30.11.1999 - TBMM Grup Toplantısı Konuşması.
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı
Sn. Devlet Bahçeli'nin

TBMM Grup Toplantısı Konuşması
30 Kasım 1999

 

 

Muhterem Dava Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Hepinizi öncelikle sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Ülke olarak, hem iç ve dış politikada, hem de ekonomik alanda birçok tartışma ve gelişmenin yaşandığı günleri yaşıyoruz. Kasım ayı boyunca gündeme gelen gelişmeler önümüzdeki Aralık ayı boyunca yeni bir ivme ve boyut kazanacaktır. Türkiye’nin millet ve devlet olarak, önemli sorunlarla başa çıkmaya çalıştığı bir dönemde çok yönlü düşünmemiz, her zamankinden daha dikkatli ve duyarlı davranmamız gerekmektedir.

Hepimiz, ekonomimize 1990’lı yılların başından itibaren yapılması zorunlu olan müdahalelerin yapılmadığını biliyoruz. Özellikle 1994 Nisan’ında yaşanan ciddi krizin ardından ortaya çıkan yeni sorunlar ve gelişmeler, Türk ekonomisini 5 yıl sonra yeni bir büyük krize sürüklemiştir.

İlk belirtileri bir yıl önce gözlenmeye başlayan ve Türk ekonomisini giderek daralma ve durgunluk sendromu içine sokan süreç, tam olarak sona ermiş değildir. Ard arda yaşadığımız iki büyük deprem felaketi, bunda belirleyici bir rol oynamıştır. Daha da önemlisi, ülkemizi ciddi bir moral çöküntünün yanı sıra yeni kaynak ihtiyacıyla yüz yüze bırakmıştır.

Türkiye, aynı zaman dilimi içinde birçok sosyal, ekonomik ve siyasi sorunla boğuşmak zorunda kalmıştır. Dünyanın en güçlü ülkelerinin bile böyle bir niteliğe haiz sorunlar yumağı karşısında sıkıntı çekeceği aşikârdır.

Her türlü olumsuzluğa rağmen, Türkiye hükümetiyle ve meclisiyle içinde bulunduğu sıkıntılı dönemi aşmak için gayret sarfetmektedir. Bugüne kadar alınan mesafe kayda değerdir ama yeterli değildir.

Biz parti olarak, siyasi çıkar hesapları yapmadan bu zamana kadar  atılması gereken adımların daha da geciktirilmemesi için çabalıyoruz. Ülkemizin temel sorunlarını, köklü çözümlerle geride bırakarak yeni yüzyıla yeni bir başlangıç yapması gerektiğine inanıyoruz.

Uzun yıllardır çok sözü edilmesine rağmen bir türlü makûl seviyeye çekilemeyen enflasyon belası başta olmak üzere, belli başlı bütün ekonomik kamburlardan kurtulma zamanı gelmiştir. Türkiye’nin bu ekonomik  kamburlarla daha uzun süre yaşamaya devam etmesi kabul edilemez bir durumdur.

Aynı siyasi kriz ve kirlenme  meselesinde olduğu gibi, uzun yıllardır gündemin ilk sıralarında yer eden ekonomik sorunların varlığı da halkımızın siyasete ve siyasetçiye olan güvenini sarsmakta; toplumsal ahengi bozmaktadır.

İşte ülkemizin önüne % 25’lik enflasyon hedefinin konmasının, uluslararası tahkim konusunda düzenleme yapılarak yatırımların teşvik edilmesinin temel amacı budur. Eğer iki büyük deprem felaketi yaşanmasaydı, ekonomiye daha çok güven artacak, ekonomik canlanma kartopu misali hergeçen gün büyüyüp ivme kazanacaktı.

Muhtelif kamu kurumlarınca hazırlanan değerlendirme raporlarında deprem afetlerinin sermaye birikimi ve milli hasıla üzerindeki etkilerinin 13-14 milyar dolar civarında olması hesaplanmaktadır. Depremin kamu harcamalarına etkisi ise 7 milyar doları bulmaktadır.

