22.05.2010 - Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'nin 65. Genel Kurulu'nda yapmış oldukları konuşma.
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ'nin,
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'nin 65. Genel Kurulu'nda
yapmış oldukları konuşma.
22 Mayıs 2010

 

Değerli Başkan Ve Saygıdeğer Yönetim Kurulu Üyeleri,

Ülkemizin Her Yöresinde, Zor Şartlar Altında Mücadele Veren Oda Ve Borsa Temsilcileri,

Muhterem Misafirler,

Basınımızın Kıymetli Mensupları,

Hepinizi en içten saygı ve sevgilerimle selamlıyorum.

Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'nin; 65. Olağan Genel Kurulu münasebetiyle, sizlerle bir arada olmaktan dolayı son derece bahtiyarım.

Bana hitap etme fırsatı veren TOBB’un değerli başkanına ve yönetim kuruluna teşekkür ediyorum.

Türkiye’nin her tarafından gelen, ekonomik ve toplumsal hayatımızın yükünü omuzlayan değerli oda ve borsa yöneticileriyle buluşmaktan kıvanç duyuyorum.

Ülkemizin içinde bulunduğu buhran haline rağmen; umut ve heyecanla katma değer üretmeye çalışan özel sektör temsilcileriyle aynı çatı altında bulunmakla yaşadığım mutluluğu sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bu salonda Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin sanayi ve ticaret alanında hizmet gören yurt çapında 365 oda ve borsasının bulunduğunu dikkate aldığımızda, milletimiz ve devletimiz için ne kadar önemli ve hayati bir misyon icra ettiğiniz çok daha iyi anlaşılacaktır.

Bu vesile ile Türkiye ekonomisinin ve hatta Türkiye’mizin kaderini elinde bulunduran en önemli sivil toplum kuruluşlarından olan Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin bütün üye ve temsilcilerine, ülkemizin ekonomisine ve toplum hayatına yaptıkları vazgeçilmez katkılardan dolayı ayrı ayrı şükranlarımı sunuyorum.

Bugün, bu güzide topluluk önünde Türkiye ekonomisinin temel sorun alanlarına stratejik bakışımı ve bunlara dönük bazı tespitlerimi, tarihsel arka plana dayalı olarak sizlerle paylaşmak istiyorum.

 

Sayın Başkan,

Değerli Katılımcılar,

Takdir edersiniz ki, sevdamız ve yegâne heyecan kaynağımız olan Türkiye’mizin hak ettiği mevkilere yükselebilmesi, medeniyet âleminde yeniden itibar görmesi; aziz milletimizin huzura, refaha ve mutluluğa kavuşması hepimizin öncelikli görevi ve vazgeçilmez hedefidir.

Hatıralarını gönlünüzde yaşattığınız, değerlerini toplumumuzla birlikte paylaştığınız, mensubu olmaktan iftihar ettiğiniz; emeğinizi, alın terinizi, sermayenizi, bilgi ve becerinizi helal kazançla yoğurduğunuz ülkemizin geleceği için başka türlü düşünmediğinizden kendim gibi eminim.

Bunları ifade ederken, siyasetin asla tasvip etmediğim popülist alanlarına girmeden, kişisel hesaplaşmalara sapmadan; tamamıyla samimi duygularla; sonuçlardan ziyade sebepleri ve süreçleri sorgulayan bir bakış tarzı ile konuları ele almak düşüncesindeyim.

Bu bakış tarzının, hayatımızın her alanında ithamcı, toptancı ve sözde kestirme çözümler üreten kolaycı ve ucuz anlayışın yerine geçmesi gerektiğini; bunun ise meseleleri analizde ve çözmede en etkili yöntem olacağını belirtmek istiyorum.

Ve elbette ki, bir çözüm yolu aramanın ve bir çare bulmanın ilk şartının ise; ortada bir sorunun varlığını kabul eden, bir sıkıntının bulunduğunu itiraf eden ferasete, kusurlarını fark eden bir samimiyete sahip olmakla mümkün olacağı hepinizin malumudur.

