09.03.2010 - TBMM Grup Toplantısı Konuşması
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma.
9 Mart 2010

 

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Muhterem Basın Mensupları,

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Konuşmama başlarken, Hakkâri’nin Şemdinli ilçesinde PKK terör örgütü tarafından döşenen mayının patlaması sonucunda, bir askerimizin şahadeti ve üç askerimizin yaralanmasıyla vuku bulan elim hadisenin hepimizi yüreğimizden yaraladığını belirtmek istiyorum.

Ayrıca, Elazığ ilimizin Karakoçan ve Kovancılar ilçelerinde meydana gelen ve 51 vatandaşımızın hayatını kaybetmesine, çok sayıda vatandaşımızın ise yaralanmasına neden olan depremin üzüntüsü içerisindeyiz.

Terör saldırısında şehit olan Mehmetçiğimize ve bu doğal afette hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Cenab-ı Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifalar, milletimize başsağlığı diliyorum.

Değerli Arkadaşlarım,

Yaşadığımız bu depremle birlikte ülkemizin talihsiz bir gerçeği ile tekrar ve acilen yüzleşmek gereğinin doğduğuna inanıyorum.

Elbette ki can ve mal kayıplarının sorumluluğunu yalnızca bugünkü yönetime yükleyecek bir siyasi fırsatçılığın peşinde asla olamayız. Ancak görülmemiş kalkınma ve gelişme iddialarının ne kadar temelsiz olduğunu da görmek lazımdır.

Altı şiddetindeki bu depremin neden olduğu tahribatın boyutu, milletimizin uzun yıllardır nasıl ihmal edildiğini, medeniyetten nasıl mahrum bırakıldığını gösterdiği gibi, yaşadığımız acı derslerden hala sonuç çıkaramadığımızın da uyarısı olmuştur.

Depremin zamanını ve tesirini önlemek mümkün değilse de tahribatını asgariye indirmek insanoğlunun elindedir.

Bu konuda şuurlanmış toplumlarla, sorumluluk üstlenmiş yöneticilerin bulunduğu ülkelerdeki depremlerin en az hasarla nasıl atlatılacağı yaşanan örneklerle sabittir.

Elbette ki ülkemizin ihmal edilmiş sorunlarının boyutları ve çeşitliliği büyüktür. Ancak insan hayatının doğrudan etkilendiği bu konuda mutlaka tedbirler alınmalıdır.

Bu olayın İstanbul gibi dünyanın en büyük metropollerinden birinde beklenen depremde alınacak tedbirleri hızlandırması temennimizdir.

Cenab-ı Allah’tan milletimize böylesi acıları bir daha yaşatmamasını niyaz ediyorum.

Değerli Milletvekilleri,

Türkiye bugünkü şartlar altında, yakın zamanın en büyük sorunlarıyla yüz yüze kalmış ve bunların baskısıyla çok zor günler geçirmeye başlamıştır. Ve maalesef bu tehlikeli süreç artarak devam etmektedir.

Toplumsal ve kurumsal yapı ideolojik olarak bölünmüş, işleyiş itibariyle bozulmuş ve ideal olarak tükenmiş bir noktaya gelmiştir.

Neresinden bakarsak bakalım, AKP hükümeti ülkemizi, her gün bir yenisinin ortaya çıkmasına şahit olduğumuz kafa karıştıran olaylara, vadesi dolmuş tartışmalara, derin çalkantılara doğru sürüklemiştir.

Başbakan Erdoğan’ın değişim adıyla başlattığı dünle kavga, milli birliğimizle atışma, hukukla çekişme yayılarak sel gibi ilerlemektedir.

İktidar partisinin hiç çekinmeden ve yüzü kızarmadan içini boşalttığı ve sulandırdığı demokrasi anlayışı, her garabetin gerekçesi yapılacak bir ilkesizliğe meşruiyet sağlamak için kullanılmaya başlamıştır.

AKP’yle birlikte; hukuk düzeni çiğnenmiş ve dejenere olmuş, siyaset değerlerden kopmuş ve ayrışmış, ekonomik yapı tükenmiş ve ümitleri bitirmiştir.

İktidarın sahibi olduğu, insanı odağına ve merkezine almayan ekonomi politikaları, Türkiye’yi işsizliğin, yoksulluğun, sefaletin karanlık mahzenine kapatmıştır.

Milletimizin hiç bitmeyen ve bir türlü çözüme kavuşturulamayan ekonomik sorunlarına daha fazla tahammül etmemiz artık mümkün olmayacaktır.

Bu sorunlar arasında yer alan ve tam bir milli güvenlik meselesi haline dönüşen işsizlik belası etki ve hâkimiyetini AKP politikaları neticesinde her tarafa yaymıştır.

PKK açılımıyla zaten yaralı hale gelen toplumsal birliğimizi ve dirliğimizi temelinden infilak ettirecek özelliği bulunan işsizlik meselesi bugün çok vahim bir boyut almıştır.

Ancak hala bu soruna karşı duyarsız olan ve ağzına hiç almayan Başbakan Erdoğan, siparişini verdiği başka tartışma alanlarında kendisini aklamanın peşine düşmüştür.

Türkiye’nin bir numaralı sorunu olan işsizlik AKP’nin gündeminde yoktur. Bundan sonra olma ihtimali de görülmemektedir.

Anlaşıldığı kadarıyla, Başbakan Erdoğan için işsizlik önemli bir konu değildir. Emeğiyle evine ekmek götürmek isteyenler, helal kazancın arayışında olanlar, üretmek ve çalışmak kaygısı taşıyanlar Başbakan’ın görüş menzili ve siyaset algısı içinde yer almamaktadır.

