06.07.2010 - TBMM Grup Toplantısı Konuşması
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı  Sayın Devlet Bahçeli' nin
TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları  Konuşma Metni  
6 Temmuz 2010

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Muhterem Basın Mensupları,

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Elbette ki ekonomik sıkıntılar, işsizlik ve yoksulluk ülkemizin en önemli sorunları arasındadır. Ancak özellikle son aylarda tırmanan terör eylemleri ile bölücülük, bu alanı ülkemizin birinci gündemine taşımıştır.

Bu itibarla, ekonomi üzerine yapacağımız değerlendirilmeleri önümüzdeki konuşmalara bırakarak bu hafta açılım denen yıkım ile terörle mücadeledeki görüşlerimize yer vermek düşüncesindeyim.

Bugün itibariyle, tek başına iktidar olma imkanı yakalayan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yönetiminde yedi yıl yedi ay on dokuz gün geride kalmıştır.

Bu süre içinde açlık, yoksulluk ve teröre mahkum edilen milletimizin yanı sıra hükümetin ısrarla sürdürdüğü bölünme modeli arayışları bugün Türkiye’yi çok ciddi tehlikelerle dolu karanlık bir dönemin eşiğine kadar getirmiştir.

Silahların gölgesinde, terör tehdidi ve şantajı altında ilerleyen bu süreçte “terör örgütü asla muhatap alınmaz” diyenlerin PKK’nın değişmeyen emellerini siyasi rehber edinmeleri ve bunu anayasaya yedirme hazırlıkları ibretle izlenmektedir.

Bu itibarla, açılım denen yıkım sürecinin hatırlanmasında yarar vardır.

Cumhurbaşkanı Gül’ün 9 Mayıs 2009 tarihinde Prag’dan Ankara’ya dönüş yolunda adını koyduğu “İster terör, ister Güneydoğu, ister Kürt meselesi deyin, bu Türkiye’nin en önemli meselesidir ve mutlaka halledilmelidir.” sözünün üzerinden yaklaşık 14 ay geçmiştir.

Başbakan Erdoğan’ın 23 Temmuz 2009 tarihinde aynı dili kullanarak "İster ’Kürt sorunu’ deyin, ister ’Güneydoğu sorunu’ deyin, isterse yine son olarak adlandırılan ’Kürt açılımı’ diyelim, ne dersek diyelim, bunun üzerinde bir çalışmayı başlattık" demesinin ardından ise 11 ay geçmiştir.

PKK açılımının koordinatörü olan İçişleri Bakanı’nın 1 Ağustos 2009 tarihinde polis teşkilatının akademisinde oniki kötü adamla düzenlediği toplantının üzerinden geçen süre ise 10 aydır.

İmralı canisinin davetiyle 19 Ekim 2009 tarihinde Türkiye’ye dönen teröristlerin Habur’da hükümet tarafından törenlerle karşılanmaları üzerinden ise 8 ay geçmiş bulunmaktadır.

Bu uzun sürenin sonunda gelinen nokta, bölücülüğün azdığı, terörün tırmandığı, şehadetlerin arttığı, kanlı saldırıların çoğaldığı tehdit, eylem, korku ve kalkışmanın topluma yayılmasından başka bir sonuç değildir, bizim için beklenen talihsiz bir sondur.

Bildiğiniz gibi siyasette haklı çıkmakla öngörüler arasında kaçınılmaz bir bağ vardır ve bir siyasi partiyi tarih ve millet önünde aklayacak en önemli sonuç geleceğe yönelik tahminleri ve tutarlılığıdır.

Biz bugün karşımıza çıkacak bütün olumsuz gelişmelerin uyarısı ile terör ve bölücülükle mücadelenin gidişatı konusundaki görüşlerimizi 6 Ocak 2009 tarihli Grup toplantımızda özetlemiştik.

Bu kapsamda olmak üzere, daha o tarihlerde;

Terörle mücadelede hedefin küçültüleceğini, PKK'nın tasfiyesi yerine kontrol altında tutulacağını,

Uluslararası baskı ile Türkiye'nin siyasi çözüme mecbur bırakılacağı ortam ve şartların hazırlanacağını,

Terör örgütünün silah bırakması için Türkiye'ye aşamalı bir siyasi çözüm süreci dayatılacağını,

İlk aşamada teröristlere siyasi af ve Anayasa değişikliğiyle alt kültür ve kimliklere siyasi ve hukuki statü kazandırılacağını sıralamıştık.

Gelişmeler bu öngörülerimizi tamamen haklı çıkarmış ve maalesef Türkiye, hükümeti eliyle adına açılım denen sıkıntılı bir girdabın içine çekilmiştir.

Yine hatırlanacağı gibi, sürecin baştan beri farkında olan partimiz, 12 Mayıs 2009 tarihli Grup Toplantısında, bu söylemler ilk ortaya çıkmaya başladığında yaklaşan tehlikeyi sezmiş ve oynanmak istenen oyunu yüksek sesle sorgulamıştı.

Açılımın adının henüz konmadığı o aylarda buna engel görülerek iç ve dış lobilerin hedefi haline gelen Milliyetçi Hareket Partisi’nden sözde “barış ve katkı” adına istenenlerin aşağıdakilerden hangileri olduğunu öğrenmek istemiştik:

Bizden istediğiniz, “koruculuğun kaldırılmasına çanak tutulması mı; yoksa yapay azınlıkların yaratılmasına seyirci kalınması mı”, diye sormuştuk.

 “Milli kimliğin tartışılmasının partimizce kabul edilmesini mi yoksa eğitim dilinin çeşitlendirilmesine sessiz durmamızı mı istediklerini” öğrenmek istemiştik.

Bizden, “İmralı canisine kadar uzanacak PKK affına göz yummamızı mı; yoksa Barzani devletini tanımamızı mı bekliyorsunuz diye sorgulamıştık.”