Giderek tahrip olan devlet yapısı, buhran içinde kıvranan ekonomik sistem, yozlaşan değerler bütünü, cepheleşen ve ayrışan toplum, çözüm üretmekten uzaklaşan siyaset algısı haklı olarak hepimizi endişeye sevk etmektedir.

Zira sizler yalnızca işyeri hayatınızla sınırlı bir kozanın içine sığınmış ve dar bir alanda nefes alan insanlar değilsiniz.

Hepinizin içinden çıktığı bir Anadolu şehri, kasabası veya köyü; mensubu olmakla övündüğünüz köylünüz, hemşeriniz ve milletiniz, sorumluklarını duyduğunuz başta aileniz olmak üzere hayatınızı paylaştığınız dostlarınız ve destek olan işçileriniz ve çalışanlarınız var.

Sizler bu anlamlı ve muazzez yapı içinde varlığınızı idrak ediyor ve kimliğinizi buluyorsunuz. Kazançlarınızı da bu çevre ile paylaşıyor, toplum fertlerinin kabiliyet ve emeğini ortaya çıkartan, işleyen ve değer katan en temel ara yüz oluyorsunuz.

Zaten aksini de düşünmek asla mümkün değildir. Hayatın her alanı birbirini tamamlayan ve birbirinden destek alan bütüncül bir yapının birleşik kapları gibidir.

Henüz dünya üzerinde, ekonomisi gelişmiş ama siyaseti çalkantılı; eğitimi mükemmel ama üretimi yapısı geri, ya da siyaseti istikrarlı ancak ekonomisi krizden krize sürüklenen bir ülkeye rast gelinmemiştir.

Kalkınmanın zemini olan madde ile mana arasındaki dengeyi sağlayabilmiş, refahı vatandaşına sunabilmiş, aynı sorunlarla didişme döngüsüne düşmemiş ülkelerin küresel alanda ne kadar ön sıralarda olduğu da bellidir.

Aynı güzel sonuçları ülkemiz için söylemekten ne yazık ki, çok uzaklardayız.

Ne üzücüdür ki yüzyıl önce hangi sorun alanları varsa bugün de aynı sorunlarla, benzer yöntemle ve aynı bakış tarzıyla uğraşıp duruyoruz.

İşsizlik, yoksulluk, borçluluk, geri kalmışlık, yabancılaşma ile bunlara karşı geliştirdiğimiz sözde çözüm çabaları hep aynı makûs talihin açmazlarıdır.

Bundan daha da vahimi ise milletimizi dünya üzerinde kudretli yapacak beşeri varlığımızın; zenginlik, gelişme ve kalkınma hayallerinden giderek uzaklaşması ve yoksullaşmanın dar alanlarına mahkûm olarak hedef bunalımına sürükleniyor olmasıdır.

Eğer ekonomik kalkınmanın ihtiyacı olan insan faktörünü, psikolojisini, sosyal gerçeklerini, tarihi şartlarını, kültürel özelliklerini dikkate almazsak, hangisini uygularsak uygulayalım hiçbir ekonomik model ya da yaklaşımın kronikleşmiş sorunlarımıza çare olması mümkün değildir.

Bunlar gözetilmeden, sırf politik mesaj olsun diye; mesela işsizliği çözmek adına TOBB üyelerine birer işçi almalarını sipariş vermek sorunlarımıza gerçekçi bir bakış olmadığı gibi, bu anlayışın bir asır sonra ülkemizi getirdiği nokta da ortadadır.

Elbette işsizliği sanal bir sonuç zanneden zihniyetin işsizin sorumluğunu adı üstünde işi verene yüklemesi eğer bir cehalet değilse olsa olsa yarattığı mağduriyete suç ortağı arama ve bahane bulma kurnazlığıdır.

