de, hesap vereceği günlerin kâbuslarını gören bir zihniyetin filikalara binmek için köşe bucak tahliye kapısı aramasından başka bir sonuç değildir.

Bugüne kadar hakkında yolsuzluk suçlamaları bulunan milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırmak için hiçbir ahlaki kıpırdanma içine girmeyen iktidar partisinin, velev ki bir kapatma gerekçesinin doğması halinde bu kararı alacağına inanmak ve söylemek için ancak Recep Tayyip Erdoğan olmak gerekmektedir.

Partimiz, anayasanın değiştirilmesinin bir ihtiyaç olduğuna hemfikirdir ve geride kalan haftalar içinde görüşlerini kamuoyu ile paylaşmıştır.

Ancak gelişmeler karşısında, bilinen görüşlerinin tekraren ifadesinde yarar olacağı anlaşılmaktadır. Partimizin bu konudaki duruşu nettir ve şunlardır:

  1. Öncelikle TBMM’nde temsil edilen siyasi partilerden teşekkül etmiş bir ‘Anayasa Değişikliği Uzlaşma Komisyonu’ oluşturulmalıdır.
  2. Bu komisyona temsilci veren partilerin katkılarıyla anayasa değişiklikleri üzerinde görüşmeler yapılarak tartışılmalıdır.
  3. Üzerinde mutabık kalınacak değişikliklerle ilgili olarak tarafların onayı ile “demokratik sözleşme” yapılmalı ve kamuoyu ile paylaşılmalıdır.
  4. Değişikliği öngörülen anayasa maddelerinin kararı, erken ya da zamanında yapılacak Milletvekilliği Genel Seçimlerinden sonra oluşacak 24.Dönem TBMM’nin iradesine bırakılmalıdır.

Bu konuda, duyurduğumuz kararlarımız dışındaki görüş ve tekliflerin dikkate alınmayacağı bilinmelidir.

Bu önerilerimize rağmen, Cumhuriyetin temel ilkelerini ve devletin siyasi yapısını yıkmayı amaçlayan siyasi faaliyetleri meşru hale getiren düzenleme yapmasının önünde Meclis çoğunluğu bakımından AKP’nin sayısal bir engeli yoktur.

Bu konuda, aralarında yakınlaşma görülen AKP ile BDP’nin işbirliği yaparak, anayasa değişikliklerini referanduma götürmelerinin önü açıktır, tercih, sorumluluk ve vebal kendilerinin olacaktır.

Biz şimdiden Başbakan Erdoğan’a ve ittifak yapacağı arkadaşlarına referandum yollarının açık olmasını dileriz.

Ne var ki, Başbakan’ın referanduma kadar götürmeyi hesapladığı anayasa değişikliklerindeki maksadı, ne ülkemizi çağdaş anayasalara kavuşturma isteği, ne de siyasi vesayet tartışmalarına son verme arayışıdır.

Başbakan Erdoğan, ucuz hesapların ve nafile oyunların peşindedir. Bütün gayreti, bütün mücadelesi ne demokrasi içindir, ne millet hayrınadır.

Bu istismar stratejisinin ana başlıkları artık belli olmuştur:

  • Başbakan Erdoğan, devam eden hukuki süreçleri kullanarak, bir yandan mağdur rolünü tekrarlamak, öte yandan sahte çıkışlarla sözde darbe karşıtlığına soyunmak peşindedir.
  • Yaklaşan seçime girerken demokrasi arayanlar ile demokrasi karşıtları gibi sanal iki cephe oluşturarak bu ayrışmadan yararlanmak arayışındadır.
  • Toplumu siyasi hesapları uğruna cepheleştirerek yalanlarına takılmış yeni destekler aramak, hesap vermekten mümkün olduğunca kaçınmaktır.
  • Bu tarihi hesap gününden kurtulmak amacıyla, yaptıklarını aklayacak, suç olmaktan çıkartacak, soygunu, vurgunu ve talanı meşrulaştıracak, bölücülüğünü örtecek sipariş bir anayasanın peşindedir.

Ve mümkün olduğu kadar, seçim tarihini ileri atarak, iktidarını ne pahasına olursa olsun sürdürmek, inişe geçmiş partisinin belki daha güçlü olacağını düşündüğü bir dönemde sandığa gitmektir.

Bugüne kadar Milliyetçi Hareket Partisi’nin temiz toplum ve siyaset çağrılarına kulak tıkayan, siyasi partilerin kapatması konusundaki anayasa değişiklik tekliflerine aldırmayan Başbakan Erdoğan’ın, şimdi anayasa değişikliğine soyunması inandırıcı da değildir, ahlaki de sayılmayacaktır, samimi de bulunmayacaktır.

Değerli milletvekilleri,

Bildiğiniz gibi 28 Şubat olarak anılan ve 1997 yılında gerçekleşen siyasete müdahale süreci akabinde talihsiz gelişmeler olmuş, süreç Türkiye’nin siyasi dengelerini bozan siyaset dışı zorlamaları ortaya çıkarmıştır.