Yine o dönemde, daha işin başında; “Yeni anayasa maskesiyle üniter yapının ve milli kimliğin tahrip edilmesini mi; yoksa Türkiye'nin bölünme senaryolarının demokratikleşme reçetesi olarak pazarlanmasına rıza göstermemizi mi talep ediyorsunuz” demiştik.

 “Federatif bir yapılanmanın sinsice yürürlüğe konulmasına mı alkış tutmamızı istediklerini, yoksa, bin yıllık kardeşlik hukukunun çiğnenmesini mi kadrolarımızdan talep ettiklerini, bundan 14 ay önce yıkım aktörlerine sormuştuk.

Başbakan’a göre ise kandırılmış masum çocuklar olan eli kanlı teröristler, Barzani ağabeyleri, Talabani amcaları, AKP’nin açılım arkadaşları ve yıkımın eşbaşkanları ile el ele vereceklerdi.

Sözde kimlik bunalımı nedeniyle çıktıkları dağlarda ellerindeki silahları kendiliğinden bırakarak çağrılara uyup teslim olacaklardı.

Başbakan Erdoğan’ın 11 Ağustos 2009 tarihindeki Grup toplantısında dile getirdiği şiirsel ifadelerin gözyaşları arasında, silahı kendiliğinden bırakacak pişman teröristler “artık Botan çayında serinlemek, Zap suyu gibi coşmak, Dicle, Fırat, Murat gibi barışa, kardeşliğe akmak” isteyeceklerdi.

AKP ile ele verip “Munzur Dağlarında hep birlikte kardelenler toplayacak, Cudi dağından yediverenler, Ağrı dağından ise çiğdemler” derleyeceklerdi. Bütün istekleri buydu ve çok masumdu.

Ve o günlerde partimize ihtiyaçları da yoktu.

Durmak yok yola devam diyorlardı.

Bir kere yola çıkmışlardı. Kervan durmazdı.

Açılıma gelen gelir, gelmeyen gelmezdi.

Yalvaracak halleri de yoktu.

Mecliste sayıları da yeterdi.

Bu yola da baş koymuşlardı.

Başbakan Erdoğan’ın o dönemde muhatabı da belliydi:

Sözde Kürt diyasporası diye yeni bir tanım getirerek PKK’ya sesleniyor “Burada üç tane zemin var. Bir, dağ; iki, Mahmur; üç, Avrupa...” diyerek kimlerle pazarlığa oturmak istediğini kendi ağzından bizzat açıklıyordu.

Başbakan Erdoğan o günlerde ,”Bedeli her ne olursa olsun, bunu başaracağız.” diyordu.

Açılıma karşı çıkan MHP ise kendi ifadeleriyle “yangına körükle gidiyordu.” Madem ki açılım denen yıkıma destek vermemişti, o halde partimiz ırkçıydı, kafatasçıydı, etnik siyaset yapıyordu”.

O zamanlar bunları söylüyorlardı.O dönemde bunları özlüyorlardı.

Ve teröristin arkasından gözyaşı dökerek başlanan macera çabuk bitti.

Tıpkı uyardığımız gibi çok kanlı gerçekleşti, ve bedeli çok ağır oldu.

Görüldü ki;

Toplananlar maalesef ki kardelenler değil, şehit Mehmetçiklerin, şehit polislerimizin, şehit korucularımızın cansız bedenleri oldu.

Derlenenler çiğdemler değil maalesef vatandaşlarımızın cenazeleri oldu,

Oluk oluk akan ise barışa doğru nehirlerin suyu değil, evlatlarımızın kanları oldu.

Açılımın özeti budur. Sahibi ve sorumlusu ise bellidir.

Değerli Milletvekilleri,

Hatırlarsınız, geriye dönüp baktığınızda, sözde açılıma yol verenlerin yaklaşık bir yıl önceki iddialarının propaganda ayağını şunlar oluşturuyordu:

 Artık analar ağlamayacaktı.

 Evlatlar hayatını kaybetmeyecekti.

 Topluma barış ve huzur gelecekti.

 Terörist teslim olacaktı ve silahını bırakacaktı.

 Terörün talepleri siyaset içinde gerçekleşecekti.

 Türkiye için bir milat, kardeşliğimiz, birliğimiz ve bütünlüğümüz için de bir dönüm noktası olacaktı.

Söylenenler bunlardı. İddialar böyleydi.

Aradan geçen bu kadar zaman sonra, buradan vicdan sahibi herkese soruyorum:

Bugün bunların hangisine ulaşılmıştır?

Açılım denen yıkımla bu hedeflerin hangisinde isabet sağlanmıştır?

Geride terör, eylem, tehdit, şehit ve gaziden başka hatırda ne kalmıştır?

Biz, 14 Eylül 2009 tarihinde, hükümet dört koldan açılım denen yıkımı anlatmaya çalışırken yaptığımız açıklamamızda şu soruları da sormuş ve cevabını muhataplarından Türk milletine vermeye çağırmıştık:

 Kan akmasını, Türkiye’de etnik ayrışma, çatışma ve bölünme süreci başlatarak mı durduracaksınız?

 Şehit annelerinin gözyaşlarını terör örgütüne teslim olarak, onlarla müzakere ederek mi dindireceksiniz?

 Türkiye’nin milli birliğini, bölücü terörün ayrılıkçı emellerinin taşeronluğunu yaparak, bu talepleri siyaset sahnesine taşıyarak mı sağlayacaksınız? Sorularımız bunlardı.

Ve Başbakan tarafından ortalığa bırakılan mesajı hatırlayınız “biz, başkalarının yanlışlarından yola çıkarak kendi doğrularımızdan vazgeçmeyeceğiz.” olmuştu.

Şimdi onların doğru zannettikleri, can kaybı olarak ve isyan provaları olarak geri döndü.

Aslında bu sorularımız elbette ki cevabını beklediğimiz itiraflar değildi.