Başbakan Erdoğan’ın işsizliğin ortaya çıkarabileceği siyasi ve sosyal sonuçları ne kadar anladığı ve kendisine dert edindiği başka bir tartışma konusudur.

Ancak, bu zihniyetin, siyasi gündemi meşgul eden ve şimdilik hiç yeri ve gereği olmayan meselelerle insanımızı oyalamanın yollarını aradığı da bir vakıadır.

Son bir yıllık Türkiye manzarasına baktığımızda, tartışma konularının periyodik olarak çok sık değiştiğine şahit olmamız mümkündür.

Bu süreçte konuşulmadık ve dile getirilmedik hiçbir konu başlığı kalmamış, ancak sıra ekonomik sorun ve problem alanlarına geldiğinde aynı istek nedense yerini birden bire kararsızlığa ve hatta suskunluğa bırakmıştır.

Maalesef vatandaşlarımızın büyük bir çoğunluğu, kendi dertlerinin çözümü için AKP’nin yakasına yapışması gerekirken, iktidar partisi tarafından kurgulanan kamplaşma ve gerginlik oyunun ortasına düşmüşlerdir.

Doğal olarak yaratılan yüksek gerilimli siyasi atmosfer içinde, ekonomik açmazlar hak ettiği ilgiyi görmemiş, aynı zamanda ciddiyetle ve önemle ele alınmamıştır.

AKP, işsizliğin etki ve kuvvetini zayıflatmak yerine, her şeyi ters yüz etmiş, mağdur ettiği milyonlarca kardeşimizi alçakça kandırmıştır.

Artık utanma ve hayâ duygusunu kaybeden zihniyet sahipleri, işsiz kardeşlerimizin kaygı verici hayat şartlarıyla dalga geçer gibi konuşmakta; “Laf üretmiyoruz, iş üretiyoruz” diyerek sabırları zorlamaya başlamışlardır.

Başbakan Erdoğan’ın kimin için iş ürettiği, kimlerin işini takip ettiği esasen milletimiz tarafından bilinmektedir.

Hal böyleyken, laf cambazlığı konusunda maharet sahibi olan bu zihniyetin iş üretmekten bahsetmesi; yeni yolsuzluk kanallarının açılacağını, akraba ve yakınlara yeni iş alanlarının oluşacağını işaret etmektedir. İş üretmekten bizim de, aziz milletimizin de anladığı budur.

İşsiz vatandaşlarımız için yeni iş sahaları, çalışabilecekleri işyerlerinin tesisi ve kurulabilmesi şimdilik hayaldir. Çünkü Başbakan Erdoğan, yandaşları istihdam etmekten ve onlara milletimizin kaynaklarını peşkeş çekmekten, başını kaldırıp durumları çok acil hale gelen milyonlarca işsizimizle ilgilenmeye vakit bulamamaktadır.

Muhterem Arkadaşlarım,

Türkiye ekonomisi uzun süreden beri kriz altındadır. Ve vatandaşlarımız bundan dolayı son derece bunalmıştır.

Ekonomik krizin sonucu olarak iki alanda endişe verici sonuçlar ortaya çıkmış ve insanımızın hayat şartlarını etkilemişlerdir.

Bunlardan birincisinin işsizlik olduğu kuşkusuzdur. Diğeri ise geçtiğimiz ay tekrar iki haneye ulaşan enflasyondur.

2009 yılı işsizlik verileri, toplumsal yapıya bir ateş topunun düştüğünü göstermektedir. Bu kadar ağır ve vahim bir sorunu toplumun kaldırması çok zordur.

Meselenin daha düşündürücü tarafı ise, az önce de vurguladığım gibi, AKP iktidarının yol haritasında işsizlikle ilgili umut verici herhangi bir hususun olmamasıdır.

Bırakınız bunu, AKP hükümeti ısrarla işsizliği konuşmamaya özen göstermektedir. Bunu gören herkes, sanki Türkiye’de böyle bir felaketin yaşanmadığını düşünecektir.

Zannedersiniz ki, işsizlik gelip geçici bir problemdir.

Öyle bir hava oluşturulmak istenmiştir ki, işsizliğin artışında; kırılan, dökülen ve çözüm üretme konusunda tam bir başarısızlık örneği sergileyen AKP’nin ekonomi politikaları kusursuzdur ve suçsuzdur.

Geldiğimiz bugünkü şartlar içinde; ekonomik sorunların çözümünde yeni ve donanımlı bir zihniyete duyulan ihtiyaç kaçınılmaz bir hal almıştır. Mevcut iktidarın yedi yılı aşan uygulamaları, gerekli olan bu zihniyet dönüşümünü başarabilmek bir yana, böyle bir şeyi tasavvur dahi edemeyeceğini göstermiştir. 

Özellikle sebepleri ve süreçleri irdelemeden, yalnızca sonuçlara mıhlanan bir siyaset körlüğüyle ekonomik engellerin aşılması mümkün olmayacaktır.

Yeni, yerli ve yaratıcı bir ekonomik zihniyetin inşası ve temsili, ekonomik sorunların üstesinden gelmede ülkemize çok katkı sağlayacaktır.

Bugünün sorunlarına, dünün reçeteleriyle yaklaşılması olsa olsa bir zaman ve emek israfı olacaktır.

İşsizlikle mücadelenin esası, istihdam odaklı sürdürülebilir büyümenin gerçekleştirilmesine, istihdam edilebilirlik düzeyinin yükseltilmesine ve girişimci odaklı piyasanın tesis edilmesine bağlı olmalıdır.