Biz biliyoruz ki, ülkemizde bir işsizlik gerçeği varsa bunun kaynağı asla sizler değilsiniz. Hatta şükran ve minnetle belirtmek lazımdır ki oluşturduğunuz iş ortamı milyonlarca vatan evladını bir iş, meslek ve ekmek sahibi yapmaktadır.

Siyasetçiye düşen temel görev, siyasi iktidarlara yüklenen sorumluluk sizlerle çatışmak, uğraşmak, teftiş etmek değil; büyüyebilmeniz, dünyaya açılabilmeniz için pürüzlerin ortadan kaldırılması, engellerin bertaraf edilmesidir.

Türkiye’deki sorunların kaynağını sivil topluma yükleyen, başarısızlıklarının gerekçesine devlet kurumlarına atan, yerinde saymanın bahanelerini anayasalarda arayan zihniyetin ülkemize vereceğinin kalmadığı son gelişmelerle açığa çıkmıştır.

Oda ve Borsalarımızın Değerli Yöneticileri,

Özellikle son yarım asırda uluslar arası alanda fikirlerin, malların, paranın, kuruluşların ve hatta insan gücünün mübadelesi ve dolaşımı önlenemez bir artış göstermiştir. Bu küresel akışa ayak uyduramayanların geride kalması kaçınılmazdır.

Bu itibarla geleneksel üretim ve ticaret kalıplarımızı aşmak, Türkiye ile yetinmeyip kürede de iddialı ve rekabetçi güce kavuşmak, hem yıllarca ilmek ilmek işleyerek bugünlere getirdiğiniz şirketlerinizin büyümesi ve devamında; hem de milletimizin birer üyesi olarak başka coğrafyalarda şerefle temsilini sağlamak durumundasınız.

Cebelitarık’tan Meksika Körfezi’ne, Bering Boğazından Arjantin kıyılarına uzanan çizgide; Sahra’dan Okyanusya’ya uzanan geniş hat üzerinde; Balkanlar ve Kafkasya’yı da içine alan coğrafyalarda küresel güç haline gelmiş Türk şirketleri hepimizin iftihar vesilesi olacaktır.

Yer küreye Başkent Ankara’nın vizyonundan bakan, Türk milletinin ufkunu sahiplenmiş, her yere uzanacak imkân ve ekonomik gücü olan Türk girişimci ruhuyla 21.yüzyılın lider ülkesi haline gelebileceğimiz unutulmamalıdır.

Bu asla ham bir hayal ve ulaşılamayacak sonuç değildir. Ancak girişimcinin buna inanması ve siyasetçinin de rehber olması şarttır. Kaygıya mahal yoktur, iftiharla söylemek lazımdır ki bu donanım ve birikim sizlerde yeterince mevcuttur.

Muhterem Katılımcılar,

 Eğer, içinden geçtiğimiz dönemi tahlil edebilme adına, yalnızca bugünün verilerine ve olaylarına dayanarak meselelere yaklaşırsak, sağlıklı ve etkili çözümlere ulaşamayacağımızı düşünüyorum.

Bu itibarla, dün için yapacağımız objektif ve dürüst muhasebeler, bugünün doğru anlaşılmasına ve geleceğin milli bir perspektifle öngörülerek bocaladığımız sorun alanlarının ortadan kaldırılmasına çok değerli katkılar sunacaktır.

Hepinizin takdir edeceği üzere tarih, ondan anlam çıkartmasını bilenler için boşuna yaşanmış hatıralar değildir.

Milletler mücadelesinin acımasızca sürdüğü çağları aşarak bugünlere ulaşmış Türk milleti mutlaka yarınlara da ulaşacaktır. Her sorun aşılacaktır. Hiçbir tereddüdümüz yoktur.

Buna inanmak ve emin olmak,  binlerce yıllık tarihsel yolculuğumuzda elimizi güçlendiren ve bize yol haritası çizen en önemli inanç ve kuvvet kaynağımızdır.

