19.10.2010 - TBMM Grup Toplantısı Konuşması
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma Metni.
19 Ekim 2010

 

Muhterem Milletvekilleri,

Değerli Basın Mensupları,

Bu haftaki konuşmama başlarken hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Geçtiğimiz hafta bölücü terörün acı ve vahşi yüzü bir kez daha kendisini göstermiş ve meydana gelen menfur hadise milletimizi derinden yaralamıştır.

Bu kapsamda, Tunceli’nin Ovacık ilçesinde vuku bulan hain saldırıda iki Mehmetçiğimiz şehit olmuştur.

Hayatlarının baharında, vatan uğruna şahadet mertebesine ulaşan; Uzman Çavuş Yasin Mergen ve Er İbrahim İşçan memleketlerinde dualarla son yolculuklarına uğurlanmışlardır.

Bu vesileyle aziz şehitlerimize Cenab-ı Allah’tan rahmet; kederli ailelerine, yakınlarına, silah arkadaşlarına ve milletimize başsağlığı dilerim.

Değerli Arkadaşlarım,

Türk milleti, AKP iktidarıyla birlikte; tarihi kökleri çok gerilere giden ve adım adım ilerletilen hıyanet projeleri karşısında çaresiz, ezik ve savunma hatları çökmüş bir duruma sokulmuştur.

Maalesef, son sekiz yıldır devlet ve millet hayatında tam bir kargaşa ve kuşatmışlık hali yaşanmış ve aşınmadık hiçbir milli ve manevi değerimiz kalmamıştır.

Bu süre zarfında;

  • Önümüzdeki hafta 87. yıldönümünü kutlayacağımız Cumhuriyet’in temel kabulleri ve direnç noktaları acımasızca linç edilmiş,
  • Bu coğrafya üzerinde, aynı tarihle yoğrulmuş, ortak anılara sahip olmuş; sevinçleri, kederleri, kıvançları müşterek Türk milletini oluşturan fertler arasına nifak tohumları ekilmiş,
  • Asırların şahitliğinde; milletimizin göz nuruyla, şehit kanıyla ve karşılaştığı binbir meşakkati aşarak olgunlaştırdığı milli kimliği bütünüyle sarsılmış,
  • Demokrasi diyerek geleceğimiz, insan hakları ve özgürlük sözleriyle bütünlüğümüz imha edilmeye çalışılmış,
  • Ve açılım denilen yıkım projesiyle milletimiz bölünme ve dağılmanın eşiğine kadar getirilmiştir.

Bu ortamdan cüret ve cesaret kazanan bölücü niyetler, içinden geçtiğimiz süreçte rahata ermiş ve bin yıllık Türk milletini etnik kaosun dipsiz kuyusuna çekmek için AKP hükümetiyle birlikte dayanışma içine girmişlerdir.

Şu hale bakın ki, İmralı’da ömür boyu hapis cezasıyla yatan bebek katili, hükümetin adeta siyasi muhatabı haline gelmiş ve avukatları aracılığıyla düşünce ve isteklerini dayatır bir konuma yükselmiştir.

PKK terör örgütünün, sözde eylemsizlik kararı üzerinde yürütülen pazarlıklar şimdi kızışmaya başlamış ve 31 Ekim 2010 tarihiyle ilgili rencide edici mesajlar kamuoyuna ulaştırılmıştır.

Hükümetle yapılan müzakerelerin beklediği gibi gitmezse, 31 Ekim’den sonra süreçte olmayacağını söyleyen İmralı canisi, orta yoğunluklu bir savaşın kapıda durduğunu söyleyerek yattığı yerden milletimizi tehdit etmeyi ihmal etmemiştir.

Sicilinde dayatma ve tavizlere boyun eğmeyle ilgili sayısız örnek bulunan AKP zihniyetinin, bundan sonra nasıl bir yol ve yöntem izleyeceği bizim açımızdan önem kazanmıştır.

Ne var ki, küresel güçlerin talimatıyla hareket eden ve politikalarını buna göre tayin eden AKP hükümetinin, terör örgütünün kan damlayan elini kolay kolay bırakmayacağı ve birlikte oturdukları anlaşma masalarından kalkmayacağı bu zamana kadarki tecrübelerimizle sabittir.

Nitekim Başbakan Erdoğan’ın; yıkım projesinin kılıfı olarak kullandığı ‘milli birlik ve kardeşlik’ uydurmasının, kararlılıkla devam edeceğine yönelik sözleri başka türlü düşünmemize fırsat vermemektedir.

Hükümet cenahından gelen, açılımdan taviz verilmeyeceğinin ısrarlı beyanları; bir bakıma terör örgütüne kırpılan göz ve kan üzerinden planlanan sinsi mutabakatın ifşası olarak da değerlendirilmelidir.

Süreç ne yazık ki, PKK’nın ve İmralı canisinin siyasi anlamda güçlenmesine ve yığınak yapmasına yol açmaktadır.

Öyle ki, Irak’ın kuzeyindeki peşmerge yönetimi bile, sanki meşru bir aktörmüş gibi PKK ile Türkiye arasındaki anlaşmazlığın çözümüne şartlı bir şekilde destek olacağını ifade etmiştir.

Elbette bu alçalmaya muhatap olmak hükümet adına normaldir ve benzer sözleri bundan sonra daha sık duymak mümkün olacaktır.

Çünkü Erbil’e sürekli gönderilen heyetler, ilişkilerin normalleştirilmesi adına verilen sözler, diplomatik girişimler peşmergeyi şımartmış ve haddini aşmasına yol açmıştır.

Ne var ki, AKP hükümetinin, verdiği bütün tavizlere ve boyun eğmelere rağmen, Kandil’deki bataklığın kurutulmaması ve hainlerin inlerinde, cinayetleri için hazırlık yapmaları tam bir kepazelik olarak hükümetin yakasına asılmıştır.

AKP iktidarı, yıkım konusunda ısrarlı oldukça, daha çok PKK’nın muhatap alınması için peşmerge abisinden nasihat alacak, sırtı sıvazlanacak ve ülkemizin haysiyetini iki paralık etmeye devam edecektir.