Ancak yıkım siyasetinin çelişkilerinin, ülkemizi götüreceği uçurumun muhasebesinin sahiplerince bir kez daha yapılması içindi.

Yine, benzer soruları 6 Ekim 2009 Grup Toplantımızda da dile getirmiş, gidişatın milli beka açısından çok tehlikeli olduğunu haber vererek;

İkinci veya başka dillerin eğitime sokulduğu bir süreçte, bu dille birlikte kimlik geliştirecek olanlarla “tek milletin” nasıl sağlanacağını,

İkinci bir dilin resmiyet kazanacağı bu sürecin sonunda “tek devlet” yapısının nasıl korunacağını,

İki ve daha çok kimliğin birlikte değil yan yana yaşamaya başlayacağı bir yapıda “tek bayrağın” nasıl dalgalanacağını,

Çokluklar ülkesi haline gelerek çok kimlikli bir toplum yapısını “tek vatan” üzerinde bir arada tutmanın nasıl mümkün olacağını da sormuştuk.

Böyle bir çözülmenin başlatılması halinde ise milleti ayakta tutan binlerce yıllık değerlerin yıkılmaya başlayacağının uyarısını yapmıştık.

Ve sonunda ise ortada “tek” vurgusu yapılabilecek ne devlet, ne millet, ne vatan, ne de bayrak kalmayacağını açıklamıştık.

Biz bunları söylerken; ülkemizde çıkan isyanların elebaşlarının avukatlığına soyunan Başbakan’a göre ise;

 Türkiye etnik farklılıklar temelinde ayrışırsa demokrat olacaktı,

 Milli birlik ve kimlik yıkılırsa demokratikleşecekti ve

 Bölünürse, ayrışırsa, farklılaşırsa çağdaş hale gelecekti.

Ve yine o tarihlerde de Milliyetçi Hareketin görüşlerine ihtiyaç yoktu, uyarılarımıza ise kulak asan bulunmuyordu.

Başbakan’ın “her bedeli ödemeye hazır olduğunu” açıkladığı bu süre içinde;

 Kapı kapı gezilerek ikna seansları yapıldığını,

 Cani ile şehidin aynı kefeye konulduğunu,

 Anaların yüreğinin yıkıma alet edildiğini,

 Dağdaki katiller için gözyaşları döküldüğünü,

 Sanatçılarla, sporcularla, gazetecilerle, yazarlarla toplantılar yapıldığını,

 İşbirlikçi lobiler oluşturarak hazmettirme kampanyaları düzenlendiğini,

 Ve Milliyetçi Hareket Partisine yönelik iftiraların başlatıldığını, alçakça karalanmak istendiğini hepiniz biliyorsunuz.

Ve aradan geçen aylar sonra, Başbakan her terör eylemini sanki bir sürprizmiş gibi algılayıp, “provokasyon”, “tahrik”, “son çırpınış”, “barışa saldırı”,”hazımsızlık” olarak tanımlaya tanımlaya ve mazeretler uydura uydura bugünlere kadar gelmiştir.

Oysa ki, daha işin başında sonuç bellidir, bu kılavuzlarla girilecek karanlık tünel bilinmektedir.

Bu nedenle, terörün ve bölücülüğün bu noktaya tırmanmasında Başbakan ve hükümetinin vebali büyüktür, kusurdan öte suçu vardır.

Hukuk önünde hesap vermelidir ve mutlaka verecektir.

Bu noktadan sonra ise Başbakan’la birlikte bu suça iştirak etmeye devam edecek olanları da aynı akıbet bekleyecektir.

Değerli Arkadaşlarım,

Bugüne gelinen süreçte yaşananlar öyle anlık gelişmeler değildir.

Her sonucun uyarısı önceden yapılmış, karşımıza çıkabilecek bütün ihtimaller öngörülmüştür.

Yalnızca sizler değil bütün Türkiye şahittir ki;

Biz, bunun ağır bir yıkıma neden olacağını söylerken, onlar bunun sözde barış ve kardeşlik getireceğini iddia ediyorlardı.

Biz, bu gidişatın milletimizi çatışma ortamına çekeceğini söylerken, onlar demokrasi getireceğinde ısrar ediyorlardı.

Biz, terör örgütü ile müzakerenin terörü azdıracağını söylerken, onlar Habur’da terörist karşılama törenlerini “umut verici gelişme” olarak yorumluyorlardı.

Biz, kimlikleri kaşımanın ve kışkırtmanın milletin birliğini bozacağını vurgularken, onlar ülkemizde otuzaltı kimliğin olduğundan ısrarla bahsediyorlardı.

Biz, vazgeçilmemesi halinde, toplumda ölümcül yaraların açılacağını söylerken, onlar inadına açılıma devam edeceklerini, vaz geçmeyeceklerini söylüyorlardı,

Biz, bu yıkımda asla yer almayacağımızı ve alet olamayacağımızı açıklarken, onlar bunun bir fırsat olduğunda, çözüm olduğunda ısrarcılardı.

Biz, bunun devleti yıkıma ve milleti çözülmeye götüreceğini ifade ederken, onlar devlette görülmemiş uyum olduğundan bahsediyorlardı.

Biz, biriz, beraberiz, bir milletin evladıyız derken, onlar tekerleme halinde kimlikleri saya saya yıkım yolunda ilerliyorlardı.

Biz, tarihimize sahip çıkın, bölücüyü memnun etmeyin derken onlar “tarihimizde farklı etnik kimlikte olanlar kovuldu” diyerek aşağılıyorlardı.

Biz, bölücü talepleri siyasete sokarsanız ülkeyi bölersiniz derken, onlar bizi “yıkıcı faktör” ve “ırkçı” olarak tanımlıyorlardı.

Biz Kandil’e harekat yapamadan terörü bitiremezsiniz derken, onlar Barzani’ye abi diyor, Vaşington’dan icazet bekliyorlardı.