Başka milletlere pek nasip olmayan, milletimizin acı tatlı hatıraları ile dolu olan tarihi derinliğinin bizlere öğrettiği gerçek, ancak kendi köklerinden ve milli gerçeklerinden kuvvet alan toplumların geleceğe taşınabileceğini ve başının dik olacağını kanıtlamaktadır.

Bu nedenle, dünden ve bugünden ileriye doğru tutulacak kuvvetli projeksiyonlar dünyanın siyasi ve ekonomik sisteminde yerimizin daha sağlam ve daha güvenli olması yolunda hepimize çok değerli katkılar sağlayacaktır.

Türkiye de doğal olarak buna talip olmalı, her fert gibi işverenler de buna hazır bulunmalıdır.

Son ikiyüz yıllık tarih kesiti, III. Selim’den II. Abdülhamid’e; Talat Paşa’dan Mustafa Kemal’e, İnönü’den Menderes’e ve Demirel’den Özal’a kadar nice değerli ismin medenileşme ve kalkınma yolunda aldığı kararların eserleri ve sonuçları ile doludur. Hepsine müteşekkiriz.

Bütün bu iyi niyetli gayretlere rağmen, sosyal ve ekonomik olarak ulaştığımız seviye ile vardığımız gelişmişlik düzeyi hak ettiğimiz yerin çok altındadır.

Tanzimat’la birlikte yüzleştiğimiz geri kalmışlığımız ve çözüm diye sarıldığımız yabancı odaklı bakış tarzı, maalesef başta ekonomimiz olmak üzere; birçok alanda kendi kültürel ve tarihi özelliklerimizle bağımızın zayıflamasına neden olmuştur.

Başka ülkelere benzeme hevesi, kısa zamanda vatanımızı açık bir pazara dönüştürmüş ve hammadde deposu haline getirmiştir.

Böylelikle bağımlılığını artıran, kendi sosyal ve kültürel toplum bünyemizden ayrışan bir ekonomik yapının ortaya çıkması, sorunlarımızı çözeceği yerde katlanmasına neden olmuştur.

Ancak asıl travma olarak değerlendirilmesi gereken hadise, birbirinden çok farklı tarihsel ve kültürel içeriğe sahip ekonomik yapıların bu coğrafya üzerinde karşılaşmasıyla beliren kargaşa ve bunun sosyal ilişkilere yansıma sürecidir.

Bir başkası olmak ya da onlara benzemek üzere temellendirdiğimiz ekonomik ve sosyal ilişkiler ağının gelişmeden daha ziyade taklidi, ilerlemeden daha çok yerinde saymayı, bağımsızlıktan daha çok bağımlılığı ürettiği tarihi bir gerçektir. Ve bu sancılar sürüp gitmektedir.

Küresel gelişmelere tarafsız kalamayacağımız ve bu ilişki ağından muaf olamayacağımız açıktır. Ancak, dünyaya milli gerçeklerimizden ve tarihsel kabullerimizden güç ve destek alarak yaklaşmamız en doğru tercih olarak yanı başımızda durmaktadır.

Kabul etmeliyiz ki, modern ekonomik gelişme insanın hayat standardının yükselmesinde olumlu pay sahibidir.

Ne var ki, sosyal yapıda neden olduğu büyük ölçekli sarsıntılar, daha güçlü toplumların baskılarına, dayatmalarına ve hatta şantajlarına açık bir ülke haline gelmemize de yol açmıştır.

Bizim dışımızda meydana gelen refahı oluşturan sebepler konusundaki şabloncu ve hazır reçetelere dayalı formül arayışları, kalıcı ekonomik güçlenme yolunda geciktirici bir işlev görmüştür.

Üstelik insan gücümüzün ve potansiyelimizin toplumsal ihtiyaçlara ve hedeflere uygun olarak yönlendirilememesi, kaynakların kısıtlı oluşuyla birleşince üretim ile paylaşımın planlanması ve icrası konusunda mevcut hastalıklı yapıyı ortaya çıkartmıştır.

