Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin,
Değerli Milletvekili Arkadaşlarım, Sayın Basın Mensupları, Bu haftaki Grup konuşmama başlarken hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum. Geçtiğimiz hafta Perşembe günü, Ankara Ortadoğu Sanayi ve Ticaret Merkezi’yle İvedik Organize Sanayi Bölgesi’nde meydana gelen iki ayrı patlamada 20 kardeşimiz hayatını kaybetmiş, çok sayıda vatandaşımız da yaralanmıştır. Bu son derece elim hadise milletimizi derinden üzmüştür. Acımız büyüktür ve benzeri olayların tekrarlanmaması en büyük dileğimizdir. Elbette mezkûr patlamaların iş kazası şeklinde ortaya çıkması, konunun etraflıca ve bütün yönleriyle incelenmesini gerektirmektedir. Anlaşıldığı kadarıyla işçi sağlığı ve işyeri güvenliği konularında alınması gereken daha çok tedbirler, yapılması lazım gelen daha çok hususlar bulunmaktadır. Özellikle işyeri denetimlerindeki zafiyetler ve yetersizlikler, kayıt dışı çalışan tezgah altı işyerlerinin pıtrak gibi yayılması doğal olarak hem çalışan sağlığını hem de işyeri ve çevre güvenliğini fazlasıyla tehdit etmektedir. Bununla birlikte işyeri denetimlerindeki açmazları yalnızca denetim elemanlarının eksikliğine bağlayarak sorumluluktan kaçmaya çalışmak doğru değildir. Eğer sorun ilgili bakanın iddia ettiği gibi denetim elemanlarının sayısı ise, o halde eksik tamamlanır ve gerekli çalışmalara hız verilir. Ne üzücüdür Ankara’nın tam ortasında canımızı yakan ve ekmeğini kazanmaya çalışan onlarca insanımızın hayatına mal olan kazaların ağır bilançosu konu üzerine gecikmeli olsa da eğilmeyi zorunlu kılmaktadır. Önümüzdeki süreçte yürürlükteki mevzuatlara uygun olarak denetim ve işyeri kontrollerinin daha etkin ve verimli yapılması kaza risklerinin azalmasında önemli katkılar sağlayacaktır. Bu konuda sorumluluk öncelikle iktidar partisine düşmektedir. OSTİM ve İvedik Organize Sanayi Bölgesinde meydana gelen kazaların nedenleri detaylı bir şekilde araştırılarak milletimizin bilgilendirilmesi gecikmeksizin yapılmalıdır. Muhatap olduğumuz acı olaya sebebiyet veren kusur, ihmal, yanlış ortaya çıkarılmalı ve bir daha benzeri faciaların yaşanmaması için acilen önlemler alınmalıdır. Bu vesileyle iki ayrı patlamada hayatlarını kaybeden kardeşlerimize Cenab-ı Allah’tan rahmet, ailelerine, yakınlarına ve tüm çalışma arkadaşlarına bir kez daha başsağlığı diliyorum. Bu olayda yaralananlara da acil şifalar temenni ediyor, hepsine geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum.
Muhterem Milletvekilleri, Türkiye’nin yakın coğrafyasında önemli ve dikkatle takip edilmesi gereken olaylar cereyan etmektedir. Tunus merkezli olarak başlayan halk hareketinin akisleri geniş bir çevrede karşılık bulmuştur ve bulmaya da devam etmektedir. Yıllarca küresel güç merkezleri tarafından desteklenen otoriter rejimlerin bir bir köşeye sıkışmalarına ve bazılarının teslim bayrağını çekmesine, bazılarının ise reform vaadiyle günü kurtarmaya çalıştıklarına kamuoyuna yansıyan bilgilerden şahit olunmaktadır. Demokrasiye geçişin pazarlıklara konu olduğu ve üstelik bir lütufmuş gibi sunulduğu, başkanlık ya da cumhurbaşkanlığının babadan oğula geçmeyeceği sözlerine bile derin anlamlar yüklendiği bir sürecin hangi gelişmeleri beraberinde getireceği bizim açımızdan belirsizliğini halen korumaktadır. Yakın coğrafyalardaki halkların, otoriter yönetimlerden kurtulayım derken yeni vesayetlere ve baskılara maruz kalma riski de gün geçtikçe belirginlik kazanmaktadır. Bu tehlikeyi şimdiden görünür kılan birçok gelişme yaşanmaktadır. Dileğim, yakın coğrafyalardaki demokrasi, özgürlük ve değişim arayışlarının bir sonuca ulaşması ve toplumsal taleplerin kendi mecrasında bir neticeye gitmesidir. Ancak, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki ülkelerin oyun alanlarında çok sayıda dışsal faktörün varlığı dikkate alındığında; gelişmelerin sadece söz konusu ülke halklarının istediği gibi şekillenmeyeceğini söylemek için kahin olmaya