Bu süreç sonrasında Türk siyasetinin taşları oynamış, özellikle müdahalenin odağındaki siyaset ve siyasetçiler arasında yaşanan derin kırılmalar ileriki yıllar içinde iyice belirginleşmiştir.

Nitekim bu kırılmanın ardından, tam yedi yıldır iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi doğmuş, bugün sözde mücadele verdiğini iddia etiği bu zorlama arayışların doğal sonucu olarak siyasetteki yerini almıştır.

Yaşanan sürecin derin fay kırıkları incelendiğinde; AKP ara rejimin arayışlarının ürünüdür, suni bir imalattır. Varlığı ve devamı kendini var eden ortamın sürmesine ve yapay gerilimler üretmesine bağlıdır.

Zorlama süreçlerin eseri olarak, varlık nedenlerinin ve veli nimetlerinin farkında olan işbaşındaki siyaset tüccarlarının, kaybettikleri meşruiyeti dışarıda; siyasi kimliklerini ise içeride Türk siyasi tarihinin geride kalan sayfalarında aradıkları öteden beri bilinmektedir.

Kendi köklerini inkâr üzerine şekillenmiş bu “reddi miras” anlayışı ile marazi mevcudiyetlerine sığınma kapıları bulmaya çalışanlar, merhum Başbakan Menderes ve merhum Cumhurbaşkanı Özal çizgisi ile rabıta kurma arayışına girmişlerdir.

Bugün medya kanallarında Adalet ve Kalkınma Partisi ile Demokrat Parti ve Anavatan Partisi arasında kurulmaya çalışılan aldatıcı bağın, demokrasi havariliğinin ve mağduriyet edebiyatının nedeni de burada aranmalıdır.

Bunlar tamamen siyasetin gerçekten vesayet altında olduğu bir dönemin eseri olan çarpık ve köksüz arayışların beyhude meşrulaşma çırpınışlarıdır. Tam bir siyaset garibesidir.

Türk siyaseti kendi mecrasında akmaya başlayınca, siyaset algısı ve dengesi normalleştikçe; milletimiz bu sorunlu anlayışları sorguladıkça ve gerçek yüzleri göründükçe bunları da kendiliğinden tasfiye edecektir.

Siyasetin ve tabiatın kaçınılmaz akıbetinden AKP zihniyetinin de kurtuluşu ve kaçışı olmayacaktır. Tarih hükmünü verecek ve gerçek mutlaka tecelli edecektir.

Bundan önceki ihtilal ve ara rejimlerde ortaya çıkmış diğer partilerin ulaştığı kaçınılmaz son AKP’yi de beklemektedir. Korkunun ecele faydası yoktur. Seçimden ve milletten kaçış bu sonu değiştirmeye yetmeyecektir.

Bu itibarla, bugün kalkıp 28 Şubat sürecinin sona erdiğini söyleyerek kendilerine pay biçenler, aslında kendi varlıklarını tekzip etmiş olmaktadırlar.

Zira bizzat AKP zihniyeti ve Başbakan Erdoğan, bu ara rejim arayışlarının on üç yıl sonra can çekişen arızalı kalıntısından başka bir şey değildir.

Ayrı partilerde siyaset yapıyor olabiliriz, ama Allah ömürler versin bu müdahalelere doğrudan maruz kalan Sayın Necmettin Erbakan ve arkadaşları çok şükür ki hayattadır.

Kurucusu olduğu parti ve kadroları siyasetlerini samimiyetle sürdürmektedir.

Eğer, bir mağdur aranacak ise adres onlardır. AKP ise olsa olsa müdahale sürecinin kazançlı çıkan baş aktörüdür.

Bu itibarla, geçmişte defalarca “biz milli görüş gömleğini çıkardık” diye ilan edenlerin, şimdi kalkıp terk ettiklerinin maruz kaldığı demokrasi dışı baskılara sözde meydan okumaları tam bir aldatma ve iki yüzlülüktür.

Biz buradan, darbelere ve demokrasiye müdahalelere gerçekten karşı ise Başbakan Erdoğan’a çağrımız, henüz eyleme geçememiş planlardan önce bizzat yaşanmış ve aktörleri belli olan 28 Şubat denilen sürecin sorumlularından hesap sormaya başlamasıdır. Gerçek samimiyet sınavı böyle belli olacaktır.

Türk milleti çok şükür ki, AKP zihniyetinin niyetlerini de, müdahale heveslilerini de ve gerçekten bu müdahalelerde mağdur olanları da görmüş ve anlamıştır.  Ve ilk seçimde cevabını da verecektir.

Değerli Milletvekilleri,

Bildiğiniz gibi Türkiye gündemini ve demokratik düzeni yakından ilgilendiren hukuki süreçler son birkaç yıldan bu yana sürmektedir.

