29.06.2010 - TBMM Grup Toplantısı Konuşması
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma.
29 Haziran 2010

 

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Kıymetli Basın Mensupları,

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Türk basının duayeni, mümtaz insan, değerli gazeteci ve fikir adamı, ve Ortadoğu Gazetesi Başyazarı Orhan Tahsin Bey, yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak geçtiğimiz gün Hakkın rahmetine kavuşmuştur.

Merhum dava arkadaşımıza Cenab-ı Allah’tan rahmet, yakınlarına ve arkadaşlarına ve basın dünyasına başsağlığı dilerim.

Mekanı Cennet, Ruhu şad olsun.

Muhterem Arkadaşlarım,

Yedi buçuk yılı aşan AKP iktidarının neden olduğu ağır tahribat toplumun bütün kesimlerini derinden etkilemeye başlamıştır.

  • Güzel şeylerin olacağını müjdeleyen mesajlardan, şehit haberlerinin ardı ardına geldiği eylemlere;
  • Anaların gözyaşının dineceğine dair yalanlardan, bağrı yanık eli kınalı anaların sel olan gözyaşlarına,
  • Silahı bırakır masaya oturursun çağrılarından, devlete isyan etmiş eşkıyaları kucaklama törenlerine,
  • Biriz ve beraberiz denilerek başlanan sözlerden, milletimizi otuz altıya bölmek için yapılan hain kampanyalara,
  • Ezber bozuyorum, tabuları kaldırıyorum, vesayeti yıkıyorum palavralarından, milletimizi çatışma kıvamına getiren bölücü tahriklere,
  • Siyasallaşma denilerek Anayasaya yedirilmeye çalışılan bölünme arayışları ve tuzaklarına,
  • Şehit ile caniyi, Mehmetçikle katili eş tutan çürümüşlükten, Aşiret reisine “abi” diyen onursuzluklara kadar sayısız kokuşmuşluk, bugün ülkemizi bu karanlık noktaya kadar getirmiştir.

Farklılıkların kışkırtılması, ayrımcılığın övülmesi, ayrışmanın kutsanması üzerine şekillenen bölücü AKP politikalarının faturası çok ağır olmuştur. Açılım denen yıkımda gelinen nokta maalesef burasıdır.

Hükümetin yıkım ısrarı sürdükçe terörle yapılan pazarlığın acı sonuçları kan ve gözyaşı olarak geri dönmektedir.

Terörün aramızdan aldığı evlatlarımızın acılarıyla çok sancılı bir dönem başlamıştır.

Kanlı terörün neden olduğu can kayıplarının haklı öfkesi artık toplumun tahammül sınırlarını zorlamaktadır.

Her gün bir yöremizden kanlı bir eylemin haberi gelmekte, her gün  bir beldemizde vatan evlatlarımız omuzlar üzerinde toprağa verilmektedir.

Her gün bir Mehmetçiğimiz yaralanmakta, her gün bir ocağa daha ateş düşmektedir.

Tek tesellimiz, yalnızca büyük milletlerin göstereceği vakarın ve sabrın milletimiz tarafından gösteriliyor olmasıdır.

Yıllardan beri bölücülüğü ve terörü kökü ve kökeni ne olursa olsun hiçbir toplum kesimine mal etmemiş olan aziz milletimizin bu asil duruşu çok şükür ki devam etmektedir.

Açılımla birlikte kaşınan etnik kimliklerin kışkırtılması ile birbirine düşman edilmek istenen milletimizin sağduyusu takdir-i şayandır ki sürmektedir.

Bizim “Bin yıllık Kardeşliği Yaşa ve Yaşat” inancı ile dile getirdiğimiz, meydanlarda açıkladığımız hassasiyetler ne mutlu ki karşılığını bulmuştur.

Türk milleti, bunca badireye, akan kana, kıyılan cana ve AKP tahriklerine rağmen,

  • Teröre razı edilmek istenmiştir, hayır demiştir.
  • Kardeş kavgasına itilmek istenmiştir, asla demiştir.
  • Bozgunculara, yıkıcılara, işbirlikçilere fırsat vermemiştir.
  • Bir avuç açılım taraftarını, yandaş ve yoldaş medyayı, yıkım aktörlerini kaderiyle baş başa bırakmıştır.

Tek bir ses, tek bir nefes olmuş ve şehitlerine sahip çıkmıştır.

Başbakan’ın ters yüz olmuş hali bundandır.

Hükümetin bozgun hali bundandır.

Panik ve öfkeleri bu yüzdendir.

Ve geçtiğimiz hafta büyük milletimizin bir evladı, tertemiz bir şehidimizin aziz vatan toprağı Muş’ta doğmuş pırıl pırıl eşi, bu gerçeği görmek istemeyenlerin yüzüne bir kez daha çarpmıştır.

İstanbul Halkalı’daki askeri servis otobüsüne yapılan bombalı saldırıda şehit düşen askerlerden Jandarma Uzman Çavuş Mehmet Çağlar Bölük'ün eşi Elif Bölük’ün şu sözlerindeki asalete dikkat buyurunuz.

Diyor ki muhterem şehidimizin emaneti;

Çok gururluyum, çok onurluyum, Şehit eşi olduğum için üzülmüyorum. Saldırıyı yapanlar birer maşa, Ne Kürt ne de Türk. Onlar hain, kalleş, şerefsiz. Oğlum yok ama bu vatan uğruna kızımı da asker yapacağım” “Bayrağımız, devletimiz, vatanımız sağolsun. Bu bayrak Doğu'da da Batı'da inmeyecek.”

İşte açılımın bittiği yer, işte tahriklerin son bulduğu nokta, işte  milletimizin yüksek vicdanının, ahlakının ve erdeminin sesi bu.

Ayrışmayacağını, çözülmeyeceğini haykıran bir gönlün, bayrağını seven bir şuurun ifadesi bu.

Hayatının en acılı gününde, şehit eşini toprağa verdiği günde böylesine olgun, böylesine inançlı ve böylesine kararlı bir genç hanımımızı görmekten son derece bahtiyarım.

İşte bütün melanetlere ve saldırılara rağmen ülkemizi ve milletimizi ayakta tutan ruh ve şuur budur. İftihar ediyorum.

Onu böylesine şuurlandıranlara ve muhterem ailesine şükranlarımı sunuyorum.

Bütün Elif kızlarımızı, bütün Mehmet oğullarımızı ve nerede doğarsa doğsun, mezhebi, kökeni ne olursa olsun, gönlü al bayrağımızda olan,  alnı açık, yüreği temiz bütün evlatlarımızı kucaklıyoruz.

Allah şehidimize ve şehitlerimize gani gani rahmet eylesin, bu kızımız gibi evlatlarımıza ve ailelerine de bir ve beraber yaşayacağımız uzun, başarılı ve huzurlu ömürler versin. Niyazım yalnızca budur.

“Verilecek toprağımızın ve kaybedilecek insanımızın olmayacağını vurgularken” muradımız insanımızdaki bu yüksek bağlılığı bildiğimiz içindi ve haklı çıktık.

Bütün şehit ailelerinin olduğu gibi acısını yürekten paylaşıyor, terörle sonuç almaya, açılımla yürek yakmaya devam edenlere bu duruşun, tavrın ve inancın ders ve ibret olmasını umuyorum.