Bu zillete sessiz kalan Başbakan Erdoğan’ın; Mavi Marmara’da hunharca saldırarak vatandaşlarımızı katleden İsrail’i, Amerika Birleşik Devletleri’nin kınamamasını, teröre verilen bir destek olarak yorumlaması çok inandırıcı değildir.

Elbette bu mesele bizim için de önemlidir ve İsrail’in özür dilemesi ve tazminat ödemesi bir an önce gerçekleşmelidir.

Ancak, masumlar yalnızca Mavi Marmara gemisinde ölmemiştir.

Irak’ın kuzeyinin hamiliğini kimin yaptığı bellidir.

Kandil’e kimin operasyon yaptırmadığı, istihbarat paylaşımı yapılıyor diyerek süreci kimin oyaladığı ayan beyan ortadadır.

Irak’tan çekilmek için düğmeye basan ABD’nin, AKP’yi hangi karanlık odalarda ikna ettiği ve her defasında nasıl elini boş çevirdiği hepimizin malumu olduğu gerçeklerdir.

Peki, Kandil’den sınırlarımız içine girerek ölüm saçan PKK terör örgütüne müsamaha gösterenlere, ortam hazırlayanlara, teşvik edenlere ve eylemlerini rahatça yapmasına rıza gösterenlere, ABD’nin yıllardan beri duyarsız kalması nasıl izah edilecektir?

ABD’yi, İsrail’in küstahça saldırısı konusunda eleştiren Başbakan Erdoğan, Irak’ın kuzeyinden sızan terörist unsurlara göz yumulmasına neden aynı öfkeyle karşılık vermemektedir?

Eğer ABD’nin, İsrail’i kınamadığı için teröre destek verdiği iddia ediliyorsa; o zaman, vatan evlatlarını hunharca katleden canilere sınır ötesinde gerekli müdahale yapılmamasına da aynı tavırla tepki gösterilmesi ahlaki yükümlülük ve tutarlılık icabı olacaktır.

Bir tarafta, Gazze’ye yardım götüren gemilere düzenlenen alçakça saldırıları tenkit eden ve ABD’yi İsrail’e destek çıktığı konusunda haklı olarak eleştiren Başbakan; öbür tarafta aynı tutumu, Irak’ın kuzeyindeki terör yuvalarının imha edilmesindeki kayıtsızlığa göstermiyorsa, bilinsin ki ikiyüzlü siyasetçi sıfatına sahip olmaktan asla kurtulamayacaktır.

Kaldı ki bu şartlar altında, ABD’nin suni teneffüsüyle soluk alıp veren, peşmerge kalıntısı da teröre destek vermekte ve bunu da hayâsızca sürdürmektedir.

Başbakan Erdoğan İsrail meselesinde sahte diklenmeler, ucuz kabadayılıklar yaparken, Irak’ın kuzeyindeki fitnenin arkasındaki güçle model ortaklığı yapmaktan geri durmamaktadır.

Zannedersiniz ki, 31 Mayıs 2010 tarihinden bu tarafa milletimizin selameti için 60 güvenlik görevlimiz boşu boşuna hayatını kaybetmiştir.

Bu kahramanların hesabını kim verecektir?

Yerdeki şehit kanının bedelini kim, nasıl ödeyecektir?

Başbakan Erdoğan’ın ağzından, Irak’ın kuzeyindeki terör imal merkezine ve arkasında duran güce karşı tek kelime çıkmış değildir.

Müslüman coğrafyasında yüzbinlerce masum din kardeşimizin dökülen kanıyla ve işlenen vahşi cinayetlerle ilgili bir tavır, duruş ve kararlılık da gösterilmemiştir.

Üstelik Büyük Ortadoğu Eşbaşkanı sıfatıyla, bunlara ortak dahi olunmuştur.

Kim bunları inkâr edebilir, kim görmezden gelebilir?

Başbakan Erdoğan’ın bu kokuşmuş siyasetini artık aziz milletimiz tam anlamıyla farkına varmalıdır.

Mehmetçik toprağa düşerken sessiz kalacaksın ve hatta canileri dağdaki gençler diyerek masumlaştıracaksın; sonra da dönüp ABD’ye, sırf İsrail’i kınamadığı gerekçesiyle teröre destek vermesi konusunda tepki göstereceksin.

Bu traji komik bir durumdur ve iflas etmiş siyasi zihniyetin hezeyanlarından başka bir anlam ifade etmemektedir.

Peki, Sayın Başbakan; bir dağ doruğunda ya da bir vadide topraklarımızda kol gezen hainlerle mücadele eden vatan evlatları sahipsiz mi kalacak?

Onların hak ve hukuklarını kim gözetecek? Onların kanını dökenlere sığınak sağlayanlar ve koruyanlar teröre destek vermiyorlar mı?

Peşmerge reisini ülkemizde kırmızı halılar eşliğinde karşılayarak mı şehitlerimizin hesabını soracaksınız?

Böylesi bir küçülmeyi ve çifte standardı Türk milleti asla hak etmemektedir.

AKP’nin, ülkemizi içine düşürdüğü girdap gittikçe genişlemekte ve milletimizin onurunu, şerefini ve kudretini ne yazık ki zayıflatmaktadır.

Buna ne Başbakan’ın, ne de işbirlikçi yandaşlarının hakkı yoktur.

Milliyetçi Hareket Partisi olarak böylesi bir tükenmişliği ve art niyetli siyasi zihniyeti mazur görmemiz asla mümkün değildir.

Geldiğimiz bugünkü aşamada; Adalet ve Kalkınma Partisi, artık tarafını, kimlerle birlikte yürüdüğünü ve güç birliği yaptığını açıkça gözler önüne sermiştir.