Partimizin mahkemelere intikal etmiş bu soruşturmalar kapsamında mümkün olduğunca sessiz kalmayı, adaletin tecellisini beklemeyi tercih ettiğini artık hepiniz biliyorsunuz.

Bizleri özellikle sürece ilişkin yorumlarımızdan alıkoyan en temel husus, işleyen adalet mekanizmalarına güvenmek durumunda olmamız ve yargıyı etkileyecek beyanlardan sakınmak isteyişimizdir.

Karşımızdaki sürecin hassasiyeti, bizleri dikkat etmeye, özen göstermeye ve objektif olmaya mecbur etmektedir. İşin doğrusu da budur ve böyle olmalıdır.

Partimizin şimdiye kadar gösterdiği bu hassas tutum ve ölçülü davranış, ne peşinen suçlu ilan edilenlerin yargısız bir infaza kurban verilmelerinin kabulüdür, ne de gerçekten bir siyaset dışı arayış varsa bunların zımnen kabulüne dönük bir siyaset fırsatçılığıdır.

Bunların ikisi de bizim ne ahlakımıza ve ne vicdanımıza uygun değildir.

Partimiz, hedefi ister hükümet olsun ister başka bir siyaset aktörü, bunlara yapılacak zorlamalara şiddetle karşıdır ve karşı çıkmaya da devam edecektir.

Öte yandan adaletin tecellisinde de, gerçeklerin ve doğruların ortaya çıkmasında da işleyen sürecin sonuna kadar arkasındadır. Bunun aksini düşünmek ve söylemek mümkün değildir. Başka bir çare ve çözüm de yoktur.

 

Ancak, özellikle geçtiğimiz hafta yaşanan tahkikatlar sonucunda bazı üst düzey emekli askerlerin tutuksuz yargılanmalarına ilişkin olarak İstanbul Cumhuriyet Başsavcısının yaptığı açıklama güven sarsıcı olmuştur.

Bu açıklamanın, Türk Silahlı Kuvvetleri komuta kademesinin aralarında yaptığı toplantının akabinde yapılmış olması dikkat çekicidir.

Biz yargının işine karışıp, tutuksuz yargılananların mağduriyetine neden olacak bir girişim başlatmak niyetinde elbette ki değiliz.

Ancak, bugüne kadar ısrarla saygı duyduğumuzu söylediğimiz yargının da, bu saygınlığı zedeleyecek telkin ve söylentilerden uzak durması gerektiğini açıklamak istiyorum.

Zira, bugüne kadar benzer suçlar kapsamında açılan soruşturmalarda, hukuki ve insani teamüllere rağmen sanıkları tutuklu yargılayan makamlardaki bu ani uygulama değişikliği, bazı güçlerin siyasete, siyasetin de adalete müdahale ettiği yönünde ciddi kuşkular uyandırmıştır.

Tarafsız yargı arayanlarla ve bağımsız yargı peşinde olanların açtığı yeni bir kutuplaşma ve tartışma alanında, dileriz ki, bir yandan günlerdir meydan okuyan, diğer taraftan karanlıkta ıslık çalan AKP hükümeti dayatmalara teslim olmuş olmasın.

Temin ederiz ki, bugüne kadar sözde darbe arayışlarına karşı sanal kahramanlık yaparken, kendisi zorlamalara teslim olmamış ve böylesi bir sürecin yeniden birinci aktörü haline gelmemiş olsun.

“Türkiye’de hava puslanmayacak” diyen Başbakan Erdoğan umarız ki 28 Şubat sürecinin ardından puslu havadan doğmuş olan siyasetini, yine böyle bir sürece teslim olarak sona erdirmesin.

Zira millete vereceği daha çok hesap olacaktır.

Muhterem Milletvekilleri,

Yıllardır tam bir teslimiyetle girişilen uluslararası ilişkilerde artık sona yaklaşılmıştır.

Önümüzdeki haftalar, geride kalan taviz ve acziyetin milli şeref ve haysiyetimizi inciteceği ağır bedelleri, bir süreçler zinciri halinde kaşımıza çıkaracak gelişmelere açılmıştır.

Ermenistan’la girilen tek taraflı tavizlere dayalı ilişkiler de bu ilkesiz politikanın tipik bir sonucu olarak ele alınmak durumundadır.

Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Obama’nın TBMM’deki konuşmasını bir talimat gibi algılayanların başlattığı Ermenistan’la ilişki kurma arayışı hükümeti köşeye kıstırmıştır.

Cumhurbaşkanı Gül’ün maç izleme bahanesi ile başlattığı süreç, partimizin başından beri uyardığı şekilde sonuçlanmış ve Türk milleti ya taviz vermek yada sözde soykırımcı olduğunu kabul etmek seçenekleri arasında sıkışıp kalmıştır.

Bir devlet ciddiyetinden çok uzak, mütebessim çehrelerin bir başarı gibi sunarak imzaladıkları protokollerin foyası ve girilen yolun çıkmazı da şimdi netleşmiştir.