Yatırım ve üretim eğilimlerinin güçlendirilmesi işsizliğin çözümünde çok önemli destek sağlayacaktır.

Zira üretmeyen bir ekonomik sistemde, işsizliğin çözülmesi ve bitirilmesi mümkün değildir.

İşsizliğin nedeni işin olmaması değil, iş üretecek ekonomik dinamik ve süreçlerin bir bütün halinde ya harekete geçirilememesidir ya da küresel menfaatin aşılmaz zihniyet dağlarıdır. Bu itibarla işsizlik bir kader ve iktidarın sığınacağı bir bahane değildir. Ve asla da olmayacaktır.

Cenab-ı Allah her kulunu bir iş üretecek zihni ve bedeni melekelerle beraber yaratmıştır.  Eğer işsizlik varsa; ortada heba edilmiş kaynaklar, değer üretemeyen bir emek yapısı, insanı dışlayan ve rakamlara odaklanmış bir ekonomik anlayış doğal olarak kendisini gösterecektir.

İşsizliğin nedenlerini kendi dışındaki faktörlere yükleyen ve kaynakların kıtlığına sıkıştıran AKP iktidarının, bu meselenin çözümü için attığı ilk adım tamamıyla yanlış ve hatalıdır.

Siyasi ve ekonomi zihniyetini yabancı başkentlerin jeopolitiğinden kopya eden Başbakan Erdoğan ve partisinin, bizim bu düşüncelerimizi bu haliyle anlaması ihtimal dâhilinde olmayacaktır.

Milletimizin; çapsız, heyecansız, bitkin, yorulmuş, buna rağmen cebini de doldurmuş AKP kadrolarının, Türkiye’nin gelecek perspektifine engel olmasına daha fazla katlanması düşünülemeyecektir.

Ekonominin hiçbir sorununda muvaffak olamayan iktidar partisi, bu aczini ve yetersizliğini perdelemek amacıyla sinsi ve habis senaryolar tertip etmekten çekinmemiştir.

 

İlkeleri çökmüş olan ve hiçbir sorunu temelinden ele alamayan hükümet zihniyeti, işsizliğin halli konusunda istekli olmamış, yoksulluğun azaltılması hususunda lazım gelen hedefleri tayin edememiştir.

Ancak nedense bu hükümet;

  • Milletimizi ayrıştırmak konusunda çok gayretli olmuştur.
  • Habur’da terörist karşılamada çok heyecanlı davranmıştır.
  • Okyanus ötesinin talimat listelerini tatbik etmede çok acele etmiştir.
  • Ermenilere ilişkide, milli onuru ayaklar altına almada coşkulu görünmüştür.
  • Bölücülerde heves uyandırmıştır.
  • Ve bunların karşılığında İmralı’dan takdir almıştır. 

Bu hükümet etme zihniyetinin önceliği ve politika esasları bellidir. Ve bunun içinde ne Malatya’lı işsiz kardeşim vardır, ne de yoksul Kahramanmaraş’lı hemşerim bulunmaktadır.

Pancar tarlalarında çalışmak için gurbete çıkan Konya’lı topraksız vatandaşım AKP’nin aklına dahi gelmemiştir.

Karınlarını doyurabilmek amacıyla, memleketlerinden koparak yüzlerce kilometre uzağa fındık toplamaya giden Mardin’li, Urfa’lı insanımız AKP’nin hatırında değildir.

Torosların yaylalarında, bir dilim ekmek için ömür tüketen Yörüklerimiz unutulmuş ve kendi kaderlerine terk edilmişlerdir.

Takasıyla, kayığıyla rast gele diyerek rızkını denizde arayan Rize’li, Giresun’lu vatandaşımız Başbakan Erdoğan için bir anlam ifade etmemektedir.

Onun için varsa da yoksa da; küresel şebekeler, ülkeler üzerinde sıcak para operasyonları yapan para baronları, Peşmerge kalıntıları, Kandil kadroları, Bürüksel komiserleri ve okyanus ötesinden alacağı talimat listesi önemlidir.

Milliyetçi Hareket Partisi, böylesi bir zilleti reddetmektedir. Bu hayâsız ve seviyesiz yönetim anlayışıyla sonuna kadar mücadele edecek ve ilk fırsatta bu devrin tüm sorumlularının lekeli alınlarını adaletin duvarına vuracaktır.

Değerli Milletvekilleri,

2009 yılında çalışma çağındaki nüfus 914 bin kişi artarak 51 milyon 686 bin kişiye ulaşmıştır.

Ne var ki, bir iş bularak çalışmaya başlayan kişi sayısı 83 bin kişi olmuş ve böylelikle toplam istihdam da 2009 yılında 21 milyon 277 bin kişiye ulaşmıştır.

Bugünkü şartlarda, her çalışanın yaklaşık üç kişiye baktığını söylememiz mümkündür.

Bir işe sahip olanların bu kadar düşük olduğu ve çalışmayan, daha doğrusu üretime doğrudan katılmayanların bu denli de yüksek bulunduğu ülkemizde, ekonominin hiçbir şekilde refah üretmesi ve insanımızın huzuruna hizmet etmesi mümkün olmayacaktır.

Bu kapsamda, geçtiğimiz yıl işsiz sayısı 860 bin kişi artmış ve 3 milyon 471 bin kişiye çıkmıştır. İşsizlik oranı ise yüzde 14 seviyesinde gerçekleşmiştir.