Biz, kökene ve mezhebe bakmaksızın milletimizi kucaklayacağımızı söylerken onlar bizi “statükocu” diyerek suçluyorlardı.

Bu itibarla, daha bir yıl bile dolmadan açılım denen yıkımın ne anlama geldiğini, kimin haklı olduğunu, maalesef yaşanan acı tecrübelerine bakarak görmek mümkündür.

Keşke, bu olaylar yaşanmadan Başbakan Erdoğan gerçekleri görebilseydi,

Keşke, geride kalan acıla şahit olunmadan girilen yolun yanlış olduğu anlaşılabilseydi.

Keşke, yüzlerce kayıp vermeden bu yıkıma bir son verselerdi, gözyaşları akmasaydı.

Bu itibarla, bugün hiç kimse bize, karşımıza çıkanların uyarısını yapmadı diyemez.

Hiç kimse ucuz bir özürle bunca kayıpların vebalinden kurtulamaz.

Muhterem Milletvekilleri,

Bu işin gerisindeki mihraklar, hükümete nüfuz etmiş bir grup ırkçı zihniyetin temsilcileridir. Küresel gelişmelerle yıkım projeleri örtüşünce faaliyete geçmişlerdir.

Bunlar, Türk milleti ailesini parçalayacak etnik ayrımcılığı, açılım adı altında hükümet projesi haline getirmişlerdir.

Bir yıllık sancılı tartışmalarla geçen bu süreçte, beklenen iyi şeyler bir türlü gerçekleşmemiştir.

Aksine milletimizin birliği ve kardeşliğinin bozulması için ne kadar tahrik varsa karşımıza çıkmıştır.

Devletimizin devamlılığı ve bütünlüğü üzerine ne kadar tehdit varsa birer birer önümüze konulmuştur.

Bu nedenle, iflas etmiş politikaların ve teslimiyetçi anlayışların besledikleri canavarı şimdi bırakacak kucak, bağlayacakları kapı aradıkları bu süreçte partimize yönelik görüşme çağrıları beyhudedir.

Açılım denen yıkım sürecinden bu yana bizzat yaşadıklarımız, şahit olduklarımız, kulağımızla duyup, gözümüzle gördüklerimiz unutulacak, sineye çekilecek, görmezden gelinecek basit hatıralar değildir?

 Otuz bin insanın kasabından “barış ve kardeşlik elçisi” üretmek isteyenleri unutacak mıyız?

 Kanlı eylemlerini hala sürdüren PKK’ya barışı dağdan arayanlar diyerek alkışlayanları unutacak mıyız?

 Bozguncuyken akil adama, isyancıyken halk kahramanına, eşkıya başı iken AKP’nin ağabeyliğine terfi edenleri ve ettirenleri unutacak mıyız?

 İhanet provalarının demokratikleşme görülerek övülmesini, milli hassasiyetlere sahip çıkmayı, tarihimizi savunmayı çağdışı olarak mahkûm etmeye çalışanları unutacak mıyız?

 Ve daha da önemlisi, terörle canla başla mücadele edenleri “şiddet yanlıları; muhterem yöre halkını işbirlikçi olarak tanımlayanları unutacak mıyız?

 Ve bin yıllık kardeşliğin güvencesi ve savunucusu olan Milliyetçi Hareket Partilileri “kanla beslenen” insanlar olarak iğrenç suçlamaları unutacak mıyız?

Hakkımızdaki ağır suçlama ve fitneleri göz ardı edip, partimizin ve partililerimizin “terörden nemalandığı”, “şehit istismarı yaptığı” “PKK ile aynı safta yer aldığı” gibi alçakça ithamları sineye mi çekeceğiz?

Bu zilleti millet çekmez.

Herkes katlansa da Milliyetçi Hareket katlanmaz.

Ve bu ihaneti asla affetmez.

Değerli Milletvekilleri,

Siyaset hedefimiz Türk milletinin mutlu ve müreffeh yaşaması, onurlu ve huzurlu bir hayat sürmesi üzerine şekillenmiştir.

Bu yüksek gaye için günlük siyasi hesapların içinde olmayacağımız, “önce ülkem ve milletim sonra partim ve ben” anlayışı ile hareket edeceğimiz geride kalan uygulamalarımızla sabittir.

Zira bizim için milletin varlığı ve devamı kendi varlığımızdan ve siyasi projelerimizden çok daha önemli ve önceliklidir.

Bugün elbette ki, ülkemizin sıfır terör noktasından yedi sene içinde 1990’lı yılların kanlı eylem dönemlerine gelmiş olmasında baş sorumlu AKP zihniyetidir.

Bizim yaptığımız uyarılar da bellidir ve belgelidir.

Şayet konu milli meseleler olursa, milletin gelecek kaygıları olursa günlük siyasetin üstünde bir fedakarlık yaparak milletimize hizmet yolunda uzlaşma aramaya da hazırız.

Bizim uzlaşma zemini olarak bu şartlar altında uygun gördüğümüz yer Cumhurbaşkanlığı makamıdır.

Zira hükümetin ve Başbakan’ın samimiyet ve güvenirlik katsayısı düşmüştür.

Doğrudan yapacağımız bir görüşmeden nasıl bir iftiranın çıkacağından emin değiliz.

Ancak her şeye rağmen dökülen şehit kanıdır, çekilen milletimizin acısıdır.

Kuşkusuz ki, biz, bize karşı yapılanları bir kenara not ettik ve yeri gelince açacağız. Bundan kurtuluş yoktur.

Buradan huzurunuzda hükümete çağrıda bulunuyorum:

Terörle ve bölücülükle mücadelede bizim fikirlerimizden yararlanmak isteyenlere kapılarımızı aralamaya hazır olduğumuzu da açıklıyorum.

Bu konudaki şartlarımızın ise bilinmesinde ve kabulünde ısrarcı ve kararlı olduğumuzu da ilan ediyorum.