Onlar müsterih olsunlar ki, şehit düşmüş oğulların, kocaların, babaların kanı yerde asla kalmayacaktır.

Biz bunun için varız ve bunun için buradayız.

Milliyetçi Hareketin nefesi zalimlerin ensesindedir.

Mazlumların iki eli, ihanete çanak tutanların yakasındadır.

Hesapları mutlaka sorulacak, sorumluları bir bir bulunacaktır.

Yıkıma, ayrılığa ve teröre çanak tutanlar da bilmelidir ki; yaptıkları yıkım karşısında;

“Yatacakları yer de, kaçacakları delik de yoktur.”

Değerli Arkadaşlarım,

Bildiğiniz gibi kanlı terör olaylarının özellikle son haftalar içinde artış göstermesi toplumda kaygı uyandırmış, devletin terörle mücadelede yeterliliği ve hükümetin tercihleri sorgulanmaya başlanmıştır.

Milliyetçi Hareket Partisi de yapıcı, yol gösterici ve uyarıcı muhalefet anlayışı gereği terörle ve bölücülükle mücadelede yararlanılmak üzere iş işten geçmeden çözüm yolları önermiştir.

Özellikle, Çankaya’da yapılan görüşmeye partimizin mevcut tehdit karşısındaki temel çözüm önerileri ve alınacak tedbirlere ilişkin hazırladığı kapsamlı analiz kamuoyuna da açıklanmıştır.

Stratejik, siyasal, sosyal, ekonomik ve güvenlik eksenli kısa, orta vadede yapılacakları içeren önerilerimiz arasından Olağanüstü hal uygulaması teklifimize yönelik tepkilerin artmış olması dikkat çekmiştir.

Özellikle açılım denen yıkımın çığırtkanları ve bölücü mihraklar ortak ağız geliştirerek OHAL uygulamasının;

  • Geçmişte, PKK terörünü durdurmaya yetmediğini,
  • Toplumsal nefreti körükleyerek, öfkeleri artırdığını,
  • Uygulandığı yöreye kendi tabirleri ile baskı, zulüm getirdiğini karşı kampanya oluşturarak her ortamda dile getirmeye başlamışlardır.

Biz bunların kimler olduğunu geçtiğimiz hafta dile getirmiş ve kimliklerini ifşa etmiştik.

Mehmetçiği, PKK’lılardan daha tehlikeli gören bu rezil zihniyetin nasıl bir maksadın ardına gizlendiğini de ifade etmiştik.

Şimdi ise Türkiye, Başbakan Erdoğan’ın iflas eden açılımın, şaşkınlığa dönüşmesine ve durumu kurtarmak için yalan ve iftiraya sarılmasına şahit olmaktadır.

Geçtiğimiz hafta içinde yaptığı konuşmalar Başbakan’ın akıl ve ahlak sorunu yaşadığını göstermiştir.

Yanılmış olmanın öfkesi ve çözülmeye başlamanın paniği ile kamuoyunu aldatma arayışındaki Başbakan Erdoğan;

  • OHAL’in kendileri tarafından 2002 yılında kaldırıldığını,
  • OHAL’i istemenin terörün diline teslim olmak demek olduğunu,
  • Birilerine söz verildiği için İmralı canisi’nin asılmadığını,
  • Bebek Katili’ni teslim edenlere yazılı belge verildiğini,
  • Terörün sıfırlanmış olmasına yönelik sözlerin yalan olduğunu utanmadan söyleyebilmiştir.

Yalan ve saptırma bununla da fren tutmamış,

  • Açılımdan geri adım atmayı isteyenlerin teslimiyet projesi içinde olduklarını,
  • 1984’ten bu yana şehidin en çok olduğu dönemin muhalefete ait olduğunu,
  • Bütün hükümetlerin terör örgütü karşısında hep geri adım attığını,
  • Açılım terörü azdırdı şeklinde beyanların terör örgütünün ağzıyla konuşmak anlamına geldiğini de milletin gözüne bakarak açıklamıştır.

Biz sözlerin isabetinin de yalanlarının da sahibini bağlaması gerektiği düşüncesindeyiz.

Ancak yürütmenin başı durumundaki birinin doğrularla bu kadar bağını kopartmış olması hepimizi dehşete düşürmekte, bu anlayışın sahibinin terörle mücadele edemeyecek kadar malûl olduğunu göstermektedir. Bu tam bir zavallılıktır.

Muhterem Arkadaşlarım,

Şimdi, biz bu kürsüden, bu iddia ve ithamların bu yalanların hangisini düzeltelim, bunların hangisindeki gerçekleri açıklayalım?

Bunların hangisine bakarak bu sözlerin niye eğri diye sahibine soralım, neyin peşinde olduğunu öğrenelim?

Ve bu sorularımıza samimiyetle cevap verecek olgunlukta ve şuurda muhatabı nerede bulalım?

Teklif ettiğimiz, Olağanüstü Hal uygulaması tamamıyla Anayasal bir tedbirdir. Geçmişte uygulanmıştır, şimdi de ve gelecekte de uygulanabilir.

Bu teklifimize başta Başbakan Erdoğan olmak üzere yandaş ve yoldaş medya ile işbirlikçi lobilerin ağızbirliği ederek karşı çıkmış olmaları dikkat çekicidir.

Ancak bundan daha da ilginç yanı OHAL ilanına yönelik teklifimizi eleştirirken kullandıkları tuhaf gerekçeler ve bahanelerdir.

Geçmişte Olağanüstü Hal uygulanırken yanlışlar yapılmış olabilir. Bunlar hükümetlerin ayıbı ve hatasıdır. Bu yanlışların olması bu tedbirin yanlış olmasını gerektirmez.

Uygulayanın sorumluluğunda olan icraatlardan yasa maddesinin sorumlu tutulması mantıktan uzak bir anlayışın ürünüdür.

Elbette ki, hiçbir devlet ve hükümet olağan yöntemlerin haricinde bir yetki ile ülkesinin bir bölümünü yönetmek istemeyecektir ve doğal olan budur.

Ancak olağan tedbirlerle önlenemeyecek gelişmeler karşısında, başka türlü sağlanma imkânları kalmamışsa milletinin huzur ve esenliği, devletinin birliği ve beraberliği için Olağanüstü Hal ilanına başvurmak da yasaldır.

Türkiye, bölücü terörün acımasız yüzüyle karşı karşıya kalmış bir ülkedir ve teröre karşı verdiği mücadele haklı ve meşrudur. Aksini söylemek bölücülüğe hizmet demektir.

Ülkemiz, her devlet gibi milletinin huzuru, emniyeti ve geleceği için verilen bu meşru ve haklı mücadele ile elbette ki toprağını, sınırını, milletini, insanını savunacak ve koruyacaktır. Bundan başkası düşünülemez.

Ve hiç kimse, milletimizin hür iradesine, milli kimliğine, ekmeğine, demokratik hayatına, sosyolojik varlığına, kültürel birliğine musallat olan bir kalkışmanın önlenmesine engel olamaz, olmamalıdır.

Bütün hakların üstünde olan ve bütün hürriyetlerin kaynağı insan hayatıdır. Devletin ve yürütmenin öncelikli görevi kişilerin yaşama hakkını korumak ve savunmaktır.