Şehirlerimiz işsizlikten kırılmaktadır. Mahalle araları, kahvehaneler dolup taşmaktadır. Bir umutla köyünden kopup gelen biçareler, perişan bir halde yaşamaya çalışmaktadır.

Her dört gencimizden birisi işsizdir. Ama Başbakan Erdoğan’a göre her üniversiteyi bitiren iş bulmak zorunda değildir. Onlar aç gezsin, yuva kurmasın, gelirleri olmasın; Başbakan için hiç önemli değildir.

İşsizliğin ürkütücü ve can yakan sonuçları vatandaşlarımızı pençesine almış ve kıvrandırmaktadır.

Çalışan insanımızın büyük bir bölümü de insan haysiyetine yakışmayan şartlarda ve düşük bir ücret seviyesinde hayatını idame ettirmeye çabalamaktadır.

Ayrıca enflasyon da başını kaldırmış ve daha önceki uyarılarımız gerçekleşmeye başlamıştır.

14 Aralık 2009 tarihinde, TBMM Genel Kurulu’nda 2010 Yılı Bütçe Kanun Tasarısı Üzerine yapmış olduğum konuşmada, bu soruna dikkat çekmiş; yükselen kamu açıkları ve kamu borçlanma gereğinin ve bunun tetikleyeceği enflasyonist etkilerin bütçede göz ardı edildiğini ifade etmiştim.

Hali hazırda, enflasyonun tekrar iki haneye çıkması bizim açımızdan şaşırtıcı olmamıştır.

AKP iktidarının beceriksizliğinden ve iş bilmezliğinden dolayı verdiği bütçe açığını kapatmak amacıyla, dolaylı vergi artışları ve gıda fiyatlarındaki yükseliş enflasyonu yukarı doğru itmiştir.

Düşük gelirle yaşamak zorunda kalan milyonlarca vatandaşımız için enflasyondaki artış daha fazladır ve hayat pahalılığının acı sonuçları bir bir ortaya çıkmaktadır.

Ekmek dilim dilim azalmakta, dün markette, pazarda, çarşıda harcanan parayla temin edilen ihtiyaç maddelerinin bugün daha azı alınabilmektir.

''Dünya küçülüyor, fakat Türkiye büyüyor” sözlerinin arkasına saklanarak karanlıktan aydınlığı taşlayan Başbakan Erdoğan, işsizlikten enflasyona bu çelişkili ve alarm zilleri çalan tablonun ne kadarının farkında ve bilincindedir?

Başbakan Erdoğan bilincini kaybetmiş bir şekilde, her şeyi çarpıtmaktan ve yalanla, riyayla gerçekleri tahrif etmekten hiç çekinmemektedir.

“Bu ülkenin fabrikaları tıkır tıkır işleyecek ve üretecek ve üretiyor. Bu ülkenin esnafı her sabah umutla kepengini açıyor.” diyecek kadar gözü dönen, nerede yaşadığını unutan ve ülkemizi ne hale getirdiğini ihmal eden Başbakan Erdoğan’a son olarak diyeceğim şudur:

P Senin hakkından, inen kepenklerinin arkasında gözü yaşlı ve sabırla önüne konulacak sandığı bekleyen esnafımız gelecektir.

P Senin yakandan, toprağında bereketi kalmayan, mahsulü tarlasında kalmış olan, güneşin altında yanmış çiftçimiz tutacaktır.

P Senin hesabını, feryatlarına kulak tıkadığın milyonlarca işsizimiz görecektir.

P Sana bu millet hakkını helal etmeyecek, hayatının geri kalanında vicdan azabıyla baş başa kalmaktan başka seçeneğin olmayacaktır.

Sayın Erdoğan sen gideceksin. Devri iktidarın mutlaka sona erecektir. O zaman Türkiye’de güneş başka doğacak ve üç hilal sevgi olacak, aş olacak, iş olacak ve huzur halinde vatanımızın her köşesine yağacaktır.

Muhterem Milletvekilleri,

Türkiye’mizin her alanda ağır tahribata maruz kaldığı, dış dayatmaların ardı ardına geldiği bir dönemde ne talihsiz bir tezattır ki birkaç gün sonra 12 Mart’ta İstiklal Marşımızın TBMM’de kabulünün 89. Yıldönümünü kutluyor olmanın gururunu yaşayacağız.

Üzücü olan, aziz milletimizin bekasına yönelik tehditlerin sıklaştığı bugünlerde bu eşsiz zafer destanının, kahramanlık manzumesinin yazıldığı sancılı sürecin bütün belirtileri ve aktörlerinin yeniden karşımıza çıkmış olmasıdır.

Hepiniz bilirsiniz; İstiklal Savaşımızın muhteşem hatırası olan bu destanı kaleme alan Mehmet Akif Ersoy’un “Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar; hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” mısralarında anlamını bulduğu gibi, milletimiz adına maalesef 89 yıl sonra yine mücadele verilecek vasat başka bir yönüyle olgunlaşma aşamasına gelmiştir.

Dönemin sömürgecilerine karşı aziz vatanın bütünlüğünü ve milletin birliğini korumak için yola çıkmış ve zaferle taçlandırmış kahramanların emaneti yine ciddi tehlikeler içindedir.

1915 Çanakkale’sinden başlayıp 1922 İzmir’ine kadar verilen varoluş mücadelesi ile Anadolu’da tutunma inancı ve ülküsü yeniden derin bir kırılma yaşamak üzeredir.

Yokluk ve zorluklara rağmen büyük bir inanç, şuur ve heyecanla girişilen istiklal mücadelesinin mükâfatı olan Cumhuriyetimizin temel değerleri bugün tehdit altındadır.