Yıllardan beri Türk milletini soykırımcı olarak suçlama arayışlarını hükümet üzerinde bir baskı ve dayatma aracı olarak kullanan ABD yönetimi için yeni bir yıl daha kapıya dayanmıştır.

Yine bilindik Ermeni yanlısı tutumlar sergilenecek, yine soykırımcı kabul edilip edilmeme üzerinde tehditler yapılacak ve nihayet ABD Başkanı’nın mesajından hikmetli ve övgü dolu sözler itina ile ayıklanarak Türk milleti yeni bir yıla kadar avutulacaktır. Oyunun aslı budur.

Geçen yıl Başkan Obama’nın soykırım sözcüğünün İngilizcesi yerine Ermenicesini kullanmış olmasını ayakta alkışlayan AKP zihniyeti, yanlış tutum ve politikalarının acı sonucu ve gerçeğiyle bu yıl da yüzleşmek durumunda kalacaktır.

Mart ayının dördünde, ABD Temsilciler Meclisinde görüşülmeye başlanarak bu yılki baskı ve dayatma mevsimi de açılmış olacaktır.

Hükümetten Vaşington’un beklediği, Ermenistan’la imzaladığı protokolleri Mecliste görüşmeye açması ve tek taraflı olarak Ermenistan’la ilişkileri başlatarak, ne kadar barışçı, ne kadar uzlaşmacı, ne kadar teslimiyetçi olduğunu ilan etmesidir.

AKP hükümeti Kıbrıs’ta olduğu gibi Ermenistan’la ilişkilerde de yabancılara teslim ettiği çözüm sürecinin adeta mahkûmu haline gelmiştir.

Ve sözde iyi niyetli olduğunu göstermek adına verdiği bütün tavizlere rağmen her geçen yıl, müzakerelere ve sürece daha geriden başlamak durumunda kalmaktadır.

Bu açıdan Başbakanı zaman zaman iflasını örtmek için “dünya gerçekleri görüyor”, “haklılığımız anlaşıldı”, kimin çözüm istediği ortaya çıktı” mealinden sarf ettiği sözlerin ve yaptığı açıklamaların diplomasi pratiğinde hiçbir karşılığı, anlamı ve geçerliliği yoktur.

Alttan alarak, boyun eğerek, göz yumarak, sempatik görünerek, gereksiz tebessümler dağıtarak başarılı olunamayacağını yedi yıldır anlayamamış AKP zihniyeti, anlaşılan odur ki sandık gününe kadar da bu zafiyetini fark edemeyecektir.

Velhasıl, ne yaparsa yapsın bir türlü yaranamayan çaresiz hükümeti ve elbette Türk milletini mahkûm etmek için, 24 Nisan’da ABD Başkanının iki dudağı arasından çıkacak mesaj, bu sene daha da önem kazanmıştır.

Hükümet can kulağı ile dinleyerek olumlu sözler arayacağı bu mesaj ile yeni dönemde de ilave baskılara maruz kalacak ve maalesef süreç biraz daha Ermenistan’ın arzu ettiği yöne kayacaktır.

Bu gelişmelerin yaşandığı bir dönemde, 25-26 Şubat 1992 tarihinde Azerbaycan’a bağlı Yukarı Karabağ’ın Hocalı kentinde bugünkü Ermenistan yöneticilerinin de aralarında bulunduğu Ermeni çetelerinin saldırısında hayatını kaybeden soydaşlarımızı bir kez daha rahmet ve tazimle anıyorum.

Kendi tarihini karalamayı marifet zanneden, yabancılara şirin görünme adına milli tarihini ve şahsiyetlerini suçlama yarışına giren Başbakan Erdoğan ve işbirlikçilerini, kimin katil olduğunu, kimin mezalim yaptığını, kimin soykırımcı olduğunu önce anlamaya ve sonra başkalarına anlatmaya, Türkiye Büyük Millet Meclisinde beklettiği teslimiyet protokollerini ise geri çekmeye davet ediyorum.

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

ABD’nin 2003 yılındaki işgalinden sonra kademeli olarak normalleşme sürecine geçmenin sancılarını yaşayan Irak’ta, önümüzdeki hafta yapılacak genel seçimler, sonuçlarıyla itibariyle bu ülkenin ve bölgenin geleceğinde belirleyici olacaktır.

Özellikle Irak’ın kuzeyinde yoğun bir Türkmen nüfusunun, Irak’ın geleceğinden dışlanmak istendiği, buna karşılık soydaşlarımızın haklarına yeterince sahip çıkılamadığı bir gerçektir.

ABD işgali sırasında ve sonrasında; Türkiye’nin kırmızı çizgileri arasında da yer alan Türkmen varlığının korunması ve sahip çıkılmasına ilişkin devlet politikası, maalesef aradan geçen süre içinde iktidar partisi AKP tarafından bölgeye musallat olan güçlerin inisiyatifine terk edilmiştir.