Eğer, Başbakan Erdoğan,

Açılım da yanıldım,

Çatışmayı derinleştirdim,

Terörü azdırdım,

Şehadetlere neden oldum, diyorsa,

Türk milli kimliğine bağlılığını açıklıyorsa,

Milletimizi otuz altıya bölmekten vazgeçiyorsa;

Amerika Birleşik Devletlerini dinlemeyeceğini,

Her saldırının ardından Vaşington’a sığınmayacağını,

Barzani’ye haddini bildireceğini,

Yabancı başkentlere kulağını tıkayacağını, ve

Kandile gidip terörü teslim alacağını söylüyorsa;

Geçmişte hatalar yaptığını belirterek,

Şehide kelle, katile sayın demekten pişmanlık duyduğunu,

Mehmetçiğin yan gelip yatmadığına siperde bizzat şahit olduğunu itiraf ediyorsa;

Yıkıma alet ettiği akademinin mensubu polislerimizden,

Ağır hakaretlere maruz kalan askerlerimizden,

Etnik tahriklerle çatışma kıvamına getirdiği milletimizden özür de diliyorsa, bizim için hiçbir engel kalmamıştır.

unları kendisinden duyduğumuz anda elimizi uzatırız.

Ve bugüne kadar kamuoyuna bu konuda yaptığımız bütün tekliflerimizi bir kere daha kendisine hatırlatırız.

Bizim görüşme şartlarımız bunlardır.

Yok eğer, Başbakan daha önce denediği gibi;

 Bir yandan yıkım yolunda kararlılık mesajlarına devam ederken, partimizi de sürece ortak etme arayışlarını sürdürecekse,

 Bir yandan teröre karşı olduğunu söyleyip öte yandan teröristle siyasal pazarlıklar yapmaya devam edecekse,

 Bir yandan görüşmek isteyip, diğer yandan partimize yönelik yalanlara, iftiralara devam ederek tarihi gerçekleri saptıracaksa,

 Sözde ateşkes denilen oyunun bir parçası olarak PKK ile karşılıklı silah bırakmayı küstahça önerecekse, bu karanlık yolda ve ilişkilerde Milliyetçi Hareket Partisi asla olmayacaktır.

Şayet Başbakan Erdoğan’ın bunları yapmaktan kaçınması halinde, geride kalan yılda hakkında duyduğumuz kuşkular ve vardığımız kanaatlerin artarak devam edeceği şüphesizdir.

Türkiye Büyük Millet Meclisinde millet adına mücadele eden siz değerli milletvekilleri ile, yurt sathında inançla, sabırla ve soğukkanlılıkla sürece direnen ve milleti aydınlatan yüz binlerce Türkiye Sevdalısı verdiğimiz milli mücadelenin sonuna kadar arkasında olacaktır.

Ve Milliyetçi Hareket bu yıkım yolunda yine Başbakanın ve işbirlikçilerinin önündeki en büyük engel olmaya devam edecektir.

Muhterem Arkadaşlarım,

Kamuoyunu uyandırmak ve cüret sahiplerini uyarmak için kullandığımız “Bin yılda karıldı bu ülkenin harcı, ayrıştırmak kimin harcı” sözündeki kararlılığın anlamı geride kalan açıklamalarımızın özüdür.

Fırsat adı ile başlayıp, Kürt sorunu ile devam eden ve şimdi demokratik açılım olarak tanımlanan yıkım projesinin ülkemizi getireceği karanlık tablo ile partimizin bu yıkıma karşı görüşleri bunlardır.

Başbakan Erdoğan ile İmralı Canisi’nin açılımda başa baş yarıştığı süreçte yıkımın projesinin başlıkları şunlardır;

Milli kimliğin tartışmaya açılması ve bu kimliği oluşturan maddi ve manevi alt yapının adım adım tahrip edilmesidir.

 Milli kimliğe şekil ve anlam veren tarihi, sosyal ve kültürel kaynaklarımızı silikleştirme, değersiz hale getirme niyetleri ve icraatlarıdır.

 Hükümetin terörle demokrasi arasında kurmaya çalıştığı yanlış ilişkiler ağı ile bu konularda özellikle Avrupa Birliği sürecinin dayatmalarıdır.

 İktidarın teröre sempatik yaklaşımı ve zaten isteksiz oldukları terörle mücadeledeki zaaf ve çaresizliğidir.

 Sorunu milli imkânları ve gücü kullanarak çözmek yerine Irak'ı işgal etmiş Küresel Gücün inisiyatifine havale etmiş olmasıdır.

 Toplumu tepkisizliğe, duyarsızlığa, ayrışmaya, tavizlere ve travmaya hazırlayan işbirlikçi lobi faaliyetlerinin çalışmalarıdır.

Ancak gelişmeler ve beyanatları Başbakan’ın açılımda ısrarının süreceğini bu tahribatın bile uyanmasına yeterli olmayacağını ortaya koymaktadır. Ve asıl tehlike de budur.

Zira karşımızda TBMM çoğunluğunu ele geçirmiş, yürütme erkine sahip bir yıkıcı kuvvet vardır.

Seçim sürecine girilmiş olmasına rağmen bu hükümetle kaybedilen her gün yeni ve vahim gelişmelere açıktır.

Şayet Başbakan Erdoğan ve arkadaşları karşımızdaki tehlikeyi hala görememişlerse ve yıkımda ısrarcı olacaklarsa onları buradan uyarmak istiyorum:

Eğer açılım denen yıkım sürerse bilinmelidir ki; Türkiye’yi önüne katıp götüren gidişatın devamı karşımıza çöküş sürecini çıkaracaktır.

1. Kanlı terör affedilecek ve hesabı sorulamamış ihanet nedeniyle milli vicdan çökecektir.

2. İmralı Canisi serbest kalarak siyasallaşmada yerini alacak, milli adalet hissi çökecektir.