gerek yoktur. Dün baskıcı, despot, zulüm taraftarı yönetimlere arka çıkarken; bugün birden bire bunların karşısında duruş sergileyen ve çıkarları uğruna milyonlarca insanı telef etmekten bile çekinmeyen Batılı anlayışın ikiyüzlülüğünü bu son olaylarla bir kez daha görmek mümkün olmuştur. Demokrasinin gerçek anlam ve uygulamasıyla devlet ve toplum hayatına nüfuz edemediği Müslüman toplumlarının, sürekli olarak dış yönlendirme ve dayatma altında olmaları bizim açımızdan üzüntü vericidir. Küresel güç merkezlerinin stratejik planlarının deney sahası haline gelen Ortadoğu, istikrarsızlaştırılarak kontrol edilmek istenmekte ve yabancı taleplerin karşılanacağı yönetimlerin oluşması için iktidar mücadeleleri tahrik ve teşvik edilmektedir. Tunus ve sonrasında Mısır, Yemen, Ürdün’deki gelişmeleri bu perspektiften yorumlamak lazımdır. Bitmeyen bir paylaşım kavgasına arka fon oluşturan masum ve insani kavramlar, maalesef ülkelerin altını oymakta ve coğrafyaların tekrar belirlenmesinin önünü şimdiden açmaktadır. Bilindiği üzere, çok değil, yaklaşık sekiz yıl önce Irak’ı özgürleştirmek için gelenler milyonlarca Müslüman’ın canına ve ırzına musallat olmuşlardır. Sözde ‘diktatörden kurtarma’ propagandası adı altında, ağır ve insanlık dışı eziyeti Irak’lı kardeşlerimize reva görmüşlerdir. Dünyanın gözü önünde Müslüman coğrafyası değişik dönemlerde işgallere, toplu katliamlara, terörist faaliyetlere, kanlı etnik ve mezhep çatışmalarının tetiklediği isyanlara maruz kalmıştır. Bunların arkasında ve hızlandırıcısı olarak Batılı ülkeleri görmek rastlantı değildir. Bu itibarla, Müslüman ülkelerdeki son toplumsal olayları derinlemesine yorumlamak ve değerlendirmek gerekmektedir. Tunus’tan Mısır’a uzanan hatta kabından taşan halk hareketleri elbette öncelikle yolsuzluğa, işsizliğe, yoksulluğa ve baskıya duyulan tepkidir ve bu haliyle de saygıdeğerdir. Ne var ki demokrasiye duyulan özlemlerin yeni otoriter yönetimlerin kurulmasına enerji ikmali yapma ihtimali, bölgeyi daha büyük dengesizlik sarmalına ve belirsizlik ağına sokabilecektir. Gelişmelerin seyri bize bu olumsuzluğun ortaya çıkabileceğini de göstermektedir. Mesele yalnızca bir kişinin ya da yönetimin görevini bırakması değildir. Gerçekten demokrasi ve özgürlüklerin esas anlamıyla karşılık bulması arzu ediliyorsa, topyekûn bir değişimin ve gücünü iç dinamiklerden almış reform sürecinin başlaması kaçınılmazdır. Bu haliyle yakın coğrafyamızdaki gelişmeleri AKP hükümetinin çok dikkatli bir şekilde okuması ve sonuç çıkarması gerekmektedir. Zira olayların bulaşıcı etkisinden korunmamız ve bunlara karşı bağışıklık kazanmamız takınacağımız tutum ve izleyeceğimiz yolla yakından ilgili olacaktır. Ancak özellikle Mısır’daki gelişmeleri AKP iktidarının yanlış değerlendirdiğini ve teşhisini başkalarının yönlendirmesi altında koyduğunu son vakıalara bakarak söylememiz mümkündür. İki haftayı bulan Mısır’daki toplumsal yangını; ‘Tribünden seyretmeyeceğiz’ diyerek pozisyon almaya çalışan Başbakan Erdoğan bu zamana kadar, ABD’nin beklentilerini, isteklerini yansıtmaktan başka bir şey yapmamıştır. Başbakan’ın, ABD Başkanıyla telefon görüşmesine kadar geçen bir hafta süresince sessizliğini koruması manidardır. Özellikle Mısır Devlet Başkanı’na yönelik halkın sesine kulak ver çağrısı ve görevinden ayrılmasına dönük imalar, Recep Tayyip Erdoğan vasıtasıyla Ortadoğu bölgesine indirilmiştir. Bu gelişmeyle birlikte bir kez daha taşeronluk görevi yerine getirilmiş ve AKP, ABD politikalarının hayata geçmesi için üzerine düşen sorumluluğu eksiksiz uygulamıştır. Nitekim Başbakan Erdoğan, komşusu olan bir ülkeye bakışta bile, binlerce kilometre uzaklıktaki ABD’yle tam olarak örtüştüğünü söylemesi ve ayrıştığı hiçbir noktanın olmadığını dile getirmesi, başlı başına AKP zihniyetinin kimin planlarını hayata geçirmek için uğraştığını göstermesi bakımından ibretlik olmuştur. Bu kapsamda konuyla ilgili olarak, Başbakan Erdoğan’ın cevap vermesini