Başta tarihi bir Türk kenti olan Kerkük olmak üzere, “Türkmen eli” coğrafyasında mülkiyet kayıtları ve nüfusa yönelik sindirme, tahribat ve yok etme politikaları karşısında hükümetin tepkisizliği bilinmektedir.

Ne yazık ki, aradan geçen zaman içinde; yalnızca sorunlu ve yetersiz olan terörle mücadeleye kilitlenen Irak’la ilişkiler sürecinde bu alanda da bir sonuç alınamadığı gibi, Türkmen kardeşlerimizin varlığına ve geleceğine dair umut verici hiçbir gelişme de ortaya çıkmamıştır.

Şimdi Irak, Türkmen soydaşlarımız açısından böylesine sahipsizlik ve dağınıklık ortamında seçime gitmektedir.

 

Bu zamana kadar olması gereken Türkmenlik şuuru, demokratik kültür, temsil arayışı gibi unsurların elde edilmesinde mesafe kaydedilemeyişi, Irak’taki üçüncü büyük nüfus potansiyelini 70 milyonluk Türkiye’nin yanı başında korumasız bırakmıştır.

Yine yakın bir zaman içinde;

  • Petrol gelirlerinin ülkenin büyük grupları arasında nasıl paylaşılacağı?
  • Irak’ı oluşturan unsurların birbiriyle ilişkilerinin esasının ne olacağı?
  • Irak’ın güçlü bir merkezi hükümetle mi yönetileceği,
  • Yoksa gevşek bir konfederasyon mu olacağı konuları tartışmaların merkezinde yer alacaktır.

Ağır aksak olsa da, demokrasinin gereği olan bu seçimin, bölgede çok önemli yansımaları olacağı da kuşkusuzdur.

Bu itibarla, Milliyetçi Hareket Partisi, TBMM’nde üyesi bulunan her siyasi partinin ve bağımsız üyelerin temsil edileceği bir gözlemci heyetin teşkil edilmesini ve Irak seçimlerinin yerinde izlenmesini önermektedir.

Yıllardan beri kargaşa ve kaosun hâkim olduğu komşu ülke Irak’ın etnisite ve mezhepler üzerinden parçalara ayıracak bir sürece sürüklenmemesi, kardeş Irak halkının mutluluğu açısından en samimi dileğimizdir.

Değerli Milletvekilleri,

Geçtiğimiz haftanın en çok konuşulan konularından birisi de, siyasi alanda ve kurumsal düzlemde karşılıklı olarak yaşanılan tartışma ve çekişmelerin ekonomiyi olumsuz etkilediği noktasında düğümlenmiştir.

Siyasi istikrarın kaybolduğu bir vasat içinde ve adım adım ilerleyen devlet krizinin etkisiyle, ekonominin kalp atışlarında tehlikeli bir bozulmanın gerçekleştiği dile getirilmiştir.

Bu iddiaların sahibi iktidar partisi, yine her zamanki gibi sorunların merkezinde bulunduğunu unutmuş ve ülkemizi kavgaların içine çeken bir numaralı zanlı olduğunu gizlemeye çalışmıştır.

AKP hükümetinin bu nafile ve aynı zamanda beyhude girişimlerini, ekonominin duran ve krizden dolayı işlemez hale gelen görünümüne gerekçeler arayışı olarak değerlendirmek mümkündür.

İç siyasi tansiyondaki yükselmenin, ekonomide yol açacağı kanama ve tahribat Başbakan Erdoğan’ın aklına şimdi gelmiş, bunun üstünü örtmek için de kendince bir yol tutturmuştur.

Yine kendi dışındaki herkese ve her kesime yüklenmiş, borsa endeksindeki düşmeyi ekonomideki sorunların göstergesi olarak tanımlamıştır.

Hatta Başbakan Erdoğan daha da ileri gitmiş ve ekonomide maharetin finansı ve insanı yönetmek olduğunu söyleyerek, Türkiye’yi nasıl bilgi ve fikir fakiri bir zihniyetin idare ettiği açıklıkla gözler önüne sermiştir.

Başbakan Erdoğan’a, burada elbette ekonomiye giriş dersinde yer bulan genel kaideleri ve ilkeleri öğretecek ve gösterecek değiliz.

Bu bizim işimiz de değil, görevimiz de değil. Ancak isterse bununla ilgili gerekli fedakârlığı anladığı ve idrak ettiği nispette yapacağımızı kendisine bildirmek isterim.

Başbakan Erdoğan’ın sahibi olduğu bu sakat mantık zinciri, eksik ve yetersiz ekonomi bilgisi ülkemiz açısından büyük bir sorun kaynağıdır.

Ekonomiyi finansla özdeş gören, mahareti insan yönetimiyle ilişkilendiren Başbakan Erdoğan’ın bu ülkenin başına gelebilecek en büyük talihsizlik olduğunu vurgulamak hatalı olmasa gerektir.