3. İkinci ve başka diller resmiyete girecek, milli kimliğimizin omurgası olan milli dil çökecektir.

4. Ayrışmış kimliklerde ayrı mensubiyet uyanacak, çok milletli yapı doğarak milli devlet çökecektir.

5. Keskinleşmiş kimlikler yeni başkentler ve yönetimler arayacak, üniter devlet çökecektir.

6. Ve biliniz ki bunun en sonunda, Allah korusun önce vatan, sonra milli varlık çökecektir.

Temennimiz AKP hükümetinin bu tahribat seviyesinde açılımı terk etmesidir.

Ümit vericidir ki, her şeye rağmen gidişatın farkına vararak süreci sorgulamaya başlayan AKP’li milletvekilleri vardır, vebalini taşımamak için gereğini de yapmaktadırlar.

Ve çok şükür ki huzur, refah ve güvenlik beklentisiyle AKP’ye oy vermiş ve yanıldığını anlamış vatandaşlarımızın sayısı çığ gibi artmaktadır.

Milliyetçi Hareket Partisi kimden ve nereden gelirse gelsin;

 Millet varlığına ve milli kimliğe açık tehdit oluşturan bu siyasi sapmalara sonuna kadar karşı çıkmaya devam edecektir.

 Kardeşliğimizi ve birliğimizi korumak isteyen aziz vatandaşlarımıza karşı baskı kurmak ve kafaları karıştırmak için oluşturulan şer cephesine asla katılmayacaktır.

 Toplumda teslimiyet ve bıkkınlık dalgası yaratarak milletimizin milli direncini kırmak isteyen gelişmelere alet olmayacaktır.

 ABD, AB, AKP, Peşmerge ve PKK’nın rol paylaştığı yıkım projesine ortak arama çabalarını reddedecektir.

 Partimizin milletinden gizleyeceği ve saklayacağı özel görüşmelerle pazarlık yapacağı hiçbir niyet ve tasavvuru yoktur. Bu itibarla düşüncelerini milleti ile açıkça paylaşacak, mücadelesini millet huzurunda ve onunla birlikte sürdürecektir.

Kimlikleri, sicilleri, görüşleri, fikirleri bilinen aynı zatların, kadrolu açılım fedailerinin sabahlara kadar kanal kanal gezerek kin ve nefret kustukları programların propagandası da ve işbirlikçi basın patronlarının eyyamcılığı da bu kararımızı ve inancımızı değiştirmeye yetmeyecektir.

Türk Milleti’nin birliğiyle, haysiyetiyle ve geleceğiyle oynayan, Türkiye’yi yıkıma götüren küresel aktörlerin, siyaset tüccarlarının, menfaat çetelerinin ve bölücü ihanet odaklarının oyununu bozmak da vazgeçilmez milli görevimiz ve namus borcumuz olacaktır.

Milliyetçi Hareket bunun için vardır ve var olacaktır.

Muhterem Milletvekilleri,

Bildiğiniz gibi bağımsız bir ülkenin milli bir meselesinin çözüm adresi kendi başkenti ve iç karar mekanizmaları ile devlet organıdır.

Şayet bir devlet kendisini etkileyen bir soruna müdahil olmak isteyen güçlere engel olamıyorsa, onları da çözüme ortak ediyorsa çözüm iradesini kaybetmiş veya paylaşmış demektir.

Çağımız, özellikle dünyanın her yerine müdahale etmek isteyen güçlerin fırsat aradıkları problem alanlarını kaşımakta ne kadar mahir olduklarını göstermektedir.

Bizim özellikle terörle mücadele yakın tarihimizde adına çekiç güç denen mekanizmanın bölgemize nasıl çöreklendiği ve ardından bugün hangi gelişmeleri doğurduğu iyi bilinmektedir.

PKK terörü de Türkiye’yi doğrudan hedef almış açık bir saldırıdır ve öncelikle bu sorunu ortadan kaldırması gereken de Türkiye’nin kendi gücüdür.

Çok şükür ki Türkiye’nin insan kaynakları, devlet teşkilatı ve yetişmiş gücü, üzerindeki her tehdidi bertaraf edecek yeterliliğe sahiptir.

Eğer bugüne kadar terörle mücadelede yeterince kesin sonuç alınamamışsa, özellikle son yedi yılda süreç tersine dönmüşse, bunlar kurumların yetersizliğinden değildir.

Sorunun bitirilememesi tamamen siyasi kararların isabetsizliğinden, siyasi irade olmayışından, terör ve bölücülük sorununu küresel gelişmeler ve işbirliği ile çözeceğini zanneden hükümetlerin aczindendir.

Terörle mücadelenin iplerini yabancı ülkelere veren, yıllardır üçlü mekanizma ve eş zamanlı istihbarat denilen oyalama taktikleri ile günü dolduran AKP hükümeti, bunca eyleme rağmen tutumunu değiştirme yoluna gitmemiştir.

Terörle mücadele etme niyeti olmayan AKP zihniyeti, yıllarını teröristin insafa gelerek silah bırakmasını beklemekle geçirmiş, Kandil Dağının terör üssü olarak kullanılmasını önleyememiştir.

Özellikle tırmanan terör eylemleri üzerine TBMM’nin sınır ötesi askeri harekat iznini de bugüne kadar kullanmamış, kuşkulu bir tavırla bu bölgeye kapsamlı kara harekatından ısrarla kaçınmıştır.

Hatta en acılı günlerimizde, terörün en yoğun olduğu zamanlarda bile “içerideki beş bin bitti mi ki, dışarıdaki beş yüzle uğraşalım” diyerek haklı ve meşru müdahaleden uzak durmuştur.

Onun bu ürkekliğinden cüret bulan ABD ise Türkiye’yi Irak’tan uzak tutacak bütün dayatmaları sergilemiş, Mehmetçiğin karadan sınır ötesine geçip kalıcı tedbirler ve imha hareketine girişmesine engel olmuştur.