Eğer bir yönetimin gücü veya niyeti olağan tedbirlerle bu temel hakkın sağlanmasına imkân vermiyorsa, alınacak tedbirlerin de olağanüstü olması zorunludur ve gereklidir.

Ancak, yedi buçuk yılın ardından Başbakan Erdoğan’ın Türkiye”sinde kavramlar ve değerler yer değiştirmiştir.

Terör olağan, huzur aranır hale gelmiştir.

Yoksulluk olağan, refah aranır hale gelmiştir.

Yolsuzluk olağan, dürüstlük aranır hale gelmiştir.

Teslimiyet olağan, dik duruş aranır hale gelmiştir.

Rezaletleri olağan karşılayan bu arızalı anlayış sahiplerinin, milletimize huzur verecek tedbirlere muhalif olmaları da elbette ki olağandır.

Bugün olağanüstü hale karşı çıkanlar, artan şehadetlerin devamını, “işin gereği”, “terörün icabı” olarak görme yanlışına daha baştan düşmüş olanlardır.

Bugün önerdiğimiz tedbirlere kulağını kapatanlar, “işin doğasında var”, “nerede sıfırlanmış ki bizde olsun”, “bütün dünya da muzdarip”, gibi gerekçelerle teröre teslim olmaya hazırlananlardır.

Devletin ve hükümetin bir görevi de kanun ve nizama uymamakta direnenleri yine kanunlar çerçevesinde men etmek ve önlemektir.

Huzurun olmadığı, demokrasinin üzerinde terör gölgesinin bulunduğu bir ortamda demokratik hayatın ve gerçek hürriyetin olduğunu söylemek mümkün değildir.

Ve vatandaş iradesine musallat olan durumu olağan saymak hem teröre teslim olmak demektir, hem de alınacak tedbirlere sözde demokrasi adına karşı çıkmak tam bir çelişkidir.

Bizim, kendi tabirleriyle Sivas’ın ötesinde olmadığımızı iddia eden Başbakan’a terörün ve tehdidinin yörede azaldığı 1999’da partimizin aldığı oya bakmasını öneririm.

Şayet teröre amansız mücadele veren, bölücülüğü reddeden, ayrımcılığı eleştiren, istismara kapalı partimizin dönemsel sonucundan illa ki bir anlam çıkartacak ise bunu terörün şiddetine mahkûm ettiği insanlarımızın korkusuna bağlaması yerinde olacaktır.

İtirazımız ve tepkimiz şudur:

  • Bir yandan, bizi Sivas’ın ötesinde olduğunu söyleyip durduğun yerlerde kendince düelloya davet edeceksin, buralara gidemediğimizi söyleyip karanlık oyunlara çekmeye çalışacaksın;

Sonra zırhlı araçlarla, frekans bozucularla, polis ve asker ordusuyla yanan lastikler, inmiş kepenkler ve ıssız sokaklarda Başbakan olarak sindiğin yerlerde ve çömeldiğin vatan topraklarında, her şey normal deyip Olağanüstü Hal’e karşı duracaksın.

  • Önerdiğimiz tedbirlere kulağını tıkayacak görmezden geleceksin, açılımdaki ısrarını sürdüreceksin, eşbaşkanı olduğun projelerin efendisine karşı duramayacaksın, bölücüye göz kırpacaksın, Peşmergeyle kucaklaşacaksın; sonra da muhalefetten bu rezaletlere destek beklediğini utanmadan söyleyeceksin.
  • Bir yandan terörün ve bölücülüğün kaynağının Okyanus ötesinde ve Irak’ın kuzeyinde aranması gerektiği konusundaki uyarılarımıza aldırmayacaksın, Kandil dağına gitmekten korkacaksın; sonra kalkıp medyaya sansür uygulayarak, şehit törenlerini eleştirerek, zırh ve yelek dağıtarak, etrafındaki koruma sayısını artırarak terörü önleyeceğini zannedeceksin.
  • Partimizin, açılımın yıkım getireceğine, yabancı dayatmalara karşı durulmasına dair ikazlarına aldırmayacaksın, sonra gidip ekseninin kaymadığına dair kaygıları gidermek için seni bu açmaza iten yabancı başkentlere ikna ve bağlılık ekipleri gönderecek, kendin de maçların devre aralarında sıkıştırılan randevularla, alttan alıp yüz süreceksin.

Bizi ve tekliflerimizi eleştirenlerin kendilerine ait tek bir görüşleri, küresel dayatmalardan başka bir çözümleri varsa buyursunlar kamuoyu ile paylaşsınlar, katılmasak da dinlemeye hazırız.

Bu hükümetle de olağan olan hiçbir şeyin kalmadığı da ortadadır.

Kim, ülkesindeki güvenliğin bozulmasını ve devlet gücünün ücra köşelere kadar ulaşmasında sorunlar yaşanmasını ister?

Kim, milletin hürriyetine silahın gölgesinin düşmesini, vatandaşlarının ölüm korkusuyla yaşamasını ister?

Nitekim, bugün OHAL önerimize tepki gösteren hükümet üyelerinin de aralarında bulunduğu bazı milletvekilleri, bir dönem siyaset yaptıkları parti çatısı altında hükümet olduklarında, TBMM’de üç oylamada OHAL’in uzatılması lehine karar vermişlerdir. Üstelik bu oylamalarda o dönemde çok ciddi tehdit olduğunu iddia ettikleri Çekiç Güç’e de onay vermişlerdir.

30 Temmuz 1996 tarihinde TBMM’de yapılan oturumda bugünkü bir hükümet üyesinin, partisi adına o gün yaptığı konuşmanın sonunda hem OHAL’in uzatılması hem de Çekiç Güce izin verilmesi konusunda sözü aynen şudur: Diyor ki sayın üye,

“Son cümlemi söylüyorum: Bu Hükümet tezkeresi, beş yıldan beri, bugüne kadar sürdürülen bu silik ve şahsiyetsiz dış politikaya son veren; Türkiye'nin güvenliğini, toprak bütünlüğünü, bağımsızlığını ön plana alan en önemli bir belgedir.”

OHAL kararına yıllar önce onay veren bu düşünce, şayet o gün iddia edildiği gibi güvenliği, bütünlüğü ve bağımsızlığı sağlıyor idiyse, bugün neden teröre hizmet ediyor olsun? Neden terörün diliyle konuşmak olsun?

Bu soruların cevabını bulması için bizim Başbakan’a tavsiyemiz, hükümet ortağı oldukları dönemde bu tedbirlere evet diyen mesai arkadaşlarına sormasıdır.

Türkiye Cumhuriyeti milli ve üniter bir devlettir, bundan taviz verilmesi asla mümkün değildir. Bu yapıya açık saldırı olduğunda veya ihtimali doğduğunda devletin meşru savunma hakkı ortaya çıkar.

Devletimiz bu meşru savunma hakkını kullanırken, elbette ki insan haklarına, hukuka ve uluslararası normlara uygun hareket etmek durumundadır.

Geride bu alanda sorunlar yaşanmışsa, bu, bundan sonra da yaşanacağı anlamına gelmeyeceği gibi, bunları önleyecek irade de hükümet gücüdür.

Geldiğimiz bu aşamada, devletin varlığına, milletin birliğine ve insanın yaşama hakkına doğrudan saldıran terör örgütünün kalıntıları temizleninceye kadar mücadele edilmesi gereklidir ve artık kaçınılmazdır.