Borsanın değer kaybetmesiyle hafakanlar içinde kalan bu zihniyetin, ekonomiyi oranlarda araması, katsayılarda bulması, rakamlarla izah etmesi milletimizin yaşadığı buhranın en temel faktörleri arasında yer almıştır.

 

Buradan iktidar partisi ve Başbakan Erdoğan’a hatırlatmak isterim ki, ekonomi; Ağrılı’nın, Trabzonlu’nun, Sakaryalı’nın, Şırnaklı’nın, Adanalı’nın, Muğlalı’nın hayatlarını nasıl sürdürecekleri, yiyecek, barınacak, giyecek ve dünya nimetlerini nasıl elde edecekleri üzerinde durur ve bunların yol ve yöntemlerini araştırır.

Ekonomide maharet yönetmek değil, insanımızın artan ve karşılanamaz boyutlara gelen zorunlu ihtiyaçlarını gidermektir. Bundan başka bir değerlendirmenin hiçbir anlamı da yoktur.

Ve ekonominin nihai amacı, vatandaşlarımızın sorunlarıyla ilgili politikalar geliştirmek ve bunları gecikmeksizin uygulamaktır.

Arzu ve isteklerin sonsuz olmasıyla, sınırlı imkânlar arasındaki hassas dengeyi sağlayan ekonominin yanlış ve hatalı yorumu, problemlere yaklaşımı da olumsuz etkileyecek ve ortaya maalesef bugünkü Türkiye tablosunu çıkaracaktır.

Kendi yarattığı krizin altında kalacağını anlayan iktidar partisi; ekonomik yıkımın sorumluluğundan kurtulabilmek için ön almaya başlamış, bugünkü kötü ve katlanılamaz tablonun hazırlayıcısı ve hızlandırıcısı olmadığı yönünde kirli bir propagandaya meyil etmiştir.

Borsanın düşmesine, Türk lirasının döviz karşısında değer kaybetmesine neden olan cepheleşme ve sonucunda ortaya çıkan devlet krizinin, uzun bir süredir can çekişen ekonomiye olumsuz bir etkisi yapacağı doğrudur.

Bundan feveran eden Başbakan Erdoğan’ın kaygısı esasen, Manisalının, İstanbullunun, Erzurumlunun çoğalan sıkıntıların ve sorunların ağırlığı altında kalması değil, Bürüksel, Londra, Newyork, Tokyo fonlarının istikrarsızlıktan dolayı ülkeyi terk etme eğilimine girmeleridir.

Başbakan Erdoğan’ın ekonominin genel gidişatını borsa endeksine sıkı sıkıya bağlaması, AKP iktidarının bu zamana kadar milletimizin aş, iş sorunlarına neden duyarsız kaldığını açıklıkla kanıtlamıştır.

Borsa yükselsin, ama milyonlarca işsiz kardeşimiz feryatlarına devam etsin. Endeks düşmesin, ama esnaf, çiftçi, memur, işçi kan ağlasın. Borsa düşmesin, ama ekonomik krizden dolayı kim düşerse düşsün. Başbakan’ın istediği ve beklediği bunlardır.

Ve sadece finans gözlükleriyle ekonomiye bakan Başbakan’ın, krizin teğet geçtiğini düşünmesi ve böylesi bir hayalle mesajlar vermesi, bu zamana kadar hiç kimseye bir fayda sağlamamış ve bir şey de kazandırmamıştır.

Muhterem Milletvekilleri,

Siyasi tartışmalara eşlik eden kurumlar arası çatışma, eşzamanlı olarak Türkiye ekonomisini yıpratmakta ve ihtiyaç duyulan güven duygusuna büyük bir darbe vurmaktadır.

Bundan şikâyetçi olan Başbakan Erdoğan, suçlu arayacağına önce aynaya bakmalı ve Türkiye’yi endişe verici derin çıkmazın içine sürükleyen yüz hatlarını bir kez daha görmelidir.

AKP menşeli siyasal krizin devam etmesi önümüzdeki anayasa değişikliği ve muhtemel referandum sürecinde de artarak sürecek ve ekonomideki bozgun çok ciddi bir noktaya gelecektir.

Bunun ilk yansımalarını ekonomik büyüme ve işsizlik alanlarında görmek mümkün olacaktır. Bu kapsamda olmak üzere, Başbakan Erdoğan’ın, uydurma bilgi ve özürlü tahminlerle yaptığı; Mayıs ayından itibaren işsizliğin süratle azalacağına dair ifadelerini, siyasi falcılığın bir türü olarak değerlendirmek mümkündür.

Aynı zamanda, politik gerilim ve hizbin yoğunlaşması; Türkiye’nin risk primini artıracak, faizleri yukarı yönlü bir seyir izlemeye zorlayacak ve finansman sorunları baş göstermeye başlayacaktır.