Bugün içerideki bölücülüğün silahlı gücünün dışarıdan idare edildiği ve bu maksatla Irak’ın kuzeyinin saldırı üssü olarak kullanıldığı bilinmektedir.

Yapılacak iş basittir.

Ya Irak devleti ve aşiret reislerine karşı terör örgütünün bu bölgede barınmayacağı, askeri tedbirle desteklenen caydırıcı bir tavırla gösterilecektir.

Ya da bu yöntem uygulanmıyor veya geçerli olamıyorsa bu tedbirlere ilave olarak Irak’ın kuzeyi’ne karadan askeri harekat yapılacaktır.

Türk Silahlı Kuvvetleri bunu yapacak donanım, tecrübe ve güce sahiptir. Bunun başka bir yolu ve yöntemi yoktur.

Türkiye başka ülkelerin iznine, icazetine ve müsamahasına terk ederek bu sorunu daha fazla taşıyamaz. Bu belanın milletimiz üzerinde tehdit olarak kullanılmasına daha fazla izin veremez.

Yaklaşık yirmi altı yıldır süren bu dış tehdidin tamamıyla ortadan kaldırılması ve tıpkı bir zamanlar Suriye’ye yaptığımız gibi kesin ve sonuç alıcı ve açık bir tehdidin yapılması şarttır.

Eğer ahlak ve onur sahibi bir Başbakan ve hükümetinin, kendisini taahhütlerle bağlamamışsa, birilerine söz vermemişse, bir ihanete düşmemişse bundan başka bir seçeneği de kalmamıştır.

Üçlü mekanizma denilen oyunlarla, istihbarat paylaşımı denilen sözde işbirlikleriyle oyalanılması düşünülemez.

Can ve mal kaybına neden olan bu kadar ağır bir tehdidin komşusundan geldiğini bilen bir devlet ve hükümet adamının yapacağı işler gayet bellidir ve açıktır.

 Birincisi, diplomatik ilişkilerin seviyesinin düşürülmesi ve ekonomik ilişkilerin durdurulmasıdır.

İkincisi enerji bağımlılığının kullanılması ve ticari ambargodur.

 Üçüncüsü teröre verdiği desteğin kesilmesi için birincil ve ikincil ülkelere kesin uyarıdır.

 Dördüncüsü, yaptırım şiddetinin artacağının muhatabına anlatılmasıdır.

 Beşincisi ise takdir edeceğiniz gibi gerekirse askeri müdahalenin başlatılmasıdır.

Bugün karşımızdaki tabloya baktığımızda bu tedbirlerin hiçbirisinin hükümetin gündeminde olmadığı görülecektir.

Eğer içeride OHAL’e karşı çıkılacaksa, dışarıda yaptırım uygulanmayacaksa, sınırdan geçişler durdurulamayacaksa ve kara harekatı da gerçekleşmeyecekse, kanlı terör saldırıları;

Barzani’ye ticaret alanları açıp Peşmergeyi ödüllendirerek mi duracaktır?

Avrupa Birliği büyükelçilerine “Avrupa’nın güvenliği Şemdinli’den başlar” diye yalvararak mı önlenecektir?

 Her terör eyleminden sonra koşarak gidilen küresel efendilerine sızlanarak ve tıpışlanarak mı mani olunacaktır?

Yıllardır talep edilmesine rağmen henüz teröristlerden birini bile teslim etmemiş olan ülkelerle kucaklaşarak mı bitecektir?

“Kim dost, kim düşman belli değil” diyerek başarısızlıklarına kılıf arayarak mı nihayet bulacaktır?

Yoksa geride kalan yirmi altı yıl yetmemiş gibi “terörle mücadele uzun soluklu ve akıllı politika” gerektirir diyerek, teslimiyeti zamana yayarak mı terör tükenecektir?

Bunca yılı terörle mücadelede boşa geçirmiş ve dökülen kanın sorumlusu olmuş Başbakan Erdoğan’ın son zamanlarda başlattığı yeni arayış manidardır.

Bu, Irak’tan kaynaklanan saldırılarda Barzani’nin kusuru olmadığına dair, onu masum ve haklı çıkarmaya dönük sinsi bir maskeleme faaliyetidir. Aşiret reisini aklama çalışmasıdır.

Nitekim özellikle son haftalardaki konuşmaların satır aralarında;

 Irak’ın Kuzeyinde otorite boşluğu olduğu,

 Yöreye kimsenin gücünün yetemeyeceği,

 PKK'nın Kuzey Irak'ta bir bölümü yönetir hale geldiği,

 Merkezi yönetimin Kuzey Irak'ta hiçbir egemenliğinin olmadığı,

Bizim ordu ile yapamadığımızı Peşmerge’nin yapamayacağı kabilinden manidar ifadelerin yer aldığı sezilmektedir

Nitekim, Başbakan Toronto’da ağzındaki baklayı çıkartmış, NATO’yu Kandil bölgesinin kontrolü için göreve çağırmıştır.

Bu davet, bir Türk Başbakanı’nın içine düştüğü acziyetin itirafıdır.

Bu çağrı, yıllardır üçlü mekanizma ile avunan bir zihniyetin iflasıdır.

Bu beyan, artık terörü önleyemeyeceği anlaşılan bir çaresizin teslimiyetidir.

Bu açıklama, ben artık kendi gücümle terörü önlemekten acizim diyen bir zavallının çırpınışlarıdır.

Ve sonuçları son derece tehlikeli olacaktır.

Bu konudaki yorumlarımız şunlardır:

1. NATO’nun özellikle son yıllardaki konsept değişimiyle terör örgütleriyle mücadele ettiği bilinmektedir.

Ancak bu mücadelenin sürdüğü ve tehdide maruz kalmış ülkelere baktığınızda hiçbirisinin Türkiye’nin gücü ve kudreti, Türk devletinin geçmişi ve kuvveti ile mukayese bile edilmesi mümkün değildir.