Türk milleti gerçeğine dayanan milli kimliğimiz, bu kimliğin üzerine şekillenmiş milli devlet yapımız üzerindeki riskler son derece artmıştır.

Bin yıldır ilmek ilmek dokunan ve bizi bir millet yapan bütün yapı yıkılmak, asırların eseri olan kardeşliğimiz bozulmak istenmektedir.

Bazen zaferlerle, bazen yenilgilerle, bazen göçlerle, bazen fetihlerle yazılmış ve muazzam bedeller ödenerek vücut bulmuş Türk milleti; birbirinden kopmuş kabileler haline getirilmeye çalışılmaktadır.

Ve İstiklal Marşımızın abideleştirdiği Kurtuluş Savaşımızın sebebi olan tarihi defterler yeniden açılmakta, 89 yıl sonra Türk milletine karşı yine ahlaksızca meydan okunmaktadır.

Kim ne derse desin, nasıl yorumlarsa yorumlasın bir asır sonra da tehdit aynı tehdittir, hedef aynı hedeftir, hasım aynı hasım, proje aynı projedir. Ve işbirlikçiler de ne üzücüdür ki o günkülerin bugün yaşayan torunlarıdır.

1921 yılının o heyecanlı günlerinde Kurtuluş Savaşının yönetim Merkezi olan bu gazi Meclisin çatısı altında, Hamdullah Suphi beyin yüksek hitabıyla yankılanan ve “Korkma” diyerek başlayan İstiklal marşımız aslında bin yıllık bir duruşun, direnişin, mücadelenin ve var oluşun dünyaya ilanıydı.

Tam on asır boyunca üç kıtaya at koşturmuş, zalime aman dedirtmiş, mazlumun gözyaşını silmiş; hakkı, adaleti ve hakkaniyeti insanlığa tanıtmış bir büyük milletin, tarihin imbiğinden geçerek gelmiş tertemiz hatıralarının özeti ve eseridir.

Bu mısraları bir istiklal marşına çeviren sır yalnızca yazıldığı dönemin ağır şartları değil, bin yıllık bir derinliğin, millet ruhunda ve vicdanında taşınan haykırışıdır, bütün insanlığa Türk milletinin ebedi ikazıdır.

Bu itibarla, İstiklal marşımızın anlamındaki derinliği yakalamanın yolu, geride kalan asırların aziz hatıralarını ve ecdadın yadigârını tanımaktan ve bilmekten geçmektedir.

Türk milletinin “ezelden beridir” hür yaşama ve var olma iradesinin yüksek beyanı olan bu eşsiz mısraları doğru anlamak ve doğru anlamlandırmak gerekmektedir.

  • Ama asırlarca süren mükemmel denecek yönetim iradesini ve yaşama ülküsünü tersten okuyarak, alt kimliklerin tahriki zanneden gafillerin çürük yönetim algıları ile,
  • İstiklal Marşımızın aziz şairinin “şehitlerin fışkıracağını” ifade ettiği bu topraklar için hayatını vermiş vatan evlatları ile eli kanlı teröristleri bir tutmaya çalışan alçalmış zihniyetlerin devamı halinde, ülkemizi, değil asırlarca yaşatmaya, bu yüzyılın çeyreğini bile çıkarmaya korkarım ki gücümüz yetmeyecektir.

Bu nedenle, yanlış yoldakilere ışık tutacak olan, ecdadımızın büyüklüğünün sürekli dile getirilmesinden ziyade, ağızlarına sakız yaptıkları tarihin öncelikle doğru tahlil edilmesinden geçecektir.

Unutmayalım ki; gerek Selçuklu Devletinde, gerekse Osmanlı İmparatorluğunda on asır süren bir hükümranlığın mevcudiyetindeki esrar ve kudret;

  • Farklılıkları kaşıyan değil ısrarla birleştiren,
  • Ayrılıkları kışkırtan değil gönülden kucaklayan,
  • Kimlikleri tahrik eden değil bir millet kimliğinde buluşturan,
  • Dirliği ve düzeni bozmak isteyene ise hak ettiği yerde dersini veren kararlı yönetim anlayışıdır.

Birbiriyle kavgalı Türk boylarını sıkıştıkları dar bir asabiyetten büyük Türk milleti kimliğine yükselten de ecdadımızın bu kaynaştırıcı şuuru ve bu bütünleştirici ruhudur.

Üç kıtaya yayılan hükümranlığın sırrı da bu muhteşem milletleşme hali, kuvveti ve şuurunda aranmalıdır.

Yoksa Başbakan ve kadrosunun zannettiği gibi ne Selçuklu ve ne de Osmanlı Devleti kimliğini bulamamış, otuz altısı birden tesadüfen bir araya gelmiş ilkel kabilelerin sorumsuz idare merkezi değildir.

Kimlik arayışlarının ve farklıkların tahriki ile koca Cihan Devleti’nin nasıl bir küçülme yaşadığı ve sonunda İstiklal marşımızı yazdıran zafer ile bugünkü coğrafyasına dönüldüğü bilinmektedir.

Bu itibarla, Türk devletleri tarihini milletsiz bir devlet nizamı ve bu devlette yaşayanları da kimliksiz ve kişiliksiz insanlar zanneden gafillerin, bugün bin yılda oluşan milli varlığımızı geri döndürecek çabalarını bir kez daha gözden geçirmeleri hayırlarına olacaktır.

