Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma .
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma .
13 Haziran 2017

 

 

 

 

Değerli Milletvekilleri,

Muhterem Misafirler,

Medyamızın Kıymetli Temsilcileri,

Bu haftaki Meclis parti grup toplantımıza başlarken sizleri hürmet ve muhabbetle selamlıyor, en iyi dileklerimi sunuyorum.

Dün saat 15.28’de Ege Denizi İzmir Karaburun açıklarında 6,2 büyüklüğünde bir deprem meydana gelmiştir.

Şiddetli sarsıntı İzmir’in yanı sıra, İstanbul, Bursa, Yalova, Çanakkale, Edirne, Manisa, Eskişehir ve Afyonkarahisar gibi çok sayıda ilimizde hissedilmiştir.

Vatandaşlarımız panik halinde sokaklara dökülmüştür.

Kısmen bazı binalar hasarlı olsa da, can kaybının yaşanmaması en büyük tesellimiz olmuştur.

Bölgede tereddütlü ve kaygılı bekleyiş maalesef sürmektedir.

Türkiye’nin deprem kuşağında olduğu bilinen bir gerçektir.

Bu itibarla daha büyük depremlere karşı hazırlıklı olmak, binaları yeni baştan gözden geçirmek, vatandaşlarımızı bilinçlendirmek önemli ve özellikle üzerinde durulması gereken bir husustur.

Depreme dayanıklı konutların yapımına özen gösterilmeli ve hız verilmelidir.

Yaşanan depremden dolayı vatandaşlarımıza geçmiş olsun diyor, Allah’tan tüm kaza, bela ve afetlerden milletimizi korumasını diliyorum.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Türkiye’nin çevresinde olağanüstü gelişmeler, birbirini takip eden, birbiriyle eklemlenerek büyüyen olaylar dizisi sahnelenmektedir.

Karşımızdaki bu tablo istesek de istemesek de ülkemize doğrudan sirayet ve tesir etmektedir.

Çünkü jeopolitik gerçekler, tarihi ve kültürel miraslar, ihmal ve inkar edilemeyecek ilişki ağları buna müsait ortam hazırlamaktadır.

Coğrafya alın yazısıdır. Ve sorumlulukları, mükellefiyetleri, avantaj ya da dezavantajları olacaktır.

Türk milleti asırlar evvel hâkimiyeti altına aldığı coğrafyayı, şehit kanlarıyla sulayıp manevi anlam katarak vatan yapmış, namus bilmiş, sefasına da, cefasına da seve seve katlanmıştır.

Ağır sorunlar var diyerek coğrafyamıza küsemeyiz.

Etrafımızda kanlı hesaplaşmalar oluyor diyerek ne komşularımıza ne de coğrafyamıza sırt dönemeyiz.

Biz bu topraklarda gözümüzü açtık, bu vatanda gürbüzleştik, bedeli ne kadar yüksek olsa da şehit ve ecdat yadigarı bu kutlu vatan topraklarını can pahasına müdafaa edecek, gerekirse uğrunda gönül huzuruyla candan vazgeçeceğiz.

Nitekim gidecek yerimiz yoktur.

Sığınacak yeni bir yurt, yeni bir yuva aklımızdan bile geçmemiştir.

Ne yapacaksak burada, aziz Türk vatanında, bin yıllık kardeşlik hukukuyla, milli birlik ve dayanışma ruhuyla yapacağız.

Başarmak dışında seçeneğimiz yoktur.

Zormuş, vız gelecektir.

Engel çokmuş, milli cüret ve cesaretimiz karşısında buz gibi eriyecektir.

Unutmayalım ki, vatan bağımsızdır, millet bağımsızdır, devlet bağımsızdır; aksini söyleyenler ise tutsak alınmış, teslimiyete boyun eğmiş, ruhen çürümüş olanlardır.

Üzerinde yaşadığımız coğrafyayı, tarihin derinliklerinden itibaren müstesna kılan ve yankılarını çok farklı şekilde hissettiren pek çok neden vardır.

Bu kapsamda Anadolu coğrafyası her zaman gözde ve hedefte olmuştur.

Savaşlar, çatışmalar, göç ve istila hareketleri vatan coğrafyamızı kimi zaman zorda bırakmış, kimi zaman da zayıf düşürmüştür.

Ancak her seferinde ayağa kalkmak, küllerimizden tekrar doğmak Türk’ün kaderi, Türk milletinin kahramanlık destanı olarak tarihe damga vurmuştur.

Eğer Türkiye eski hâkimiyet havzalarına kapalı ve uzak durursa, eğer tarihin ruhuna ve çağrısına ilgisiz kalırsa son yurdumuzu savunmak daha da zorlaşıp, güçleşecektir.

İçine kıvrılmış, iç sorunlara gömülmüş, tehdit ve tehlikeleri kaynağında göğüslememiş bir Türkiye’nin istikrar ve huzur arayışı gerçekçi bulunmayacaktır.

Çok değil, yaklaşık bir yıl önce ne işimiz var El Bab’ta, ne arıyoruz Musul’da sorgulaması yapanlar öncelikle hastalıklı, bağnaz, güdümlü siyaset bezirganlarıdır.

Bunlar vizyonsuzluklarının kurbanı olduklarına yanmazlar, Türkiye’nin önünü kesmek için çırpınırlar.

Bunlar küçük düşünmeyi marifet görüp, milli siyasetin kösteklemesini menfaat sayarlar.

Kerkük deriz, kulakları olmasına rağmen duymazlar, bön bön yüzümüze bakarlar.

Kaşgar deriz, Karabağ’ın hakkını ararız; anlamaza yatıp sessizliğin ve tepkisizliğin dibine katar batarlar.

Bosna’dan, Akmescit’ten bahsederiz; sanki ilk kez işitmiş gibi meraklı gözlerini fal taşı gibi açarlar, ne var ki aslında oralı bile olmazlar.

Suriye ve Irak çalkalanır, bunlar ise çakallara selam çakarlar.

Şimdi de Katar gündemdedir.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Katar’da konuşlandırılmasıyla ilgili süreç Aralık 2014’de başlamıştır.

Katarla varılan askeri çerçeve anlaşmasının Nisan 2016’de imzalandığı, ardından da bu Mayıs ayı içinde TBMM Dış İlişkiler Komisyonu tarafından onaylanıp Genel Kurul’a sevk edildiği bilinen bir gerçektir.

8 Haziran’da TBMM’de onaylanan mezkur anlaşmayla, Katar’ın askeri kurumların modernizasyonu, askeri eğitim ve öğretim alanında işbirliğinin çeşitlendirilmesi, iki ülkenin birlikte çalışabilirlik ve eşgüdümün artırılarak bölgesel ve küresel barış ve istikrara katkı sağlanması amaçlanmıştır.

Fren tutmayan bazı şuur ve akıl yoksunları, Mehmetçiğe lejyoner diyecek kadar çıldırmış ve çılgına dönmüşlerdir.

Türk askerine lejyoner demek bühtan olması şöyle dursun, su katılmamış bir alçaklık, ayağımızın altında çiğnediğimiz isnattır.

Türk düşmanlarına paralı gece bekçiliği, kiralık kalem nöbetçiliği, tasmalı siyasi sözcülük yapanların Mehmetlerimizin haysiyetiyle oynaması utanmazlığın daniskası, ahlaksızlığın dik alasıdır.

Bu hayasız suçlama muhataplarına dönmüştür.

Bildiğiniz gibi, geçen hafta Suudi Arabistan ve Mısır’ın başını çektiği Körfez ülkeleri Katar’ı siyasi ve ekonomik yaptırımlarla abluka altına almışlardı.

Diplomatik ilişkilerini kesmekle birlikte kara, deniz ve hava sahalarını da Katar’a kapatmışlardı.

Türkiye doğru bir hamleyle, Körfez’de yükselen tansiyonun diyalogla çözüme kavuşturulmasını istemiş, bu konuda yoğun bir diplomasi faaliyeti yürütmüştür.

Bölgede her an sıcak bir çatışmaya dönme ihtimali taşıyan gerilim ateşinin konuşarak, uzlaşarak, kardeşlikte buluşarak söndürülmesi konusunda ülkemiz azami emek sarfetmiştir.

Bir yanda Körfez İşbirliği Konseyi’nin devreye girip derinleşen ihtilafa merhem olmaya çalışması; diğer yanda ise İslam İşbirliği Teşkilatı Zirve Başkanı olan Türkiye’nin sürece müdahil olarak şiddetlenen kutuplaşmayı hafifletme çabası elbette son derece yerinde ve kayda değerdir.

Katarla tarihsel bağlarımız vardır.

Bir zamanlar ecdadımızın atadığı kaymakamlar bu ülkeyi yönetmişlerdir.

İki ülke arasında siyasi, ticari, ekonomik ilişkiler bilinmektedir ve bunun korunmasıyla ilgili hassasiyet gösterilmesi de doğal ve normaldir.

Normal olmayan Katar konusunun kimi zaman abartılması kimi zaman da istismar edilmesidir.

Katarla imzalanan anlaşmaların TBMM’de 8 Haziran günü rutin onayı, görülen odur ki, birden bire bazı çevreleri rahatsız etmiştir.

Katar’da kurulacak Türk üssünün körfez ülkelerinin güvenlik ve istikrarına destek vermekten başka bir hedefi yok iken, durduk yere bir kaşık suda fırtınalar koparanları anlamak şüphesiz mümkün değildir.

Dünya Doha’dadır.

Yedi düvel komşu coğrafyalara demir atmıştır.

Peki Türkiye, üstelik eski hakimiyet havzalarında niye olmayacaktır?

Neyimiz eksik, neremiz yetersizdir?

Özellikle ana muhalefet partisi CHP’deki var olan kompleks, aşağılık duygusu, her şeye kulp takma kurnazlığı nasıl ve ne şekilde izah edilecektir?

Ne yapsaydık, ülke olarak bölgesel ve küresel gelişmelerin akıntısına hiçbir irade göstermeden kendimizi teslim mi etseydik?

Türkiye’nin Musul’da kurduğu Başika Kampı için aynı masalı dillendirdiler.

Fırat Kalkanı Harekatı başlayınca da benzer itirazları seslendirdiler.

Türkiye’nin sınır ötesi askeri veya siyasi faaliyetleri hukuki ve meşru sınırlar çerçevesinde olduktan sonra, bunu karalamak, kötülemek bir defa gayri milliliktir.

Aslında siyasetimizin en temel sorunlarından birisi de budur.

Bilinmelidir ki, korkak talihinden kaçar, kahraman tarihini kavrar.

Korkak bakar ve batırır; kahraman yapar ve yaşatır.

Türk milleti ise hamd olsun kahramandır, kahramanca bir maziden kutlu bir istikbale kanatlanmıştır.

Gerçi başka da çare yoktur.

Aman bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın diyenler, yılanın bir gün dönüp dolaşıp kendilerini sokacağını iyi bilmelidirler.

Türkiye, bekasının müdafaası amacıyla yedek kulübesinde değil sahada olmalıdır; kıyıda, köşede, kenarda değil bölgenin kalpgahında, gerekirse, gücü yeterse kaptan köşkünde bulunmalıdır.

Bunun neresi mahsurludur?

Bunun neresinde sakınca vardır?

İddialı olmayalım mı?

İrademizi göstermeyelim mi?

Aktif, çok yönlü, başkent Ankara merkezli, dünyaya Türkçe bakan bir dış politika istemeyelim mi?

Dış politikada ebedi dostluk veya ebedi düşmanlık diye bir şey olmayacaktır.

Bunun yanında komşu coğrafyalarda kategorik bir tarafgirlik de makul ve mantıklı görülmeyecektir.

Türkiye tarihsel çıkarları neyi gerektiriyorsa onu yapmalı, coğrafyanın sesi ne diyorsa ona müzahir hareket etmelidir.

Bu nedenle Doha’da üs kurmak Körfez ülkelerine meydan okumak şeklinde yorumlanmamalıdır.

Önce diyalog, önce mutabakat, önce diplomasi kanallarının açık ve çalışır olmasıyla sertliğin yumuşatılması, gerginliğin giderilmesi lazımdır.

Görebildiğimiz kadarıyla hükümet de bunu yapmaktadır. Ve doğru çizgidedir.

Konu siyaset üstüdür.

Konunun hükümeti aşan bir yönü de vardır.

Milliyetçi Hareket Partisi ne Katar’ın safında, ne de bu ülkeye tavır alan ülkelerin karşısındadır.

Biz yalnızca ve yalnızca Türkiye’nin hak ve çıkarlarının yanındayız, yanında olmaya da kararlılıkla devam edeceğiz.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Doha’ya Ankara’dan bakıyoruz.

Riyad’a, Kahire’ye, Sana’ya, Amman’a, Abu Dabi’ye, Manama’ya, Nuakşot’a, Beyrut’a, Şam’a, Bağdat’a Ankara’nın ruh, ilke ve milli ülküleriyle yaklaşıyoruz.

Çünkü biz Milliyetçi Hareket Partisi’yiz.

Çünkü biz onurlu ve milli bir dış politikanın savunucusuyuz.

Doğru olduktan sonra kimseden de lafımızı çekmez, çekinmeyiz.

Türkiye’nin Ortadoğu’da ne işi var diyen, Doha’da ne yapacak tartışması çıkaran başta CHP olmak üzere, malum çevrelere açıklıkla sormak istiyorum:

Türkiye’nin bölgede pozisyon alması gözünüze batıyor da, ABD’sinden Almanya, Fransa ve Birleşik Krallığı’na kadar birçok ülke niçin dikkatlerinizden kaçıyor?

Kimlerin nam ve hesabına çalışıyorsunuz?

Kimlere sözcülük yapıyorsunuz?

Eğer yürekliyseniz, eğer minderden kaçmayacaksanız, eğer sıkıyı görüp araziye uymayacaksanız; ABD’ye ne işiniz var Ortadoğu’da deyin de endamınızı görelim, adamsınız diyelim.

Bakın biz söyledik, yine söylüyoruz, yine söyleyeceğiz.

CHP’nin cesareti varsa, Rabia polemiğine değil, emperyalizmin bölgeye kurduğu kanlı rampalara kafa yorsun, bunu dert edinsin.

Diyorlar ki, Katar yönetimi teröre destek veriyormuş.

Kim diyor, ABD ve bazı körfez ülkeleri.

Bu iddianın ne kadar doğru olduğunu elbette bilemeyiz.

Şüphe yok ki, bu suçlamanın haklı yanları olabilecektir.

Buna doyurucu ve ikna edici cevabı verecek olanlar da bellidir.

Biz meselenin burasında değiliz.

Madem asıl suçlamalardan birisi teröre destek çıkmaktır; o halde, insanlık vicdanı adına bölgesel ve küresel planda teröre kimin destek vermediğinin öncelikle dişe dokunur araştırma ve açıklamasını süratle yapmak şarttır.

Geçtiğimiz hafta Tahran’daki terör eylemini yapanlar ortadadır da, emri ve görevlendirmeyi yapanlar nerelerde gizlidir?

IŞİD’in mimarı, PKK-YPG’nin mucidi, DHKP-C’nin sahibi nereye saklanmıştır?

Londra, Kabil, Şırnak, Hakkari, Batman’daki saldırıların kumanda merkezi neresidir?

8 Haziran’da Somali’nin Putland bölgesinde, 9 Haziran’da Irak’ın Kerbela şehrinde düzenlenen kanlı saldırıların talimatını veren, biraz sonra değineceğim 9 Haziran’da Batman Kozluk’ta şehit düşen Aybüke kızımızı şehit eden şerefsizlerin amiri, efendisi, kiralayanı kimlerdir?

Terör örgütleri her yere yuvalanmıştır. Bu bellidir.

Şayet yardım görmeseler, arkalarından itekleyen, destekleyen ülkeler bulunmasa, azılı katillerin kan dökmeleri mümkün müdür?

Terörizm, çıkar kavgalarının, ekonomik rekabetin, egemenlik mücadelelerin kör ve kalleş bir aracıdır.

Ortadoğu’da esas olan gaz temalı, petrol temelli kanlı cepheleşme ve hesaplaşmadır.

Gücü yeten yetenedir.

Gözü kesen kesenedir.

Tahran-Riyad çekişmesi, mezhep ve etnik kutuplaşma felaket habercisidir.

Bize göre de mutlaka önüne geçilmelidir.

Maalesef karşımızdaki zulüm piramidinin içinde yok yoktur.

Zalimler koalisyonun arasında olmayan kalmamıştır.

Enerji oyunları, stratejik çatışmalar, harita başındaki planlamalar ülkelerin fiziki karşılaşmasıyla, fiili kapışmasıyla değil, asimetrik yöntemlerle, terör örgütleri eliyle görülmektedir.

Bölgemizi sürmeyen kalmamıştır.

Sürenlerin ekmediği fitne tohumu da kalmamıştır.

Ortadoğu öyle bir hal almıştır ki, hem ihtirasların hedefi, hem de kalıcı istikrarın kilididir.

ABD Başkanı, Katar’ın teröre en üst düzeyde finansman sağladığını söylerken, Pentagon sözcüleri Katar’ın kritik bir ortak olduğunu ifadeye mecbur kalmışlardır.

Yani hem nalına hem mıhına vurulmaktadır.

Anlaşılan odur ki, ABD Başkanının seçim döneminde, “borcumuzu körfez ülkeleri ödeyecek” beyanının ifa ve icrası için her karanlık yola müracaat edilmektedir.

11 Eylül terör saldırısında, 19 El Kaide teröristinin 15’i Suudi Arabistanlı çıkmıştı.

ABD, 11 Eylül saldırıları nedeniyle ölenlerin yakınlarının Suudi Arabistan’a dava açmasına imkan tanıyan bir yasa tasarısı hazırlamıştı.

Söz konusu “Terörizmin Sponsorlarına Karşı Adalet Yasa Tasarısı” ABD Kongresi’nde kabul edilmeden önce Riyad yönetimi meydan okumuş; 750 milyar dolar değerindeki ABD Merkez Bankası tahvil ve bonolarını elden çıkarmakla pazarlık gücünü artırmayı denemişti.

Ülkemizin itiraz, Obama’nın da veto ettiği söz konusu tasarı sonunda yasalaşmış, iki ülke arasında soğuk rüzgarlar esmişti.

Teröre destek konusunda masum sayılacak çok az ülke olduğu açık ve nettir.

Bugüne kadar yaşadığımız deneyimler buna işaret etmektedir.

Küresel ve bölgesel huzur, istikrar ve güvenlik için terörizmin yanında, yöresinde az veya çok bulunan ülke ya da ülkeler öncelikle niyetlerini ıslah etmeli, kanlı el ve emellerini gözden geçirmelidir.

Petro dolar açlığının ve hırsının insan varlığına, insan canına, devasa bir medeniyetin yok oluşuna hizmet ettiğini artık herkes görmeli, bundan da ibret almalıdır.

Bilhassa şu mübarek Ramazan ayında, İslam ülkeleri üzerlerinde oynanan oyunlara karşı uyanık, halklarına karşı müşfik ve merhametli, dinimizin buyruklarına da sadık ve bağlı olmak durumundadır.

Sorunları diyalogla çözmek, yangına körükle gitmekten sakınmak şarttır.

Merhum vatan şairimiz Mehmet Akif Ersoy on yıllar önce bizlere ne kadar anlamlı ve düşündürücü şekilde seslenmişti:

Ey koca şark, ey ebedi meskenet!

Sen kımıldamaya bir niyet et.

Korkuyorum, Garbın elinden yarın,

Kalmayacak çekmediğin mel’anet.

 

Muhterem Milletvekilleri,

Ülkemiz henüz arzulanan sosyal ve ekonomik gelişmişliğe, huzur ve esenliğe ulaşabilmiş değildir.

Anlaşmazlıklar her yerdedir.

Şiddet her taraftadır.

Gazetelerin üçüncü sayfaları dehşet ve şiddet haberleriyle doludur.

Sosyal ve toplumsal bünyemiz alarm vermektedir.

Milletimiz huzursuz ve memnuniyetsizdir.

Ailede kavga, sokakta kavga, milli takımda kavga, ekranlarda kavga, her yerde rezalet diz boyudur.

Toplumsal güven erimektedir. Buna engel olmak acil bir ihtiyaçtır.

Adalet ve ahlaktaki gerilemeler inanılmaz boyutlardadır.

Türk-İslam medeniyetinin insanlığa örnek olduğu, istikamet çizdiği dönemlerde akıl ve duygunun ahengi gerçekten de gıpta edilecek düzeylerdeydi.

Kutlu ecdadımızın adalete düşkünlüğü, hak ve hakikat yoluna sadakati, nefsi azgınlıklara gem vurması milletimizi başarıdan başarıya uçurmuştu.

Maddeyle mana arasında kurulan denge, ilim ve maneviyat arasında inşa edilmiş sağlam bağ Türk milletini asırlarca zirvelerde gezdirmişti.

Biz, sözün kalpten gelmeden hasbi olmayacağını, akli davranmadan ihlasa ulaşılmayacağını muhterem ecdadımızdan öğrendik.

Geçmişimizde aklın övüldüğü, gönül insanı olmanın takdir topladığı, saygıya, ahlaka ve muhabbete dayalı toplumsal ilişkilerin el üstünde tutulduğu zamanlarda huzur ve refah üzerimizden hiç eksik olmamıştı.

Hak ile batılı, doğru ile yanlışı ayıran, gönlü parlatan, günahtan koruyan, sapkınlıklardan uzak tutan aklın ışığıdır.

Efendimiz Resulullah, Allah’ın alemden evvel aklı yarattığını buyurmuştu.

Akıl; Allah korkusunun, iman vahasının, edep ve haya ağacının, bilim ve bilgi çınarının yeşerip geliştiği verimli bir bahçedir.

Herkesi ikaz ediyorum ki, bu bahçemiz kurumaktadır.

Bugün az kazanıyorsanız, yarın çok olur.

Bugün az doyuyorsanız, yarın tok olursunuz.

Mesele esasen bu değildir.

Rızkı veren Allah, kesecek olan da Allah’tır.

Bugünkü şartlarda yaşadığımız krizleri, karşılaştığımız buhranları aşmanın yolu ilk olarak ortak aklı çalıştırmaktır.

Çalkantılardan kurtulmanın reçetesi müşterek ve milli aklı harekete geçirmektir.

Milletçe doğruda buluşmak, mantık ve makulde söz kesmek, mutabakat kanallarını genişletmek elzemdir.

Aksi halde Türkiye’nin işi zordur.

Önümüz sisli, bir o kadar da engebelerle doludur.

Akla sığmayan vakalar herkesin gözü önünde cereyan etmektir.

Hain ve batıl emeller Türkiye’ye çok çektirmiş, felaketten felakete sürüklemiştir.

Üzülerek ifade ediyorum ki, aklın reddettiği ne varsa bugün tedavüldedir.

İnsani hasletlerle bağdaşmayan ne varsa bugün ortadadır.

Pek tabiidir ki ülkemizin şu günkü buhranlı halinden memnun olmamız akla, inanca, insafa ve izana ihanettir.

Bizim yangından mal kaçırma gibi bir derdimiz yoktur.

Bizim fırsatı ganimete dönüştürme, krizden medet umma, kavgadan çıkar bekleme gibi bir gayemiz, bir gayretimiz olmayacak, olamayacaktır.

Milletimizin üzgün, yılgın ve şaşkın olduğu bir durumda, bizim ısrarla siyasi menfaat çetelesi tutmamız kendimizi, mazimizi ve milliyetçi mücadelemizi inkardır.

“Önce ülkem ve milletim, sonra partim ve ben” anlayışına uygun tavrımızı koruyarak, kötü niyetlilerin, terör örgütü FETÖ’nün kripto damarının neden olduğu yıkımları, dağınıklıkları, adalet, akıl ve vicdanla izah edilemeyen skandalları kaygıyla izliyoruz.

Bizim, gündemdeki iddia taşkınlığına dudak bükmemiz imkânsızdır.

Dikkatleri asıl mevzudan uzaklaştırma çabalarını, esas konuları gizlemeye matuf tali ve dolambaçlı yol açma teşebbüslerini masum bulmamız akla ziyandır.

Hem kel hem de fodul olanların adalete giydirmeye çalıştığı deli gömleğini hafife almamız eşyanın tabiatına aykırı olduğu gibi, milletimizin hukukuna da açıkça hakarettir.

Bu tutumuzla milletimizin hakkını savunuyoruz.

Milli duruşumuzla hali hazırda yaşanan, gittikçe karmaşıklaşan, gittikçe kökleşen sorunları aşmanın formülleri üzerinde kafa yoruyoruz.

Hz. Mevlana asırlar evvel; geminin içindeki su gemiyi batırır, geminin altındaki su ise kaldırır demişti.

Türkiye suçluların, hainlerin adaletten kaçırılmasıyla dört bir tarafından su almakta ve dibe doğru kaymaktadır.

O halde ülkemizi düzlüğe ve yüzeye çıkaracak ikinci yol soruna neden olan adaletsizliklerin üzerine kararlıca gitmektir.

Eğer bu hususta irade gösterilip başarı sağlanırsa, batışa neden olan yük ve ağırlıklar kaldıraç işlevi görecek ve Türkiye dehşet döngüsünden hasar alsa da kurtulacaktır.

Türk milletinin gözü açıktır.

Muhayyilesi faaldir.

Baldırı çıplakların, ederi bir dolar olan canilerin tezgâhlarına hazırlıklıdır.

Kanun kaçakları, kanundan kaçırılanlar, kanunu karartanlar ve kanun kalaycıları aşağı yukarı billurlaşmıştır.

Ne kadar inkar edilse de, algılar ne denli denetim altında tutulmaya ve yönlendirilmeye uğraşılsa da FETÖ’nün kalıntıları faal, hücreleri aktiftir.

Hz. Ali’nin “Doğruyu kişisine göre tanıma. Aksine doğruyu tanı ki, doğru olanları da tanıyasın” kutlu tavsiyesi Türkiye’ye tuzak kuranların maskesini düşürecek öğüttür.

Ne acıdır ki, Türkiye düşmanları her şeyi ayağa düşürmek için fırsatçılık yapmakta, son nefesleriyle çırpınmaktadır.

Türk devleti kanatları koparılıp kafese atılan kuş haline dönüştürülmek istenmektedir.

Kanayan yaralar sürekli deşilmektedir.

Kuşkulu, kuruntulu, vehimli zihniyetler kendi dışındaki herkesi kötülemekte ve itham etmektedir.

Tarihin her döneminde ahlak, adalet ve iman yolundan sapanlar hak ettikleri cezaları bulmuşlardır.

İnsanlık; zalimlerin, haksızlık yapanların, bağnazların, kibirlilerin ders alınması gereken ve hepimize ibret vesikası olan sonlarını görmüştür.

İlahlık taslayan Firavun’un suda helak olması, bir sineğin mağlup ettiği Nemrud, yaşayışları hayvandan daha aşağı olan Lut Kavimi, Ebabil kuşlarınca yok edilen müşrikler, Nuh, Ad ve Semud Kavimlerinin yaşadıkları felaketler insanlığın ortak hafızasında hala canlıdır.

Menfi niyetlere eşlik eden; cehalet, ihanet, gaflet, şöhret ve şehvet hastalıkları yolunu şaşırmışların ortak meziyeti, ortak özellikleri arasındadır.

Nefsi ve şeytani tutkuların neden olduğu toplumsal yaraların tedavisi uzun zaman almış, epey de maliyetli olmuştur.

Şu gerçeğin altını kalın olarak çizmek isterim ki, hukuk kuralları, adalet ilkeleri toplum yapısının güvencesi olarak düzen ve dengeyi sağlamıştır.

Çağlar boyunca en büyük yaptırım gücü merhum Hocamız Prof. Dr Erol Güngör’ün de vurguladığı gibi insanlık vicdanıdır.

Eğer ki, kanunlar, nizamlar, kamuoyunun baskıları, dinin emir ve yasakları insan vicdanında yer bulmazsa, devletle vatandaş arasında bitip tükenmez bir hırsız-polis kovalamacası başlayacaktır.

Merhum Güngör, bu durum karşısında, ferdin yakalanmayacağını düşündüğü her fırsatta suç işleyeceğini açıklamaktadır.

Vicdan bizlerin, kendi ahlaki davranışımız hakkında şahsen yapmış olduğumuz yargıdır.

Yine Merhum Güngör Hocamız, ahlaki kontrol gücünü yitirmiş toplumlarda nefsine hakim olmasını bilen vicdan sahiplerinin birer ahlak kahramanı olarak toplumu doğru yola getireceklerini söylemiştir.

İşte bu yüzden Türk milliyetçileri bu dönemin ahlak burçlarıdır.

Millet olarak ahlak kahramanları ve edep zirveleri konusunda oldukça talihli olduğumuz bir hakikattir.

Rahmetle hatırladığımız büyük Hakanımız Fatih Sultan Mehmet’i, bir Rum Mimarla devrin Kadısı Huzur Bey’in karşısına aynı haklarla ve eşit şartlarla çıkaran bir sistemi övmeyelim ve hayranlık duymayalım da ne yapalım?

Yargılanan bir cihan Padişahının suçlu bulunmasına ses çıkarmamasını ve kısasa kısas bağlamında verilen hükme razı gelmesini iftiharla anmayacağız da neyi konuşacağız?

Adaleti diri tutmalıyız.

Milletimizin hakkına hukukuna saygı duymalıyız.

Hatırlıymış, arkası sağlammış, sırtı kaviymiş, imtiyazlıymış, onun damadı, bunun akrabasıymış diyerek hiçbir suçlunun, hiçbir failin adalete kıymasına izin veremeyiz, vermemeliyiz.

Yok hastaymış, yok adresi belliymiş bahaneleriyle tutuklanıp serbest bırakılanlar millet vicdanını sızlatmaktadır.

Hukuk karşısında herkes eşittir, hukuk herkese lazımdır.

Türkiye ihanetle, terör örgütleriyle, 15 Temmuz işgal teşebbüsüyle hesaplaşıp yüzleşecekse bunu kesinlikle hukuk yoluyla yapacak ve bu konuda ayrıcalıklı hiç kimse olamayacaktır.

Halen Türk devletinin önemli ve karar verici mevkilerinde FETÖ’cü varsa ve bunlar sürmekte olan davaları sulandırıp savsaklıyorsa vebal herkesin üzerindedir.

Günaha göz yummak günahtır.

Yanlışa sessiz durmak ayıptır, milletimize de saygısızlıktır.

Bir devletin yıkımını sırf ülke kaybıyla ifadeye imkan yoktur.

Eğer bir devlet, birliğini vücuda getiren adalet ve ahlaki unsurların mahiyet ve muhtevalarını kaybetmişse, sosyal ve ekonomik gerçeklere intibaktan mahrumsa, kıtları içine alan bir ülkeye sahip olsa da yıkım ve dağılma devresine girmiş demektir.

Samimiyetle soruyorum, uzun asırlar uyuyakalan bir devin uyanıp düşünmeye başlaması ne zaman olacaktır?

Her tarafımıza bağlanmış zincirleri niye kıramıyoruz, prangaları neden sökemiyoruz?

15 Temmuz yıllardır üzerimize geçirilen esrar perdesini kaldırarak, irili ufaklı binlerce musibetin kımıldadığı bir muhitin görülmesine de yaramıştır.

Uçuruma yuvarlanması için her komplo ve tertibin yapıldığı Türkiye Cumhuriyeti’nin toparlanıp ayağa kalkması için her imkan, her kaynak vardır.

Kardeşlikse aranan, milli birlikse beklenen, dayanışma ve kucaklaşmaysa istenen, destekse dilenen işte buna hizmet edip yanında duracak milliyetçi irade burada, bu salondadır.

Türkiye Cumhuriyeti bir millet eseridir.

Ve de bu muazzam eser asla esir edilemeyecektir.

Keçecizade Fuat Paşa’nın söylediği, bütün felaketlerimizin kaynanası olan cehalet sökülüp atılmalı, ihanet ezilip geçilmeli, sefalet ve gerilik yenilip aşılmalı, Türkiye 7 Ağustos Yenikapı ruhu eşliğinde istikbale istiklal namusuyla, el ele, omuz omuza yürümelidir.

 

Değerli Milletvekilleri,

Türk milleti bekasını muhafaza amacıyla çetin bir mücadelenin içindedir.

Bölücü ve hain terör evlatlarımıza kast etmeye devam etmektedir.

Geçtiğimiz hafta boyunca acı verici kara haberler milli yürekleri kavurmuş, hepimizi kedere boğmuştur.

Sekiz evladımız katillerin ateşiyle toprağa düşmüşlerdir.

Bunlar arasında bir evladımız vardır ki, duyan herkesin göz pınarlarından yaşlar akmasına neden olmuştur.

Batman Kozluk’ta, henüz hayatının baharında, körpe bir fidan olan Müzik Öğretmeni Şenay Aybüke Yalçın terörün hedefi olmuştur.

Aybüke kızımız al bayrağa sarılı tabutuna iliştirilen duvağıyla, kırmızı yazmasıyla memleketi Çorum’da ebedi yolculuğuna uğurlanmıştır.

Milyonlar Aybüke’yi konuşmuş, Aybüke’yle birlikte diğer şehitlerimize yanmış, ağıtlar yakmıştır.

Her şehit gibi ay yüzlü Aybüke de mazlumdur. Helal kanı inşallah yerde kalmayacak, hesabı mahşere bırakılmadan bu dünyada sorulacaktır.

Çok sevdiği müzik notaları öksüz, sınıfı kimsesiz, öğrencileri geride meyus kalmıştır.

Aybüke’nin muhterem babası Sadık Yalçın ise duruşu ve asaletiyle tüm Türkiye’ye ders vermiş, taraflı tarafsız herkeste hayranlık uyandırmıştır.

Acılı baba, 11 Haziran Pazar günü, şehit kızının naaşına bakarak şu sözleri mıh gibi arşın çatısına çakmıştır:

“5 bin yıl değil, 500 bin yıl daha buradayız Allah'ın izniyle. Kimse bizleri yıldıramaz. Bu vatan tarihte Türk’tü, bugün de Türk, yarın da Türk. Ne Mutlu Türküm Diyene.”

Merhume evladımız Aybüke’yi böyle bir baba yetiştirmiş, vatana da feda etmiştir.

Böyle bir babaya hürmet edilmez de ne yapılır?

Böyle bir babayı tazimle selamlamayalım da kime selam verelim?

Bu vakur, bu asalet, bu soylu, bu milli ve inanmış yürek Türkiye’nin yegane aradığı, özlemle ihtiyaç duyduğu sesleniş ve dik duruştur.

Millet Türk’tür, devlet Türk’tür, vatan Türk’tür, bayrak Türk’tür.

Ne Mutlu Türküm diyene sözü şeref nişanemiz, varlık ve birlik yeminimizdir.

Barzani, 25 Eylül’de bağımsızlık referandumu yapacakmış.

Türkmen yurtlarına göz dikmiş.

Kürdistan kurulup coğrafyalar deprem geçirecekmiş.

Bunların hepsi fasa fisodur, fuzuli ve bayat laf enflasyonudur.

Aç tavuk kendini darı ambarında sanacaktır.

Haklı olarak Irak’ın toprak bütünlüğünü savunan Türkiye Cumhuriyeti kapısının önünde kaçak bina dikmeye, çadır kurmaya, gecekondu yapmaya kalkışanları hizaya getirip Aybüke ve tüm şehitlerimizin emanetini korumaya hem görevli, hem mecbur, hem de buna kudretlidir.

Barzani ateşle oynamaya meraklı ve bunda ısrar ediyorsa, cayır cayır yanmasının önünü açmak, hatta bunu çabuklaştırmak Türk devletinin beka ve haysiyet meselesidir.

Erbil oradaysa Ankara burada, fitne oradaysa faziletli millet iradesi ayaktadır.

Büyük bir tarih damarının beslediği Türk milleti, yaslandığı derin köklerin ebedi güvencesine sahiptir. Ve şirret komplo bozulacaktır.

Hiçbir küresel senaryo, çağın hiçbir art niyetli projesi Türk milletinin tarihsel köklerine, dallarına ve budaklarına zarar veremeyecektir.

Bedel neyse bunu ödemeye hazır kahramanlar tetikte beklemektedir.

Biz Aybüke’ye, hürmet ve minnetle yad ettiğimiz tüm kahraman şehitlerimize mahcup olmayacağız.

Bütün şehitlerimizin saygıdeğer anne ve babalarını hayal kırıklığına uğratmayacağız.

Tarih, zamanın ruhunu gören, bunu kavrayıp yön veren milletler tarafından yapılmıştır.

Türk milleti gerekirse yeniden tarih yapacak, gerekirse bu tarihi kanıyla yazacaktır.

Biz kendimizden geçmedikçe, kimse bizi geçemeyecek, kimse bize diş geçiremeyecektir.

Sözlerimin sonunda Aybüke kızımız başta olmak üzere, tüm şehitlerimize Allah’tan rahmet niyaz ediyor, acılarını paylaşıyorum.

Milletimize, ailelerine başsağlığı diliyorum.

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Sağ olun, var olun, Cenab-ı Allah’a emanet olun.