İçteki yoksullukla dıştaki zenginliğin karşılaşması, en başta yoksullukla boğuşan milletimize her alanda geri adım attırmış ve ne yazık ki ekonomik anlamda bağımsız ve güçlü bir konum elde etmemizin önünde aşılması güç engeller oluşturmuştur.

Bu tehlike bugün de fazlasıyla mevcuttur. Küresel ölçekte rakipsiz sermayeye sahip, markalaşmış ve büyük pazarları olan; hâkimiyet alanı dünyanın her köşesini kapsayan ve bu gücü korumak için politika oluşturan ve hatta kendi devletlerini kullanan devasa yabancı şirketlerin önüne;  serbest pazar veya serbest rekabet denilerek gelişme yolundaki Türk girişimcisinin çıkartılması hakkaniyetli ve olumlu bir sonuç doğurmayacaktır. Örnekleri hepinizce de malumdur.

Dünden bugüne gelen süreçte şahısların elindeki sermayenin güçsüz kalması yatırımları sınırlandırmış, refahın yaygınlaşmasına mani olmuştur.

Gerçekleşmeyen refah, talebi zayıflatmış; bu da doğal olarak piyasayı daraltarak sermaye birikiminin önüne geçmiştir.

Böylesi bir kısır döngüye hapsolan Türkiye ekonomisinin müzmin hastalıklı bünyesi, teşhis bulanıklığıyla bir türlü tedavi edilememiş, zamanımıza kadar uzanarak gelmiştir.

Hali hazırda insanımızın satın alma gücündeki zayıflıklar, gelir yetersizlikleri, tüketim eğiliminin düşmesi; hem dış, hem de iç talebin gerilemesinde başlıca etkendir.

Burada seçkin temsilcilerinin de bulunduğu girişimci kardeşlerimin üretebilmesi, ürettiklerini satabilmesi; sattıklarının yerine yenilerini fazlasıyla koyabilmesi ancak ve ancak iç ve dış talepteki canlılıkla mümkün olacaktır.

Neticede ekonomi dediğimiz soyut ve somut ilişkilerin kurumsallaştığı geniş alan, temelde insan ihtiyaçlarının azami düzeyde tatmini ve karşılanması üzerinde filizlenmektedir.

Türkiye ekonomisinin ağır kriz içinde savrulduğu geçen yıllardan bu tarafa, meselenin bu yönü bir türlü dikkate alınmamış ve bu nedenle de ekonomik tahribat toplumsal yapıda ağır hasara yol açmıştır.

ABD’den Avrupa’ya kadar birçok ülke, krizle mücadele edebilmek amacıyla, vatandaşlarının alım gücünü yükseltmenin yollarını aramışlar, sanal iyileşme ve sahte büyüme süreçlerine itibar etmemişlerdir.

Bu girişimler bile, Avrupa ülkelerinin krizin üstesinden gelmesine yaramamış, ekonomik açmazlar siyasal yapıları ve toplumsal düzeni tehdit eder seviyelere yükselmiştir.

Küresel ekonominin finans ayağının sakatlanması, üretim ve tüketim dengesini tamamıyla bozmuş; bu durum küreselleşmeyi avantaja çevirememiş ülkelere krizin faturayı ihale etme riskini ortaya çıkarmıştır.

Özellikle Avrupa para biriminin geçirdiği sarsıntıların ve değer aşınmasının, ihracat yapan firmalarımızı çok zor duruma düşürmesi ve dış gelirimizi azaltması kaçınılmazdır.

Bunun sonucu olarak, bir türlü kapanmayan dış açığımız artmış, cari açık bir kez daha tehlike sinyalleri vermeye başlamıştır. Malumun tekrarı olan ekonomik kısır döngünün tersine çevrilmesi ise bir türlü gerçekleşmemiştir.

Yalnızca mali disiplinle sorunları aşacaklarını zannedenler, esasında işin geri plandaki özü ve mantığını sürekli olarak göz ardı edenlerdir.

Bu açıdan, fazlasıyla bağımlı Türk ekonomi sisteminde; sorunların aşılmasında önceliğin mali disiplin mi, yoksa vatandaşımızın ve girişimcilerimizin rahatlatılması mı olduğu konusu üzerine iyi düşünülmediği kanaatini taşıyorum.

Bu sözlerimden siyasi iktidarların inisiyatifinde olan ekonomi-politik tercihlerinin birbirine benzer olması gerektiği düşüncesi çıkarılmamalıdır. Kaldı ki böyle bir şey doğru da değildir.

Bu konuda bizim önceliğimiz; işsizliğin mutlaka önlenmesi ve azaltılması; yoksulluğun kaldırılması ve gelir dağılımındaki muazzam eşitsizliğin giderilmesidir.

Yoksulluğu aşamamış, işsizliği yenememiş, ahlaklı paylaşımdan hala çok uzaklarda olan ülkemizin en pahalı eti yemesi, en pahalı enerjiyi kullanması ve üretimde en pahalı girdi maliyetleriyle boğuşması bir kader değildir ve olmamalıdır.

Değerli Başkan,

Muhterem Arkadaşlarım,

Özellikle insanlığın geçirdiği tecrübeler kalkınmanın sermaye sahibi girişimcilerin gelişip güçlenmesiyle mümkün olacağını hepimize göstermiştir.

Müteşebbis ruh ve şuurun, sahip olduğu özellikler itibariyle yeniliğe açık ve köhnemiş kurum ve yapılarla mücadeleye hazır olması, bir bakıma dünyanın ekonomik ve siyasi yapısının da en temel dinamiğini oluşturmuştur.

Ülkemiz kapsamında girişimci şahıs ve kuruluşların karşılaştığı zorluklar ile karşısına dikilen engelleri aşmak için verdikleri mücadele hepimizin bildiği ve yıllardan beri yaşadığınız gerçeklerdir.

Bütün olumsuzluklara rağmen durmayan, bıkmayan ve yılmayan Türk müteşebbis gücünün, elbette bu salonda bir araya gelmesine ve Anadolu’nun her köşesinde boy atmasına kadar hangi badirelerden geçtiği malumumuzdur.

Türkiye eğer gerçekten gelişecekse; istikrarlı ekonomi, sağlıklı toplum, adaletli bölüşüm mutlak anlamda hayat ve zemin bulmalıdır.

Ve bunun da gerçekleşmesinde bugüne kadar olduğu gibi Türk özel şirketlerinin çok büyük destekleri olacağı kuşkusuzdur.

Türkiye’yi dünyaya taşıyacak olan, dünyayı da vatanımızın değişik yörelerine tanıtacak olan da yine sizler olacaksınız.

Cumhuriyet’in nasıl bir ortam ve şartlar içinde ilan edildiğini hepiniz biliyorsunuz.

Kuruluş döneminin şüphesiz en büyük zaferi, bağımsızlığımızın kazanılması ve taviz vermeksizin korunup kökleşmesi olmuştur.

Ancak Cumhuriyetin devraldığı ekonomik miras yine hepinizin bileceği üzere birçok mahrumiyeti de içinde barındırmıştır.

Yetersiz kaynaklar, girişimci eksikliği, geri bir üretim tekniği, tarıma mahkûm ekonomik sistem, finansman darboğazları ve yetersiz işgücü başlıca sorun alanları olmuştur.

Çok şükür ki bu sorunları aşma yolunda ülkemiz geride kalan seksenyedi yılda mesafeler almıştır.

Bu zorlu süreci dikkate almadan, küçümseyerek, eleştirerek ve hatta hazımsızlık göstererek, geleceği bırakıp tarihi kendisine rakip görerek yeni hamleler yapma imkânımız yoktur.

Lozan Görüşmeleri esnasında, Türk delegasyonun, ekonomideki bağımsızlık hedefini toprak kazancından daha öncelikli ve önemde görmesi aslında Cumhuriyet’in nasıl bir felsefi arka planının olduğunun da apaçık göstergesidir.

Ne var ki, bu hedeften sapmalar müteşebbislerimizin güçlü ve köklü yabancı rakipleri karşısında zayıf kalmalarına yol açmıştır.

Rekabet şartlarının ağırlaşmasından dolayı, küresel şirketlerle mücadeleye girmek zorunda kalan; maliyet, iş gücü, kaynak temini ve teknolojik anlamdaki dezavantajlar Türk girişimcilerinin küresel düzlemde etkili bir konuma gelemeyişlerinin en belirgin sebebidir.

Nitekim, geçtiğimiz aylarda yayımlanan dünya üzerindeki beş yüz büyük firma arasında bir tek Türk şirketinin dahi yer almamış olması bu düşüncelerimizi haklı çıkartmaktadır.

Bizim hayalimiz ve isteğimiz; Türk şirketlerinin de tasavvurumuzdaki Türkiye gibi küresel bir güç olmasıdır. Sizlerde bu potansiyel ve bizlerde de size olan inanç fazlasıyla vardır.

Önümüzdeki yıllar, dünya üzerindeki mücadelenin daha çetin ve zor şartlar altında geçeceğine işaret etmektedir.

Küresel sorunlar, sınır ve süre tanımaksızın her millete anında sıçrayabilirken; küresel refah ya da gelir aynı oranda ve aynı hızla paylaşılmamaktadır.

Geride bıraktığımız yılsonunda dünyanın toplam geliri 57,9 trilyon dolar olarak gerçekleşmiştir.

2008 yılına kıyasla, ağır sonuçları olan küresel kriz insanlığın toplam gelirini 3,3 trilyon dolar azaltmıştır.

Sanayileşmiş ve gelişmiş 33 ülke dünya nüfusunun yüzde 15’ini barındırdığı halde, küresel gelirin yüzde 54’ünü almıştır.

Ancak 149 gelişmekte olan ülke ise küresel nüfusun yüzde 85’ine sahip olmasına karşılık, gelirden aldığı pay yüzde 46,1 olmuş ve yalnızca ABD küresel gelirin yüzde 20,5’ini almıştır.

Türkiye’ye ise dünyanın toplam gelirinden yüzde 1’lik bir hisse düşmektedir. Bunu kabul etmek mümkün değildir.

Daha iyi yaşamaya, daha mutlu olmaya ve girişimcilerinin daha güçlü olmasına Türk milletinin hakkı yok mudur?

Dünyayı kasıp kavuran kriz sürecini siz de yaşıyorsunuz. Ve bu krizin nasıl ve ne şekilde etkilediğinin en yakın tanıkları sizlersiniz.

Türkiye ekonomisinin kendi açmazları ve yapısal sorunlarıyla işlerinizin nasıl bozulduğunu talihsiz bir şekilde bizzat yaşadınız.

Kriz sizi geometrik terimlerle değil, cepheden ve doğrudan doğruya etkiledi. Ve bu sonuç kaçınılmaz olarak gelişmiş ülkelerle uçurumun açılmasına neden oldu.

Sanayileşmiş ülkelerle aramızdaki mesafeler kısalması gerekirken daha da büyüdü ve aramızdaki farklar gün be gün aleyhimize çoğaldı.

Dünyanın büyük ekonomileri arasında sayılmak elbette önemlidir. Ancak dünyanın 17’nci büyük ekonomisi olduğumuzu sürekli olarak dillendirmekle ülkemizin gelişmişlik düzeyine çıktığını da söyleyemeyiz.

Öncelikli olan, sıralamada kaçıncı olduğumuzdan ziyade; yoksulluğun, işsizliğin ve çaresizliğin üstesinden nasıl geldiğimiz ve geleceğimiz meselesidir.

Vatanımızın en ücra köşelerinde hala aç, sefil ve gelecekten umudunu kesmiş insanlarımız varsa; ekonomik gelişmişlik sıralamasında birinci olmamızın dahi bir anlamı olmayacaktır.

Ya da uluslar arası raporların himmeti ve servisiyle, büyüdük, zenginleştik iddiasında da bulunulmasının getireceği bir fayda bulunmayacaktır.

Her şeyden önce, ekonomik yapının ağır aksak, düşe kalka geldiği ve ilerlediği istikameti samimi bir şekilde ele alıp, gerekli tamirat, bakım ve ikmali yapmak durumundayız.

Aksi halde ekonomik kriz halinin tekrar karşımıza çıkması ve bizim de ayrı sorunları yıllardır olduğu gibi yine konuşuyor olmamız kaçınılmazdır.

Dünyanın ve Türkiye’nin geldiği bugünkü ortamda; beşeriyetin her alanda yeni arayış ve taleplerinin arttığı görülmektedir. Dünün klasikleşmiş ve denenmiş modelleriyle, bu çağın sorunlarını çözmek bir tarafa, anlamak bile gün geçtikçe zorlaşmaktadır.

Bunun için başta ekonomik büyüme olmak üzere, ekonomi politikalarında strateji değişikliğine gidilmesi ve yeni bir zihni ve siyasi eylem planının belirlenmesi kaçınılmazdır.

Yapılması gereken iş, öncelikle ülkemizin ekonomik şartlarını şekillendiren etkenlerin belirlenip derinlemesine tahlil edilmesidir.

Ardından ise, faydalı, uygulanabilir ve ülke gerçeklerine uygun bir ekonomi stratejisi hazırlanmasıdır.

Bizim gibi gelişme yolundaki ülkelerde; kalıcı ekonomik ilerleme dinamikleri, bireyi ihmal etmeden, ancak milletimizin sosyal, kültürel ve tarihsel şartlarını da önceliğine alarak sağlanabilecektir.

Bu gelişme stratejisinin, sorunları giderilmiş, değer verilen, üretim ve finans ilişkileri dengelenmiş, büyümeye dönük vergi politikalarıyla desteklenmiş özel müteşebbislerin önünün siyasi iktidarlarca açılmasıyla başarıya ulaşacağına inanıyorum.

Bilimsel bilgi ve teknoloji üretimi konusundaki özendirici ve teşvik edici uygulamalar küresel güç iddiamızda vazgeçilmez bir yardım sağlayacaktır.

 

Sayın Başkan,

Değerli Arkadaşlarım,

Muhterem Konuklar,

İhtiyacımız olan şey, milletimizin ruhunda ve kökeninde var olan birikim ve derin tutkuları araştırıp ortaya çıkarmak; onlara biçim vererek toplumun bünyesine ve ekonomik gerçeklere uygun yöntemlerle birleştirmektir.

Gün durma ve bekleme günü değildir. Gelecek nesillere bizler için, “çalıştılar ve başardılar” dedirtmek için kaybedecek zamanımız yoktur.

-        İşsizliğin, yoksulluğun ve çaresizliğin olmadığı,

-        Emeğin ve alın terinin karşılığını aldığı,

-        Çarkların döndüğü, toprakların işlediği, üreten ekonominin hâkim olduğu,

-        İşverenin itibar gördüğü ve el üstünde tutulduğu,

-        Girişimcinin desteklendiği ve sorunlarının çözüldüğü

-        Paylaşılan refahla birlikte kardeşliğin ve sosyal uzlaşmanın sağlandığı,

-        Milletimizin beraber ve huzur içinde yaşadığı güçlü bir Türkiye asla hayal değildir.

Yeter ki bu hedefe inanalım, bu hedef için birleşelim, bu hedefe doğru yola çıkalım.

Konuşmama son verirken, muhterem heyetinizi bir kez daha saygı ve sevgilerimle selamlıyorum.