İçinde bulunduğumuz süreçte, farklıkların kaşınarak ayrılıkların gerekçesi haline getirilmesi, bunun da demokrasi adı altında yapılması, bize bu vatanı bırakan atalarımızın yönetim mirasına en büyük hakaret sayılacaktır.

Bu yönüyle, her satırı şehitlerin kanları, gazilerin hatıraları, özellikle son yüzyılda yaşanan hicretlerin hüzünleri ile zulümlerin, isyanların ve baskınların acılarından ilhamla yazılan bu abidevi eserin anlamına vakıf olamayanları buradan uyarıyorum.

İster spor müsabakası, ister sanat etkinliğiyle hangi gerekçeyle olursa olsun, Türk milletinin bağımsızlık beyannamesi olan bu anıtsal esere saygı gösteremeyenler, bu marşın yazıldığı yıllarda buna yeltenen alçakların akıbetlerini öğrenmeli ve hadlerini bilmelidir.

Başbakan Erdoğan da İstiklal Marşımıza anlam ve ruh veren mücadeleyi bir kez daha incelemeli, bugün çarpık ilişkilerle halel getirdiği bağımsızlığımızı nasıl kazandığımızı usulden değil esastan öğrenmelidir.

Özellikle ardı ardına gelen dayatmalara boyun eğerek sürdürdüğü teslimiyetçi dış ilişkilerde, “hangi çılgının kendisine zincir vuracağını” soran ve meydan okuyan milli şairimizin yüksek şuurunu örnek almalıdır.

Bugün İstiklal Marşımızda anlamını bulan mücadelenin şuuruna vararak, ecdadımızın emaneti olan vatanımıza sahip çıkmak ve Cumhuriyetimizi sonsuza kadar yaşatmak her zamankinden daha önemli ve öncelikli hale gelmiştir.

Bu vesile ile İstiklal Marşımızın yazılmasına canları pahasına vesile olan aziz şehitlerimizi, kahramanlarımızı ve bir fazilet timsali olan vatan şairimiz Mehmet Akif Ersoy'u saygıyla yâd ediyor, en derin minnet ve şükran duygularımla Cenab-ı Allah'tan rahmet diliyorum.

Muhterem Milletvekilleri,

Bu vesile ile hafta sonu Diyarbakır’da futbol maçında yaşanan üzücü gelişmeler konusunda da hükümeti uyarmak istiyorum.

Gelişen vahim hadiseleri bir spor taşkınlığı olarak küçümsemek, toplumsal boyutları bulunan bu konuyu ciddiye almamak demek olacaktır.

Suçlu veya kusurlu ne aziz Diyarbakırlılardır, ne de güvenlik tedbirlerini almakta zorlanan fedakâr Emniyet Teşkilatıdır. Sorumluluk, süreci adım adım davet eden AKP hükümeti ve politikalarıdır.

İkazını daha önceki konuşmalarımızda yaptığımız gibi, hükümetin açılım adını verdiği yıkım projesinin neden olduğu yüksek gerilim kendisini göstermeye başlamıştır.

Gündelik hayatın akışı içinde kabul edilebilecek olan, kişiler arasındaki karşılıklı münakaşaların veya yaşanan tartışmaların bile aniden etnik kutuplaşmalara döndüğü tehlikeli bir iklime girilmek üzeredir.

Yıllardır içten içe tırmandırılan etnik kışkırtmalar ve Başbakan Erdoğan’ın açıktan yaptığı tahrikler toplumsal kardeşliği tehdit edecek çok kritik seviyeye gelmiştir.

Bir ülkenin vatandaşlarını, bir milletin fertlerini ötekileştirerek, yabancılaştırarak beraberliğin sağlanması ne tarihen mümkündür, ne de insanlığın böyle bir tespiti bulunmaktadır.

Bu itibarla, Sayın Cumhurbaşkanı’nın ve Başbakan Erdoğan’ın ısrarla söyleyegeldikleri farklılaştırma merkezli sözde açılım sürecinde yaşanacak derin ayrışmalar ve ardından vuku bulacak olan çatışmaların sorumlusu da, verecek hesabın adresi de kendileri olacaktır.

Buradan, iş işten geçmeden bir kez daha hatırlatmakta yarar olacağı düşüncesindeyim.

Değerli Milletvekilleri,

Bize göre tarih kendi şartları içinde yaşanmış bütün hatıraların toplamıdır.

Türk milletinin tarihi ise acı veya tatlı anıların, zafer veya üzüntülerin, başarı veya başarısızlıkların yer aldığı, ama her zaman iftiharla dile getireceğimiz geride kalan hayatımızdır.

Bizim tarih telakkimize göre, bugün yaşadıklarımız dünün, yarın yaşayacaklarımız ise dünün ve bugünün eseri ve sonucu olacaktır.

Tarih yaşanmış, yazılmış, hükmünü vermiş ve defterler kapanmıştır. Geriye dönmeye, yeniden yaşamaya imkân da yoktur.

Tarihimizde de ne yaşanmışsa aziz hatıraları bugün yaşayan nesilleri olarak bizim namusumuza emanettir ve bizim sorumluluğumuzdadır.

Biz Başbakan Erdoğan gibi anlamı kendinden menkul bir anlayışla tarihle yüzleşeceğiz diyerek ecdadımızı canilikle suçlayamayız, hoş görüneceğiz diye hasımlarla aynı ağzı kullanamayız.

Biz AKP zihniyeti gibi, isyan elebaşlarını alkışlayıp, çapulcuları ve eşkıyayı kutsayıp; ayaklanmaları bastıranları lanetleyemeyiz.

Böylesi bir zihniyetin, 10 Nisan 1919 günü idam ettiği Boğazlıyan Kaymakamı şehit Kemal Bey’e yaptığı tarihi haksızlık ve vebalin bu konuda ibret verici olduğunu hatırlatmak isterim.

Bizim tarihimizde, savaş meydanlarında bize karşı kaybedenlerin, barış masalarında gafil yöneticilerimiz eliyle zafer arayışlarının sayısız örnekleri vardır.

Mazimiz, bütün gayretlerine rağmen bizimle baş edemeyenlerin, yaşananları çarpıtarak, ecdadımızı yargılamaya çalışanların bitmeyen arayışlarıyla doludur.

Ne var ki, bu niyetlerin karşılık bulması için iddia sahiplerinin ısrarı yeterli değildir. Bu iddiaları sıcak bulan, tarihimize yabancı gözüyle bakan işbirlikçilere de ihtiyaç vardır. Ve ne talihsizliktir ki, içimizdeki bu bedhahlardan özellikle günümüzde yeterince mevcuttur.

Bu itibarla geçtiğimiz hafta sonu Amerika Birleşik Devletleri Temsilciler Meclisinde ecdadımızı soykırımcı olarak suçlayanların varlığını çok da önemsememek lazımdır.

  • Tarihle yüzleşmemiz gerektiğini söylerken ABD Başkanını yüce Meclis çatısı altında ayakta alkışlayan vekillerin bulunduğu,
  • Minareleri bile yasaklayan, Islama karşı önyargılı bir devletin hakemliğinde Ermenilerle kucaklaşan hükümetin olduğu,
  • Avrupalıların gönlünü hoş tutmak için Türklüğün tanımını gevşetmeye çalışanların, yabancı vakıflara imtiyaz vermek için ev ödevlerini yapanların bir biriyle yarıştığı ve,
  • “Farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu. Bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi” diyerek kendi ceddine hakaret eden bir Başbakanın bulunduğu ülkede, okyanus ötesinden bir yabancının bu kararı almış olması asla şaşırtıcı değildir.

Elbette ki muazzam bir mücadele ile tarihi hem yapmış hem de yazmış binlerce yıllık bir milletin kahraman evlatları olarak, Edirneli’nin, Vanlı’nın, Trabzonlu’nun, Bitlisli’nin, Sivaslı’nın, Antalyalı’nın, Hataylı’nın, Iğdırlı’nın, Muğlalı’nın ve onların eşsiz ecdadının hakkında, hüküm vermek; Nevyorklu’nun, Vaşingtonlu’nun, Teksaslı’nın, hakkı da değildir, haddi de değildir.

Üstelik insanlığın acıları, yüz binlerce din kardeşimizin dramı üzerine hayat bulan, zulüm ve gözyaşı, sömürü ve savaş üzerine oturanların harcı da olamaz.

Ancak, gelinen bu noktada öncelikle suçlanması gerekenler, ikaz edilmesi lazım gelenler ABD’li parlamenterler midir, yoksa buna fırsat tanıyan, göz yuman, taviz üstüne taviz veren ve hatta ön alan AKP zihniyetinin temsilcileri midir?

Türkiye’nin, AKP ile birlikte süratle üzerindeki ataleti attığından bahseden, hızla her alanda dinamizm kazandığından dem vuran, uluslar arası ilişkilerde itibarını iddia edenlerin geldiği son durak burasıdır.

Hükümetin ve Başbakanın yaşadığı şaşkınlığın nedeni; Ermenistan’la yakınlaşmaya itilen AKP’nin, bu ev ödevinin diyetini bulamayışının derin hayal kırıklığı olmuştur.

AKP hükümeti üzerindeki baskıları bir nebze olsun atabilmek için dayatmalara direneceği yerde Ermenistan’la zamansız ve tek taraflı ilişki kurma konusunda bir kumar oynamak istemiş, ancak kaybetmiştir.

Bugün gelinen aşamada, büyükelçimizin Ankara’ya çağrılması, oylamanın komedi olarak yorumlanması, “ne yapacağımızı göreceksiniz” diyerek kuru gürültü çıkarılması hükümetin iflasını gizlemeye yetmeyecektir.

Başbakan Erdoğan, oylama sonucunu sözde ciddiye almadıklarını göstermek için “Türkiye’nin büyük ülke olduğunu, büyüklüğünü anlamayanların da anlayacaklarını” ifade etmiştir.

Evet gerçekten de Türkiye, tehditlere kulak asmayacak, iftiralarla lekelenemeyecek, ecdadının şeref ve haysiyeti yalanlarla incitilemeyecek kadar büyük bir ülkedir.

İçinde yaşayanlar da çok büyük bir millete mensuptur. Bu tespit son derece doğrudur.

Ancak büyüklerin arasında küçük kalan AKP hükümettir.

Bu büyük devlete ve bu büyük millete AKP kadroları küçük gelmektedir.

 Bu zihniyet, büyüklüğün değerini, önemini ve itibarını her geçen gün attığı adımlarla küçültmektedir.

Ve ne üzücüdür ki, uluslar arası her ilişkide yüzüne çarpılan kapılara, verilen tavizlerin doğurduğu geri adımlara rağmen, Başbakan Erdoğan yaşananlardan ders çıkartmaktan hala çok uzaktadır.

Son oylama rezaletini sineye çekerek sarfettiği “biz işimize bakacağız” sözleri en az yaşananlar kadar vahim ve ciddi gelişme sayılmalıdır.

Zira bugün karşımıza çıkanların tamamı hükümetin baktığı işlerden doğmuş, özellikle dış politikada oynattığı temelin çatırtısı bugün karşımızda iflas olarak yer almıştır.

Başbakan hangi işine pişkince bakacaktır?

Gelişmelere aldırmayıp bundan sonra bakmaya devam edeceği işi hangisi olacaktır?

  • Kıbrıs’ta tutulmayan sözlere rağmen sürdürülmek istenen rezaletlere mi devam edecektir?
  • Kanlı terörü sözde sona erdirmek adına yıllardır üçlü mekanizma denilerek yürütülen oyalamalara mı devam edecektir?
  • Ülkemizin iç işlerine karışan, teröre kucak açan, milletimize hakaret eden Peşmergelerle başlattığı kucaklaşmalara mı devam edecektir?
  • Ermeni tezlerinin yer aldığı teslimiyet protokollerini onaylayarak kahraman ecdadımıza karşı karalama kampanyalarına mı devam edecektir?
  • Sömürü ve zulmün baş aktörleriyle kol kola girerek yürüttüğü küresel projelerin eş başkanlığına mı iftiharla devam edecektir?
  • Yoksa, biz işimize bakalım diyerek, Habur’da törenle karşıladığı teröristlerin yeni kafileleriyle hasretle kucaklaşmaya devam mı edecektir?

Bugüne kadar baktığı işler bunlardır. Milli meseleleri nereden nereye getirdiği ortadadır.

Hükümetin bugüne kadar yaptıkları da bundan sonra yapamayacakları hakkında hepimize yeterince fikir vermiştir.

Yedi yıldır yabancı başkentlerde sürdürülen bu mesainin içinde onurlu ilişkiler, haysiyetli duruş, bağımsızlık inancı, kararlı adımlar asla yoktur.

Yedi yılın özeti;

  • Hükümet adına her alanda taviz ve teslimiyet,
  • Başbakan adına baş eğme, pişkinlik ve istismar,
  • Milletimiz adına ise utanç, aşağılanma ve geri adımdır.

Bizim gelinen bu aşamada Başbakan Erdoğan’a önerimiz ve tavsiyemiz şudur.

  • Ermenistan’la sürdürmekte ısrar ettiğiniz ilişkileri dondurunuz.
  • Tek taraflı tavizlerle imzaladığınız protokolleri TBMM’nden geri çekiniz.
  • İncirlik üssünün kullanımı konusunda yeni bir düzenlemeye gidiniz ve bunu ABD’ye iletiniz.
  • Konuyu 24 Nisan mesajına bırakmadan, Amerika Birleşik Devletlerine yapacağınız ziyareti iptal ediniz.

Gerçekten bir şeyler yapmayı istiyor ve milletimizin onurunu korumayı samimiyetle düşünüyorsanız bunları gerçekleştiriniz.

Milletimiz Başbakan Erdoğan’dan bu tepki ve tedbirleri beklemektedir. Gerisi boş sözlerdir, diplomaside karşılığı yoktur.

Değerli Milletvekilleri,

Geçtiğimiz Pazar günü komşumuz Irak’ın geleceğini ilgilendiren seçimler yapılmıştır.

Zor ve sancılı bir süreçten geçmekte olan Irak’ta söz konusu seçimin demokratik, hür ve güvenli bir şekilde yapıldığını söylemekten çok uzağız.

Dileğimiz ABD müdahalesi ile keskinleşmiş olan etnik ve mezhep farklıkların daha da derinleşmeden Irak’ın ve Iraklıların sıkıntılarını bir an önce atlatmalarıdır.

Ne üzücüdür ki, Irak devletinin yeni siyasal tasarımında Türkmen varlığı hak ettiği ağırlığa ve demokratik itibara kavuşamamıştır. Kesin olmayan ilk sonuçlar bunu göstermektedir.

Bunda Başbakan Erdoğan ve AKP hükümetinin yıllardır sürdürdüğü ihmal, Türkmen kardeşlerimizi sindirmeleri noktasında Peşmergelere verdiği cüret etkili olmuştur.

İşgalci gücün çekilmesiyle ortaya çıkabilecek otorite boşluğunun yerini siyasetin kural ve çözümlerine bırakmaması halinde komşumuz Irak’ın bölünme ve parçalanma sürecinin başlaması en büyük kaygımızdır.

Ama her şeye rağmen, AKP hükümetinin küresel güçlere havale ettiği “Türkmeneli” coğrafyası asla sahipsiz değildir. Ve oradaki kardeşlerimizin her şart ve durumda yanında olacağımız iyi bilinmelidir.

Değerli Arkadaşlarım,

Bildiğiniz gibi AKP’nin yıkım projesinin tahrip ettiği milli birliğimizin devamına olan inancımızı vurgulamak maksadıyla “Bin Yıllık Kardeşliği Yaşa ve Yaşat” adı altında seri toplantıların yapılmasına karar vermiştik.

Bunların ilkini başkent Ankara’mızda büyük bir coşku ile 13 Aralık 2009’da gerçekleştirmiştik.

Mevsim şartları itibariyle ara verdiğimiz bu toplantıların ikincisini 27 Mart 2010 tarihinde kutlu vatan toprağı Şanlıurfa’da gerçekleştireceğimizi huzurunuzda açıklamak istiyorum.

Ünvanındaki şanlı tanımının anlamına uygun olarak aziz Şanlıurfalı vatandaşlarımın kardeşliğinin yaşamasına ve yaşatılmasına tıpkı tarihte olduğu gibi bugünde sahip çıkacaklarına yürekten inanıyorum.

Konuşmama son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyorum.