12.10.2010 - TBMM Grup Toplantısı Konuşması
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı  Sayın Devlet Bahçeli' nin
TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları  Konuşma Metni
12 Ekim 2010

 

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Basınımızın Kıymetli Temsilcileri,

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Konuşmama, geçtiğimiz günlerde kardeş ülke Kırgızistan’da yapılan seçimlerin demokratik bir olgunluk içinde geçmesinden duyduğum memnuniyeti ifade ederek başlamak istiyorum.

Bu seçimlerle birlikte soydaş Kırgızlı kardeşlerimiz, gelişmiş bir demokraside görülebilecek özverili tutumu, karşılıklı siyasi tahammülü ve hoşgörüyü açıkça kanıtlamışlardır.

Kardeş ülke Kırgızistan’da yapılan seçimlerde başarı göstererek, meclislerinde temsil imkânına kavuşan siyasi partileri kutluyor, sonuçların Kırgızlı soydaşlarımıza ve büyük Türk milletine hayırlı olmasını temenni ediyorum.

Değerli Milletvekilleri,

Türkiye çıkarcı, çatışmacı ve istismarcı bir siyasi zihniyetin neden olduğu çok sancılı günler yaşamaktadır.

Her tarafa sirayet eden bunalım milletimizi derinden etkilemekte ve endişeye sevk etmektedir.

Yıllardan beridir siyasetini kamplaştırma ve cepheleştirme üzerine bina eden AKP iktidarının, bunun için kullanmadığı yöntem, başvurmadığı yol, içini boşaltmadığı değer neredeyse kalmamıştır.

Son zamanlarda bu sürece anamuhalefet partisi CHP’de katılmış; renksiz, temelsiz ve istismarcı bir anlayışla AKP’nin yanında konum almaya başlamıştır.

Nitekim bu iki partinin, özellikle toplumsal bir sorun haline dönüşen ve bir türlü çözüme kavuşturulamayan başörtüsü meselesiyle ilgili yaklaşımları ibretlik bir hal almıştır.

Üniversite eğitimlerini sırf başörtülerinden dolayı yapamayan kızlarımızın, bu durumlarından istifade ederek siyasete alet edilmeleri bizim açımızdan kabulü mümkün olmayan bir seviye kaybı olacaktır.

‘Çözerdim, çözemezdin’ sözlerinin kalıcı bir sonuç doğurmadığı gün gibi ortadadır.

Başörtüsü konusuyla ilgili dile gelen her sözün, önümüzdeki yıl yapılacak olan Genel Seçimlere yönelik siyasi bir yığınaktan ibaret olduğuna yönelik kuşkularımız gün geçtikçe çoğalmaktadır.

Şu ana kadar da, bize aksini düşündürecek bir gelişmeye tesadüf edilebilmiş değiliz.

Bunun en başta inançlarından dolayı başlarını kapatan muhterem hanımefendilere büyük bir saygısızlık ve haksızlık olduğu düşüncesindeyiz.

Bu meselede vagon olmaya hazır olan Başbakan Erdoğan ise Meclis’teki sayısal üstünlüğünü unutup sürekli olarak sorunu kaşımayı tercih etmektedir.

Başka alanlarda lokomotif olma iddiası taşıyan Başbakan’ın, şimdi vagon olmaya talip olması, bu konuda tedirgin ve çelişkilerle dolu bir ruh haline sahip olduğunun göstergesi olmuştur.

Anamuhalefet partisi ise hamle yapmak yerine ‘başörtüsü sorununu ancak biz çözeriz’ sözleriyle, umutlu bekleyiş içinde olanları devamlı oyalamaktadır.

Konuyu inanç temelinde bir ayrıştırmaya götüren bu ikili siyasi zihniyet, Referandum öncesinden başlayarak başörtüsü üzerinden siyaset yapmaktan geri durmamış ve konuyu kronik bir hale tekrar getirmişlerdir.

Kimi zaman İran modeli, kimi zaman Pakistan tarzı baz alınarak, tartışmalar bu dar ve yapay zemine oturtulmuş ve adeta çözüm lehine adım atmamak için sudan bahaneler üretilmiştir.

Hatırlanacağı üzere, çok ciddi toplumsal bir huzursuzluk kaynağı haline gelen başörtüsü konusuna samimi bir şekilde eğilmiş ve 17 Ocak 2008 tarihinde yaptığımız bir basın açıklamasıyla tekliflerimizi kamuoyuna ve muhataplarına iletmiştik.

Ve devamında iktidar partisi AKP’yle vardığımız bir mutabakat gereğince; Anayasa’nın 10. ve 42. maddeleriyle, Yüksek Öğretim Kanunu’nun ek 17.maddesinin değiştirilmesi hususunda anlaşmıştık.

Bu anlaşmanın Anayasa değişikliklerine ilişkin kısmı da 9 Şubat 2008 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 411 milletvekilinin oylarıyla kabul edilmişti.

Ne var ki, AKP’nin Yüksek Öğretim Kanunu’nda yapılması planlanan değişikliğe yanaşmaması, aramızdaki uzlaşmasının bir ayağını sakatlamıştır.

Bugün, başörtüsü sorununu çözme konusunda iştahlı olan CHP, o günlerde Anayasa Mahkemesi’ne müracaat ederek, yapılan değişikliklerin iptaline neden olmuştu.

Doğal olarak, başörtüsü konusunda ki samimi ve kararlı tutumumuz Mahkeme’nin kararından dolayı akamete uğramıştı.

Mademki, hâlihazırda hem iktidar partisi hem de anamuhalefet partisi başörtüsü sorununun çözümüyle ilgili görüş açıklıyor ve bu konuda kararlılık mesajları veriyor; o zaman gelirsiniz, bu kangren haline gelen meseleyi Meclis zemininde hep birlikte kökünden çözeriz.

‘Türbandı, başörtüsüydü’ ayrışmasına takılmadan; başka bahanelere aldırmadan ve kamu hizmetlerinin sunumunda eşitlik ilkesine sadık kalarak,  üniversitelerde başörtüsü sorununun giderilmesine biz varız. Ve buradayız.

Elbette başörtüsü en başta inanç özgürlüğüyle ilgilidir ve bundan dolayı meseleyi başka yerlere çekmeye gerek yoktur.

Konu özünde ve önceliğinde üniversite eğitimi alan kızlarımızı ilgilendirmektedir.

Temel bir insan hakkı hak olan eğitim sürecinin, sırf kılık ve kıyafetten dolayı engellenmesini, gerekçesi ne olursa olsun maruz görmeyiz, onay vermeyiz.

Özellikle, başörtüsü konusu gündeme geldiğinden beridir; mahalle baskısından bahsedenlerin ve Anadolu’daki üniversitelerde başı açık olarak okuyan kızlarımızın olumsuz etkileneceğinden dem vuranların bu kaygıları şu haliyle yersizdir ve çözümsüzlük için dayanak arayanlara destek sağlamaktadır.

Her şeyden önce, başörtüsü takmak bir inanç özgürlüğü ise, takmamak da bir insanın en tabii ve herkesin saygı duyması gereken bir tercihidir.

Buna hiç kimsenin karışması ve müdahale etmesi mümkün değildir.

Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nde; başka türlü bir düşünceye kapılmak, vehimlerle hareket etmek kimseye bir şey kazandırmayacaktır.

İlk öncelikle, başörtüsünün kullanılıp kullanılmaması laikliğin teminatı altındadır ve devletin uygulamaları herkese eşit mesafede olmalıdır.

Ve başörtüsünün serbest kalması da ne laikliği zedeleyecektir, ne de bu alandan ödün verilmesi anlamına gelecektir.

Başörtüsü takanda, takmayan da bizim açımızdan kıymetlidir ve milletimizin değerli bir mensubudur.

Şayet laikliğin, başörtüsü kullanımının yalnızca üniversitelerde serbest kalmasından dolayı tahrip olacağını düşünen varsa, elbette bu vatandaşlarımızın süreç içinde ikna edilmesi de gerekir ve bunun için AKP hükümeti sorumluluk almalıdır.

Bakınız, Yüksek Öğretim Kurulu Başkanlığı tarafından bir üniversiteye gönderilen yazıyla, öğrencilerin kılık kıyafetlerinin gerekçe gösterilerek dersten çıkarılamayacağı bildirilmiştir.

Herhangi bir evladımızın yalnızca kılık kıyafetinden dolayı sınıfından çıkarılması ve eğitim hakkının gasp edilmesi, eminim ki herkesin tepki göstereceği ve hoş görmeyeceği vahim bir hata olacaktır.

Bazı tartışmalara açık olsa da, bu yazı fiili bir durum yaratmış ve meselenin uygulamadaki çözümüne yeni bir ivme kazandırmıştır.

Nitekim birkaç üniversite yönetimi de, YÖK’ün bu tutumundan cesaret alarak, başörtüsüyle girilmesine rıza göstermiştir.

Bundan Cumhuriyetimizin laik yapısının zarar görmesi mümkün değildir. Laiklik bu kadar da basit ve kolaylıkla zarar görecek bir anlayış da olmamıştır.

Aksini ısrarla iddia edenler varsa, bu eğilimlerinin, konunun halline yönelik işleyen süreci zedelemekten başka bir işe yaramayacağını bilmelerinde fayda vardır.

Eğer ‘başörtüsü takıyor, takmıyor’ kısa menzilinden meseleye yaklaşılırsa, korkular körüklenecek ve yeni bir ayrışmanın fitili ateşlenmiş olacaktır.

Hiçbir endişeye yer yoktur, buna gerek de olmayacaktır.

Kaldı ki yapılması gerekli olan düzenleme yalnızca üniversitelerle sınırlı olmalıdır ve bu konuda asgari mutabakat özenle ortaya konulmalıdır.

Ve başörtüsünün nasıl kullanılacağı hususunda da moda tasarımcılarına ya da Diyanet işleri Başkanlığı’na sormaya ve görüş istemeye mahal olmadığı açıktır.

Bu fantezi görüşleri ileri sürenleri, esasında konuyu sürüncemede bırakmak için fırsat kollayanlar olarak gördüğümüzü bu vesileyle de belirtmek istiyorum.

Başörtüsü sorununun bir an önce çözülmesi için Meclis’te bulunan partileri bir an önce harekete geçmeye ve uzlaşma zemininde buluşmaya çağırıyorum.

Ve bundan sonra da konunun istismarının yapılmaması ve çözüme kavuşturulması maksadıyla; üniversiteye giremeyen kızlarımızın bu çilelerinin bitirilmesi için AKP hükümeti ve anamuhalefet partisini sorumluluk almaya davet ediyorum.

Oluşturulacak uzlaşma ve çözüm sürecine Milliyetçi Hareket Partisi olarak destek vermeye hazır ve kararlıyız.

Muhterem Arkadaşlarım,

Ülkemiz, AKP hükümetinin neden olduğu yeni bir krizle karşıya kalmıştır.

Bu krizin merkezinde bir adalet kurumunun yer alıyor olması kaygılarımızı daha da arttırmıştır.

Dün itibariyle, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun ikisi yedek, dördü de asil, altı üyesi görevlerinden istifa etmişlerdir.

Böylelikle asil üye olarak, bakan ve müsteşarın dışında bir üye kalmıştır. Ayrılan yedek üyelerden sonra da, Kurul’da geriye üç üye yer almıştır.

Geçtiğimiz yaz ayları boyunca, hükümetle Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu arasındaki gerilim ve çatışma işi bu noktaya kadar getirmiştir.

Hükümetin kendi yandaş yargısını oluşturma girişimleri ve niyetleri sonunda meyvelerini vermiş ve engeller teker teker bertaraf edilmeye başlanmıştır.

Elbette bu çok ciddi bir vakıadır ve yargı alanında ki büyük bir sorunun varlığına işarettir.

Adaleti, siyasi hırslarına feda eden Başbakan Erdoğan ve ilgili bakanı bu istifaların yegâne sorumlusudur.

Bundan sonra sırada, AKP yargısının en üst düzeyde tanzimine gelmiştir ve bu süreç adım adım ilerletilmektedir.

Başbakan Erdoğan’ın, hukukun üstünlüğü derken kendi partisinin üstülüğünü kast ettiği şimdi daha iyi anlaşılmıştır.

Amaç, Referandum süresince AKP hükümetinin propagandasını yaptığı; ‘kişilerin üstünlüğü’ne son vermek değil, Recep Tayyip Erdoğan hukukunu başlatmak olduğu bugün daha da netleşmiştir.

Mesele ciddidir. İhmale gelmeyecek kadar önemli bir boyut kazanmıştır.

Unutulmamalıdır ki, devlet ve millet olarak bizi ayakta tutan en temel unsurların başında gelen adalet duygusunun tahribi ve hukukun siyasallaşması hiç kimsenin hayrına olmayacaktır.

Allah korusun, herkesin kendi hukukunu tesis etmesi ve bunu savunması bu coğrafyadaki varlığımıza beka düzeyinde darbe vuracaktır.

AKP açılım denen yıkımla milletimizi ufalamaya, adaleti tarumar ederek de devleti çökertmeye hızla devam etmektedir.

Özellikle 12 Eylül Referandumundan itibaren, yeni atama ve seçimlerden dolayı yargı sürekli gündeme gelmiş ve bu alandaki çekişmeler herkesin gözü önünde cereyan etmiştir.

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na ve Anayasa Mahkemesi’ne kimlerin atanacağı; hukukun iyi çalışıp çalışmadığından, adaletin tarafsız bir şekilde uygulanıp uygulanmadığından daha önemli hale gelmiştir.

AKP kendi yargısını kurmaktadır. Tehlike had safhaya ulaşmıştır.

Mahkemeler bekleyen dosyalardan geçilmezken, yıllarca süren davalardan dolayı vatandaşlarımız adliye koridorlarında ömür tüketirken, AKP için önemli olan yüksek yargıya kimlerin seçilip seçilmediği noktasında düğümlenmiştir.

AKP iktidarıyla birlikte hukuk devleti anlayışı, darbe üstüne darbe almıştır.

Rüşvet ve kayırmacılıkla ilgili pis kokular her tarafa yayılmıştır.

Adalet vicdanlarda karşılık bulamamakta, verilen kararlar sürekli olarak sorgulanmaktadır.

Buna neden elbette AKP hükümetidir. Başbakan Erdoğan’ın kural ve hukuk tanımaz tavrıdır.

Bu son olaydan sonra, Sayın Cumhurbaşkanı mutlaka ve bir an önce devreye girmeli ve konunun muhteviyatı devlet krizine dönüşmeden kurumların ahenkli çalışmasını sağlayıcı girişimlerde bulunmalıdır.

Aksi takdirde, yargıdaki başka istifalar, çekilmeler ve öfkeyle karışık atılacak bazı yanlış adımlar çok ciddi sonuçlara yol açabilecektir.

Doğal olarak bunun bedeli de herkes için ağır olacaktır.

Değerli milletvekilleri,

Konuşmamın bu bölümünde Türkiye ekonomisindeki son gelişmeleri değerlendirmek ve bu alandaki görüşlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

AKP hükümetinin uyguladığı ekonomi politikalarındaki dengesizlik ve basiretsizlik, yaşadığımız kriz sürecinde birçok olumsuzluğun ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Başlangıç olarak bu tespiti ortaya koymadan sağlıklı bir değerlendirme yapabilmemiz zordur.

Bu kapsamda aziz vatandaşlarımız, yoksulluğun, ihmal edilmişliğin ve ekonomik çaresizliğin içine adeta hapsolmuşlardır.

Özgürlük ve demokratikleşme eksenli propaganda yapan AKP zihniyeti; yoksulluğun, özgürlüğü yıkıma uğratan başlıca açmaz olduğunu fark edemeyecek kadar gerçeklerle bağ ve bağlantısını koparmıştır.

Her vatandaşımızın ekonomik olarak güçlü ve kendine yetebilir olması, hem kişisel özgüveni açısından hem de kendisi hakkında karar verebilmesi bakımından önemlidir, vazgeçilmez bir değerdedir.

Takdir edersiniz ki, yardıma muhtaç bırakılmış insanımızın özgür düşünebilmesinden, hür iradesiyle hareket edebilmesinden ve sağlıklı bir demokrasi algısından bahsetmek imkân dâhilinde olmayacaktır.

Üzülerek söylemeliyim ki, AKP iktidarı özellikle ekonomik bağımlılığın artması ve yaygınlaşması için dikkat çekici bir özen göstermiş ve bu olumsuz süreci siyasetinin öznesi haline getirmekten çekinmemiştir.

Bu zamana kadar uygulanan ve ısrarla savunulan ekonomi politikalarının yol açtığı ağır hasarın merkezinde;

  • İşsizliğe mahkûm hale gelen milyonlarca insanımız,
  • Sürekli oyalanan ve boş sözlerle kandırılan esnafımız,
  • Ömrü hayatında gün yüzü görmemiş memurlarımız,
  • Ektiğini alamayan, sattığını borçlarına yatıran çiftçimiz,
  • Umutları tükenen emekli, dul ve yetimler yer almıştır.

AKP’nin tükenmiş politikaları ve istismara dayalı siyasi zihniyeti ekonominin harap olmasını hızlandırmış ve aziz vatandaşlarımızı içinden çıkılması zor bir duruma sokmuştur.

Bu hükümetle birlikte Türkiye, ekonomi başta olmak üzere her alanda ikili yapıya savrulmuş; gelir adaletsizliği, refahın dağıtımındaki dengesizlik eşliğinde, toplumsal huzursuzluğun üst üste yığıldığı tehlikeli bir mecraya girmiştir.

Tam tüketenle, eksik tüketen arasındaki çelişki ve fark, AKP iktidarı döneminde hiç olmadığı kadar yoğunlaşmıştır.

Bu itibarla Başbakan Erdoğan’ın; ‘bir kesim, sınır tanımaksızın tüketirken, sınır tanımaksızın hırsla kazanırken, diğer bir kesimin, küreselleşmenin aracı olan televizyon ve internetten bunu sadece seyrediyor’ şeklindeki sözleri tam bir kara mizah örneği olarak görülmelidir.

Nitekim ülkemiz ölçeğinde buna neden olan bizatihi Başbakan Erdoğan’dır ve hükümetidir.

Eğer böylesi bir tablodan dolayı vicdanların yaralandığını ve adalet duygusunun zedelendiğini Başbakan iddia edebiliyorsa, buna sebep olanları uzakta aramasına gerek yoktur.

Aynaya bakması yeterlidir. Ve bu sayede tüm karanlık ve işbirlikçi zihniyetin akislerini kolaylıkla fark edebilecektir.

Dünyayı baz alarak, yoksulun daha yoksullaştığı, zenginin ise daha da zenginleştiği bir sistemin sürdürülebilir olmadığını ifade eden Başbakan Erdoğan, kendi yönetimi altındaki Türkiye’de, zengin ile yoksul arasındaki eşitsizliğin sekiz yıllık bir sürede anormal bir şekilde arttığını da kabul etmesi geride kalan siyasi haysiyetinin bir gereği olacaktır.

Muhterem Milletvekilleri,

Türkiye ve dünya ekonomisinde önemli gelişmelerin yaşandığı bir dönemden geçiyoruz.

Ülkemizde, önümüzdeki üç yılın ekonomik ve mali hedeflerini içeren Orta Vadeli Program ve Orta Vadeli Mali Plan, geçtiğimiz haftanın son gününe ait Resmi Gazete’de ilan edilmiş bulunuyor.

Bunlar hakkındaki değerlendirmeme geçmeden önce, ülkemize doğrudan etkisi bakımından, küresel ekonomik gelişmelerle ilgili bazı tespitlerimi sizlerle kısaca paylaşmak istiyorum.

Özellikle son zamanlarda, ülkeler arasında döviz kurları eksenli başlayan tartışma, karşılıklı ticaret kanallarının tıkanacağına dair endişeleri arttırmış ve tam bir çıkmaza sürüklemiştir.

Başta ABD, Japonya ve bazı Avrupa ülkelerindeki ekonomik problemler bir türlü azalmamış ve buna karşı alınan önlemler ise yeni sorunların belirmesine yol açmıştır.

Özellikle Çin, ulusal parasının değerlenmesine izin vermeyerek küresel ekonomideki gerilimin taraflarından birisi haline gelmiştir.

Yakın bir geçmişe kadar, dolar karşısında zayıflayan Avrupa para biriminin, şimdilerde değerlenmesi başka bir sorun alanı olarak kendisini göstermeye başlamıştır.

Değerli ulusal paraların, ülkeler arasındaki ticari ilişkilere zarar vererek dış gelirlere darbe vuracağı yönündeki ağırlıklı görüş hızla mesafe almaktadır.

Ve uluslararası alanda döviz kurları üzerinden yapılan mücadelelerin, ikinci dip yapıp yapmayacağı yönünde sürekli yorumlar yapılan küresel ekonomiyi, daha da kırılgan hale getireceği konusunda yaygın bir fikir birliği oluşmuştur.

Buna karşılık birçok ülke de, kurlara müdahale ederek, ulusal para birimlerinin değer kazanmasına mani olmaya çalışmıştır.

Doğaldır ki, gelişmiş ülkelerdeki faizlerin çok düşük seyretmesi, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu faiz oranları yüksek olan bazı ülkelere sıcak para girişlerini artırmış ve normal olarak bu ülke paralarının değerlenmesine kapı aralamıştır.

Böylesi bir ortamda, geçtiğimiz günlerde yapılan IMF ve Dünya Bankası yıllık toplantılarında; IMF’ye, küresel ekonominin denetlenmesi, kur hareketlerinin yakından izlenmesi ve yeni bir finansal krizi önlemede daha etkin rol oynaması çağrısı yapılmıştır.

Ayrıca, dünya ticareti ve yatırımının küresel ekonomik toparlanma ve büyümenin yeniden canlandırılmasında taşıdığı önem vurgulanmış, tüm üye ülkelerden her türlü korumacı tedbirlerden kaçınmaları tavsiye edilmiştir.

Değerli Milletvekilleri,

Malumunuz olacağı üzere, küresel kriz türbülansından çıkmak için sürekli arayış içinde olan ve ekonomi politikalarını bu hedefe yönlendiren ABD ve diğer ülkeler, piyasalara muazzam derecede sermaye enjekte etmişlerdir.

Nitekim dünya üzerinde 4 trilyon doları aşan kontrolü zor olan bir sermaye akını sürekli yer değiştirerek, kendisine uygun ekonomik iklim bulmanın arayışına girmiştir.

Bu süreç gelişmiş ülkelerdeki faiz oranlarının düşmesiyle birleşince tabiidir ki, bizim gibi ülkelere akan sermaye, az öncede ifade ettiğim gibi ulusal paralara değer kazandırmıştır.

Bu itibarla, Başbakan Erdoğan’ın ‘değerli para iyidir’ sözünün güzel bir temenni, ancak gerçekte içi boş ve temeli olmayan bir değerlendirme olduğunu düşünüyorum.

Elbette Türk lirasının itibarı ve değeri bizim için vazgeçilmez bir hedeftir ve bununla da iftihar ederiz. Eğer hükümet gerçekten de bunu başarırsa destekler, kendilerine teşekkür ederiz.

Ancak, son günlerde ciddi meblağlara ulaşan sıcak para operasyonlarına maruz kalan Türkiye’de, milli paramızın sırf bu yüzden değerlenmesine de dikkat edilmesi gerektiğini sorumlu siyaset anlayışımız gereğince muhataplarına bildirmek isteriz.

Ülkemize akan sıcak para tacirlerinin; getirdikleri dövizleri Türk lirasına çevirerek borsaya, mevduata, hazine bonosuna ve devlet tahviline yatırarak aşırı kar elde ettikleri hepimizin malumudur.

Geçtiğimiz yaz ortasında gelen sıcak para miktarının; yüzde 61,4’ü borsaya, yüzde 27,3’ü devlet iç borçlanma senetlerine ve yüzde 10,4’ü de mevduata yönlendiği düşünüldüğünde nasıl bir açmazla yüzyüze olduğumuz net olarak anlaşılabilecektir.

Bu ayın başlarında borsaya giren yaklaşık 75 milyar dolara ulaşan sıcak para stoku, elbette Türk lirasının değerlenmesine de yol açmış ve ekonomide sahte bir bahar havasının esmesine neden olmuştur.

Böylesi bir ortamda Merkez Bankası’nın döviz alım ihalesinde değişikliğe gitmesi ve rezerv artışı için harekete geçmesi istenilen sonucu tam olarak vermeye yetmeyecektir.

Kaldı ki, dolar cinsinden rezerv artışı, okyanus ötesine faizsiz verilmiş borç anlamına da geldiğinden, vatandaşımız için hiçbir anlam ifade etmemektedir.

Bütün bu gelişmeler göstermektedir ki, bugünkü şartlarlarda Türk lirasının değeri ekonomik temellerden mahrum bir şekilde artmaktadır.

Madem Başbakan Erdoğan Türk lirasının değerlendiğine dair bir görüş beyan etmiştir; o zaman şu sorularımızın cevabını da mutlaka vermelidir.

√ Döviz gelirleriyle, giderleri arasındaki negatif fark olan cari açık hızla artarken, milli paramızın değerlenmesi gerçekçi midir?

√ İç tasarruf yetersizliğinden dolayı dış tasarruflar kullanılırken Türk lirasının değer kazanması; bizim bilmediğimiz, fakat kendisinin bildiği hangi faktörlere dayanarak mümkün olmaktadır?

√ Ve ülkemiz ekonomisindeki verimlilik eğilimi yeterli düzeye ulaşmadan, milli paramızın kalıcı bir şekilde değer kazandığına gerçekten de inanmakta mıdır?

AKP’nin yönettiği Türkiye ekonomisi, gözleri kararmış sıcak para baronlarının hücumuna uğramıştır.

Burada, sermaye girişinden rahatsız olduğumuz fikri akıllara asla gelmemelidir.

Bizim için öncelikle, gelen sermaye Tokatlı kardeşimize iş sağlıyorsa, Elazığlı vatandaşımıza refah getiriyorsa; fabrika açıyor, yeni iş sahaları oluşturuyorsa elbette bundan mutlu oluruz ve teşvik ederiz.

Beklentimiz ve istediğimiz zaten budur, bu istikamettedir.

Ancak, yalnızca faize bakarak ve odaklanarak, geldiğinden daha fazlasını götüren para sahiplerine hoş gözle bakmamızı da kimse beklememelidir.

Sermayelerini üretime değil de faize yatıran ve bu yolla karlarına kar katan sıcak para lobilerinin insafına ülkemizin terk edilmesini doğru bulmayız.

Milletimizin biriktirdiği kaynaklarının, bu yolla tasfiye edilmesine ve dışarıya aktarılmasına sessiz kalamayız.

Ardahanlı çitçimizin, Kayserili esnafımızın, Yozgatlı memurumuzun, Malatyalı emeklimizin, Sivaslı işçimizin haklarının gasp edilmesine göz yummayız.

Bu kapkaç ekonomisini ülkemize reva gören ve yerleşmesini sağlayan AKP hükümetini de asla affetmeyiz.

Muhterem Arkadaşlarım,

Bahsetmeye çalıştığım bu konu önemlidir, Türkiye ekonomisinin ve toplumsal huzurun hızla bozulacağını işaret etmektedir.

Başbakan Erdoğan, borsanın coşmasından, hisse senedi piyasasının canlanmasından dolayı memnundur ve bunu da her fırsatta dile getirmektedir.

Oysa borsa endeksi artarken, sanayi üretimi ağır yaralıdır.

Sıcak para seli her tarafa yayılmışken insanımız, hakkında birçok şaibenin bulunduğu pahalı eti yemeye devam etmektedir.

Türk lirası değerlenirken ihracatçı kan ağlamakta, mutfaklardaki temel gıdaların fiyatı sürekli artmaktadır.

Bunun neresi istikrardır? Bu karanlık bilançonun neresinde umutlanacak bir taraf vardır?

Dövizini getirip Türk lirasına bağlayanlar, milletimizin alın terini heba edenler Başbakan Erdoğan’ın destekçisidir ve yanındadır.

AKP bunlarla birlikte yol arkadaşlığı yapmaktadır.

Ekonomi üretim temelinden kopmaktadır. İthalat artmakta, milli sanayi çökmektedir.

Vatandaşlarımız düne göre daha da borçludur ve hayat pahalılığı hızla artış göstermektedir.

Türk lirasının temelsiz değer kazanması, vatandaşımızın cebindeki paraların azalmasına neden olmaktadır.

Eğer gerçekten de paramız değer kazanıyor idiyse, o zaman Türk lirası küresel rezerv paralar klasmanına yükselirdi. İtibarı ve talebi artardı.

Ancak bunların olmadığını hepiniz biliyorsunuz.

Dünyanın birçok ülkesi, sıcak para girişini kontrol etmek için ve kendi parasının değerini sınırlamak için tedbir üstüne tedbir almaktadır.

AKP hükümeti ise, mali disiplin altında seçim ekonomisi uygulayamayacağını fark ettiğinden dolayı, sıcak paraya ülkemizin kapılarını ardına kadar açmıştır.

Bunun sonu felakettir, ağır bir kriz halidir.

Sermayenin sıcağı, ekonomik çöküşün soğuk yüzünü ortaya çıkarabilecektir.

Geldiğimiz bugünkü aşamada sıcak para, AKP’yle özdeşleşmiş ve iç içe geçmiştir.

Londralı bankerler, Newyorklu para babaları, AKP’nin ülke varlıklarını peşkeş çekmesini teşvik etmişler ve buna da ortakçı olmuşlardır.

AKP hükümetinin, küresel güçler tarafından sırtı sıvazlandıkça Erzurumlu hemşerim kaybetmiş, Hataylı ve Antalyalı vatandaşım ezilmiştir.

Para sahipleri kazanmış, milletimiz kaybetmiştir.

Yabancı sermaye palazlanmış, geleceğimiz kararmıştır.

Şimdi küresel gücün AKP’nin neden arkasında durduğu ve desteğini esirgemediği daha da netleşmiştir.

Özellikle referandumdan önce, evet çıkmazsa, sermaye gelmez diyen Başbakan’ın gerçek niyeti açığa çıkmıştır.

Zulüm, talan, vurgun, yozlaşma ve soygun düzeni AKP’yle yayılmış ve zemin bulmuştur.

Bundan küresel yardakçıları memnundur. İhale çeteleri kuran yandaşları mutludur.

Artık buna dur demenin vakti gelmiştir.

İnancım odur ki, Başbakan Erdoğan ve sıcak paradan üreyen zihniyeti, Türk milletinin kaynaklarını heba etmenin, ulufe gibi dağıtmanın hesabını iki cihanda da sonuna kadar verecektir.

Bu dünyayı ilgilendiren kısmını inşallah biz yapacağız. Gerisi de Yüce Allah takdirindedir ve şaşmaz ilahi adaletine emanet olacaktır.

Değerli Arkadaşlarım,

Hükümet tarafından açıklanan Orta Vadeli Program ve Orta Vadeli Mali Plan birçok açıdan eleştiriye açıktır.

Öncelikle 2011 ve 2013 yıllarını kapsayan Orta Vadeli Programda, bu yılsonu büyüme tahmini yüzde 6,8 olarak açıklanmıştır. Gelecek yılki büyüme tahmini ise daha düşük bir seviyede olmak üzere yüzde 4,5 olarak belirmiştir.

IMF’nin, Dünya Ekonomik Görünüm Raporunda da, ülkemizin 2010 yılı büyümesi yüzde 7,8 olarak öngörülmüştür.

Büyüme tahminlerindeki bu olumlu görünümün elbette, baz etkisiyle yakından ilişkisi vardır.

Bu yılın ilk yarısında, büyük oranda yurtiçi talepteki artıştan kaynaklanan yüzde 11’lik büyümenin, önümüzdeki dönemlerde tekrar etmeyeceği şimdiden bellidir.

Kaldı ki ekonomik yapının üretim tarafı güçlü olmuş olsaydı, büyüme sürdürülebilir bir patikada kalır ve istikrarını devam ettirebilirdi.

Gelecek yılda dâhil olmak üzere; 2012 yılında yüzde 5 ve 2013 yılında da yüzde 5,5 düzeyinde hedeflenen ekonomik büyümenin, en başta işsizlik sorununun çözülmesine katkı vermeyeceği bugünden ortadadır.

Nitekim işsizlik oranının 2011 yılında yüzde 12; 2012’de yüzde 11,7; 2013 yılında ise yüzde 11,4 olarak öngörülmesi bunun bir kanıtıdır.

Üzerinde durulması gereken bir başka husus ise özellikle Program hedefine ulaşılmasında, küresel krizdeki zayıflamanın belirleyici olacağı öngörüsüdür.

Elbette bu sürecin ne şekilde işleyeceği ve krizin seyrinde nasıl bir gelişmenin vasat bulacağı önümüzdeki dönemlerde daha iyi görülebilecektir.

Ancak, IMF’nin açıklanan son raporunda, euro bölgesi büyüme tahminin geçen yıla göre arttığı, ABD’nin büyümesinde de düşüş olduğu anlaşılmaktadır.

Bazıları haricinde, birçok ülkenin büyüme süreci tam bir istikrara kavuşabilmiş değildir.

Bu haliyle 2011–2013 dönemini kapsayan süreçte; büyüme, düşük kurdan dolayı sanal olarak yüksek çıkan milli gelir ve işsizlik oranlarıyla ilgili yapılan tahminler sağlıklı ve tutarlı değildir.

İlave olarak, Orta Vadeli Programın temel amacı olarak takdim edilen, ülkemizin refah seviyesinin arttırılması nihai hedefi doğrultusunda; büyümeye istikrar kazandırmanın, istihdamı artırmanın, kamu dengelerini iyileştirmenin ve fiyat istikrarını sağlamanın şimdiden tartışmaya açık olduğunu ifade etmeliyim.

Özellikle bir önceki Orta Vadeli Programda, uygulanacağı vaat edilen Mali Kuralla ilgili geri adım atılması, bu Programa olan inancımızı ve güvenimizi daha yolun başında zedelemektedir.

Bu kapsamda, bu Program ve Planda; vatandaşlarımızın ekonomik olarak rahata ermesi için bir karar ve niyet görülmemektedir.

İş yoktur, aş yoktur.

Yalnızca, AKP hükümetinin yasal bir sorumluluğun yerine getirilmesine dönük girişimi söz konusudur.

Milletimiz için umutlanacağımız, destekleyeceğimiz ve arkasında duracağımız bir husus da bulunmamaktadır.

İnanıyorum ki, Orta Vadeli Program ve Mali Plan; Adalet ve Kalkınma Partisi Hükümetinin hazırladığı ve açıkladığı en son Program ve Plan olacaktır.

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.