merakla beklediğimiz sorularımız şunlar olacaktır: Türkiye Cumhuriyet’i Devleti’nin, Mısır konusunda, ABD’den hiç mi ayrı ve farklı politikası yoktur? Tamamen küresel alana havale edilen dış politikada; proaktif davranmak, oyun kurmak veya ön almak iddialarının inandırıcılığı bundan sonra nasıl ileri sürülecektir? ABD’nin görüş ve yaklaşımlarının aynısının, Başbakan Erdoğan tarafından tekrar edilmesi bir bakıma bölgenin ve AKP’nin hangi ülke tarafından yönlendirildiğini bir kez daha göstermiştir. Bize göre, Başbakan Erdoğan bu süreçte BOP Eşbaşkanlığının hakkını vermekte ve küresel kanlı projelerin servisini yapmaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla Mısır Arap Cumhuriyeti de bunu anlamıştır ve Türkiye’nin iç işlerine müdahil olmasından duyduğu rahatsızlığı açıkça dile getirmiştir. Ortadoğu’nun kaypak ve kaygan zeminine basarak sultanlık hevesini tatmin etmeye çalışan Başbakan’ın, Müslüman ülkeleri hedefine alan küresel projelere yardım etmesinin nedeni en başta sorunlu ve işbirlikçi siyasi duruşudur. Varlığının ve devamlılığının küresel alana eklenmek olduğunu iyi bilen bu zihniyet, Türkiye’nin milli gerçeklerini ve tarihi tezlerini savunmayı yük, ancak Bürüksel ve Vashington projelerinin taşeronluğunu ise bir görev olarak kabul etmektedir. Başbakan’ın Mısır konusundaki tavsiye ve açıklamalarının gerisindeki kapalı tarafların şifreleri burada aranmalıdır. Üstelik Mısır’ın nasıl bir yönetimle yoluna devam etmesini dillendirecek kadar haddin aşılması, ülke olarak gelecekte karşılaşabileceğimiz olumsuzluklarda dışsal telkinlerin ve dayatmaların önünün bugünden açılmasına zemin hazırlamıştır. Başbakan Erdoğan yabancı ülkelerin eline tutuşturduğu pusulayla yol almakta ve kendisine tanınan imkânlar çerçevesinde Müslüman coğrafyasında şöhret olmaya çalışmaktadır. Çünkü kendisine güvenilmesi ve inanılması lazımdır. Ancak Başbakan Erdoğan, şahsına gösterilen ve aslında cesameti tam belli olmayan ilgiyi istismar etmekte ve Müslüman coğrafyasını Batılı güçler lehine dönüştürmek amacıyla ön almaya çalışmaktadır. Türkiye için, komşu ülkelerin ve Ortadoğu bölgesinin istikrar ve barış içinde olması vazgeçilmez bir hedef olmalıdır. Bunun dışında, sorun yaşayan ülkelerin sınırları içinde meşru bir aktörmüş gibi yorumlarda bulunmak, teşrifatçılık yapmak, geçici yönetimlerin kurulmasını istemek, Türkiye’yi bunalımlara ortak etmek anlamına gelecektir ve kendi içimizde bazı çevrelere emsal teşkil edecektir. Son derece tehlikeli olan bu küresel oyunun çekim alanına kapılan AKP iktidarı aklını başına almalı; Ortadoğu ateşinin alevlerinin sınırlarımıza geçmesine neden olacak eğilim ve politikalardan bir an önce uzaklaşmalıdır. Bakınız bulaşıcı etkisini sık sık gündeme getirmeye çalıştığımız toplumsal hareketlenmeler, bölücü çevrelerin gündemine girmiş durumdadır. İmralı canisi bir yanda AKP ile yaptığı pazarlıklara devam ederken, diğer tarafta da Diyarbakır merkezli olmak üzere, Mısır örneğini göstererek ayaklanma ve isyan teşvikinde bulunmaktadır. Bölücülüğün, 15 Şubat’tan itibaren Mısır’dakine benzer kitlesel eylemlerle, hain planlarına ivme vereceği bir aşamaya geçmek için hazırlık yaptığı anlaşılmaktadır. Başbakan Erdoğan, başka ülkelerin nasıl ve ne şekilde bir yönetime sahip olmasıyla ilgili değerlendirmelerine bir an önce son vermeli ve ülkemizin karşı karşıya olduğu tehdidi bertaraf edecek tedbirleri hemen almaya başlamalıdır. Hükümetin müzakerelerle İmralı canisinin dayatmalarına boyun eğer bir hale gelmesi ve Türk milletine cezaevinden gözdağı vermesine sessiz kalması bir rezalettir ve tükenmişliğinin acı da olsa ispatıdır. İmralı’yla görüşmelerin açığa çıkmasıyla şeref ve haysiyet konusunda yerin dibine batan iktidar zihniyetinin, Hüsnü Mübarek’le iktidar oyunu oynarken, kendi vatanımızda ayaklanma hazırlıkları yapanları görmezden gelmesi, küresel senaryolara figüran olmak için sıraya girmesi ihanetle eşdeğer bir kendini bilmezliktir.