 

AKP’nin belirleyiciliğinde; sürekli kriz üreten siyasal sistem, yerli ve yabancı yatırımcıların alabileceği olumlu karar ve niyetleri caydırabilecek ve ihtiyaç duyulan sermaye girişini geride kalan yıldaki miktardan daha da aşağılara çekebilecektir.

En başta işsizlik gibi, ekonominin öncelikli sorun alanlarıyla başa çıkabilmek için; her şeyden önce yatırım artışına ihtiyaç vardır ve bu da ancak oluşacak güven iklimiyle hayat bulabilecektir.

Yedi yılı aşkın bir zaman diliminde sanal ve gevşek istikrarın üreticisi olan AKP zihniyeti, şu an itibariyle ekonominin en büyük risk faktörü haline gelmiştir.

Bu itibarla Başbakan Erdoğan, Borsa’daki değer kaybını aşırı ve anormal bir tepkiyle karşılamakta, paralarını faize bağlayan gizli ortaklarının haklarını savunma adına ortalığı ayağa kaldırmaktadır.

Tırmandırdığı siyasal gerilimlerle, milletimizde çok büyük hasarların çıkmasına yol açan iktidar partisinin, çıkar ve menfaat dağıttığı kesimlerden başka düşüneceği ve kaygısını taşıyacağı kimsesi kalmamıştır.

Ne yaparsa yapsın dünyalığını, iktidarı süresince yedi sülalesine yetecek kadar toplayan Başbakan Erdoğan mutlak akıbetinden asla kurtulamayacaktır.

Muhterem Arkadaşlarım,

Türkiye’nin yıkımına neden olacak PKK açılımını topluma pazarlarken; güzel şeyler olacak diyebilen Başbakan Erdoğan, ekonomide de benzer yorumları yapmaya girişmiş, hiç kimsenin şahit olmadığı, bilmediği ve yaşamadığı güzel gelişmelerden bahsetmeye başlamıştır.

Buna ilave olarak; ekonomiyi ve büyümeyi olumsuz etkileyecek girişimlere taviz vermediklerini açıklayan Başbakan Erdoğan’ın, bu konuda kendi kusurlarına çok toleranslı yaklaştığı net olarak anlaşılmıştır.

AKP hükümetinin gerginlik üreten siyasi hamleleri, çoğunlukla demokrasi ve hukuk kılıfına bürünerek gerçekleşmektedir.

Demokrasi standartlarının geliştirilmesi, hukuk düzeninin etkinleştirilmesi ve güçlendirilmesi ya da temel hak ve özgürlüklerin muhafazası gibi ulvi gayeler, iktidar partisinin ağzında artık sakız haline gelmiştir.

Bulduğu her fırsatı tartışmaya çevirmede maharet sahibi olan Başbakan Erdoğan ve çığırtkan ekibi, ülkeyi kabus dolu bir sürece itmiştir.

Nitekim AKP’nin kavgacı ve çatışmacı siyasi stratejisi ekonomide beklentileri iyice bozmuş, yaralı olan kredibiliteye yeni bir darbe vurmuş, güven olgusu komaya girmiştir.

Doğal olarak ekonomide var olan buhran körüklenmiş, geleceğe dair en ufak bir umut dahi ortaya çıkmamıştır.

İnsanımız sıkıntıların altında inlemektedir. Ne üzücüdür ki, bu acı ve gerçek durum AKP’nin umurunda ve gündeminde değildir.

Bakınız değerli arkadaşlarım, 2009 yılında bireysel kredi borcunu ödeyememiş vatandaşlarımızın sayısında, bir önceki yıla göre yüzde 195’lik bir artış olmuştur. Ve kredi kartı borcunu ödeyememiş kardeşlerimizin sayısı yüzde 91 yükselmiştir.

İşsizlik, deyim yerindeyse hortlamış ve gerçekte bir işten mahrum halde bulunanların sayısı beş milyonu geçmiştir. İşsizlerimizin geçinebilmesi, karınlarını doyurabilmesi eş, dost, akraba yardımlarıyla ancak olabilmektedir.

Ekonomik kriz toplumu mahvetmiş, yoksulluk artık her haneye sinmiş ve yerleşmiştir. AKP hükümeti, bu sosyal ve ekonomik afetin genişlemesini ve büyümesini âdete teşvik etmiş ve desteklemiştir.

Hükümetin donanımlı ve bütünlükçü ekonomi politikalarının olmaması nedeniyle; Türkiye üretmeyen, çalışmayan bir ülke haline gelmiştir.

  • Üretmeden gelişmek nasıl olacaktır?
  • Fabrikaların çarkları dönmeden, alın terleri tezgâha düşmeden, makine sesleri ortalığa hâkim olmadan ekonomik büyüme nasıl sağlanacaktır?
  • Teorik olarak sermayeyi tabana yayması gereken, ama bunu yeterince sağlayamayan ve düşük işlem hacmiyle genellikle yabancıların mekânı haline gelen Borsayla mı kalkınma hamleleri yapılacaktır?