Hükümetin geliştik, kalkındık, büyüdük teraneleriyle, terör karşısındaki teslimiyetin anlamı taban tabana zıttır.

Yabancı kuvvet talebi, Fatih’in, Yavuz’un, Kanuni’nin torunları olduğunu iddia eden birine değil ve ancak müstemleke zihniyetine, ilkel kabile kültürüne layıktır. Başbakana da çok yakışmıştır.

2. Bölücü terör Irak’ın Kuzeyinde konuşlanmakla birlikte eylemlerini Irak’ta değil Türkiye’de yapmaktadır.

Bu konuda sınır güvenliği için partimiz elverişli Irak toprakları içinde Türk Silahlı Kuvvetlerince güvenlik bölgesi oluşturulmasını teklif etmiştir. Kandil temizlenene kadar en makul ve milli yol budur.

Bir ülkenin bağımsızlık ve egemenlik timsali olan hudutlarını kendi güçleriyle koruması şarttır, aksi yaklaşımlar hükümranlık gücümüzün sorgulanmasına neden olacaktır.

Başbakan’ın NATO müdahalesine yönelik teklifi uyarınca terörist unsurların sızmaları karşısında Türkiye Cumhuriyeti sınırlarına yönelik ihlaller de kaçınılmaz hale gelecektir.

3. PKK terörünün uluslar arası desteğe sahip olmakla birlikte hedefi Türkiye ve Türk Milletidir.

Başbakan’ın önerisi ülkemizin itibarına gölge düşüreceği gibi, milli bir konunun uluslararası alana taşınarak aleyhimize şekillenmesine yol açacaktır.

PKK ile mücadele NATO düzeyine taşındığında konuya ilişkin olarak NATO ülkelerinin görüş bildirmesine ve müdahil hale gelmesine imkan tanınacaktır.

Nitekim Başbakan Erdoğan ve ekibini iyi bildiğimizden, biz bu konudaki kaygı ve öngörülerimizi 25 Ağustos 2009 tarihindeki yazılı basın açıklamamızda ifade etmiştik.

Bu açıklamada, bu gidişatla;

“Terör örgütünün eylemlerine müdahale seviyesi ve şeklinin uluslar arası denetimin gözetimine açık hale getirileceğini,

Hükümranlık haklarını kısıtlayan dış denetim mekanizmalarına fırsat verileceğini,

Kendi topraklarımızdaki bölücülüğe müdahalenin, yabancı güçlerin hakemliğine verilerek Türkiye’nin yörede etkinliği kaldırılmaya çalışılacağını” uyarmıştık” ve yine haklı çıkmış olduk.

4. Terör örgütüne destek veren ülkeler arasında NATO üyesi ülkeler de vardır. Geçmişte Çekiç Güçle terör örgütü arasında yaşanan kuşkulu ilişkilerin benzeri ve beteri böylesi bir gücün Irak’a girmesi ile mutlaka yaşanacaktır.

Başbakan gerçekten NATO gücünü kullanma konusunda kararlı ise yapması gereken bu paktı müdahaleye çağırmak değildir.

Dost ve müttefik olduğunu yıllardır söylediği, iyi ilişkiler geliştirdiğini ilan ettiği bu ülkelerin PKK’ya desteğini kesmelerini sağlamasıdır.

5. Türkiye Cumhuriyeti terör belasını kendi başına ve Türk Silahlı Kuvvetleri ile imha edecek yetenek, kuvvet ve kudrettedir.

Yeter ki onu doğru müdahaleler yapmaya sevk edecek siyasi irade arkasında bulunsun, yeter ki korkmadan, çekinmeden, boyun eğmeyen, alttan almayan, karnından konuşmayan bir hükümet işbaşında olsun.

Yoksa Mehmetçiğimizin yapamayacağını, mesela Kanadalı, Polonyalı, Bulgar, Romen, İtalyan, Danimarkalı askerler mi yapacaktır?

6. PKK terörü ile mücadelede TBMM hükümete ihtiyaç duyulması halinde sınır ötesi harekat yapması için tam yetki vermiştir.

Bu yetki, bugüne kadar kapsamlı kara harekatı için hiçbir gerekçe gösterilmeden kullanılmamıştır.

Başbakanın yaptığı açıklamadan anlaşılmaktadır ki, bu bölgeye kara askeri bir harekat şarttır ve kaçınılmazdır.

Yaptığı çağrıdan sonra hükümetin PKK nezdinde caydırıcılığı da, tesiri de kalmamıştır. Aksine cüreti artacak, kendisini emniyette hissedecektir.

Tarihe kendisine verilmiş yetkileri kullanamayan, kullanmaktan kaçan bir Başbakan olarak geçecektir.

7. Başbakanı son zamanlarda “ekseninin kaymadığını“ izah edebilmenin telaşı sarmıştır.

İsrail”e kafa tutar görünürken gizli buluşmalarla el altından temaslar sürdürdüğü ortaya çıkmıştır.

Batı değerlerine ne kadar bağlı olduğunu, küresel projelere olan hayranlığını, kanlı projelerin eş başkanlığına devam ettiğini ilan ve ikna etmenin arayışı içindedir.

İmparatorluk mirası olan merkez ülke olmayı hayal bile edemeyen bu zihniyetin eksen olmakla ve eksende durmakla övündüğü bir ortamda, aynı eksende olduğu yabancı güçleri ve merkez ülkeleri ülkemizin milli meselesinin çözümüne davet etmesi eşyanın tabiatına da, söyleyenin mizacına da çok uygun düşmüştür.

2787 günden beri Başkent Ankara’dan başka başkentlere kayan merkezin eksenine sıkı sıkı tutunduğunu da böylece ispat etmiştir.

Konuşmama son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyorum.