Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma. 14 Kasım 2017
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
14 Kasım 2017

 

 

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Muhterem Misafirler,

Basınımızın Değerli Temsilcileri,

Haftalık olağan Meclis parti grup toplantımız vesilesiyle buluşmanın, bir araya gelmenin kıvancını hep birlikte yaşıyoruz.

Konuşmamın hemen başında sizleri hürmet ve muhabbetle selamlıyor, başarılarla dolu bir hafta geçirmenizi diliyorum.

Ekranları başına geçerek gözünü ve kulağını pürdikkat bizlere çeviren aziz vatandaşlarımıza her zaman olduğu gibi sevgi ve şükranlarımı sunuyorum.

Komşu coğrafyalardaki her türlü gelişme bizim ilgi sahamız içindedir.

Aramızda derin tarihi ve kültürel bağlar vardır.

Atalarımız, “ev alma komşu al” sözünü boşuna telaffuz etmemişlerdir.

Özellikle 911 km uzunluğunda sınırımız olan Suriye, 350 km uzunluğunda sınırımız olan Irak bizim nazarımızda önemi inkar ve ihmal edilemeyecek boyuttaki iki ülkedir.

Bunun elbette bilincindeyiz.

Doğası gereğince, Irak, Suriye ve hatta İran’daki her hadisenin ama öyle ama böyle ülkemize yansımaları olmaktadır.

Sınırlarımızın diğer yakasında yaşanan doğal afetlerden bile Türkiye az veya çok etkilenmektedir.

Bildiğiniz gibi, 12 Kasım günü akşam saatlerinde merkez üssü Irak’ın Halepçe kentinin güneybatısı olan ve ilk belirlemelere göre 7.3 şiddetinde bir deprem meydana gelmiştir.

Bu doğal felaket Irak’ın Kuzeyiyle, İran’ın Irakla sınır alanlarını yoğun bir şekilde tesir altına almıştır.

İran’ın Kirmanşah kentinde maalesef ölü sayısı bir hayli fazladır.

Ayrıca ülkemizin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleriyle Suriye, Kuveyt, Azerbaycan, Birleşik Arap Emirlikleri’nde depremin sarsıntıları hissedilmiştir.

Şu ana kadar yapılan açıklamalardan sayıları 400’ü aşan insanın hayatını kaybettiği, binlercesinin de yaralandığı anlaşılmaktadır.

Tablo vahim, yıkım ileri boyuttadır.

Elbette deprem felaketinin yaralarının sarılması amacıyla komşuluk hukukunun gereği neyse o yapılmalıdır.

Memnuniyetle ifade ediyorum ki, Türkiye depremzedelere yardım konusunda hazır olduğunu samimiyetle dile getirmiş, enkazın kaldırılmasıyla ilgili duyarlılığını göstermiştir.

Nitekim Türk Kızılay’ı anında harekete geçmiş, AFAD tüm hazırlıklarını yapmıştır.

Deprem hayatın bir gerçeğidir. Bundan kaçış yoktur.

Bölgemiz de deprem kuşağındadır.

Ve de Türkiye depremin ağır sonuçlarını belirli aralıklarla yaşayan bir ülkedir.

1939 Erzincan, 1941 Reşadiye, 1942 Erbaa, 1944 Bolu, 1967 Adapazarı, 17 Ağustos 1999 Gölcük, 12 Kasım 1999 Düzce depremleri son yüz yıl içinde yaşadığımız felaketlerden bazılarıdır.

Allah korusun, İstanbul’da yaşanacak muhtemel büyük depremle ilgili uyanışı sağlayacak ikazlar, uyarıcı ifadeler uzun süredir gündemdedir.

Depremle yaşamasını öğrenmek zorundayız.

Depreme teslim olmak yerine, olacakları öngörüp, feci akıbetleri bugünden yorumlayıp mutlaka önlem almak mecburiyetindeyiz.

Açıktır ki deprem değil, tedbirsizlik ölümlere yol açmaktadır.

Vatandaşlarımızın depreme karşı bilinçlendirilmesi önemli olduğu kadar; inşaat faaliyetleri, imar çalışmaları ve kentlerin yeniden inşası konularında da özen gösterilmesi, dürüst ve sorumlu hareket edilmesi tartışmasız önemdedir.

Şunu özellikle vurgulamalıyım ki, Irak’ın kuzeyindeki depremden,  şiddetli yıkım ve can kayıplarından dolayı son derece üzgünüz.

Bu kapsamda hayatlarını kaybedenlere Allah’tan rahmet, yaralılara şifa diliyorum.

Dost ve kardeş ülkeler Irak ve İran’a başsağlığı dileklerimi bildiriyorum.

 

Muhterem Arkadaşlarım,

Türkiye’nin bölgesinde bileğini bükmek, sırtını yere getirmek için hava koklayan, fırsat kollayan, zemin yoklayan pek çok husumet ve musibet odağı vardır.

Karışıklıktan nemalanan, kaostan mamalanan, krizden çıkar sağlayan karanlık çevreler ülkemizin bekasını, tarihi birlikteliğini sakatlamak maksadıyla pusudadır.

Bunların değirmenine su taşıyan ve beşinci kol faaliyetiyle içten içe fitne aşılayan mihrakların pusulası da çoktan şaşmış, gerçek yüzleri açığa çıkmıştır.

Türk milleti tehdidin boyutunu görmektedir.

Tehlikenin büyüklüğünü ferasetiyle sezmektedir.

Aziz milletimiz milli birlik ve kardeşlik duygusuna şuurla ve gururla sahip çıkmaktadır.

Bozguncular, çok şükür karamsar ve umutsuzdur.

Bölücüler arkasına baka baka yaşamakta, rahat nefes alamamakta, kimisi kafese, kimisi de kodese girmekten kurtulamamaktadır.

Buhran sevdalıları, bunalım düşkünleri kıstırılmış, köşeye sıkışmıştır.

Vurguncular tedirgin ve korku içindedir.

Terörle mücadele korkusuzca, kararlı bir şekilde hainleri hedef almaktadır.

Türk Silahlı Kuvvetleri sınır ötesinde ve vatan topraklarında teröristlere göz açtırmamaktadır.

Şırnak merkez Bestler-Dereler, Diyarbakır Lice, Irak’ın Zap, Avaşin ve Basyan bölgelerinde tavizsiz şekilde askeri operasyonlar icra edilmektedir.

En son terörist teslim alınıncaya, en son kanlı silah kırılıncaya kadar mücadeleden geri dönüş, milli azim ve iradeden geri adım yoktur ve tüm yollar kapalıdır.

İnanıyorum ki, hainler döktükleri tertemiz şehit kanlarında boğulacaklar, yaptıklarına pişman edileceklerdir.

Bekamıza silah doğrultan, bin yıllık kader ortaklığına gölge düşürmeye heves eden, kardeşlik bağlarımıza hançer sallamayı aklından geçiren kim ya da kimler varsa yaktıkları nifak ve niza ateşinde yanıp kül olacaklardır.

İster ekonomik saldırılarla,

İster silahlı eylemlerle,

İsterse de farklı vasıtalarla olsun, doğrudan üzerimize gelen, güvenliğimizi açıktan hedef alan, toprak ve insan bütünlüğümüze acımasızca suikaste yeltenen kim olursa olsun kaybetmeye mahkûmdur.

Kör gözünü açmış, kan damarlara yürümüş, kahramanlık ete kemiğe bürünmüştür.

Millet kenetlenmiş, kirli hesapları yerle bir etmek için dev cüssesiyle ayağa kalkmıştır.

Hatırlayınız, ne diyordu merhum vatan şairimiz Mehmet Akif:

“Sahipsiz olan memleketin batması haktır;

Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.

Feryadı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar.

Uğraş ki, telafi edecek bunca zarar var.”

Zaman dar, zarar-ziyan fazla olsa da, bunların üstesinden gelecek inanmışlık ve yüksek irade bu cennet vatana, bu kutlu devlete, geleceğin büyük Türkiye özlemlerine son damla kan, son kahraman nefere kadar Allah’ın izniyle sahip çıkacaktır.

Milliyetçi –Ülkücü Hareket olduktan sonra, ne memleket, ne de millet batacaktır.

Ne melanet ne de menhus ve melun emeller kazanacaktır.

Diyor ya şair, “bir yerin adına denince Türk ülkesi, gözüm bayrak arar, kulağım ezan sesi.”

Al bayrak ufkumuzda dalgalandığı müddetçe, korkuya yer yoktur, hainlere aman verilmeyecektir.

Çünkü bayrağı bayrak yapan üstündeki kandır, bu mübarek kan ki, bağımsızlığımızın can evidir.

Ezanlar sonsuza kadar iftiharla okunduğu ve üzerinde yaşadığımız topraklar uğrunda hayatlarını feda eden yiğitlerle vatan kaldığı sürece hiçbir düşmanlık, hiçbir alçaklık, bırakınız karşımızda durmayı, önümüze çıkmaya cesaret bile edemeyecektir.

Yeter ki, kudretimizin farkında olalım.

Yeter ki, tarihimizden kuvvet alalım, yeter ki milli ve tarihi şahsiyetlerimizle onur duyalım.

Büyük milletler, görkemli medeniyetler geçmişiyle ünlü, geleceğiyle güçlüdür.

Geçen haftaki grup konuşmamda da ifade ettiğim gibi, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e yönelik artan ilgiden, yoğunlaşan sevgi ve sahiplenmeden ziyadesiyle mutluluk duyuyor, bunun devamını temenni ediyorum.

Türk tarihinin en şanlı sayfalarını fedakârlıkla, millete hürmet, hizmet ve hayranlıkla yazan aziz Atatürk’ün siyaset üstü kalması samimi dileğimdir.

Atatürk hiç kimsenin tekelinde değildir.

Hele hele HDP, PKK ve FETÖ’nün yörüngesine giren CHP’nin Atatürk adını anmaya ne yüzü ne de hakkı kalmıştır.

Atatürk hiç kimsenin siyaset dövüşünün, sinir harbinin, sivri dilinin konusu da olamayacaktır.

Atatürk’e alaka yükseliyormuş, ne var bunda, olması gereken bu değil mi?

Son zamanlarda herkes Atatürk demeye başlamış, ne güzel işte, bunu polemik malzemesi haline getirmek ahlaki mi?

10 Kasım’da Anıtkabir dolmuş taşmış, bunun neresi mahsurlu, daha fazlası için arayış ve arzuya sahip olmayalım mı?

Yüzde 50 artı 1 nelere kadirmiş, Atatürk konusu abartılıyormuş, bazıları şaşkınlık geçiriyor, kelli felli kalem sahipleri hayretler içindeymiş.

Laf cambazlığını bırakınız, közlenmiş düşmanlıkları geçiniz, ipsiz sapsız değerlendirmeleri, uçuk kaçık beyanatları buruşturup atınız; nitekim Gazi Mustafa Kemal Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’dir.

Milli Mücadele’ye ve milliyetçi kahramanlara şaşı bakanlar, ters yaklaşanlar, küfredenler, kötü konuşanlar, kara çalmak için mevziiye girenler ya Trikopis torunları ya da işgalden bakiye kalmış haçlı tortularıdır.

Böyle gayri meşru torunlardan, böylesi kasvetli tortulardan bir kez daha kurtuluşun müjdesi yakındır ve sayılı günler inşallah çabucak geçecektir.

Atatürk, tam bağımsızlıktır; bundan ürkenler son gelişmelerden muzdarip ve meyustur.

Atatürk, Türk milliyetçisidir; kozmopolit, komünist, köksüz, kimliksiz, feslisi fessizi ne kadar çürük sima varsa kıvranmakta, kızmakta, hırlamaktadır.

Atatürk ismini duyunca irkilen ve kızarmaz yüzleriyle zehir saçanlar, varsın köhne ve karanlık yolcuklarına böyle devam etsinler.

Varsın cehaletlerinin esiri olsunlar.

Atalarımız ne güzel de söylemiş: “Âlim ile eyle ülfet, alırsın mertebe; cahil ile etme sohbet, dönersin merkebe.”

Fazla söze yer ve gerek yoktur; karşımızdaki hakikat bu kadar yalın, bu kadar açıktır.

Ve Atatürk ortak kıvancımız, kurtuluşumuzun kutup başı, milletimizin baş tacı olarak ebediyete kadar milli vicdanlarda eserleriyle, eşsiz miraslarıyla var olacak, aynı zamanda da manen yaşayacaktır.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Komşu coğrafyalardaki huzursuzluk sarmalı azalmak şöyle dursun, devamlı körüklenmekte, gün be gün kamçılanmaktadır.

Bu durumdan derin bir kaygı duyduğumuzu altını kalın bir şekilde çizerek belirtmek istiyorum.

Suudi Arabistan’da sular durulmuyor.

4 Kasım günü, Riyad ziyareti esnasında istifasını açıklayan Lübnan Başbakanıyla ilgili belirsizlikler ve bilinmezlikler artıyor.

Beyrut ile Riyad arasındaki ilişkiler sürekli geriliyor, sürekli çıkmaza sürükleniyor.

Saad Hariri’nin rehin mi, yoksa gönül rızasıyla ve şahsına yönelmiş tehditlerden dolayı mı Suudi Arabistan’da bulunduğu tam olarak anlaşılmıyor, açıklanamıyor.

İsrail’le ilgili kuşkular, İran ve Yemen ekseninde kuluçkaya yatmış korkular, Suudi Arabistan’ı tümden kavramış geniş çaplı operasyonlar, tutuklamalar, cinayetler, bölgesel projeler, küresel senaryolar son günlerde herkesin gündemindedir.

Ilımlı İslam yorumundan, yolsuzluk suçlamasından dolayı prenslerin teker teker gözaltına alınıp bol yıldızlı bir otelde zorla tutulmalarına kadar yaşanan onca hadise Suudi Arabistan’ı tartışmaların odağına doğrudan çekmiştir.

Bu ülkede tansiyon oldukça yüksektir.

Meselenin özünde, Suudi Arabistan’da kıran kırana bir iktidar savaşı yaşanmaktadır.

Mevcut Kral’dan sonra tahta geçmesi beklenen 32 yaşındaki oğlunun saha temizliği yaptığı, engel çıkaracak ne kadar isim varsa susturmaya veya suçlu hale getirmeye çalıştığı yoğun biçimde iddia edilmektedir.

Suudi Arabistan’da yaşananlar Körfez ülkelerini de tedirgin etmektedir.

Bizim ilgilendiğimiz hanedanlar arasındaki kavga değildir.

Bizim ilgi alanımız kimin kral, kimin veliaht olacağı, kimin suçlu, kimlerin suçsuz yere tutulduğu ya da takibe alındığı da değildir.

Bunlar Suudi Arabistan’ın iç meselesidir.

Ancak inancımızın kutsal mabet ve miraslarının bulunduğu Suudi Arabistan’ın küresel oyunlara teşne olması, dünyevi iktidar çatışmalarına kapılması hakikaten de esef vericidir.

Ve bizim tarafımızdan yadırganmış, yanlış bulunmuştur.

Suudi Arabistan’da asıl kimin mağlup, gerçekte kimin galip geleceğini zaman gösterecektir.

Bu vesileyle taht ve taç kavgasına tutuşanlara hatırlatmak istediğim ve ibret alınmasını ümit ettiğim yüzyılları aşıp gelen gür bir seda vardır.

Endülüslü mimarlar, İspanya’nın Gırnata, yani Granada şehrindeki El Hamra Sarayını 250 yılda tamamlamışlardır.

Endülüs düşse de, El Hamra tarihe mal olmuştur.

Dünyanın hiçbir yerinde Allah adının bu kadar zikredildiği sütun, kemer, kubbe, tavan, kapı ve duvara sahip başka bir saray bulmak mümkün değildir.

El Hamra Sarayı tarihin ta derinliklerinden tüm insanlığa, şöhret, şehvet ve servet bağımlısı olan, görünüşü mümin, aslı müzmin münafık olanlara her yerine kazınmış şu sözle haykırmaktadır:

“Vela Galibe İllallah”, yani Allah’tan başka galip yoktur.

Kendini galip görenler, günü geldiğinde mağlup olduklarını anlayacaktır.

Netice itibariyle mağluptur bu yolda galip olduğunu zannedenler.

Yüce dinimizin hangi buyruğunda, kutlu Peygamberimizin hangi sözünde bugünkü İslam toplumlarının rezilliğine, ilkelliklerine cevaz vardır?

Şüphesiz yoktur, aransa bile bulunamayacaktır.

Milyarlarca Müslüman aç ve sefalet içinde kaybolmuşken; bir avuç şeyhin, emirin, kralın, prensin açgözlülüklerini, doymaz kursaklarını, onmaz hırslarını, tedavisiz nefsi hastalıklarını nasıl açıklayacağız?

Bu nasıl Müslümanlıktır?

Bu nasıl İslam anlayışıdır?

Sırf batıya şirin ve sempatik görünmek için Ilımlı İslam denilen dayatma nasıl dillendirilmekte, dinimize bu leke ne hakla sürülmektedir?

Ne ılımlısı, neyin ılığı, Ilımlı İslam da neyi nesidir?

Düne kadar radikal, selefi ve kanlı niyetlere sponsor olanlar, şimdi de ibreyi ılımlı İslam’a mı çevirmişlerdir?

FETÖ’ye sipariş edilen dinler arası diyalog ve Ilımlı İslam projesine şimdi aklı bir karış havada, yeni yetme prensler mi taliptir?

Bunun sonu bölgesel yok oluştur.

Bu yolun sonunda hayır, huzur, diriliş ve toparlanış yoktur.

Suudi Arabistan, bir Hollywood yıldızı ve moda ikonuna benzetilerek tasarlanan robota dünyada ilk kez vatandaşlık vermekle ne yapmak, nereye varmak istemektedir?

Nasıl bir hezeyan, nasıl bir hüsran, nasıl bir husumet kutsal topraklarda hâkimiyet kurmuştur?

İslam’ın özüne zarar veren, Allah’ın emir ve yasaklarını çiğneyen, çiğnenmesine göz yuman, batıl hedeflerle yana yana gelen anlayışı Müslümanlıkla bir tutmak, sorarım sizlere, nereye kadar mümkündür?

 

Değerli Milletvekilleri,

Suudi Arabistan merkezli olayların önünü arkasını iyi okumak lazımdır.

Zira hem ülkemizi hem de bölgeyi her açıdan tesir altına alabilecektir.

Kaldı ki Ortadoğu zaten sıkıntılıdır.

Irak ve Suriye gerilim yüklüdür.

Lübnan ise, 1975-1990 arasında gömüldüğü iç savaşın hala ağır sancılarını çekmekte, dehşet verici sonuçlarıyla boğuşmaktadır.

Terör örgütleri komşu coğrafyaların sosyal dokusunda, siyasal şablonunda bedeli uzun seneler ödenecek vahim hasarlar bırakmıştır.

Bu arada, batı imalatı, görev emri sınırlı süreli olan IŞİD’le sürdürülen mücadelede görünüşe bakarsak önemli mesafeler alınmaktadır.

9 Kasım’da Suriye rejimi, Irak’a geçiş bölgesi olan Ebu Kemal’i Bağdat yönetiminin desteğiyle almıştır.

Telafer, Havice, El Kaim IŞİD’ten kurtarılmıştır.

Bu terör örgütü, Suriye’deki Mayadin ve Deyrizor’da hâkimiyeti kaybetmiştir.

Anlaşıldığı kadarıyla IŞİD, Irak ve Suriye topraklarında işgal ettiği alanlarının büyük bir kısmını yitirmiştir.

IŞİD’in çekildiği bölgeleri, başta Rakka olmak üzere, PKK-PYD-YPG terör öğütleri doldurmaktadır.

Bu kabul edilemez bir komplo ve şiddetli bir tuzaktır.

Katar’ın başkenti Doha’da, “Anti IŞİD Koalisyon Merkezi” varken, ABD, Rusya ve Ürdün arasında 8 Kasım’da imzalanan memorandumla “Amman Gözlem Merkezi”nin kurulması dikkat çekici bir gelişmedir.

Bu gözlem merkezine Türkiye’nin nasıl yaklaşacağı, bölge ülkelerinin tanıyıp tanımayacağı belli değildir.

Ürdün’ü sivriltme çabalarının, Astana Zirvesi’ne mesafeli duruşun, Cenevre ruhunu sulandırma tutumunun hangi manaya geldiğini, sonuçlarının nelere mal olacağını yakın bir zamanda anlamak ve görmek mümkün olacaktır.

Dün Rusya Federasyonu’na giden, bugün Kuveyt’i, yarın da Katar’ı ziyaret edecek olan Sayın Cumhurbaşkanı bu konular çerçevesinde, inanıyorum ki, muhataplarından bilgi alacak, Türkiye’nin tavrını muhakkak gösterecektir.

Bu temas trafiğinin ülkemiz yararına olması başlıca dileğimdir.

“Dış politika evin içinde başlar, önce evin içerisi düzenli olması lazım ki dış politika da başarılı olsun” diyenler, dürbüne tersinden bakan, davulun kasnağına vuran, atı arabanın ardına koşanlardır.

Evimiz hamd olsun düzenlidir, aksini iddia edenler varsa, geçmişteki günahlarını affettirmek için özveri, özeleştiri yapacak cesareti gösterebilmelidir.

Bu coğrafyada Türkiye’nin arkasından iş çevirenler, terör örgütlerini açık ya da gizli destekleyenler, ince işçilikle ülkeler arasında nifak tohumu ekenler insanlık vicdanında her zaman mahcup ve mahkûm olacaklardır.

Bunu özellikle ABD ve Rusya’nın bilmesinde fayda vardır.

Diğer yandan, Başbakan Binali Yıldırım’ın geçen hafta düzenlediği ABD ziyaretinin, taraflarca verimli geçtiğinin ifade edilmesi hiç kimseyi rehavete sürüklememelidir.

Biz, elbette ABD’yle gevşeyen ilişkilerin düzelmesini, köklü dostluk ve müttefiklik hukukunun dengeye kavuşmasını arzular, bunu bekleriz.

Fakat burada sorumluluğun esas itibariyle ABD’de olduğunu da aklımızdan çıkarmayız.

Çürük iple kuyuya inen dibe çakılır.

Huylu huyundan vazgeçmez.

Ihlamurdan odun, terör örgütleriyle düşüp kalkandan da dost olmaz.

Şunu da biliyoruz ki, hile ile iş görenin mihnet ile can vermesi kaçınılmaz bir akıbettir.

Türkiye ile ABD, yapıcı diyalog temelinde yeni bir sayfa açılmasına karar vermişlerdir. İlk bakışta bu durum sevindiricidir.

Ne var ki, ayinesi iştir kişinin, lafına da bakılmayacaktır.

9 Kasım’da görüşen ABD Başkan Yardımcısı ile Başbakan Yıldırım, Türkiye ile ABD arasında devam eden stratejik ortaklığı teyit etmişlerdir.

Söz konusu görüşmede, diyaloğun devamı kararlaştırılmış, sorunların anlık müdahalelerle ve telefonlarla çözümü konusunda mutabık kalınmış, tarafların birbirlerine 24 saat telefonla ulaşılabilmesinin önü açılmıştır.

Buraya kadar her şey yolundadır.

Ancak ABD, anlık müdahaleyi, telefon diplomasisini bir kenara bırakmalı; samimiyse, Türkiye’yle aynı ittifakın içindeyse, önce terör örgütlerinden elini ayağını çekmeli, ardından FETÖ’nün hain başını elleri kelepçeli şekilde ilk uçakla Türkiye’ye göndermelidir.

ABD’yle, geçmişte PKK’ya karşı anlık istihbarat paylaşımı yapılması konusunda uzlaşma sağlanmıştı, ancak sonuç yine fiyasko, yine fos çıkmıştı.

Bu anlık oyalanmaları, muhtemel telefon diyaloglarını, beylik lafları, suya sabuna dokunmayan ezbere dayalı klişe ifadeleri geçelim.

Türkiye hukukunu koruyor, hakkını istiyor, hainlerin cezalandırılmasını bekliyor, suçluların derhal ve önşartsız iadesini talep ediyor.

Çok şey mi istiyoruz?

İmkânsız olanı mı umuyoruz?

Sadece devlet olmaktan kaynaklanan haysiyetimize saygı duyulmasını, sadece milletimizin egemenlik ve tarihsel haklarına riayet edilmesini şart görüyoruz.

ABD, PKK’ya silah vermeyi bıraksın.

FETÖ’yü arkalamaktan vazgeçsin.

Türkiye’yi küçümsemekten, küçük görmekten çok acil uzaklaşsın.

Zira Türkiye büyüktür, söküğü varsa kendi dikebilecek, eksiği varsa kendi giderebilecek bir ülkedir.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Geçtiğimiz hafta Salı günü, Meclis grup toplantımızın hitamında, basınımızın değerli temsilcileriyle yapmış olduğum bir sohbet esnasında, dile getirdiğim bazı değerlendirme ve düşüncelerim hafta boyunca tartışılmıştır.

Ne tuhaf ki, kuyuya taş atmasam da, kendilerini akıllı sanan bazı gafiller olmayan taşı düştükleri çukurdan çıkarmak için adeta çırpınmışlar, ekranlarda, gazetelerde, buldukları kürsülerde seçim barajı kapsamında evlere şenlik hikâyeler uydurmuşlar, MHP’yi çarpıtmak istemişlerdir.

Bilinmesini isterim ki, bunlara hakikaten de acıyorum.

“Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az” desem de nafile, yine aynı tas aynı hamam, densizler durmayacaktır.

“Ardıcın közü olmaz, yalancının sözü olmaz” desem de, bu zevat yalanlarına, ham hayallerine tam gaz devam edecektir.

Farkındayım, “çalıda gül bitmez, cahile söz yetmez”; ama olsun, biz doğru bildiklerimizi, doğru gördüklerimizi, doğruluğundan şüphe etmediğimiz gerçekleri hilesiz, hurdasız haykırmayı sürdüreceğiz.

Dedim ki, “yüzde 10 barajı Türkiye’de çok ağır bir barajdır.”

Buna şimdiye kadar itiraz eden pek çıkmamıştır.

Dedim ki, “12 Eylül’ün sonrasında, yeniden siyasi yapılanma sürecine geçildiğinde, yüzde 20, yüzde 25 arasında il barajı, bunun üstünde de yüzde 10 ülke barajı olmuştu.” Bunu yok sayan çıkacak mıdır?

Yine dedim ki, “o baraj tabii 12 Eylül döneminde darbe teşebbüsünde bulunan zihniyetin himayelerinde faaliyetlerine başlayanlar için böyle bir baraj söz konusu edilmemişti.”

12 Eylül sonrasında inşa edilen barajla Milliyetçi Hareket Partisi’nin ve Milli Selamet Partisi’nin silinmesi hedeflenmişti.

Seçim barajının aşağı çekilememesi sonucunda, mesela 1991’de olduğu gibi, ittifaklarla barajın aşılması mümkün olmuştu.

Yüzde 10 barajı, ittifaklarla veya başka türlü kararlılıklarla aşılabilir bir duruma gelmiş, bu geçmişteki örneklerle de somut bir hal almıştı.

Artık bu zorlamalar ve dayatmalarla, birilerini öldürerek, kendini yaşatma yerine, hep beraber nasıl yaşarız, demokrasi içinde bunu nasıl başarırız, Türkiye’yi nasıl istikrar ve normalleşme sürecine getirebiliriz noktasında bir uzlaşmaya varacak çalışma yapılmalıdır.

Bu yüzde 5 mi olur, 6 mı olur, yüzde 7 mi olur, yoksa yüzde 10 olarak mı kalır, böyle mi devam etmesi gerekir, bunları görmek lazımdır.

Özet olarak söylediklerim bunlardır.

Bildik koroda yerini alan müfteriler, gözlerini fal taşı gibi açarak, mal bulmuş mağribi gibi saldırmaya, MHP’yi karalamaya başlamışlardır.

Ayvaz kasap hep bir hesap, bunların ki aynen böyledir.

Alayı birden cürmü meşhut halde yakalanmışlardır.

Şunu herkes bilsin ki, Milliyetçi Hareket Partisi’nin baraj maraj sorunu asla yoktur, aziz milletimizin muazzam teveccüh ve desteği bunun en açık delilidir.

Köpüren millet selinin önünde hiçbir baraj duramayacak, tutunamayacaktır.

Milliyetçi Hareket Partisi, selin önündeki kütük değil, bizzat selin ta kendisidir.

Biz barajdan korktuğumuz için değil, Türkiye’nin 16 Nisan Halkoylamasından sonra değişen hükümet etme sistemiyle beraber ortaya çıkan siyasal zaruretten, üstelik bağımsız adaylarla veya ittifaklarla barajın delinmesinden dolayı düşüncelerimizi paylaştık.

Terör örgütü PKK’nın siyasi uzantılarının hülleyle Meclis’e geldiklerini ifade ettik.

Bununla birlikte seçim barajının oransal bazda ne olması gerektiğini değil, tartışılarak sonuca ulaşılmasını önerdik.

Milliyetçi Hareket Partisi on yıllardır, yüzde 10’luk ülke barajının aleyhine kurgulandığını, önünün kesilmesi için 12 Eylül cunta yönetimi tarafından uygulamaya konulduğunu gayet iyi bilmektedir.

Bunu söyledik diye iftira ve isnat mangası karşımızda saf saf toplandı.

Baraj altında kaldığımızdan dolayı telaşlandığımızı söylediler.

Yenilgi çığlığı attığımızı, inişe geçtiğimizi utanmadan, sıkılmadan, yüzsüzce, hayasızca ifade ettiler.

Oy oranımızın yüzde 3, yüzde 5’lerde gezdiğini şerefsizce dillendirdiler.

Merak etmeyiniz, bunların dileği tutmayacak, gökten de kemik yağmayacaktır.

Bozkurdun beğenmediğini çakallar kapışırmış, bunların alayının sıraya girmesi bu yüzdendir.

Demokratik sistemlerde siyasi yönetim yetkisinin kaynağı, meşruiyetin temeli takdir edeceğiniz üzere seçimlerdir.

Bir seçim sisteminden beklenen yalnızca yönetimde istikrar ilkesini hayata geçirmek değildir.

Aynı zamanda tüm siyasi akım ve eğilimlerin de parlamentoya yansımasıdır. Zira temsilde adalet ilkesinin gereği de budur.

1946, 1950, 1954, 1957 Milletvekili Seçimleriyle 1961 Cumhuriyet Senatosu Seçimlerinde Liste Usulü Çoğunluk Sistemi,

1961 Milletvekili, 1964 Cumhuriyet Senatosu seçimlerinde Çevre Barajlı d’Hondt sistemi,

1965 Milletvekili ve 1966 Cumhuriyet Senatosu seçimlerinde Mili Bakiye sistemi,

1969 Milletvekili Seçiminden 1979 Cumhuriyet Senatosu seçimlerine kadar Barajsız d’Hondt sistemi,

1983 Milletvekili seçiminde Çifte barajlı d’Hondt sistemi,

1987 ve 1991 milletvekili seçimlerinde çifte barajlı d’Hondt artı Kontenjan sistemi,

1995’den itibaren de ülke barajlı d’Hondt sistemi uygulanmıştır.

Yasama meclislerinde elde edilen sandalyelerin oranı oy oranından yüksek olduğunda aşkın, düşük olduğunda ise eksik temsil söz konusudur.

Temsilde adalet ilkesine öncelik verilecekse, kaldı ki doğrusu budur, aşkın ya da eksik temsil oranları en aza çekilmelidir.

Türkiye, Avrupa ülkeleri içinde yüzde 10 oranı ile en yüksek seçim barajına sahiptir.

Dünyada yüzde 10 barajı Türkiye dışında sadece Şeyseller Cumhuriyeti’nde görülmektedir.

Avrupa ülkelerinin yüzde 36’sında baraj sıfırdır.

Birçoğunda da yüzde 5 ve altındadır.

Mesela Almanya’da yüzde 5, Belçika’da yüzde 5, İsveç’te yüzde 4, İspanya’da da yüzde 3’tür.

Seçim sistemleri düzenlenirken, temsilde adalet ve yönetimde istikrar ilkeleri açısından öngörülen hedefler her zaman gerçekleşmemiştir.

Yüzde 10 düzeyindeki ülke barajı, seçmen oylarının büyük bölümünün TBMM’de temsil edilememesi sonucunu doğurmaktadır.

Bu yıllardır eleştirilmiş ciddi bir sorundur.

Üstelik önemli bir adaletsizliktir. Ve bizim kanaatimiz de budur.

Yüzde 10 barajına kafayı takanlar, haberiniz olsun, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemiyle artık baraj yüzde 50+1’e çıkmıştır.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemiyle yönetimde istikrar ilkesi sağlanacağına göre, temsilde adaletin temin edilmesine yönelik engel teşkil ettiği çok açık olan yüzde 10 ülke barajı tıkanmaya yol açmayacak şekilde yeniden yorumlanmalıdır.

Uyum yasalarını düzenlerken ele alınmasını beklediğimiz husus ve demek istediğimiz de budur.

CHP baraj aşağı insin, hatta sıfır ile yüzde 3 arasında olsun diyor, ses edilmiyor, tepki verilmiyor.

AKP’sinden diğer partilerine kadar baraj fazla deniyor, çıt çıkmıyor.

Şu işe bakınız ki, MHP baraj tekrar düşünülsün, bir kez daha ele alınsın dediğinde kıyamet kopuyor, yer yerinden oynuyor.

Biz ülke barajı tartışılsın diyoruz sorun oluyor, CHP yüzde 3’e çekilsin diyor, itiraz eden çıkmıyor. Bu ne yaman bir çelişkidir?

Acaba CHP siyasi varlığı ve geleceğiyle ilgili korku mu yaşıyor?

Bunu soruşturan, buna kafa yoran ne hikmetse hiç kimse yoktur.

Vicdanına baraj yaptıranlar, ahlakına set çekilenler, şerefine mil çektirmişler, hele bir deyin, bize ne söylemeye çalışıyorsunuz?

MHP barajları yıka yıka, manşetleri yara yara, iftiraları yene yene bugünlere gelmiştir.

Tökezlememizi bekleyen, irademize pranga vurmaya çalışan odaklara rağmen yoluna da devam edecektir.

Gücümüz milletimizin tertemiz irade ve vicdanıdır.

Asıl değerlendirmemizi ısmarlama anket düzenleyen kiralık şirketler değil, bizzat Türk milleti yapmaktadır.

CHP’nin müflis ve geveze sözcüleri unutmasınlar ki, horozu çok olan köyün sabahı geç olurmuş. Ala keçi her vakit püsküllü oğlak da doğurmazmış.

Önce sabaha çıksınlar, önce adam olsunlar, sonra yüzleri kalırsa bize laf yetiştirsinler.

Bunların eğer nefesleri elveriyorsa, tavsiyem gitsinler terör örgütlerine borazancı başı olsunlar, kendilerine yakışan da bu olacaktır.

Bu CHP’nin 16 Nisan’dan beri karın ağrısı geçmek bilmiyor.

Değişen hükümet etme sistemiyle, barajın aslında yüzde 50 artı 1’e çıkmasından dolayı ödü patlıyor, kâbuslar görüyor.

CHP, 16 Nisan’da sandıktan çıkan yüzde 49’luk hayır blokunu derinleştirmek ve kendine mal etmek için İP’ten HDP’ye, Türkiye Komünist Partisi’nden diğer marjinal partilere kadar herkesten medet umuyor, hepsine el uzatıyor.

Biz de diyoruz ki, alın birini vurun ötekine.

Sayın Kılıçdaroğlu, geçen hafta bir yurt dışı ziyaretinden dönerken diyor ki: “2019 seçimleri iki eksenli olacak. Tek adamdan yana olanlarla demokrasiden yana olanlar. Demokrasiden yana oy kullanacaklar, demokratik parlamenter sistem için özel çaba gösterecekler.”

Şayet önümüzdeki siyasal süreçte bloklaşma sertleşir, cepheleşme keskinleşirse, CHP yanına HDP ve diğer yedeklerini alıp 16 Nisan’ın rövanşını almak için çalışmalarına hız verirse Milliyetçi Hareket Partisi buna duyarsız ve tepkisiz kalmayacaktır.

Şimdi beni iyi dinleyin.

Bu bloklaşmaya cevaben, 15 Temmuz’dan beri süregelen tutarlı ve kararlı duruşumuz korunacak, siyasi pozisyonumuz tartışmasız muhafaza edilecektir.

Bu durum karşısında partimiz; 7 Ağustos Yenikapı ruhu ve 16 Nisan Halkoylaması şuurunun gereği olarak Adalet ve Kalkınma Partisiyle Cumhurbaşkanı Hükümet etme sistemini 2019’da tam manasıyla tesis etmek maksadıyla, sonuna kadar birlikte ve yan yana mücadelesini sürdürecektir.

Türkiye’nin demokratikleşme, normalleşme ve istikrar içinde bir yönetim yapısına kavuşabilmesi için 15 Temmuz’dan buyana üstlendiğimiz sorumluluk aynen devam ettirilecektir.

Geçim kapısı fitne olanlara karşı ülkenin geleceği için millet iradesiyle aynı hizada, aynı kümede, aynı safta duracağız.

Bu Milliyetçi Hareket Partisi sözüdür.

Bunun adına kim ne diyorsa desin, ne yorum yaparsa yapsın, hepsi kendi meseleleri, kendi bilecekleri iştir.

İhanete karşı iman,

İhtilafa karşı irade,

İlkelliğe karşı itibar,

İftiraya karşı ihtiram sağlam tercihimiz, şaşmaz teklifimizdir.

Bu duygu ve düşüncelerle, sözlerime son verirken, TBMM Başkan Adayımız İstanbul Milletvekili ve Genel Başkan Yardımcımız Sayın Celal Adan Bey’e başarılar diliyor, adayımızın arkasında sonuna kadar duracağımızı ifade ediyorum.

Ayrıca tedavisi halen süren olimpiyat ve dünya şampiyonu eski milli haltercimiz Naim Süleymanoğlu’na acil şifalar diliyorum.

Hepinizi saygılarımla selamlıyor, Cenab-ı Allah’a emanet ediyorum.

Sağ olun, var olun.