Değerli Milletvekilleri, Geçen haftaki konuşmamda ifade ettiğim gibi; ABD merkezli Büyük Ortadoğu Projesi son olaylarla birlikte yeni bir aşamaya geçmiştir. ABD tarafından yönlendirilen ve yönetilen “Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Girişimi”nin kapsadığı alan ve hedef aldığı ülkeler çok geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Bizler için değerlendirme ve duruş gösterme konusunda zorluklar da buradadır. Bir yandan despot yönetimlerin sona ermeye başlamalarına mı sevinmeliyiz, yoksa belirsizliğe düşen bir toplum yapısının yaşayacağı buhranın üzüntüsünü mü duymalıyız? Bir taraftan yüzeysel de olsa demokrasi arayışlarının dillendirilmesine alkış mı tutmalıyız, yoksa gelişmesini sağlayamamış toplumlarda demokrasi arayışlarının küresel oyunlara alet olacağına mı kaygı duymalıyız? Özellikle küreselleşmenin aldığı yeni boyut, hakim devletlere ve güçlere küresel müdahale vasıtaları ve başka ülkelerin toplumsal dinamiklerini o toplumların kendi içinden değiştirme enstrümanları sunmaktadır. Unutmayalım ki emperyalizm bir asır önceki ile aynı emperyalizmdir. Aktörler de aşağı yukarı aynıdır. Değişen müdahale yöntemleri, vasıtaları ve kabul ettirme yollarıdır. Bu çerçevede ABD tarafından yönlendirilen ve yönetilen “Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Girişimi”’nin kapsadığı alan ve hedef aldığı ülkelerin başlıcaları;
Daha sonra ülkemiz bu kapsamdan çıkarılmış ve böylece “hedef ülke” olmaktan kurtulan Türkiye, bu kez de “demokratik ve ılımlı İslam ülkesi” olduğu savıyla “model ülke” bazına oturtulmuştur. İlerleyen süreçte “model ülke” söyleminden de vazgeçilmiş; bunun yerine ne anlama geldiği muamma olan “demokratik ortak” ifadesi kullanılmaya başlanmıştır. Projenin doğrudan kapsadığı alan 14 milyon kilometre karesi Arap Birliği ülkelerinde, 3 milyon 880 bin kilometre karesi ise diğer ülkelerde olmak üzere yine üç kıtada toplam yaklaşık 18 milyon kilometre karedir. Bu merkez ve hedef ülkelere mücavir devletler ise: Avrasya’da Azerbaycan, Özbekistan, Tacikistan, Kırgızistan, Kazakistan, Türkmenistan; Afrika’da da Mali, Nijer, Çad, Etiyopya ve Eritre’dir. Projenin görünen hedefindeki devletlere yönelik siyasi, hukuki, eğitim, ekonomi, sosyal ve güvenlik boyutlarını içeren kapsamlı bir dönüşüm sağlanması planlanmaktadır. Projenin görünmeyen hedefi ise Küresel Güç için asla vaz geçilemeyecek petrol havzalarıdır. Afrika’nın batısından başlayıp Avrasya’ya kadar uzanan zengin petrol ve doğal gaz kaynaklarının hâkimiyeti için bu Proje bir araçtır. Başta enerji kaynakları olmak üzere, su gibi temel maddelerin denetim altına alınması, nakil yollarının denetlenmesi, aynı zamanda, olası rakip devlet veya devlet gruplarının önünün kesilmesi anlamına gelmektedir. Bu hedefe ulaşmak için maskelenmiş reformlar vardır ve bunlar; "demokrasi ve iyi yönetimi teşvik etmek", "bilgi toplumunu inşa etmek" "ekonomik fırsatları geliştirmek" olarak üç ana başlıktan ibarettir. Bunların gerçekleşmesi için batılı anlamda demokrasinin sağlanması, terörizmin ortadan kaldırılması, ekonomik ilişkilerin artırılması ve ekonomik işbirlikleri sağlanarak bölgenin istikrara kavuşturulmasıyla ilgili hedefler aldatıcı olmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Geçtiğimiz yıllar içinde özellikle İslam coğrafyasında yerleşmiş anti emperyalist ve ABD karşıtı duyguları terbiyle etmek için yine ne tesadüftür ki eşbaşkanı olmakla iftihar edilen Medeniyetler Arası İttifak çalışmaları hepimizin gözü önünde sahnelenmiştir. Ve asıl dikkat edilmesi gereken nokta BOP kapsamında sıranın Türkiye’ye gelip gelmeyeceğinin kestirilmesi hususudur ve bu son derece de tehlikeli bir konudur. Bugün sokağa haklı veya haksız dökülmüş eylemciler için düne kadar destekçisi olduğu Mısır hükümetine “sokağa kulak verme” çağrısı yapan küresel gücün, yarın AKP hükümetine de isyancı PKK ile bir şiddet eylemi sonrasında fütursuzca “el sıkışma çağrısı” yapmayacağının bir garantisi yoktur. Bugünden böylesi bir skandalın olmayacağına dair güvence de, hali hazırda ortalıkta görülmemektedir. En tehlikelisi ise Recep Tayyip Erdoğan olduğu sürece böylesi alçak ve emperyalist taleplere karşı durmak ve direnmek mümkün değildir. Bugün Ortadoğu’da adeta ABD sözcülüğüne soyunanların kendi içimizde birçok sorunumuz varken; tercih ettikleri politikalarla başkalarının da içişlerimize karışmasına zemin hazırladıklarını bilmelerinde yarar vardır. Ateşle oynadığını idrak etmesi gereken Başbakan’ın, ABD’den aferin almak adına ve bu ülkenin politikalarını sahiplenerek güç elde etmek uğruna bekamızı tehlikeye atacak her adımdan kaçınması gerekmektedir. Aksi takdirde ‘tribünden izlemeyiz’ derken, girdiği sahadan mağlup, yılgın ve her tarafı yara bere içinde çıkan bir takımın kaptanı olmaktan kurtulamayacağını unutmaması hayrına olacaktır. Değerli Arkadaşlarım, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetiyle AKP iktidarı arasındaki uyuşmazlık ve ihtilaflar ciddi bir aşamaya gelmiş bulunmaktadır. AKP hükümetinin Kıbrıs konusunda sergilediği etkisiz ve tavizkar politikaları, bildiğimiz ve sekiz yılı aşan bir süredir tanık olduğumuz gerçekler arasındadır. İktidar partisinin milli konulardaki alerjisi, tahammülsüzlüğü ve tepkisi geçtiğimiz günlerde bir kez daha kabarmış ve bu defa da hedefe yavru vatan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti konulmuştur. Kuzey Kıbrıs’ta yapılan bir protestoya haddinden fazla öfkelenen Başbakan Erdoğan hakaretamiz sözlerle ve hoşgörüsüz kaba üslubuyla Kıbrıslı soydaşlarımızı rencide etmiş ve töhmet altında bırakmıştır. Elbette Kıbrıs’taki protestoda dile getirilen ve afişlere yazılan bazı ifadeler doğru ve yerinde olmamıştır. Türkiye’ye yönelik olarak suçlayıcı ve aşağılayıcı sözlerin sarf edilmesi, tabiidir ki hepimizi üzmüştür. Düne kadar Başbakan’ın koruyucu kanatları altında beslenen ve başı okşanarak cesaretlendirilen Kıbrıs’taki bazı mahfiller, ne gariptir ki bugün Türkiye’ye çek git demektedir. Bunlar 2004 yılında da, ‘Yes Be Annem’ diyerek Annan Planına destek vermişlerdir ve AKP’yle aynı safta buluşmuşlardır. Başbakan Erdoğan’ın daha önce ittifak kurduğu, emel ve amaç birliği içinde olduğu bu çevrelere gösterdiği tepkiler ise danışıklı dövüşten ibarettir. Netice olarak bir zamanlar AKP’yle kol kola olanların gerçekleştirdiği protesto eyleminin çok fazla ciddiye alınması ve önem atfedilmesi de yersizdir ve anlamsızdır. Buna rağmen, Başbakan Erdoğan’ın soğukkanlılığını ve basiretini kaybedercesine hiddetlenmesi ve tüm Kıbrıslı soydaşlarımızı suçlayıcı ifadeler kullanması, asıl niyetini deşifre etmesi bakımından kayda değerdir. Kıbrıslı kardeşlerimize besleme diyerek hakaret eden ve orada seçimle işbaşına gelen yönetimi küçültücü beyanlarda bulunan Başbakan’ın sözlerini şiddetle telin ettiğimizi buradan duyuruyorum. Ülkemizde herkesle kavga eden, üniversite öğrencisini mahkemeye veren, çiftçimize ananı da al git diyen, sinirli, gergin, kızgın ve tahammülsüz Başbakan’ın Kıbrıslı kardeşlerimize besleme demeye asla hakkı yoktur. Başbakan Erdoğan ille de bir besleme örneği ve siması arıyorsa çevresine bakması yeterlidir ve devletin kaynaklarını hortumlayan yandaşlarının tam da bu sıfata layık olduğunu açıklıkla görebilecektir. Sevsin ya da sevmesin, beğensin ya da beğenmesin, katılsın ya da katılmasın Kıbrıslı soydaşlarımızın her biri bizim için önemlidir ve onlara yönelik kötü söz misliyle sahibine ait olacaktır. İlave olarak yavru vatan bizim için stratejik bir konudan daha öte milli bir davadır ve bundan nasibini alamamış Recep Tayyip Erdoğan’ın bunu idrak etmesi mümkün değildir. ‘Kıbrıs’ta Yunanistan’ın ne işi varsa bizim de aynı nedenle orada olduğumuzu’ söyleyebilecek kadar gerçeklerle bağını ve bağlantısını koparan Başbakan, Rumlara verdiği ödünlerden sonra yüzü kızarmadan ve vicdanı sızlamadan bu yorumu yapabilmiştir. Herkes bilmelidir ki; AKP’ye rağmen Kıbrıs Türk’tür ve inşallah sonsuza kadar Türk kalacaktır. Kuzey Kıbrıs, Türkiye’nin en önemli milli davasıdır ve bunu yıpratmaya ve değersizleştirmeye yeltenenler her zaman karşılarında Milliyetçi Hareket Partisi’ni bulacaklardır. Parti olarak, ülkemizin Kıbrıs üzerinde Kurucu Antlaşmalardan kaynaklanan vazgeçilmez ve tartışılmayacak hak ve yükümlülükleri olduğuna inanıyoruz ve bu konunun dışında hiçbir yaklaşımı benimsemiyoruz. Siyasi çözüm kapsamında Türkiye’nin etkin ve fiili garantisinin sulandırılmasına veya olumsuz etkilenmesine hiçbir şart altında da geçit vermemeye kararlıyız. Kuzey Kıbrıs, Türk vatanının ayrılmaz bir parçası olarak varlığını sürdürecektir ve oradaki soydaşlarımızın aldıkları her yardım analarının ak sütü gibi helalleridir ve bunu da sorgulamaya siyasi taşeronların hiçbir şekilde gücü yetmeyecektir. Yunanistan’a gelince dostum, kardeşim diye hitap eden; ancak sıra Kıbrıslı kardeşlerimize gelince besleme diyerek hakları olan yardımı çok gören AKP zihniyetinin Türklüğün alevinde yanıp kül olması inşallah yakındır. İki bölgeli, iki milletli ve iki devletli bir ortaklık yapılanması içinde Kıbrıslı Türk kardeşlerimin huzurlu ve mutlu bir şekilde yaşayacakları günler ufukta görünmüştür. Rum’lara şirin görünmeye çabalayan, Ermenilere el açan ve Brüksel kapılarında aman dileyen, Vashington’dan kumanda edilen AKP zihniyetinin sonu artık gelmiştir. Şehitlerimiz, gazilerimiz ve milletimiz emin olmalıdır ki; Kıbrıs’ı Yunan tezlerine peşkeş çekmek için hazırlık içinde olan ve Türkiye’nin sırtında bir kambur gibi gösteren AKP ve Başbakan Erdoğan’ın ver kurtulcu politikası duvara toslamaya eninde sonunda mahkûm olacaktır.
Muhterem Arkadaşlarım, İktidar partisinin Türk Silahlı Kuvvetleri üzerinden siyaset yapması geçtiğimiz yıllarda en çok şahit olduğumuz ve de eleştirdiğimiz konulardan birisi olmuştur. Mağduriyet oluşturmak amacıyla Mehmetçiği siyasetin içine çekmek ve bunun üzerinden politika oluşturmak adeta AKP’nin alışkanlığı haline gelmiştir. AKP temsilcilerinin değişik dönemlerde tahrik ve tezyif edici üslupları, yorumları emin olun ki en başta ülkemizin güvenliği için fedakârlıktan kaçmayan Türk Silahlı Kuvvetlerini yıpratmıştır, hırpalamıştır. Özellikle sonuna kadar gidilmesi gereken darbe iddialarının yargıya intikal eden kısımlarının hala netlik kazanmaması ve uzayan mahkeme safahatları bildiğimiz gerçekler arasındadır. Değişik vesilelerle ifade ettiğim gibi, elbette Türk Silahlı Kuvvetleri’nin darbecilerden ayıklanması zaruridir ve bu konuda hiçbir şekilde müsamaha gösterilmemelidir. Ancak her fırsatta darbeci diyerek Mehmetçiği sindirmeye çalışmak ve hareketsiz kalmasına neden olmak hiç kimseye fayda sağlamayacaktır. Millet ordusu olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin siyasetten uzak kalması ve kışlasında yalnızca ülke güvenliğine odaklanması tartışma götürmez bir mecburiyettir. Ancak siyasetin de elini askerden uzak tutması ve günlük polemiklerin içine çekmek için sinsi tertipler içinde bulunmaması vatanımızın selameti için elzemdir. Nitekim hepimizin üzerinde titremesi gereken Türk Silahlı Kuvvetleri’nin; siyasi tartışmaların içine çekilme gayretlerini art niyetli girişimler olarak görmek lazımdır. AKP’nin asker üzerinden yürüttüğü istismar politikalarının yanı sıra Ana Muhalefet Partisi CHP’de benzeri bir tutum takınmış ve incitici, kışkırtıcı ve tahrik edici bir üslup benimsemiştir. Bir tarafta Türk Silahlı Kuvvetleri’ni hakir gören ve darbeci yaftasını vuran AKP zihniyeti varken, öbür tarafta demokratik sürece askeri dahil etmeye çalışan ve siyaseti yönlendirmesini arzulayan bir Ana Muhalefet anlayışı yer almıştır. Türk siyaseti bu iki seviye yoksunu ve istismarcı partiden yorulmuştur ve oynanan karşılıklı oyundan dolayı tahrip olmuştur. En son olarak Ana Muhalefet Partisi CHP’nin bir genel başkan yardımcısının sözleri bu çerçevede son örneği teşkil etmiştir. Söz konusu CHP yöneticisinin; “Koca bir askeri yıktılar, meğer kâğıttan kaplanmış, biz bunu asker zannetmişiz” sözleri talihsiz olduğu kadar, şuurunu kaybeden bir siyasetçinin hezeyanlarından başka bir anlama gelmemektedir. Tavsiyemiz, bu CHP’li yöneticinin askerden ne beklediğini açıklıkla ortaya koyması; demokrasinin ve sandığın erdemine inanmıyorsa bundan sonra siyaset yapıp yapmama konusunda kendisini bir kez daha gözden geçirmesidir. Bir defa şu gerçeğin altını kalın olarak çizmekte yarar vardır. Türk Silahlı Kuvvetleri kâğıttan kaplan değil, binlerce yıllık geçmişiyle Türk milletinin en güçlü kudretlerinden birisidir. Bunu anlamayan ve seviyesi yerlerde sürünen siyasetlerine kaldıraç olarak askeri kullanmayı amaçlayanlar hedeflerine asla ulaşamayacaklardır. İzledikleri çarpık siyasetleri için askerden medet uman, destek bekleyen ve demokratik siyasi yönetimlerin vesayet altında olmasını içten içe dileyen siyasi zihniyetler, her fırsatta demokrasinin yıldırımlarıyla çarpılacaklardır. Beklentimiz hem CHP’nin hem de AKP’nin elini Türk Silahlı Kuvvetlerinden bir an önce çekmeleri ve siyasetin içine sokmaktan vazgeçmeleridir. Bilinmelidir ki; demokrasinin ve millet iradesinin karşısında olacak, tahrip edecek her türlü fikir ve eylemle sonuna kadar mücadele etmekten asla geri durmayacağız. Ve siyasete meşru zeminler dışından ayar vermek ve istikamet tayin etmek için fırsat kollayanlara, ellerini ovuşturanlara da hiçbir şart altında göz açtırmayacağız.
Muhterem Milletvekilleri, AKP iktidarı tarafından yargının siyalaştırılmasına dönük çabaların hızında bir eksilme ve gerileme olmadığına hepiniz yakından şahit oluyorsunuz. Hukukun üstünlüğünü sağlamak yerine, üstünlerin hukukunu kurumsallaştıran iktidar partisi, uygulamalarıyla adalete olan güveni ve inancı zayıflatmaktadır. AKP’nin uzlaşmaya yanaşmayarak ve tek taraflı bir şekilde kabul edip geçtiğimiz yılın 12 Eylül’ünde halk oylamasına götürdüğü anayasa değişiklikleri, yargının siyasallaşmasında alınan mesafeyi göstermesi bakımından hepimize iyi bir fikir vermiştir. Bu değişikliklerle ilgili uyum yasalarının hazırlık aşamasında, iktidar partisinin gerçek niyeti bir kez daha görülmüş ve yandaş yargı oluşturma girişimi daha da somut bir nitelik kazanmıştır. Anayasa Mahkemesi’yle ilgili uyum yasasında yapılan düzenlemeler ve bu Mahkeme’nin üst temyiz mercii haline getirilme gayretleri, yargı içindeki tartışmaları daha da alevlendirmiştir. Bu kapsamda olmak üzere, bizatihi Anayasa Mahkemesi Başkanı tarafından yapılan değerlendirme ve beyanlar bizim fazlasıyla dikkatimizi çekmiştir. Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın, iktidar zihniyetini aratmayacak yorumları haklı olarak kaygılarımızı daha da artırmıştır. Öncelikle şunu söylemeliyim ki, belirli aralıklarla manidar açıklamalar yapan bu Mahkeme Başkanı’nın; yargının yandaş hale getirilmesine yönelik düşünce ve kaygıların dile getirilmesini demokrasi ahlakıyla bağdaştırmaması ve bunu yargı mensuplarına saygısızlık olarak görmesi temelsiz ve içi boş bir ithamdır. Biz demokrasi ahlakının nasıl olacağını ve içeriğinin nelerden oluşacağını Anayasa Mahkemesi Başkanı’ndan öğrenecek ve duyacak değiliz. Kaldı ki yetki ve sınırını aşarak siyasetin alanına girmesi taşıdığı sorumlulukla asla uyuşmamaktadır ve AKP’nin değirmenine su taşıyayım derken adalete darbe vurduğunu görmesi ve anlaması lazımdır. Madem Anayasa Mahkemesi Başkanı yargının bu kadar sorunlu olduğunu düşünmektedir, o halde bugüne kadar yargının temel sorunlarını gündemine tam olarak neden almamıştır? Yıllardır yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı örtüsü altında, yüksek yargının içine düşürüldüğü durumu kimsenin savunacak mecali kalmadığını Anayasa Mahkemesi Başkanı sıfatı taşıyan kişi itiraf etmektedir. O zaman var olan olumsuzluklarda bu Mahkeme Başkanı’nın da payı ve sorumluluğu vardır ve gerekli nedameti göstermesi ahlaki tutarlılık gereği olacaktır. Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın tarafsızlığında ve bağımsız duruşunda uzun zamandır gedikler açıldığı hepimizin malumudur. Bununla beraber AKP’nin sözde yargı reformlarını meşrulaştırmaya çalışmak ve bunu övmek Anayasa Mahkemesi Başkanı’na düşen bir görev değildir ve olmamalıdır. Üzülerek ifade etmek isterim ki, yargının mevcut halinden şikâyet edenlerin inandırıcılığı ve samimiyeti ucuz ve yapmacık bir hale gelmiştir. Biz parti olarak yargının kapsamlı bir reforma tabi tutulmasını içtenlikle ve samimiyetle istemekteyiz. Ancak yargının siyasallaştırılmasına ve AKP kontrolüne geçmesine de şiddetle karşı çıkmaktayız. 28 Ocak 2011 günü açıkladığımız Seçim Beyannamemizde adalet ve yargıyla ilgili hedeflerimizi ve düşüncelerimizi aziz milletimizle paylaşmıştık. Parti olarak, adaleti, temel hak ve özgürlüklerin güvencesi ve devletin temeli olarak görüyoruz.
Ayrıca;
Açıkça görüleceği üzere, hedefimizde tam bağımsız yargı, etkin ve iyi işleyen adalet mekanizması bulunmaktadır. ‘Sesime Kulak Ver Türkiye, Ses Ver Türkiye’ sözlerinde tarafsız, adil, eşitliği gözeten, zayıfın ve haklının yanında olan, sosyal gerçeklerden kopuk olmayan bir hukuk sistemi bulunmaktadır. Unutulmasın ki, yargıyı kendi emellerine alet etmek isteyenlerden mutlaka ama mutlaka yine adaletin verdiği imkânlarla hesap soracağız. Konuşmama son vermeden önce önemli gördüğüm bir konuyu kısaca sizlerle paylaşmak istiyorum. Değişik kurum ve kuruluşlarda, 5188 Sayılı Kanun kapsamında bulunan ve özel güvenlik görevlisi olarak çalışan kardeşlerimizin ciddi sorunları olduğunu biliyor ve bunları yakından takip ediyorum. Bu sorunlar arasında, özel güvenlik kimlik kartları alınırken talep edilen özel güvenlik harçları gelmektedir ve bunun kaldırılması mesleğe yeni başlayan çalışanlarımızı motive edecek ve rahatlatacaktır. Kolluk kuvvetleri içinde en düşük gelire sahip bu meslek çalışanlarının daha iyi şartlara kavuşmaları da öncelikli düşüncelerimiz arasındadır. İlave olarak fiili hizmet zammından yararlanabilmeleri için gerekli tedbirlerin alınması doğru ve hakkaniyetli bir uygulama olacaktır. Daha birçok sorunu olan özel güvenlik görevlilerimizin meselelerini ve içinde boğuştukları problemlerini çözmek bizim hedeflerimiz arasındadır. Bundan hepsi emin olmalıdır ve Milliyetçi Hareket Partisi her zaman yanlarında olacak ve desteğini hiç esirgemeyecektir. Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.
|