  • Arkasında siyasi taşeronluğunu yaptığı stratejik ortağı,
  • Yanından hiç eksik etmediği siyasi bölücüler,
  • Cumhuriyet düşmanları, federasyon sevdalıları,
  • Çok dilli ve çok kültürlü bir devlet arzulayan yandaş medya ve kalem sahipleri,
  • Irak’ın kuzeyinde mukim abisi peşmerge reisi,
  • Yıllardan beridir destek veren Avrupalı dostları bulunmaktadır.

Değerli Milletvekilleri,

Zaman dediğimiz soyut mefhumun, her gün aleyhimize işlediği bir dönemden geçmekteyiz.

Başbakan Erdoğan’ın gerçekleri çarpıtan yalan dolu sözleri, ülkemizin içinde çırpındığı endişe verici manzarayı gizlemeye yetmemektedir.

Hamaset içerikli boş sözlerle milletimizi aldatmayı sürdüren Başbakan’ın, Türkiye’nin artan sorunlarından ne denli bihaber olduğu bugün daha da iyi anlaşılmaktadır.

Türk milletinin bir ve bütün yaşayabilmesi süreç ilerledikçe daha da zorlaşmakta ve asgari tahammül ve saygı üzülerek ifade etmeliyim ki zafiyet geçirmektedir.

Özellikle ikinci dil konusunda ki dayatmaları hepiniz yaşayarak görüyorsunuz.

Ve hatta Türkçenin, tarifi yapılan bir coğrafya parçasında, ikinci dil olarak kullanılacağına dönük küstahça ve aşağılık ifadelere şahit oluyorsunuz.

Unutmamalıyız ki, resmileşmiş ve kamuya mal olmuş ayrı diller etrafında toplanan alt etnik grupları, tek millet idealinde ve tarafında tutmak mümkün değildir.

Dilini eğitimde, mahkemede, sağlıkta ve her alanda kullanan alt kimlik unsurlarının, millet olmasının ve sonucunda kaçınılmaz olan siyasi bağımsızlıklarının önüne nasıl geçileceğiyle ilgili bir değerlendirmesi olan hali hazırda var mıdır?

Allah muhafaza, iki milletin, üniter yapı içerisinde nasıl kardeşçe yaşayacağını ve bunun neticesinde hangi felaketlerin ortaya çıkacağını şimdiden hesap eden bulunmakta mıdır?

Eğer yüzyılların imbiğinden süzülerek vücut bulmuş millet yapısında, kırılma, dağılma ve ayrılma baş gösterirse; bunun vebalini ve vicdan azabını bugünkü iktidar partisi acaba ne kadar hissedecektir?

Sosyolojik ufalanma riski şaka ya da bir vehmin ürünü değildir.

Kamusal alanda, Türkçe dışındaki bir dilin kullanımı konusundaki ısrarlar, millet oluşturma yolunda atılan tehlikeli adımlardır.

Demokratikleşme ve özgürlük adına bunu alkışlayan bedbahtlar ise, nasıl bir karanlığın ve bunalımın yaklaşmakta olduğunu göremeyecek kadar ahlaklarını ve seciyelerini kaybetmişlerdir.

Alt kimliklerin duygusal boyut kazanması, öncelikle Başbakan Erdoğan’ın ve hükümetinin kirli politikaları sonucunda gerçekleşmiştir.

Ve süreç hızlanmıştır.            Bölücü talepler ise şantajların gölgesinde yoğunlaşmaktadır.

Nitekim ‘Demokratik Türkiye, özerk Kürdistan’ beklentileri eşliğinde, milletimizi ve devletimizi parçalayacak öneriler, hükümetin hoşgörülü tutumundan dolayı gemi azıya almıştır.

Bu noktaya gelinmesinde elbette Başbakan Erdoğan’ın affedilemez hataları ve pişkince söz ve tavırları etkili olmuştur.

Suçlu tüm ayıbıyla bellidir ve ortadadır.

Başka yerlerde sorumlu aramaya, mazeretler üretmeye ve gerekçeler bulmaya gerek yoktur.

Her fırsatta milletimizi oluşturan unsurları isim isim sayıp, hepsine eşit mesafede durduğunu ispata çalışarak, kardeşliğin yüceleceğini sanma gafletine kapılan Başbakan Erdoğan, teröre verdiği umut ve sunduğu imkânlarla bölücülük ateşini körüklemiştir.

Farklılıkları kaşıyarak ortaklıkların belireceğini zannedecek kadar bilgi, bilinç ve seviye kaybına uğramıştır.

Önce ayırıp, sonra birleştirmeye çalışan bu zihniyetin, milletimizin önüne mayınlarla döşeli bir yol inşa ettiğine dair şüphemiz artık kalmamıştır.

Meselelere sıkıştığı dar ve kavmiyetçi alandan yaklaşan Başbakan Erdoğan, eğer hala yıkım projesinde ısrar ederse;

Uyandırdığı ve güçlendirdiği alt etnik kimliklerin kardeşliğimizi nasıl sakatlayacağını da er geç mutlaka görecektir.

Başbakan Erdoğan’ın, siyasetini farklıklar ekseninde kurması ve milletimizi otuzaltıya bölmekten zevk almasının tabiidir ki sonuçları ağır olacaktır.

Birlikte kardeşçe yaşamanın tek çaresi ve yolu sanki farklılıkları, müştereklerimizin önüne geçirmekle mümkün olacakmış gibi bir anlayış AKP’de hâkim yaklaşım haline gelmiştir.

Ne var ki, Başbakan Erdoğan’ın bu konuda da çelişkili ve kuşkulu bir duruşu vardır ve sözleriyle delilli ve ispatlıdır.

Mesela, çok değil, yakın bir zamanda;

  • “Bütün ayrılıkları, gayrılıkları, ihtilafları, farklılıkları bir tarafa bırakıyoruz.” diyen Başbakan Erdoğan’dır.
  • “Gökkuşağı ne kadar güzelse, ne kadar muhteşemse, ne kadar etkileyiciyse, farklılık da o kadar güzeldir, o kadar muhteşemdir.” sözleri Başbakan’a aittir.
  • “Birlik mefkûresi, ancak farklılıkları zenginlik olarak gören bir anlayışla hayata geçirilebilir.” ifadeleri aynı Başbakan’ın ağzından çıkmıştır.
  • “Farklılıkları zenginlik olarak gören bir anlayışın adresi AB olmalıdır.” değerlendirmesi de aynı kişi tarafından yapılmıştır.
  • Başbakan’ın, farklılıkları öven bu sözlerine karşılık kullandığı şu ibareler esasında kafasının ne kadar karışık ve bulanık olduğunu da göstermiştir.
  • Bize yakışan, farklılıklarımız üzerinde değil, müştereklerimiz üzerinde yoğunlaşmak, kardeşlik hukukumuzu geliştirmektir.” düşüncesi bizatihi Başbakan Erdoğan tarafından dillendirilmiştir.
  • “Bizler bu coğrafyada, bu ülkede, asırlar boyu bu anlayışla, bu inançla farklılıklarımızı vahdet içinde erittik.” görüşü de ne gariptir ki Recep Tayyip Erdoğan’dan çıkmıştır.
  • Bütün farklılıklarımızı bir tarafa bırakır, bir ve bütün oluruz.” sözlerinin mazisi de çok eski değildir.

Başbakan Erdoğan’ın, en son olarak partisinin Kızılcıhamam’daki toplantısında; farklılıkların değil, ortaklıkların öne çıkarılmasından bahsetmesi ve bunun önemine vurgu yapması; bugüne kadarki söz ve değerlendirmelerinin tutarlı hiçbir tarafı olmadığına işaret etmiştir.

Bunlardan hangisi Başbakan Erdoğan’ın gerçek fikridir?

Bize göre, bu zihniyetin milletimizi ayırmada, etnik tasniflerle tanımlamada maharet sahibi olduğu kuşkusuzdur.

 Merakımız, AKP kadrolarına egemen olan, farklılıkları hortlatarak benzerliklerin nasıl ortaya çıkartılacağı noktasında düğümlenmiştir.

Başbakan Erdoğan’ın unuttuğu çok önemli bir hakikati buradan kendisine hatırlatmak istiyorum:

Milletimizi oluşturan alt kimlik gurupların, farklılık ekseninde tanımlanması; bunların temsiliyet ve tanınma heyecanlarını hiç olmadığı kadar artıracaktır.

Ve çeşitliliklere vurgu yapılarak; ortak duygular ve birlikte yaşama iradesi güçlenmeyecek, aksine zayıflayacaktır.

Anadolu coğrafyasında yaşayan her bir vatandaşımız hiçbir ayrılığa prim vermeden aynı ülkü, ideal, kimlik ve milli kültür çevresinde toplanmış ve millet olmamızı sağlamıştır.

Kız alıp, kız veren ve büyük bir aile haline gelen, aynı hatıralara sahip, birlikte ağlamış, birlikte gülmüş, aynı ufka odaklanan Türk milletinin hiçbir ferdi, elbette farklıkların tahrik edilmesine daha fazla müsamaha göstermeyecektir. İnancım ve beklentim bu yöndedir.

Türk tarihinin belli bir döneminde, iktidarı eline alan bir avuç teslimiyetçi istiyor ve teşvik ediyor diye de hiçbir kardeşimiz millet olmaktan taviz vermeyecektir.

AKP iktidarı yıkımda ve farklıkları azdıran politikalarında inat ederse;

  • Vatan coğrafyasının bir ve bütün olarak kalması,
  • Milletimizin daha fazla kardeşçe yaşaması,
  • Bugünkü beşeri zenginliğin, bu sınırlar çerçevesinde bir arada tutulması çok zor olacaktır.

Bu tehlikeyi görmek lazımdır.

Böylesi bir zihniyet tarafından ülkemizin yönetiliyor olması ve çivilerinin birer birer sökülmesi tam bir talihsizliktir.

Bunları milletimize anlatmak bizim en öncelikli vazifemizdir.

Elbette biz bölünmenin, ayrışmanın, farklılaşmanın sonuna kadar karşısında durmaya devam edeceğiz.

Ve hiç kimse şüphe etmesin ki, milletimizden aldığımız destekle, melanete çanak tutanlardan, ihanete kol kanat gerenlerden ve bizi birbirimizden koparmaya çalışan demokrasi maskeli fitne zihniyetlerden mutlaka hesap soracağız.

Yaşananları herkes unutsa da Milliyetçi Hareket unutmayacak, herkes vazgeçse de Üç Hilal asla vazgeçmeyecektir. Ve Türk’ün, şimdilerde hafife alınan kudretini, görmek ve tatmak isteyen ve hak eden muhataplarına bildirecek ve şamarını da üst üste indirecektir. Bundan herkes emin olmalıdır.

Muhterem Arkadaşlarım,

Gelecek ideali ve vizyonu olmayan siyasi yönetimlerin, geçmişteki meselelere saplanıp kalması bir dereceye kadar normaldir.

Böylesi bir durum aslında milletler için de geçerlidir.

Yarınlarından endişe eden toplumların, kendilerini rahat ettirmek adına dünün zaferlerine sığınmaları, sürekli olarak düne takılı kalan ve geleceği okuyamayan bir zihniyetin doğmasına da kapı aralayacaktır.

Aynı zamanda geçmişte tereddüt uyandıracak bazı olayların ve şüpheli vakaların bugüne taşınarak tartışılması ve gündemi en üst düzeyde meşgul etmesi işin doğrusunu isterseniz çok makul olmayacaktır.

Son günlerde, 1990’lı yıllarda yaşanılan ve üzerinde kuşkular bulunan bazı olaylar tekrar ısıtılıp gündeme taşınmıştır.

Bunlardan en önemlisi ve birinci olarak; sekizinci Cumhurbaşkanı merhum Turgut Özal’ın ölümüne dair iddialardır.

Başta ailesi olmak üzere, rahmetli Özal’ın bir suikasta kurban gittiğine dönük beyanatlar ve görüşler sürekli olarak dillendirilmektedir.

Bu meseleyle ilgili etraflı bir değerlendirme yapmamız doğal olarak mümkün değildir.

Ancak bahsedilen kişinin, 17 Nisan 1993 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı sıfatını taşıyorken hayata veda etmesi ve ölüm şekli üzerindeki esrar perdesinin aralanamamasının iddia edilmesi bizim konuya dair bakışımızı etkilemektedir.

Değerli arkadaşlarım, merhumun en başta ailesi olmak üzere, birçok kişi ölümü ile ilgili şüphelerini dile getirmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti, Cumhurbaşkanı’nı koruyamayacak kadar aciz ve takatsiz bir ülke değildir.

Çankaya Köşkü, mütareke döneminin işbirlikçi sarayı gibi çaresiz, güçsüz ve zavallı bir mekân olmamıştır.

Orada kim bulunursa bulunsun, vücut bütünlüğü, güvenliği milletimizin namusuna ve şerefine emanettir.

Bu tartışmaların son bulması için, yürütülen soruşturma bir an önce sonuçlandırılmalı ve milletimizin kafasında oluşan soru işaretleri ortadan kaldırılmalıdır.

Bu mesele gündemi işgal ederken, dikkatimizi bir konu daha çekmiştir.

İmralı canisinin, rahmetli Özal’ın ölümüyle ilgili yorum yapması ve Hakk’a kavuştuğu aynı günde kendisiyle görüşüleceğini dile getirmesi ilginç ve manidar bir durumu da ortaya çıkarmıştır.

Yani burada, terör konusuyla Özal’ın ölümü ilişkilendirilmeye çalışılmıştır.

Lütfen dikkat buyurunuz, geçmişte PKK terörüyle müzakere arayışları ve görüşme ortamlarının tesisi için gösterilen yoğun gayret, deyim yerindeyse rahmetli Özal’ın ölümüne neden olmuş gibi bir izlenim ortaya çıkmıştır.

İddialar ve imalar bu yöndedir.

Gerçekten de böyle bir şey varsa, terörle tıpkı bugünkü gibi uzlaşma arayışlarını onaylamamız her ne pahasına olursa olsun mümkün değildir.

Ancak bunun için de, bir Cumhurbaşkanı’nın hayatına kast edildiğini düşünmek ve bu yönde kamuoyunu yönlendirmeye çalışmak ise bizim açımızdan başka maksatlara zemin hazırlamak anlamına gelecektir.

Artık rahmetli Turgut Özal’ın ölümünün üzerindeki sır ve gizem mutlaka aralanmalı, milletimizin şüpheleri bir an önce giderilmelidir.

Geçmişte yaşanan ve bugün devamlı tartışılan bir diğer konu ise rahmetli Eşref Bitlis’in ölümüyle ilgili iddialardır.

Terörün tırmandığı bir dönemde Jandarma Genel Komutanlığı görevini icra eden bu değerli şahsın, bir uçak kazasında ölmesi, doğal olarak bazı kuşkuları beraberinde doğurmuştur.

Terörle mücadele hedefine gölge düşürmeden ve dedikoduların önüne geçmek maksadıyla rahmetli Eşref Bitlis’in ölümüyle ilgili tereddütler de ivedilikle giderilmeli, konu bütün yönleriyle açığa kavuşturulmalıdır.

Geldiğimiz bugünkü aşamada, AKP hükümetini, bu iki önemli mesele üzerine kararlılıkla eğilmeye davet ediyorum.

Ve hükümette yer alan bir başbakan yardımcısına düzenlendiği iddia edilen suikast girişiminin ise gerçek olup olmadığının ve bu konuda hangi bilgi ve belgelere ulaşıldığının da bir an önce açıklanması gerektiğine inanıyorum.

Türkiye’yi bir ara en üst düzeyde meşgul eden ve kozmik odalara girilmesinin de gerekçesi olan bu suikast iddiasının, ne boyutta olduğunu milletimiz bilmelidir ve aynı zamanda da gerçekleri öğrenmesi hakkıdır.

Türkiye bu şaibelerden kesin olarak kurtulmalıdır.

Karanlık mihrakların operasyon arenası olmaktan sıyrılmalıdır.

“Faili meçhullerin, işkencelerin, suikastların, darbe girişimlerinin, karanlık senaryoların sorgulandığı, karanlık noktaların aydınlığa kavuştuğu artık bir Türkiye olduğunu” ileri süren Başbakan Erdoğan, ilk önce gündemi meşgul eden ve hakkında birçok fikir beyan edilen kuşkulu vakaları gecikmeksizin çözüme kavuşturmalıdır.

Aksi takdirde, Başbakan Erdoğan’ın böylesi belirsizlikle yüklü bir ortamdan ve suni çekişmelerden memnun olduğu sonucuna varacağız ve bu ve benzeri tartışmaların da sürmesini istediği kanaatine ulaşacağız.

Değerli Milletvekilleri,

Bilindiği üzere, geride kalan 17 Ekim 2010 tarihi, Dünya Yoksullukla Mücadele günüdür.

Bu anlamlı günü, başka gündem konuları yüzünden unutulan yoksul ve aç insanlarımızın hatırlanması ve haklarının savunulması için önemli bir fırsat olarak gördüğümüzü bu vesileyle ifade etmek isterim.

Ülkemizde olduğu gibi, Dünyanın birçok yöresinde şiddeti farklı da olsa, açlık ve yoksulluk içinde hayata tutunma mücadelesi veren insanların varlığı acı da olsa bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.

Küreselleşme nimetlerinin eşitsiz dağılımı ve kaynakların adalet içinde pay edilmemesi, bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin maruz kaldığı yoksulluk şiddetini artırmaktadır.

Küresel işleyişin dengesiz ve eşitlikten yoksun düzeni, ne hazindir ki yoksulluk belasının çoğalmasını ve yayılmasını hızlandırmaktadır.

Partimizin ‘yaşa ve yaşat’ ilkesi ile inancımızın bir gereği olan, “komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” kutlu tebliği, yoksulluk içinde çare arayan, mahzun ve çaresiz kalan vatandaşlarımıza bakışımızın temelini oluşturmaktadır.

Elbette biz bu yaklaşımımızı, nerede yardıma ve desteğe muhtaç bir insan varsa, onları da kapsayacak bir şekilde yorumlamaktayız.

Takdir edersiniz ki, hem ülkemiz bağlamında, hem de küresel alanda özlenen ve beklenen barışa ve huzura ancak bu şekilde ulaşabiliriz.

Özellikle son sekiz yıllık AKP hükümetleri döneminde, vatandaşımızı yoksulluktan kurtaracak ve dengeli ve adil bir gelir dağılımını sağlayacak bir ekonomik ve sosyal düzen tesis edilememiştir.

AKP’nin uyguladığı sosyal içeriklerden yoksun ve insanı temel almayan politikaları, bir tarafta dolar milyarderleri sayısını hızla artırırken, diğer tarafta, yoksulu daha da yoksullaştırmış ve vatandaşlarımızı muhannete muhtaç bir hale getirmiştir.

Maalesef 2002 yılında yüzde 14,7 olan göreli yoksulluk oranı, 2008 yılında yüzde 15,1 düzeyine çıkmış ve sayıları 11 milyon ulaşan insanımız yoksulluğa mahkûm edilmiştir.

2009 yılında yaşanan ağır ekonomik krizi de dikkate aldığımızda yoksul sayısının 15 milyona yaklaştığını söylememiz abartılı olmayacaktır.

Dünyada hangi ülke vardır ki, kişi başına geliri 3 bin dolardan 10 bin dolara yaklaşmış, ama buna rağmen yoksul sayısı da milyonlarca artmış olsun.

Anlaşılan Başbakan’ın iftihar ettiği sosyal ve ekonomik sistem ve politikalar; yoksulu daha yoksul, zengini ise daha zengin yapmıştır.

Gerçek budur ve yoksulluğun dayanılmaz yüzü bariz olarak meydandadır.

Parti olarak, yoksullukla mücadelenin, yoksulların üretici konuma geçmesi ve kendi kazandıkları ile geçinmesini sağlayıcı nitelikte olmasına inanmaktayız.

Ve mutlaka, bu şartları sağlayana kadar ise devletin, aileleri ve vatandaşları etkili bir sosyal koruma sistemi altına almasının zorunlu olduğunu düşünüyoruz.

Hiç kimse aldığı yardımlardan mahrum edilmemelidir ve daha çoğunu her yoksul kardeşimiz fazlasıyla hak etmektedir.

İnşallah, milletimiz bize iktidar olma fırsatını verdiğinde, her yoksul vatandaşımıza ulaşacağız ve hak ettiklerini ziyadesiyle vermeye devam edeceğiz.

Nitekim Parti programımızda ifadesini bulan yoksulla mücadelede temel politikalar olarak benimseyeceğimiz hususlar özet ve ana başlık halinde şunlar olacaktır:

1- İstikrarlı bir ekonomik büyüme ve güçlü üretim ekonomisi tesis edilmek suretiyle; üreten, istihdam yaratan ve üretilen katma değerden her kesimin katkısı ölçüsünde adil pay almasını sağlayan bir sosyal rafah devletinin oluşturulması,

2- Katma değerin yaratılmasında payı olanların, bölüşümden eşit ve adaletli bir şekilde yararlanmaları, üretim sürecinde yer almayan muhtaç kardeşlerimizin ise sosyal koruma programlarıyla desteklenmeleri ve yoksulluktan kurtarılmalarının esas olması,

3- Yoksul vatandaşlarımızın sosyal yardım programlarından etkili bir şekilde yararlanması ve hiç kimsenin aç ve açıkta kalmaması,

4- Muhtaç durumdaki işsiz aile reislerine iş sağlanana kadar işsizlik yardımı ödeme programı başlatılarak ailelere sosyal koruma uygulaması yapılması,

5- Yardıma muhtaç, yaşlı, kimsesiz, güçsüz, özürlü ve özel ilgiye muhtaç vatandaşlara yönelik olarak farklı kuruluşlar tarafından yürütülen sosyal yardımlar ve sosyal hizmetlerin, çağdaş ve entegre bir sistem olarak yapılandırılması başlıca hedeflerimiz arasındadır.

Yoksulluk çözemeyeceğimiz ve üstesinden gelemeyeceğimiz bir sorun değildir. Yeter ki istensin ve samimi olunsun.

Biz parti olarak, yoksulluğu ve işsizliği çözmeye hazırız ve milletimizin refahı için var gücümüzle çalışmaya kararlıyız.

Muhterem Arkadaşlarım,

Yakından biliyorsunuz ve şahitsiniz, Türkiye ekonomisi ağır bir krizden çıkmanın sancılarını ve sıkıntılarını halen yaşamaktadır.

Kriz, ekonominin istikrarını mahvetmiş, bütün ölçü ve ayarlarını bozmuştur.

Ekonomideki yangından etkilenmeyen hiç kimse kalmamış, oluşan tahribatın faturası özellikle dar gelirli vatandaşlarımızın ceplerine ateş topu gibi düşmüştür.

Ekonominin önümüzdeki üç yılda takip edeceği yolu ve hedeflerini ortaya koyan Orta Vadeli Program’ın umut vaat etmediğini geçen haftaki konuşmamda vurgulamıştım.

Programda temel olarak belirlenen; büyümeye istikrar kazandırmak, istihdamı artırmak ve kamu dengelerini iyileştirmek amaçlarının bir karşılığının olmayacağını yaşayarak göreceğiz.

İş üretmeyen ve üretime dayanmayan bir büyüme stratejisiyle daha fazla yol alınması takdir edersiniz ki çok zordur.

AKP tarafından, ithalata bağımlı hale getirilen ekonomik yapının bütünüyle sağlıklı ve istikrarlı bir şekilde refah üretmesi emin olun ki mümkün değildir.

Türkiye ekonomisinin, başkalarının tasarruflarını kullanarak daha ne kadar yol alabileceği üzerine mutlaka düşünmek ve bir karar değişikliğine gitmek lazımdır.

Sahip olduğumuz ekonomik modelden, uygulanacak politikalara kadar birçok alanda, değişiklik yapılması ve her şeyin baştan sona gözden geçirilmesi artık elzem bir hale gelmiştir.

Başbakan Erdoğan’ın ve yol arkadaşlarının rakamlardan medet umarak ‘geliştik, büyüdük, bize bir şey olmadı’ sözleri, vatandaşlarımız açısından hiçbir anlam ifade etmemektedir.

Sorunların yakıcılığını yaşayan, ağırlığı altında ezilen milyonlarca Türk insanı, ekonomide estirilmeye çalışılan sanal iyimserlik havasına aldırış etmemektedir.

Zira bu aldatmacalara kanacak ve inanacak da kalmamıştır.

Her şey ortadadır. Yoksulluk ve sefalet her tarafa yayılmıştır.

İşsizlik oranına bakarak sahte umut tacirliği yapan Başbakan Erdoğan’ın, ülkemizin her hanesinde çaresiz bir şekilde iş arayanları ve ancak bir türlü bulamayanları gündemine aldığı yoktur.

Onları dikkate değer de bulmamaktadır.

Hatta her üniversiteyi bitirenin, iş bulacak diye bir kuralı olmadığını söyleyecek kadar şefkat ve merhametini kaybetmiştir.

Elbette kendi mahdumları için gelecek sıkıntısı yoktur. İşsizlik sorunu bulunmamaktadır.

Ne var ki milyonlarca gencimiz bu kadar şanslı olmamıştır.

Ve mısır ticaretine erkenden atılan, yumurta üretiminde gözleri kamaştıran bir hünere sahip olan ve ne hikmetse enerji işine genç yaşlarda girenler kadar da talihleri yaver gitmemiştir.

Başbakan Erdoğan ekonomideki sahte ve sanal başarı hikâyesini bir kenara bırakmalı ve elini vicdanına koyarak milletimizin perişan haline odaklanmalıdır.

Bakınız, vatandaşlarımız, fırlayan altın fiyatlarından dolayı; eşinin, dostunun düğününe dahi katılamayacak duruma gelmişlerdir.

Hayat pahalılığı almış başını yürümüş ve gıda fiyatlarındaki artış, pazarlardaki, marketlerdeki alışverişlerin gramla yapılmasına neden olmuştur.

İğneden ipliğe her şeyin fiyatı Temmuz ayından bu tarafa hızla yükselmektedir.

Nitekim işlenmemiş gıdadaki yıllık bazda fiyat artışları yüzde 22,9’a ulaşmıştır. Özellikle Ağustos ve Eylül aylarında gıda fiyatları yüzde 7,8 oranında artış göstermiştir.

Tabaklar boşalmış, tencereler boş kaynayamaya başlamıştır.

Buzdolaplarının kapıları açılmaz olmuştur.

Domatesteki fiyat artışını görüyorsunuz. Kıyma ve kuşbaşı fiyatlarındaki rezaletlere tanık oluyorsunuz.

Son günlerde ekmeğe yapılan zammı da biliyorsunuz.

Sofralardan doyarak kalkmak ve dengeli beslenmek neredeyse imkânsız hale gelmiştir.

Bunun sorumlusu şüphesiz Başbakan Erdoğan’dır ve ekonomi politikalarındaki derin çatlaklardır.

Boş sözlere herkesin karnı toktur ve hayalleri gerçekmiş gibi sunma kurnazlığına kapılacak kimse de bulunmamaktadır.

Ancak milletimiz, ekonomik sorunlardan dolayı kan ağlarken ve dayanacak gücü kalmamışken, “artık kendisine güvenen, özgüveni yüksek, büyüklüğünü, direncini ispat etmiş güçlü bir ekonomi var” diyen Başbakan tam bir akıl tutulmasına ve hayâ kaybına uğramıştır.

Tekirdağlı kardeşim bunalmış, Karamanlı vatandaşım yorulmuş, Şırnaklı kardeşim aç uyumuş; ama Başbakan’a göre her şey güllük gülistanlık olmuştur.

İşte şuurunu kaybetmiş bir Başbakan’ın resmi tam da budur, bu şekildedir. Bu hazin ve ibretlik siyasi zihniyet, milletimizle açıkça alay etmektedir.

Buna katlanmamız mümkün değildir, doğru da olmayacaktır.

Bu kapsamda, kara delikleri kapattıklarını, israfı önlediklerini, yolsuzluklara aman vermeyerek yetimin hakkına, milletin emeğine, alın terine sahip çıktıklarını iddia eden Başbakan Erdoğan’a diyeceğim şudur:

Eğer yetimin, garibin, fukaranın hakkına el uzatılmışsa; bu elin sekiz yıldır sarmaş dolaş olduğun çıkarcı ve menfaatçi çevrelerin doymak bilmeyen açgözlülükleri olduğunu çok yakın bir zamanda acı bir şekilde göreceksin ve bunun bedelini de ödeyeceksin.

Milletin alın terini, yolsuzluk kanallarıyla yandaşlarına sevk etmenin, söndürdüğün hayallerin, aç bıraktığın gariplerin, ekmeğini aldığın biçarelerin hesabını da mutlaka vereceksin.

Muhterem Arkadaşlarım,

Tarım ve hayvancılık alanında yaşanan sorunlar gün geçtikçe çoğalmakta ve milletimizin kendi kendisini beslemesi dahi riske girmektedir.

Özellikle hayvancılık alanındaki kaos milletimizin tamamını olumsuz etkilemektedir.

Bildiğiniz gibi, AKP hükümeti, geçtiğimiz Nisan ayında, 16 bin ton canlı hayvan ve 7 bin 500 ton da et ithalatı için karar vermiş ve düğmeye basmıştır.

Daha sonra bu miktar yeterli görülmeyerek 100 bin tonluk ikinci bir et ithalatı kararı daha almıştır.

İthalatın gerekçesi olarak sunulan ucuz et alım politikası, tam bir uydurmadan ibaret olmuştur.

Dışarıdan getirilen hayvanlar, üreticilerimizde büyük sıkıntılara yol açmış ve panik halinde besilerini ucuz fiyatlara satmak zorunda kalmışlardır.

Üstelik gümrük vergilerini sıfırlayarak yapılan canlı hayvan ithalatı ise hayvan yetiştiricilerimize büyük zararlar vermiştir.

Uluslararası alanda ülkelerin, hayvancılık sektöründeki üretimlerini korumak maksadıyla belli bir gümrük tarifesi uyguladıkları bir vakıadır.

Oysaki ülkemizde gümrük vergilerinin sıfırlanmasıyla yerli üreticimiz tam bir çıkmaza sokulmuş ve kendi kaderine terk edilmiştir.

Et ithalatıyla birlikte ülkemize, çok değişik ve sağlıksız et türlerinin girme riski de artmıştır.

Hayvancılığın biriken sorunları, ithalatla beraber daha da karmaşık bir boyut kazanmıştır.

Büyükbaş ve küçükbaş hayvan sayısı da gün geçtikçe azalmaktadır.

Bu itibarla, önümüzdeki Kurban Bayramında, birçok sıkıntının yaşanacağı da şimdiden belli olmuştur.

Ve vatandaşlarımız AKP’nin marazi hayvancılık politikasından dolayı pahalı et yemeye mahkûm ve mecbur hale getirilmiştir.

Elbette et konusundaki sancılar, süt üreticilerini de olumsuz etkilemekte, zincirleme problemlerin ortaya çıkmasına kapı aralamaktadır.

Hayvansal üretim potansiyeli fazla olan ülkemizin, bu alanda muhatap olduğu ve gün geçtikçe katlanan ve yayılan açmazları, önümüzde sağlıklı beslenme ve nesillerin iyi yetişmesi açısından tehlikelerle dolu bir sürecin durduğunu göstermektedir.

Hayvancılıkla uğraşan üreticilerimizin öncelikle; ucuz yeme ulaşma imkânı sağlanmadan, pazar şartları düzeltilmeden, lazım gelen desteklemeler yapılmadan boğuştukları sorunlarının azalması kısa vadede ihtimal dâhilinde değildir.

AKP, milletimize pahalı et yedirmenin ve hayvancılığı perişan etmenin siyasi faturasına mutlaka maruz kalacak ve bunun altından da kalkamayacaktır.

Bugün, kasaptan, manavdan kim boynu bükük çıkıyorsa, bilsin ki bunun sebebi hükümettir.

Emeklilerimizi komik zamlarla avutan Başbakan Erdoğan, verdiğini, etten, yumurtadan, peynirden, sütten, yoğurttan ve sebzeden fazlasıyla çıkarmaktadır.

Kaşıkla verip, kepçeyle geri alan asıl bu iktidardır.

Refah artışının göstergesi olarak; araba satışlarını, beyaz eşya ve konut alımlarını gösteren Başbakan Erdoğan; fakirden alarak zengine vermekte ve gelir ve servet dağılımındaki adaleti muazzam derecede bozmaktadır.

Artık AKP iktidarının heyecanı, dermanı ve yürüyecek mecali kalmamıştır.

İktidar yılgını ve bıkkını olduğunu açıkça gözler önüne sermiştir.

Manzara budur. İktidarın yorgun yüzü artık iyice belirginleşmiştir.

Elbette çok yakın bir zamanda yapamayan ve milletimizi zamlarla perişan eden AKP gidecek; yapacak olan, hizmet ve çalışmada çok azimli olan Milliyetçi Hareket işbaşına gelecektir.

Buna yürekten inanıyor ve bunu sağlayacak aziz milletimizin şaşmaz sağduyusuna ve doğruya bağlılığına sonuna kadar güveniyorum.

Konuşmama son vermeden önce bir konuyu daha huzurlarınızda kısaca ifade etmek istiyorum.

Geçtiğimiz hafta yapılan Meclis Grup toplantımızda AKP’nin yargıyı siyasallaştırma niyetlerine dikkat çekmiş, bu konudaki görüşlerimizi dile getirmiştim.

Türkiye, Başbakan Erdoğan patentli bir yargı kuşatması ve kriziyle karşı karşıyadır. Yargının siyaset yörüngesine oturtulması ve AKP zihniyetinin adalet mekanizmasında egemen kılınması için sürdürülen sistemli çabalarda yeni ve ileri bir aşamaya geçilmiştir.

Başbakan Erdoğan’ın ilk hedef olarak gördüğü Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yeniden tanziminde önemli bir merhale geride bırakılmıştır.

17 Ekim 2010 günü birinci sınıf Hâkim ve Savcıların katıldığı seçimlerle bu kurulun on asil ve altı yedek üyesi belirlenmiştir.

12 Eylül 2010 Anayasa değişikliği paketi ile Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na seçim sürecinin hükümetin istediği biçimde yürütülmesi sağlanmış, iki gün önce yapılan seçimle de Adalet Bakanlığı’nın hazırladığı liste blok olarak seçilmiştir.

Ve Adalet Bakanı’nın atadığı, doğrudan siyasi iktidara bağlı olan bazı bürokratlar da bu yolla kurula girmişlerdir. Bu şekilde yargıdaki siyasi operasyon da büyük ölçüde tamamlanmıştır.

Anayasa Mahkemesi kuşatmasının tamamlanmasını takiben sıranın Yargıtay ve Danıştay’a gelmesi beklenmektedir.

Bilinmelidir ki, siyasetin yargıya müdahalesi, yargıyı yandaş hale getirmesi ve yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını kaybederek siyasi düşüncelerden etkilenmesi Türkiye’ye yapılacak en büyük kötülüktür.

AKP’nin kendi yargısını oluşturma çabalarının ise hayırlarına olmayacağını ve bir gün ters tepeceğini herkes mutlaka yaşayarak görecektir.

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.