Bizim terör ve bölücülükle ilgili tek tedbirimiz elbette ki OHAL ilanı değildir, ancak bu da etkili olacak tedbirlerdendir ve bütün şartları olgunlaşmıştır.

Olağanüstü Hal ilanı için daha ne olması, hangi felaketlerin yaşanması, nasıl bir çöküşün gerçekleşmesi gerekecektir?

Bugün gelinen nokta dünden daha vahim ve önemlidir. Öyle MGK bildirileriyle geçiştirilecek, kararlılık mesajlarıyla önlenecek seviyeyi çoktan aşmıştır.

  • Dün terörist yalnız dağlardaydı, bugün bölücülük sokakları, salonları, belediyeleri  de ele geçirmiştir.
  • Türkiye’nin bir bölümünde devlet otoritesi yok olmuş, terör ve maşaları meydanı boş bulmuştur.
  • Açılımda son noktayı koymak ve kanlı pazarlıkta ön almak için İmralı canisi’ni arabulucu yapmak isteyenler alenen ortaya çıkmıştır.
  • 85 yıl önce vatana ihanet eden isyan elebaşları için anma törenleri düzenlenebilmektedir.
  • Bölücü odaklar hükümetten aldıkları cüretle adına demokratik özerklik denen ihaneti gerçekleştirmek için federasyon provaları yapmaya başlamışlardır.
  • Hükümetin ayrımcı siyaseti meyvesini vermeye başlamış, etnik tahrikler tırmanmıştır.

Süreç, hükümetin acziyeti ve sefaleti altında, yarın topraklarımızın kimde kalacağının ve akıbetinin belirleneceği oylama teşebbüslerine doğru ilerlemektedir.

Beka düzeyinde bunca tehdit ve tehlike sağanak halinde yağarken Türkiye’yi korumasız bırakan ve hiçbir tedbire başvurmayan Başbakan Erdoğan’ın ataleti ve tutuk hali kuşku vericidir.

  • Terörü önlememek, saldırıları durdurmamak adına birilerine söz mü vermiştir?
  • PKK’nın silah bırakması vaadiyle birilerinin namına kefil mi olmuştur?
  • Barzani’yi incitmemek, kandile gitmemek için  pazarlık mı yapmıştır?
  • Türkiye’yi bölmek, milletimizi parçalamak için birilerine taahhüt mü etmiştir?

Her devlet gibi Türkiye Cumhuriyeti de, ülkenin bütünlüğünü, kamu düzenini, toplumsal barışı ve huzuru korumak ve bunlara karşı çıkan, şiddeti araç olarak benimseyen, ülke bütünlüğünü tehdit eden, eli silahlı terör örgütü mensuplarıyla mücadele edecektir.

Terör, Başbakan’ın algısındaki gibi hafife alınacak, önemsenmeyecek, olağan görülecek, bahane bulunacak bir yol ve iş kazası değildir. Böyle bir bakışın neden olduğu sonuç da kanlı eylemleriyle ortadadır.

Aman teröristi ürkütürüz diyerek anayasal tedbiri reddetmek ve daha da ileri giderek PKK’da bunu istiyor demenin anlamı şudur:

Bu, Mehmetçiklerin, polislerin, korucuların şehadetine ve vatandaşların kaybına alkış tutmakla eşdeğer bir sapkınlıktır.

Biz bunun örneğini teröristleri Mehmetçikten önce düşünen hükümetin Amerikalı üyesinin açıklamalarında geçtiğimiz haftalarda görmüş ve lanetlemiştik. Ve maalesef AKP yönetiminde ihanet de olağan hale gelmiştir.

Muhterem Milletvekilleri,

Artan terör eylemleri nedeniyle Güneydoğu Anadolu Bölgesindeki illeri de kapsayacak şekilde, Anayasanın hükümleri uyarınca, 19 Temmuz 1987 tarihinden, 30 Kasım 2002 tarihine kadar dörder aylık sürelerle kırk iki defa ve Meclis kararlarıyla olağanüstü hal uygulandığı bilinmektedir.

Alınan tedbirlerin sonuç vermesiyle tedricen azalan terör eylemleri karşısında, yıllar içinde kademeli olarak kaldırılmıştır.

En son uzatılma kararından dört ay sonra Bakanlar Kurulunca uzatılma teklifi yapılmadığı için ülkemizin tamamında 15 yıldır süren Olağanüstü hal son bulmuştur.

Son kaldırma kararını TBMM’ne teklif eden partimizin de ortağı olduğu 57. Cumhuriyet hükümetidir. Bu görüşmenin TBMM’deki oturum tarihi 19 Haziran 2002’dir.

Son kalan iki ilde ise, uzatılması için yine 57. Cumhuriyet Hükümetince karar alınmadığından 30 Kasım 2002 tarihinde o sırada görevi devralmış 58. hükümet dönemine rastgelen tarihte bütün yurtta OHAL son bulmuştur.

Başbakan Erdoğan’ın OHAL’in “kendileri tarafından kaldırıldığı” ifadesi yalandır. Başbakanın bu iddiası boştur. Gerçeklere aykırıdır.

OHAL’in kaldırılması terörün bitmesi nedeniyledir. Başbakan ne kadar inkâr ederse etsin, yandaşları konjonktürel bir durum derse desin, gerekçesi ne olursa olsun, ortada olan gerçek teröre binlerce insanını kurban vermiş bir ülkede 2002 yılında sıfır denecek kadar az bir kayıpla iktidarı devralmış olmasıdır.

Başbakanın 2002 yılını baz alarak “sıfır terör” yalandır ifadesi ise külliyen yalan ve saptırmadır.

Bir tek şehit bile bizim için son derece önemli, değerli ve yeri doldurulamayacak bir evladımızın kaybıdır. Biz onları istatistiki bilgi olarak asla görmeyiz ve göremeyiz.

Onları Başbakan Erdoğan gibi “yan gelip yatmakla suçlayamayız, kelle diyerek hakaret edemeyiz.

Ancak 2002 yılında şehitlerimizin sayısı altıdır, yalnızca bir eylemde bile on Mehmetçiğin hayatını kaybettiği bugünle mukayese bile etmek mümkün değildir. Başbakan bu iddiasında da çuvallamıştır.

Sayılar üzerinden konuşmak elbette ki bizleri üzmekte ve vatandaşlarımızı incitmektedir. Ancak başbakana verilecek cevap için başka bir yol da söz konusu değildir.

26 yıllık mücadelenin yedi buçuk senesi AKP hükümetlerine aittir. Başbakan Erdoğan’ın yönetimindeki dönemde şehit sayımız giderek artmıştır.

1994 yılından itibaren azalan ve 2002 yılında bitme noktasına gelen terör eylemleri ve kayıplarını yeniden ve yıldan yıla artıran AKP hükümetlerinin ihanet siyaseti olmuştur.

Geçen yedi buçuk yılda terörle müzakerenin sonucu tespitlerimize göre 660’ı aşan şehadettir. Bu dönemde terör olaylarının sayısı da artmıştır. 2002 yılında 160 olan olay sayısı yalnızca geçen yıl 1300’e yaklaşmıştır.

Hem olay artmışsa, hem şehit artmışsa, nasıl oluyor da açılım politikaları iddia edildiği gibi başarıyla sonuçlanmıştır.