‘Türkiye’nin büyük resmi bozulursa Türkiye’nin değeri azalır’, diyenler acaba bu gerçeklerin ne zaman ve ne kadarının farkında olacaklardır?

Israrla ülkemizin büyük resminin gerçekten çok iyi olduğunu iddia eden Sayın Cumhurbaşkanı, bu büyük resimden Başbakan Erdoğan ve kendisinin gülümseyen, hiçbir krizin etkilemediği saadetlerinin fotoğrafını mı kast etmektedir?

Sorunlu bir lügatle krizden çıkarken ayağa kurşun sıkmamak lazım diyen zihniyetlerin, aslında Türkiye’nin geleceğini ateşe attıklarını ne zaman fark edecekler doğrusu merak içindeyiz?

Resimden kasıt eğer; erken yaşlarda müdür olanlar, milletimizin evlatları işsizlikten kırılıp çay parası bulamazken, şirketler kuran mahdumlar ise, elbette söylenenlerin eksiği vardır, fazlası yoktur.

Buradan büyük resmin içinde gerçekte ne gördüğümüzü açıklıkla beyan etmeye ve yorum sahiplerini taşıdıkları büyük sorumluluğun gereği gibi harekete davet etmek istiyorum:

Büyük resmin içinde;

  • Vatanımıza yönelik tertipçi ve bozguncuların artan faaliyetleri vardır.
  • Milletimizin huzuruna, devletimizin asayişine ve selametine karşı girişilmiş ağır ve vahim suikastlar görülmektedir.
  • Tahrik ve kışkırtma politikalarıyla ülkeyi istikrarsızlığın dehlizlerinde terk eden; dünün mağdurları, bugünün haramileri ve yarının mahkûmları bulunmaktadır.
  • Milletimizin bin yıllık kardeşliğini bozmaya karar vermiş olan ve közlenmiş intikam duygularının tutuşturduğu kin ve husumet ateşiyle, gözleri ihtiras ve gaflet perdesiyle çekilmiş olanların nursuz yüzleri vardır.
  • Hırsızlıktan, vurgunculuktan, sahtekârlıktan ve dolandırıcılıktan yolunu bulanlar, bu resmin içinde mutlu yüz hatlarıyla poz vermişlerdir.

Büyük resmin içinde bu olanların yanı sıra; milletimizi aldatmak için; yalan haberleri, korkunç dedikoduları, tahripkâr şayiaları üretenlerin; vatandaşımızın idrakini zaafa, iradesini felce uğratmak için el birliği etmişlerin, yoksulluğu ve çaresizliği alçakça kullananların da yer aldığı kuşkusuzdur.

Ve bu büyük resmin fotoğrafçısı Başbakan Erdoğan, destekçisi Peşmerge kalıntıları, müşterisi İmralı canisi, pazarlamacısı Türk ve Müslüman düşmanları, finansörü ise Atlantiğin karşı kıyısıdır.

Bugünün zavallı iktidar kadroları, milletimizin eşsiz gücüne ve tarihi duruşuna başlarını vurarak bir zaman sonra kendilerine gelecekler ve ne yazık ki bunun için iş işten çoktan geçmiş olacaktır.

Konuşmama son vermeden önce bir hususun altını çizmek istiyorum.

Başbakan Erdoğan, Titanik'te gemiyi batıranların alt katlarda oturanlar olduğunu, şimdi de Türkiye’de gemiyi batırmaya çalışanların üst katlarda bulunduğunu ifade etmiş ve devamında, 'Türkiye'de yoksulluk artıyor' dersek haksızlık yaparız" sözlerini kullanmıştı.

Titanik isimli geminin nasıl battığı bilinmektedir ve bu konuda tarih yazılan, yapılan birçok yoruma şahitlik etmiştir.

Asla batmayacağı yönündeki propagandayla yüzerken, bir buzdağına çarparak okyanusun dibini boylayan bu geminin, Başbakan Erdoğan’a ne hatırlattığı ve bu olayla nasıl bir illiyet bağı kurduğu tam olarak belli olmamıştır.

Ancak Başbakan Erdoğan’ın gemilere olan ilgisinden dolayı bu örneği vermesi bir bakıma normal görülmelidir.

Eğer kendisini, Titanik’le özdeş tutuyorsa, diyebileceğimiz şudur:

Bu gemiyi batıran bir buzdağıdır. Milliyetçi Hareket de, dümeninde Başbakan’ın bulunduğu köhnemiş teknenin rotası üzerinde dimdik ve ayakta mukadder olan çarpışmayı beklemektedir.

Sonuçta, Başbakan Erdoğan, Türkiye sevdalılarına çarpacak ve her taraftan su alacak olan partisiyle birlikte siyasi tarihin karanlıklarına gömülecektir.

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.