17 Ağustos Marmara Depremi ile hasar gören konut ve işyeri sayısı toplam 244.383’tür. Bunlardan 66.441 konut ve 10901 işyeri yıkık veya ağır hasarlı durumdadır. Öte yandan 12 Kasım Bolu-Düzce Depremi ile birlikte toplam 18.990 konut ve işyeri hasar görmüştür. Bu depremle birlikte ağır hasarlı ve yıkık konut sayısı 7062, işyeri sayısı 1326’dır. Deprem afetleri ile birlikte bu ülkenin ekonomik manada can damarı olan bir bölgede hayat felç olmuş; üretim, ticaret önemli ölçüde sekteye uğramıştır. Bölgede, insanlarımızın maruz kaldıkları kayıplarla birlikte devletin gelirlerinde de önemli ölçüde kayıplar  bulunmaktadır.

Yüzbinlerce insanımız kış şartlarında zor anlar yaşamaktadır.  Bu tabloyu göre göre, bu ülkede yaşayan hiç kimsenin kendi sıcacık yuvasında oturup, felaketzede insanlarımızı böyle bir kadere terketme hakkı olamaz. Hele yüreğinde birazcık Allah korkusu bulunanlar, millet ve insan sevgisi taşıyanlar bu manzaraya seyirci kalamazlar.

Şu ana kadar, defalarca, değişik iktidarların kemer sıkma, fedakârlık çağrılarına muhatap olan insanımızın böylesine ulvi bir sosyal yardımlaşma ve dayanışma davasında bizi anlayışla karşılayacağına ve desteğini esirgemeyeceğine inanıyorum. Bizlere düşen temel görev ise, halkımızdan büyük fedakarlıklar neticesinde toplanan kaynakların daha önceki dönemlerde olduğu gibi savurganca harcanmaması, çar-çur edilmemesini sağlamaktır.

Şimdi karşımızda çözüm bekleyen birçok ekonomik sorunun yanında, deprem bölgesinde sosyal hayatı normale döndürülmesi gereken yüzbinlerce insanımız, yeniden imar ve inşa edilmeyi bekleyen büyük yerleşim merkezlerimiz bulunmaktadır. Bizler, bütün bunlara rağmen, önce Yüce Yaradana, daha sonra da  milletimize ve kendimize güveniyoruz. İnşallah Türkiye, bu yaralarını en kısa zamanda saracak, her geçen yıl biraz daha toparlanarak yeniden yükselecektir.

Kıymetli Arkadaşlarım,

Değerli Basın Mensupları,

Bu vesileyle, bütçe tartışmalarına ve yeni vergi düzenlemesine kısaca temas etmek istiyorum. Herkes tarafından çok iyi bilindiği gibi, Türk ekonomisi iki yakası bir araya gelmeyen mali  yapıya sahiptir. Önemli ölçüde iç ve dış borçlanma yoluyla temin edilen taze kaynak ihtiyacı sonuçta kısır döngü oluşturarak kendi yarattığımız canavara dönüşmüştür.

2000 yılı bütçesi de son yıllarda yapılan bütün bütçeler gibi, büyük ölçüde borç ödeyen bir bütçe olarak şekillenmiştir. Bunun için vergi gelirlerinin tamamına yakın bir bölümü borç ödemelerine ayrılmaktadır. Buna ilave olarak, Türkiye kabul edilebilir bir maliyetle kaynak bulmakta zorlanmaktadır.

Bir taraftan mali dengeler yeniden kurulurken, diğer taraftan da deprem felaketlerinin yol açtığı yaraların sarılması ve ekonomik kayıpların giderilmesi gerekmektedir. Yeni vergi düzenlemesi de sonuçta böyle bir amaca hizmet etmek üzere planlanmıştır. Dünyanın her tarafında vergiler, devlet-vatandaş ilişkisinin en sevimsiz yüzünü oluşturur. Hükümetimiz, özetlemeye çalıştığım sorunlar ve ihtiyaçlar sebebiyle böyle bir yönteme başvurmak zorunda kalmıştır.

Bu mânâda yöneltilen eleştirilerin bir kısmı haklılık payı olan eleştirilerdir. Buna karşılık bir kısmı ise ön yargılı ve günlük siyasi manevraya dayalı görüşlerdir.

Yeni vergi düzenlemesiyle yükün adil bir şekilde paylaşılmasına özen gösterilmiş, dar gelirli vatandaşlarımız korunmaya çalışılmıştır. Faiz oranlarının yükseleceğine dair endişelerin ise abartılmaması gerekmektedir. Oranların kısa bir süre için olumsuz yönde etkilenmesi mümkündür. Ancak, ilk sıcak reaksiyon dönemi atlatıldıktan sonra, faiz oranları da ekonomik göstergelerle birlikte makûl bir seyir takip etmeye başlayacaktır. Bu hedefe ulaşıldığı zaman, ülkemizin borç ve faiz sarmalından kurtulması yolunda çok önemli bir başlangıç yapılmış olunacaktır.

Muhterem Milletvekilleri,

Saygıdeğer Basın Mensupları,

Konuşmamın bu bölümünde, yıllardır ülkemizin başını ağrıtmaya devam eden bir başka soruna, terör belasına temas etmek istiyorum.

On beş yıldır Türkiye’ye musallat olan yıkıcı ve bölücü terör, insanlarımızın kanına girmiş, kaynaklarımızı kurutmuş, huzurumuzu bozmuştur. Bu süreçte yaşanan acıları, millet olarak çektiğimiz sıkıntıları hepiniz  yakinen biliyorsunuz.

Suriye’deki ininden çıktıktan sonra birçok ülkede dolaşan terörist başı, en son bulunduğu Kenya’da ele geçirilerek ülkemize getirilmiş ve yargı karşısına çıkarılmıştır. Devlet Güvenlik Mahkemesi  29 Haziran tarihinde idam cezası vermiş, bu ceza daha sonra Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından 25 Kasım 1995’te onanmıştır.

Yargılama süreci, bugün bize insan hakları dersi vermeye çalışan ülkelerce bile inkar edilemeyen bir titizlik içinde cereyan etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti kendi vatanına kastetmeye çalışan bir caniyi, hukuk devleti olmanın sorumluluğu içinde davranarak adil bir yargılama sürecine tabi tutmuştur

İmralı’da Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin verdiği idam kararı karşısında gösterilen tepkiler ve ileri sürülen görüşler, bugün Yargıtay’ın verdiği onama kararından sonra tekrar ortaya konmaya başlamıştır.

Huzurlarınızda önemli gördüğüm bazı hususları, bir kez daha vurgulamak istiyorum.  Yapılan değerlendirme ve spekülasyonlarda bir nokta gözden kaçırılmakta ya da unutulmaktadır. Türkiye’nin PKK terörüyle 15 yıllık mücadelesini ve Türk vatanına yönelen tehditi hafife almak; hayatını kaybeden ve yaralanan on binlerce insanımızı yok saymak mümkün değildir. Bu mesele karşısında gösterilecek duyarlılık, Türk Milleti ve Devletinin birliğiyle, onuruyla ve geleceğiyle oyun oynanamayacağının zihinlere kazınması ve tarihe not düşülmesi açısından çok önemlidir.

Dış çevrelerin, konuya kendi değerleri ya da hesapları çerçevesinde yaklaşması normaldir. Ancak bu ülkede yaşayan herkesin asgari bir insani ve milli duyarlılığı ortaya koymalarını beklemek de Türk Milleti’nin hakkıdır. Türkiye’nin uluslararası çıkarları adına ortaya konulduğu iddia edilen görüş ve önerilerin büyük bir kısmının halkımız tarafından, “ülkemizin değil, terörist başının avukatlığını yapmak” şeklinde algılanıp yorumlandığı iyi bilinmelidir.

Avrupa Ülkeleri adına ileri sürülen görüşlerin gerekçelerini, neredeyse hiç tartmadan sahiplenilmesini anlamak mümkün değildir. Avrupa Birliği’ne tam üyelik sorununun terörist başının durumuyla ilişkilendirilmesini kabul eden  bu yaklaşımlar, ahlaki ve mantıki bir temelden yoksundur. Bu tez, iyi niyetle savunuluyor olunsa bile, son tahlilde Türkiye’nin saygınlığını, onurunu ve önemini yok sayan bir yaklaşımdır. Yine bu tez, ülkemizi görünürde Avrupa Birliği nezdinde “sevecen” yapacak; gerçekte ise ciddiye ve dikkate alınmamasına vesile teşkil edecektir.

Diğer yandan, konuyla ilgili olarak Avrupa Birliği çevrelerinde telaffuz edilen görüşler hakkında da bazı noktalara temas etmek zorunlu hale gelmiş bulunmaktadır.  Türkiye’nin Birliğe üyeliği ile terörist başının irtibatlandırılması, en  başta Avrupa değerleri ve uluslararası ilişkiler bakımından çok üzücü ve düşündürücü bir yaklaşımdır.

Kendi ülkelerinde ikâmet ettirdikleri, palazlanmasında doğrudan ve dolaylı rol oynadıkları terör örgütüyle ilişkileri konusunda bu zamana kadar ciddi bir özeleştiri ortaya koyamamışlardır. İlgili bütün uluslararası belgelerde insanlığa karşı  suçlar kapsamında değerlendirilen terörizm suçları karşısındaki çifte standardı kabul etmek mümkün değildir.

Ayrıca, terörist örgütün diğer lider kadrosunun aynı cezaya çarptırılması karşısında hiçbir duyarlılık sergilememeleri,  meseleye daha çok siyasi saiklerle yaklaşıldığını gösteren bir başka kanıtı oluşturmaktadır.

İdam cezasını yasaklayan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ek altı no’lu protokolün gerekçe gösterilmesi de yeterince tutarlı ve ahlaki bir yaklaşımı ifade etmemektedir. Terörizm ile insan hakları arasında net bir ayrım yapamayan Avrupa’nın, giderek evrensel düzeyde anlam kazanan bu değerlerin saygınlığına gölge düşürmesi kaçınılmazdır.

İnsanımız, bu tavır karşısında, terörist unsurların uluslararası ilişkilerin bir enstrümanı olarak korunmak istendiğini düşünmeye başlayacaktır. İnsan hakları ve demokrasi konusunda gerçekten samimi ve duyarlı bir Avrupa’nın bu tür soru işaretlerini ortadan kaldırması şarttır. Aksi takdirde, insanlık suçu olan terör yöntemini vahşice kullanan bir örgütün başına karşı duydukları ilgi ve sempatiyi açıklamaları daha da zorlaşacaktır.

Terör örgütü ve onun başıyla ilgili böyle bir yaklaşım tarzının yanında, bir diğer önemli husus, ülkemizin Avrupa Birliği’ne tam üyeliği meselesidir.  Zaten, uzun ve sancılı bir süreci ifade eden tam üyeliğe geçiş konusu şimdi de bu caniyle ilişkilendirilmeye çalışılmaktadır.

Bu durum, sadece Türkiye’ye karşı bir hakareti ve haksızlığı değil, Avrupa Birliği’nin kendisini küçük düşürecek ve itibarını ciddi biçimde sarsacak bir tavrı ifade etmektedir. Avrupa Birliği’nin uluslararası teamüllere ve dostluk ilişkilerine aykırı böyle bir duruma fırsat vermemesi gerekir.

Biz, özellikle  son elli yıldır yakın siyasi ve ekonomik ilişki içerisinde olduğumuz Avrupa Birliği üyesi ülkelerin 10 Aralık’ta toplanacak olan Helsinki Zirvesi’ne gölge düşüreceklerini zannetmiyoruz.

Türkiye Avrupa’yla onurlu ve adil bir tam üyelik süreciyle bütünleşmek istemektedir. Ancak bizler, zaman zaman kendilerinin de itiraf etmek zorunda kaldıkları onur kırıcı ve adil olmayan yaklaşımların, karşılıklı anlayış ve işbirliğine dayanması gereken bir adaylık sürecini baltalayacağını düşünüyoruz.

Birliğe tam üyeliğin belli şartları olması tabiidir. Ama bu şartların yeni fiili engellerle sürekli ağırlaştırılması da o derece gayri tabiidir.          Gün, Türkiye’nin değil, Avrupa Birliği’nin ve üye ülkelerin Türkiye’ye karşı samimiyetini ve dostluğunu ispatlama günüdür.

Huzurlarınızda, son olarak bir noktayı daha özellikle vurgulamak istiyorum. Türkiye’nin terörle mücadelede elde ettiği kazanımlardan hiçbir şekilde ve şartta vazgeçmeyeceği herkes tarafından iyi bilinmelidir. Yine, uluslararası camianın bağımsız ve saygın bir üyesi olan Türkiye’nin, milli iradesine baskı yapılmasına rıza göstermesi de mümkün değildir. Milletimizin ve partimizin, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hür iradesine ipotek koyulmasına müsaade etmesi düşünülemez.

Bu duygu ve düşüncelerle yüksek heyetinizi saygılarımla selamlıyorum.