Hem, ekonomi düzelmişse, hem sözde kültürel haklar da terörü durduracaksa, bunca tavize rağmen nasıl oluyor da terör tırmanışa geçmiştir?

Hem korku büyümüşse, hem eşkıya yolları tutmuşsa nasıl oluyor da ülkemiz huzur ve güven içinde bulunmaktadır.

Hem, sınır ötesinden saldırılar sürüyorsa, hem terörist Kandil’de barınıyorsa nasıl oluyor da Amerika ile mükemmel işbirliği uyum ve koordinasyon sürmektedir?

Bunların mantıklı cevabı da, ahlaklı karşılığı da, namuslu bir muhatabı da yoktur. Akıl, izan ve haysiyet tamamıyla tükenmiştir.

Değerli Arkadaşlarım,

Başbakan’ın bir diğer iddiası ise bölücü başının asılmaması konusunda birilerine söz verildiği ve İmralı canisi’ni teslim edenlere belge imzalandığı yönündedir.

Bizim bu iddiaları bilmemiz ve cevabını bulmamız söz konusu değildir. Zira bölücü başının yakalanıp Türkiye’ye getirildiği 1999 yılının Şubat ayında Milliyetçi Hareket Partisi bırakınız hükümette olmayı, parlamentoda temsil edilmeyen bir muhalefet partisi durumundadır.

Milliyetçi Hareket Partisi’nin hükümette olduğu tarihler 28 Mayıs 1999 ile 18 Kasım 2002 tarihleri arasıdır.

Partimizin ve kadrolarımızın bu konuyla ilgili hangi pazarlıkların yapıldığını, kime ne sözler verildiğini bilmesi de ve sürece dahil olması da her şeyden önce tarihen mümkün değildir. Bu da başka bir yalandır.

Ancak bizim başbakan’a önerimiz, ortaya konuşacağına, devletin güvenlik ve istihbarat imkânlarının tamamı elinde olduğuna göre, konuyu doğrudan araştırıp sorumlularını açıklaması ve hesap sormasıdır.

Partimiz hiçbir şekilde eli kanlı cani hakkında verilmiş cezayı ortadan kaldıran veya hafifleten bir görüşün veya kararın arkasında olmamıştır. Yalnızca uluslararası hukuki süreçlerin sonucunun netleşmesine kadar infazın Başbakanlıkta bekletilmesine izin vermiştir.

12 Ocak 2000 Liderler Zirvesinde verilen karar gereğince bu izni ise  “terör örgütü ve yandaşı çevrelerce milleti ve devleti ile Türkiye’nin yüksek menfaatleri aleyhine kullanılmak istendiğinin değerlendirilmesi hâlinde, erteleme süreci kesilerek infaz sürecine derhâl geçilmesi” şartına bağlamıştır. Gerçekler tutanaklarla sabittir.

Bunun yanı sıra MHP’nin hükümet ortağı olduğu dönemde terör, savaş ve çok yakın savaş suçlarına ölüm cezası verileceği hükmü konulmuş ve buna ilişkin Anayasa değişikliği 3 Ekim 2001 tarihli kanunla gerçekleştirilmiştir.

Başbakan içine sindirse de, sindirmese de döneminde şehadetleri azaltan, terörü sıfırlayan ve bölücülüğü de zayıflatan bu tedbirdir.

İdam cezası, AB Uyum Yasalarının kabulü kapsamında, 3 Ağustos 2002’de kabul edilen yasa değişikliği ile kaldırılmıştır.

Bu karara TBMM’de sadece partimiz red oyu vermiş, buna karşılık aralarında AKP’nin de olduğu diğer partiler ölüm cezasının kaldırılmasına onay vermişlerdir.

Ankara 2 No'lu DGM, ise savaş ve çok yakın savaş tehdidi halleri dışında idam cezasını kaldıran Kanun uyarınca, 3 Ekim 2002 tarihinde caninin idam cezasını ağırlaştırılmış müebbet hapse çevirmiştir.

Eğer Başbakan bebek katili’nin asılmaması karşılığında bir pazarlık yapıldığını iddia ediyorsa, bu konudaki işbirlikçileri arayacağı yer Milliyetçi Hareket Partisi değil, idamın kalkması için evet oyu veren AKP kadrolarıdır.

AKP grubu adına, 2 Ağustos 2002 tarihlerinde Meclis’te yaptığı konuşmada “asamadınız; bundan sonra da asamayacaksınız” diyen milletvekiline bu garantiyi nereden aldığını, bu güvenceyi kimin verdiğini dönüp sorması yerinde olacaktır.

Ama Başbakan her şeye rağmen sık sık dile getirdiği gibi samimi bir bir pişmanlık duyuyor da bu cani hakkında verilmiş infaz kararını uygulamak istiyorsa, Milliyetçi Hareket Partisi destek vermeye hazırdır. Hodri Meydan.

Değerli Milletvekilleri,

Başbakanın ve yandaşlarının son haftalarda dile getirdiği bir başka iddia ise alçakça bir tavırla partimizi terör örgütünün diliyle konuştuğunu söyleyip kendilerinin yıkımdaki rolünü ve PKK ile işbirliğini gizleme çırpınışlarıdır.

Bugün akıl sağlığı yerinde hiç kimsenin bizimle terör örgütünü aynı fotoğraf karesine almak gibi bir iddiası olamaz, olmaz.

Bizim vatan sevgimizi kimseye ispat etmek gibi bir arayışımız olmadığı gibi Başbakana da bu konudaki samimiyetimizi elbette ki ispat edecek değiliz.

Partimizin yıllardan beridir ülkemiz, milletimiz ve terör konusundaki yeri nettir, bellidir ve dost düşman, seven sevmeyen herkesin malumudur.

Bunu hala anlamamışsa bu öncelikle Başbakan Erdoğan’ın yaşadığı algı sorunu ve bulunduğu teslimiyet noktasından bizlere bakış açısıdır.

Ancak ben, kendisine PKK ile tek yumurta ikizi gibi benzeşen yönlerini hatırlatmak ve bu yıkımda ardına düşenleri uyarmak isterim.

1978 yılında PKK’nın hazırladığı “Kürdistan Devriminin yolu” denilen broşürde ve 1995 yılındaki PKK parti programında sözde “Türk sömürgeciliğinin hakimiyetine son vermek”  iddiası yer almıştır.

1991’de hazırlanan Erdoğan Raporunda ise “Türkiye'de 75 yıldan beridir resmi ideolojinin Kürt meselesinde inkârcı, asimilasyoncu, baskıcı davranışının sorgulanması” istenmektedir. PKK’nın hedefleri ile ve Başbakanın emelleri arasındaki benzerlik ortadadır.

Başbakanın açtığı kapıdan girerek siyasallaşmaya yönelen PKK’nın 15 Kasım 2001”de “sözde 6. Konferans’ındaki “sivil itaatsizlik” adı verilen isyan aşamalarından birinin de esası “ana dilde eğitim”dir.

Ne tesadüftür ki, Başbakan’ın 1991 raporundaki “ana dilde eğitim” isteği ve “bu dillerin öğrenilmesi ve öğretilmesi için yasal imkânların hazırlanması” önerisi PKK kararlarının aynıdır. Bugün bu konuda hayli mesafe almış ve PKK ile rekabet etmeye başlamıştır.

Yine bu kapsamda, 2000 yılının Şubat ayında sözde 7. Kongresini yapan PKK’nın, Bebek katili’nin önerdiği “Demokratik Cumhuriyet ve Barış projesi” ile hükümetin sözde “Kürt açılımı” adını verip sonradan “demokratik açılım” daha sonra “milli birlik projesi” dedikleri “yıkım” kavramının tanım, içerik, ve anlam uyuşması dikkat çekicidir.

Nitekim bu örtülü ilişki ve hedef beraberliği zamanla aralarında açılım kardeşliğini doğurmuştur.

AKP ve PKK arasındaki işbirliği sonucunda;

  • Kırk bin vatandaşımızın katilinin coğrafi vatandaşlık teklifi ile Başbakan Erdoğan’ın Türkiyelilik tezinin benzerliği ortadadır.
  • İmralı Canisinin askeri operasyonların durması önerisi ile Türkiye’nin Kandil’e harekâttan uzak tutulması arasındaki ilişki açıktır.
  • PKK canilerinin affı ve siyasete sokulması girişimi ile Başbakan’ın “silahı bırakır masaya oturursun’’ önerisindeki yakınlık bilinmektedir.
  • Binlerce cana mal olmuş bir katilin sözde “barış” talebi ile AKP zihniyetinin sözde “analar ağlamasın” istismarındaki aldatıcı örtüşme bellidir.
  • Bebek Katili’nin ihanetin aklanması için önerdiği anayasa değişimi ile hükümetin de benzer talepleri anayasaya yerleştirme kampanyası arasındaki uyum ve zamanlama yaşanan gerçeklerdir.

Türk milletine açık düşmanlığı bilinen bir katil ile “Ne mutlu Türküm diyene” sözünden tiksinen bir başbakanın anayasamızdan bu vurguları çıkarmak için seferber olması, fırsat, açılım, çözüm, umut adı verilen yıkım projesinin gerçek sahiplerini ve ortaklarını ortaya çıkarmıştır.

Hükümetin başının İmralı Canisi ile bu kadar çok olan ortak noktalarının arasında bölücülük ve terörle kendi göbeğini kesmeden, bizi terörle bir tutmaya çalışması ancak Başbakan Erdoğan’ın mantığına uygun hastalıklı bir yaklaşımdır.

Bütün bunları “OHAL’i teklif etmek terörün diline teslim olmaktır” diyen Başbakan’a kimlerle emel birliği yaptığını, kimin diliyle konuştuğunu bu vesile ile hatırlatmak istedim.

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Siyaset birbirinden farklı çıkar ve taleplerin tartışılmasını ve uzlaştırılmasını gerektirir. Eğer siyasetin bu doğal ve temel alanından uzaklaşılırsa, siyasetin tükendiğini ve hatta bittiğini söylememiz abartı olmayacaktır.

Siyasetin taşıyıcısı ve yeniden üreticisi konumundaki aktörlerin en başında gelen siyasi partiler; günlük meşgalelere sıkışıp kalan ve sorunları dağ gibi yığılan vatandaşlarımızın isteklerine sözcülük yapmaz ve çare aramazsa, bu defa da demokrasinin tıkanması tehlikesi vasat bulacaktır.

En başta iktidar partisi; insanımızın şiddetlenen ihtiyaçlarını, beklentilerini ve arzularını siyasal işleyiş ve karar mekanizmasına taşımalıdır. Bu ise siyasetin vazgeçilmez hedefi olmalıdır.

İlave olarak, vatandaşlarımızın gündeminden tamamen uzak yabancı siyaset uygulamalarının, öncelikle siyasetin inandırıcılığına büyük bir darbe indireceği, vatandaş-devlet arasına aşılmaz engeller inşa edeceği aşikârdır.

Bu itibarla; sokaklarında, hanelerinde, işyerlerinde, tarlalarında, bağlarında, bahçelerinde, camilerinde, cemevlerinde dertlerinin, problemlerinin çözümü için gün sayan, sabırla bekleyen, dua eden milyonlara bigâne kalmak, seslerini duymamak doğru olmadığı gibi, ahlaki de değildir.

İşte bizim siyaset algımızın sınırları bunlardır ve hareketimizin prensibini tayin eden bu ilkelerdir.

Konuşmamın bu aşamasında, ifade etmeye çalıştığım tespitler çerçevesinde, ekonomideki son gelişmeleri değerlendirmek ve konuyla ilgili beklenti ve eleştirilerimizi dile getirmek istiyorum.

Muhterem Milletvekilleri,

Kim ne derse desin, nasıl bir gerekçe bulursa bulsun; Türkiye ekonomisinde sıkıntılar bitmemiş, kanama durmamış, ağır sancılar dinmemiştir.

Ekonomik sistemdeki derin çatlaklar kapatılamamış, genişleyen yarıklar tamir edilememiştir.

AKP iktidarının son aylarda nelerle uğraştığını, hangi boş ve sonuçsuz işlerle vakit geçirdiğini hepiniz biliyorsunuz.

Bu süreçte elbette ekonomi kendi kaderine terk edilmiş ve vatandaşlarımız günlük hayatlarını hem esir alan hem de zehir eden geçim zorluklarıyla başa başa bırakılmıştır.

Bunda şaşılacak bir taraf esasen yoktur. Çünkü AKP’nin aklı ve vicdanı bu topraklarda değil, başka diyarlardadır.

Her dört Adanalıdan birisinin işsiz olması iktidarın meselesi değildir. Sığınılacak mazeret hazırdır ve nasıl olsa dünyanın başka ülkelerinde de işsizlik vardır.

Ya da her beş Diyarbakırlıdan ve Hakkâriliden birisinin işsiz kalması önemli değildir.

Veya dört kişilik bir ailenin 818 liraya ulaşan açlık sınırı kapsamında, asgari ücreti 600 lira bile olmayan milyonlarca kardeşimizin karınlarını hangi vasıtalarla doyuracağı hükümetin gündeminde yoktur.

 Nasıl olsa erzak ve yardım paketleri, seçimin işaret fişeği atıldığı anda iktidar mevzilerinden çıkarak işsizimizin, yoksulumuzun kapısına bırakılacaktır.

Başbakan Erdoğan’ın hesabı budur ve devlet imkânlarını siyasi tezgâhına peşkeş çekmektedir.

Ülkemizin geliştiğini, büyüdüğünü ve kalkındığını diline dolayan AKP kadrolarının aslında anlamadığı ve idrak edemediği öncelikli husus; örümcek ağlarıyla örülmüş zihinlerinin, ekonomik meselelerin çeşitliliğinin ve derinliğinin ulaştığı endişe verici boyutu görememesiyle ilgilidir.

Türkiye ekonomisinin dünyanın en büyük ekonomileri arasına girdiğini söyleyen ve bunu da sık sık gündeme getiren AKP sözcülerinin, bunun nasıl bir büyüklük olduğunu ve büyüyen bir ekonomide nasıl olur da işsizliğin ve yoksulluğun hâkim hale geldiğini izah etmelerinde sonsuz yararlar vardır.

Nitekim ‘Satın Alma Gücü Paritesi’ne göre; dünyanın onaltıncı büyük ekonomisi olmakla ya da Avrupa’nın ilk altı ekonomisi arasında bulunmakla övünmek AKP’nin tutunacağı ve propagandasını yapacağı ender istismar alanları arasındadır.

Başka çaresi de kalmamıştır. Söyleyeceği yalanı, uyduracağı palavrası bitmiştir.

Ne var ki, burada da birçok düşündürücü taraf vardır ve AKP’nin peşindedir.

Yine ‘Satın Alma Gücü Paritesi’ esas alınarak aralarında 27 Avrupa Birliği üyesi ülke, ülkemizin de içinde yer aldığı 3 Avrupa Birliği’ne aday ülke, 4 Balkan ülkesi ve 3 Avrupa Birliği Serbest Ticaret Birliği ülkesinin yer aldığı 37 ülke arasında, Türkiye kişi başına gelir bakımından 30’uncu sırada yer almıştır.

Ne büyük bir çelişkidir ki, bir tarafta milli gelir büyüklüğü açısından Avrupa’nın altıncı büyük ekonomisiyiz diyerek caka satacaksınız, diğer tarafta ise kişisel gelir sıralamasında çok gerilerde kalmayı hiç sesiniz çıkmadan kabul edeceksiniz.

Bize göre bu durum, AKP ikiyüzlülüğünün ve alçalma halinin son örnekleri arasındadır.

Kaldı ki vatandaşı yoksulluğa yenik düşmüş, işsizlikle perişan edilmiş bir ülkenin zenginliğinden, büyümesinden nasıl bahsedilebilir?

Dünyanın neresinde bu iddia sahibi ahlak, hayâ ve utanma duygusundan nasibini alamamış bir iktidar hala ayakta kalabilir?

Bu kapsamda, açıklanacak olan bu yılın ilk çeyrek milli gelir verilerinin ulaşacağı seviyenin bizim açımızdan fazla bir anlamı yoktur ve olmayacaktır da.

Bakın görün, tahminler doğrultusunda büyüme oranı yüksek çıkarsa, yine içi boş iyimser mesajlarla kamuoyu avutulacak, “krizi aştık, bize bir şey olmadı; başkaları battı, biz çıktık” tekerlemeleri yine dillerden düşmeyecektir.

Maalesef bu fasit döngüyü defalarca yaşamamıza rağmen, sonucunda vatandaşlarımız için olumlu ve hayat şartlarını iyileştiren hiçbir gelişmeye tesadüf edilememiştir.

Ekonominin yüksek oranlı büyümesine odaklanan ve rakamsal gelişmeden medet uman AKP zihniyeti ve şakşakçılarının; ne çiftçimizle ilgili söyleyecek bir sözü vardır, ne de emeklimizle ilgili bir kaygısı bulunmaktadır.

Bu zevat ne memurumuzu düşünmektedir, ne de işçimize bakacak yüzü kalmıştır. Esnaf ise onlar için yalnızca raflarında üçbeş malı bulunan ve sürekli sorun üreten kimselerdir.

Başbakan Erdoğan ve arkadaşlarına göre; işsizlik abartılmakta, yoksulluk büyütülmektedir. Ekonomideki yıkım iddiaları AKP’nin gelişmesini çekmeyenlerin iftiralarıdır ve gerçekle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.

Ne yazık ki, AKP baştan ayağa kadar bu kendini kaybetmişliğin ve zihinsel bulanıklığın pençesine düşmüştür.

Ülkemizdeki sorunları, ‘dışarıda da var’, diyerek geçiştirmeye ve kabul ettirmeye çalışan siyasi bir mantıkla daha fazla yol alınması ve insanımız lehine değer üretilmesi kesinlikle mümkün değildir.

AKP hükümeti, olumsuz göstergelerin başka ülkelerde de olduğunu ispatlamak için heyecanlı ve acelecidir.

Çelişkide bocalayan bu siyasi ruh hali, yanlışı savunacak gerekçeleri imal etme alışkanlığının bir hastalık haline dönüştüğünü fark edemeyecek kadar bağını ve bağlantısını gerçeklerle koparmıştır.

AKP zihniyeti hastadır ve bu hastalığını ülkemize bulaştırmıştır. Ve ekonomi kanserdir ve yoğun bakımda müdahale beklemektedir.

Vatandaşımız aş dilemektedir, iş istemektedir. Boş sözlere karnı toktur ve Başbakan Erdoğan’ın başarısızlıklarının hesabını vereceği günü gözlemektedir.

Milletimiz, kalabalıklar karşısında kuru sıkı atan Başbakan’ın, serhat boylarında kendi topraklarımızdan acz içinde çömelerek, sinerek ve pısarak sınır ötesindeki peşmerge dostlarının topraklarına göz ucuyla bakmasına tahammül edememiştir.

Türkiye’nin çömelmesi yalnızca terör karşısında olmamıştır. Yoksulluk karşısında çömelmiştir, işsizlik karşısında diz çökmüştür ve yolsuzluk karşısında da boyun eğmiştir.

Başbakan Erdoğan ve yol arkadaşları çok yakın bir zamanda bu kez de sandık karşısında çömelecekler, ama bir daha bellerini doğrultamayacaklar ve çöküşleri daimi olacaktır.

Değerli Milletvekilleri,

Son dönemlerde karmaşıklaşan ülke gündemi ekonomik sorunları gölgelemiş ve geri plana düşürmüştür.

Kangrene dönüşen yargı kavgaları, cepheleşmeyi tetikleyen anayasa değişikliği ve referandum süreci; uluslararası ilişkiler alanında başta Gazze sorunu olmak üzere, eksen kaymasıyla ilgili tartışmalar ister istemez ekonominin ihmal edilmesine yol açmıştır.

Bunların yanında, kana susamış bölücü hainlerin cinayetleri, hemen her gün gelen şehit cenazeleriyle birlikte; dağlanan yürekler, ağlayan gözler, titreyen eller ve son yolculuğuna çıkan şehitlerimizin arkasında kalan hatıraları her meselenin önüne geçmiştir.

Türkiye terörle kilitlenmiş; AKP’nin açtığı ve teşvik ettiği kanaldan gelen kirli ve alçakça saldırılar milletimizin bağrına saplanmış ve bütün dikkatler doğal olarak buraya çevrilmiştir.

Milletimiz gözü yaşlı şehidinin arkasına takılmış, canının derdine düşmüş ve ne yediğinin, ne içtiğinin hesabını yapamaz hale gelmiştir.

Bütün bu olumsuz gelişme ve vakalar, ekonomideki sorunları daha da yaygınlaştırmış, geleceğe dönük beklentileri baltalamış, güven duygusunu linç etmiştir.

Buna karşılık hükümet cenahında ekonomideki sorunlara yönelik yeni arayışlar ve çabalar bir türlü ortaya çıkmamıştır. Türkiye işsizliğe, yoksulluğa ve teröre teslim olmuştur.

Türkiye’nin gündemi ekonomi değilse de, dünyanın ajandasında küresel ekonominin sorunları vardır. Ve birçok ülke, kriz ve sonrası için politikalar geliştirmekte, öngörülerde bulunmakta, yapacakları ve yapamayacakları alanlarda kendi kamuoylarını iknaya girişmişlerdir.

Nitekim yoğun tartışma eşliğinde geçtiğimiz hafta sonunda G-2O toplantısının hükümet ve devlet başkanları ayağı Kanada’da gerçekleşmiştir. Türkiye’den de Başbakan Erdoğan Toronto’daki toplantıya iştirak etmiştir.

Kanada Zirvesi, başlıca iki görüşün karşı karşıya geldiği bir alan olmuştur.

Bunlardan birincisi, ABD’nin başını çektiği ve bütçe açığıyla birlikte borçlanmanın büyümeyi sağlayacağı iddiasını savunanlar ekseninde şekillenmiştir.

İkincisi ise Almanya’nın öncülüğünü yaptığı; harcamaların kontrolü, tasarrufların artırılması ve bütçe açıklarının düşürülmesi yaklaşımı etrafında somutlaşmıştır.

Esasında, küresel mali krizin aşılmasında devlet müdahalelerinin tavsiye edilmesi bir dönüm olmuş, ancak sonrasında artan bütçe açıkları ve yükselen borç miktarları birçok ülkeyi tedirgin etmiştir.

Zirve bildirisinden anlaşılacağı üzere, G-2O ülkeleri, 2013 yılına kadar bütçe açıklarını yarı yarıya azaltma konusunda uzlaşmışlar ve bunu da ekonomik büyümeye zarar vermeden yapacaklarını taahhüt etmişlerdir.

Bu sonuç Almanya’nın başını çektiği tarafın, görüşlerini önemli oranda kabul ettirdiğini göstermiştir.

Elbette, bu gelişmelerin ülkemize de etkileri olacaktır ve bunun işaretlerini şimdiden görmek mümkün olmuştur.

Ülkemizin bütçe açığı ve kamu borç stokundaki performansı şimdilik iyi seviyededir. Veriler, bu zamana kadar harcamaların kontrol altında tutulduğunu, gelirlerin öngörülenden fazla olduğunu göstermiştir. Bununla birlikte faiz dışı fazla yükselmiş ve bütçe açığı gerilemiştir.

Ancak bu kısmen olumlu gelişmeler başka sorunlara davetiye çıkarmıştır. Kamu gelirlerindeki artışlar, büyük oranda ithalattan alınan vergilerle sağlanmıştır. İthalat hızla artarken, ihracat daha yavaş bir tempo içinde yükselmiştir.

Eğer bu ilişki ağı yılsonuna kadar sürerse, cari işlemler açığının yaratacağı büyük bir sorun önümüzde durmaktadır. Ve buradan, aslında ekonomik büyümenin nereden kaynakladığı sorusuna da bir cevap çıkmaktadır. Nitekim Türkiye bir kez daha dış kaynakla finanse edilen büyüme çıkmazına girmiştir.

Bu açıdan, G–20 toplantılarının ülkemiz için önemi daha da büyümüştür.

Başbakan Erdoğan ise, her zaman olduğu gibi, böylesi uluslararası platformlarda Erzincanlı besicimizin, Uşaklı tütün yetiştiricimizin, Ordulu fındık ve Çukurovalı pamuk üreticimizin, İstanbullu sanayicimizin hakkını ve isteklerini dile getirmemiştir.

Başbakan tarafından seslendirilen, ülkemizin taraftarı olduğu, küresel ekonomiyi daha kullanılabilir kılan politikaların nelerden ibaret olduğu da belli olmamıştır.

G-2O zirvesi esnasında, muhataplarıyla görüşebilmek için, maç programlarının bitmesini kapılarda bekleyerek sineye çeken Erdoğan, Kanada’ya adeta Türk milletinin değil de, Ortadoğu’nun temsilcisi gibi gitmiştir.

Batılı olduğunu ısrarla vurgulayan, İsrail’le ilgili bir sorununun bulunmadığını ifade eden, bu çerçevede tenkitlere muhatap olan Başbakan’ın, nasıl bir tuzağa düştüğünü anlamak için bu son gelişmelere bakmak yeterlidir.

Ülkemiz ekonomisinde yangın vardır ve insanımız aç, sefil, yoksul ve işsizdir. Başbakan’ın dikkati ise sadece Gazze’dir ve İran’dadır.

Cumhuriyet tarihinin hiçbir onurlu Başbakanı, kendi sorunları dururken, dışarıdaki yel değirmenlerine karşı mücadele vermemiştir.

 Başbakan Erdoğan, İsrail’le ilişkilerin düzelmesi için Toronto’dan dört şart ileri sürmüştür, ancak ekonomik yıkımın ve tahribatın mağdurlarının ne olacağını, ayağa kalkmaları için nasıl bir küresel işbirliği içinde olmamız gerektiğini dile getirmemiş ve savunmamıştır.

Her şey ortadadır ve bu zihniyetin kalbi Türk vatanı için atmamaktadır.

Başbakan uluslararası arenada başkalarının haklarını savunurken, içeride de birileri toplantılar düzenleyerek sözüm ona demokrasi havariliği yapmışlardır.

Bakınız Abant’ta her sene toplanıp, dağılanları biliyorsunuz. Bunlar, bir sonuç bildirisi yayımlamış, milletimizin ekonomik odaklı hiçbir sorununa değinmemişlerdir.

Üzülerek söylemeliyim ki, ekonomideki sorunları dahi vesayete bağlamışlar, sanki ülkemizde işsizlik, yoksulluk gibi ağır sorunların nedeni hükümet değilmiş gibi davranmışlardır.

Zannederseniz ki, Başbakan Erdoğan göre tek sorun Gazze ve İran meselesidir, Abantçı zihniyete göre ise yalnızca vesayettir.

Peki, Türk milletinin başka sorunları, hevesleri, hedefleri, hüzünleri, beklentileri yok mudur?

Evet, bir vesayetin olduğu ve siyasetimizi tanzime çalıştığı veya niyetlendiği doğrudur. Ancak daha kapsamlı, derin ve etkili olanı Türkiye’yi de tanzime yönelik olan küresel vesayettir. Buna dair en ufak bir eleştiri yoktur.

Vesayet var diyerek yaygara koparanlar, kendilerinin de küresel vesayetin yerli işbirlikçisi olduklarını daha ne zaman itiraf edeceklerdir?

AKP iktidarının ve yanında saf tutan menfaatperestlerin, yandaşların, köşe tutmuş kalemşorların, küresel efendilerinin gerçek niyet ve emelleri net olarak anlaşılmıştır.

Bundan sonrasını düşünmesi gereken artık Başbakan Erdoğan ve hükümetidir. Çünkü hesabı bunlar verecek, eğer kaldıysa nedameti bunlar gösterecektir.

Konuşmamı bitirirken son olarak diyeceğim şudur:

Büyük kafaların büyük hedefleri, zavallıların ise yalnızca gelip geçici arzuları vardır.

Tarih bize göstermiştir ki; arzularının esiri olan çıkarcı ve işbirlikçi niyetler hiçbir sorunla başa çıkamamış ve her zaman altında ezilmişlerdir. Ve son kullanma tarihleri geçtiğinde ise değersiz bir meta gibi tarihin çöplüğüne atılmışlardır.

Değerli arkadaşlarım, bizim hedefimiz büyüktür, kutludur ve uludur.

Ne talihsizliklere takılacağız, ne de şansızlıklara yenileceğiz.

Ne küresel baronlara aldıracağız, ne de onlara taviz vereceğiz.

Tuzakları bozacağız, engelleri aşacağız, tertiplenen oyunları muhataplarının başlarına geçireceğiz.

Gerisi boştur, anlamsızdır ve beyhudedir.

Kararlılığımız ve inancımız ise tamdır.

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.