06.10.2005 - Basın Toplantısı Konuşma Metni
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

 

Genel Başkanımız Sayın Dr. Devlet Bahçeli'nin
Yapmış Oldukları Basın Toplantısı Metni
6 Ekim 2005

Sayın Basın Mensupları,

Aziz Dava Arkadaşlarım,

Avrupa Birliği konusunda bugün gelinen aşama ve önümüzdeki döneme ilişkin görüş ve değerlendirmemizi ortaya koymak için yaptığımız toplantımıza katılan basınımızın değerli mensuplarını ve bütün arkadaşlarımı sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Türkiye uzun bir süredir 3 Ekim tarihine kilitlenmiş, bütün enerjisini bu tılsımlı tarihin hayali cazibesi için harcamıştır.

Şimdi 3 Ekim sendromu geride kalmıştır. Türkiye, çok ağır bir bedel ödeyerek sonu ve geleceği olmayan çıkmaz bir yola girmiştir.

Bu süreçte Türkiye’nin ne kaybettiği ve ne kazandığının muhasebesi, yaşanacak gelişmelerle ortaya çıkacaktır.

Türk kamuoyuna bir “milat” olarak pazarlanan 3 Ekim’in Türkiye’nin önüne hangi tuzakları getirdiği zamanla daha iyi görülecektir.

Türk Milleti er veya geç acı gerçeklerle yüzleşecektir. O zaman, bu konuda başlatılan yalan kampanyasın sinsi amaçları daha iyi anlaşılacaktır.

Türkiye’nin nasıl bir açmaza sokulduğu, ne derece ağır bir kıskaç içine hapsedildiği, önümüzdeki süreçte yaşanarak görülecektir.

Sayın Basın Mensupları,

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Türkiye 3 Ekim’e, toplumsal aklı ve vicdanı teslim almayı amaçlayan bir psikolojik savaş sonrası gelmiştir.

Türk halkı Avrupa Birliği konusunda ağır bir psikolojik baskı altına alınmıştır. Görülmemiş çapta bir beyin yıkama operasyonu başlatılmıştır.

Türkiye, bu süreçte sanal kahramanların hayali başarı hikayelerinin anlatıldığı, sahte bayramların kutlandığı, hayali zafer destanlarının yazıldığı bir masallar ülkesi haline gelmiştir.

AB ile ilişkilerimizin uzun geçmişi, Türkiye’nin sürekli hayal kırıklıkları yaşadığı, sürekli dışlandığı sancılı bir sürecin hikayesidir.

Türkiye’ye karşı tarihten gelen husumetler, din ve kültür farklılığından beslenen ön yargılar, bu sürecin gelişmesinde temel belirleyici unsurlar olmuştur.

AB’nin Türkiye’ye bakış açısını bu unsurlar şekillendirmiştir. Bu nedenle, ilişkilerin temeli karşılıklı saygı ve iyi niyete dayalı ortak bir geleceği paylaşma iradesinden yoksun kalmıştır.

AB’nin Türkiye’yi eşit haklara sahip bir üye olarak içine almak istemediği, bu konuda gerekli siyasi iradeye sahip olmadığı giderek ortaya çıkmıştır.

AB’nin Türkiye stratejisi, Türkiye’nin AB’nin yörüngesinde ve etki alanında tutulacağı bir taabiyet ve uydu ilişkisinin zeminini ve şartlarını hazırlamak ve Türkiye’yi bu noktaya adım adım sürüklemek esasına oturtulmuştur.

Bu amaçla Türkiye’ye hakaret ve küstahlık derecesine varan ağır muameleler reva görülmüştür. AB istediği her şeyi almaya alışmış ve Türkiye dipsiz kuyuya benzeyen bir baskı, dayatma ve taviz sarmalına sokulmuştur.

AB, özellikle son üç yılda bu yönde epey mesafe almış ve ilişkilere bugün hakim olan hastalıklı yapı bu şekilde oluşmuştur.

AKP hükümetinin Türkiye’nin onurunu, haysiyetini ve milli çıkarlarını hiçe sayan siyaseti Türkiye’yi maalesef bu noktaya getirmiştir.

Bu şekilde Türkiye’nin 42 yıllık AB macerası, amacı ve hedefi kalmayan bir çıkmaz yola itilmiştir.

3 Ekim süreci, içi boşaltılmış böyle bir hayal yolculuğunun sanal bir ara istasyonu olmuştur. 3 Ekim’de yeni bir aldatmaca oyununun perdesi açılmıştır.

3 Ekim’e giden süreçte bir orta oyunu oynanmış ve AKP hükümeti görüntüyü kurtarmak uğruna AB karşısında bir kere daha diz çökmüştür.

Açıklayacağımız gerçekler, oynanan bu oyununun senaryosunu ve figüranlarını teşhir edecektir.

Lüksemburg’a başları dik gittiklerini söylemekten hiç sıkılmayan AKP yöneticilerinin gerçek amaçları ve hüviyetleri bir kere daha anlaşılacaktır. Aslında Türkiye’nin başının öne eğildiği bir kere daha görülecektir.

Milliyetçi Hareket bugüne kadar izlenen teslimiyet yolun Türkiye’nin hayrına olmadığını her vesileyle belirtmiş ve bu konudaki uyarı görevini sonuna kadar yapmıştır.

Bu konuda vicdanlarımız rahattır.

2 Ekim günü büyük bir vatanseverlik şahlanışına sahne olan Başkent Ankara buluşmasında, Başbakan Erdoğan’a son ikazlarımız yapılmış ve kendisine samimi bir çağrıda bulunulmuştur.

Ancak, Başbakan ve hükümetin Başkent Ankara’dan yükselen milli heyecan ve sağduyu sesine kulak tıkayarak gaflet yolculuğunu sürdürmeye kararlı olduğu anlaşılmıştır.

Bu hüsran yolculuğunda kendilerini bekleyen acı sonla karşılaşmaları ve bunun fazlasıyla hak ettikleri sonuçlarına katlanmaları artık mukadderdir.

Bu ilkesiz hükümet için sonun başlangıcı olan 3 Ekim, Türkiye’de erken seçim sürecini hızlandıracaktır. AKP ile hesabımız seçim sandığı başında görülecektir.

Milliyetçi Hareket, bu noktadan sonra tarihe not düşmek ve aziz milletimizi bekleyen sinsi tehlike ve pusular karşısında milli şuuru ayakta tutmak için gerçekleri aziz milletimizle paylaşmak istemektedir.

Sayın Basın Mensupları,

Değerli Dava Arkadaşlarım,

3 Ekim’e gidilirken yaşananları aziz milletimiz ibretle izlemiştir.

AKP Hükümeti baskılara direnerek Türkiye’nin çıkarlarını koruduğu görüntüsünü vermek ve Türk milletini yanıltmak için büyük bir saptırma kampanyası yürütmüştür. Bu amaçla yalan borsaları kurulmuş, gerçekler karartılmış ve yalan bilgi fırtınaları estirilmiştir.

Hükümet bu süreçte son ana kadar hedef saptırmaya çalışmış ve bu ihanet belgesine kılıf ve sahte ambalaj arayışı için seferber olmuştur.

Bütün dayatmaları kabul eden Başbakan, bundan sonra da televizyonlara çıkıp, Türkiye’nin milli çıkarlarına sonuna kadar sahip çıktıkları ve müzakere çerçeve belgesinin talep ve beklentilerini karşılayacak şekilde sonuçlandığı yalanını söyleyebilmiştir.

Bununla da yetinmeyen Başbakan, bu teslimiyet belgesinin Türk milletinin değişim ümidiyle örtüşen bir mutabakat olduğunu söyleyerek, Türk milletini de bu günaha ortak etmeye çalışmıştır.

Ancak, Başbakan unutmasın ki Türk milleti akıl ve hafızadan yoksun değildir. Türk milletinin aklı ve idrakiyle alay etmek de kimsenin haddi değildir.

Şimdi Başbakan’a şu somut gerçekleri hatırlatmak ve kendisinden, siyasi namus adına, bu söyleyeceklerimize cevap vermesini beklediğimizi belirtmek istiyorum.

Müzakere çerçeve belgesi Türkiye’ye üç ay önce verilmiştir. AB’nin bugüne kadar Türkiye’ye dayattığı tüm ön şartlar bu belgede yer almıştır.

Bunların yanı sıra, Ege ve Kıbrıs dayatmaları da ağırlaştırılmış olarak bu belgeyle karşımıza çıkartılmıştır. Ayrıca, AB Kıbrıs konusunda ultimaton niteliği taşıyan bir karşı deklarasyon yayınlamış ve Türk limanlarının Rum bayraklı gemilere açılması için nihai bir tarih vermiştir.

Bu arada, Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin sözde Ermeni soykırımını tanıması için bir karar almış, bu yolla Ermenistan da bu denkleme sokulmuştur.

Böylece 3 Ekime giden süreçte Türkiye tamamen abluka altına alınmış ve bir çıkmaza hapsedilmiştir.

Ancak, hükümet bu konularda tam bir sessizlik içine girmiş, bunlara karşı tepkisiz kalmıştır.

Bütün bu dayatmalar unutturulmaya çalışılmış ve 3 Ekim öncesi 24 saatlik sürede kamuoyunun dikkati, imtiyazlı üyelik ve Rumların NATO ile ilişkisi üzerinde yoğunlaştırılmıştır.

Bütün tartışmalar bu iki noktaya indirgenmiş ve böylece müzakere çerçeve belgesinin içerdiği diğer ağır şartlar ve dayatmalar kamuoyundan saklanmıştır.

Şimdi buradan 3 Ekim’de AKP’nin gönüllü olarak kabul ettiği dayatmaları bir bir ortaya koyacağız ve “aldatan bizden değildir” diyen Başbakan’dan cevap bekleyeceğiz.

Sayın Basın Mensupları,

Aziz Dava Arkadaşlarım,

Çerçeve belgede Ege konusunda Türkiye’nin önüne yeni bir dayatmayla çıkılmıştır. Belge’nin 6. paragrafında Türkiye’nin iyi komşuluk ilişkilerine mutlak bağlı kalması gereğinin altı çizilmiş ve Ege sorunlarının Yunanistan’ın istediği şekilde Adalet Divanı’na götürülmesi şartı getirilmiştir.

Burada dikkatlerden kaçan bir noktaya değinmek istiyorum: Ege paragrafı, Belge’de müzakerelerde ilerleme sağlanması için Türkiye’nin yerine getireceği bir yükümlülük olarak vurgulanmış ve ilk defa Ege konusu Kopenhag Kriterleriyle eş değerde bir kriter haline getirilmiştir.

Bu nokta kamuoyundan saklanmış, hükümet yetkilileri bunun da üstünü örtmüştür.

Kıbrıs konusunda ise Türkiye’ye üç adet çok ağır fatura çıkarılmıştır.

Bunlardan birincisi, Türkiye’den sahte Kıbrıs Cumhuriyeti’ni hukuken ve kayıtsız şartsız tanıması talebidir.

Bilindiği gibi AKP Hükümeti, Kıbrıs Ek Protokolünü imzalayarak Rum Yönetimini Kıbrıs Cumhuriyeti’nin meşru temsilcisi olarak esasen muhatap kabul etmiştir.

Bu fiili tanımayla yetinemeyen AB, şimdi de Türkiye’nin sahte Kıbrıs Cumhuriyetiyle ilişkileri normalleştirmesini talep etmektedir.

Bunun tek bir anlamı vardır: Türkiye’ye KKTC ile ilişkilerini kes ve Rumlarla resmi diplomatik ilişki kur dayatması yapılmaktadır.

İkinci fatura, Rum bayraklı gemi ve uçaklarla ilgilidir. Kıbrıs Türklerini haksız ambargolar altında inleten AB, Türkiye’nin deniz ve hava limanlarını Rum bayraklı gemilere ve Rum uçaklarına açması şartını getirmiştir.

AB, Türkiye’ye bu iki dayatmanın gereğini yapması için bir tarih ve uygulama talimatı da vermiştir. Türkiye’nin buna uyup uymadığı 2006 yılında denetlenecektir. Türkiye bu yönde adım atmazsa 3 Ekim’de başlatılan sanal süreç o noktada kesilecektir.

AB’nin Kıbrıs deklarasyonu, Türkiye için de bağlayıcı olacak şekilde AB müktesebatının parçası haline de getirilmiştir. Bu husus müzakere çerçeve belgesinin 10. maddesinde açıkça belirtilmiştir.

AKP bütün bunlara sessizce kabul etmiştir.

AKP’nin kayıtsız şartsız teslimiyetinden iştahı kabaran AB, son anda AKP hükümetinden Rumların NATO üyeliği için de peşin söz ve açık çek almıştır.

3 Ekim öncesi yanıltma kampanyası bu nokta üzerinde yoğunlaşmış ve en büyük bilgi kirliliği bu konuda yaşanmıştır.

Müzakere çerçeve belgesinin 7. maddesinde Türkiye, Kıbrıs Rumlarının uluslararası kuruluşlara üyeliği önünde engel olmayacağı, veto hakkını kullanmayacağı taahhüdünde bulunmuştur.

AKP bunu içine sindirmiş, Ancak Türk milletini aldatmak için buna bir kılıf bulması için AB yetkililerine ricacı olmuştur. Son gece yaşanan gecikme, böyle bir ambalaj arayışından kaynaklanmıştır.

AKP’nin şimdi arkasına sığınmaya çalıştığı kılıf, AB dönem başkanının bu konuda yaptığı bir açıklama olmuştur.

Bu beyanın metni resmen açıklanmamıştır. Ancak, basına yansıdığı şekliyle açıklamada, Türkiye’nin bu konudaki yükümlülüğüne ilişkin paragrafın, NATO Konseyi’nin yeni üyeler için bağımsız karar alma yetkisini ve hakkını haleldar etmeyeceği söylenmektedir.

Bu, malumun ilanıdır. NATO, doğal olarak yeni üye kabul etmede nihai karar mercidir. Zira, bu konuda Türkiye dışında ABD gibi diğer NATO ülkeleri de söz sahibidir.

Başkanlık açıklamasında işaret edilen bu yalın gerçektir. AKP’nin iddia ettiği gibi bu konu Türkiye ile ilgili değildir. Çerçeve belgesinin 7. maddesindeki hükümden yetkisi ve hakları haleldar olmayacak olan NATO Konseyi ve ABD, Kanada gibi diğer NATO üyesi ülkelerdir.

Rumların NATO ile ilişkileri konusu karar için NATO Konseyi’nin önüne geldiğinde, Türkiye’nin de ABD ve diğer ülkeler gibi oy ve veto hakkı vardır.

Ancak, Türkiye bu veto hakkından peşinen vazgeçmiştir. NATO’nun otonom karar organında diğer üyeler Rumların üye olmasını isterse, Türkiye buna karşı çıkmayacak ve Rumlar NATO’ya üye olacaktır.

Çerçeve belgesi ve başkanın açıklamasının anlamı budur. Bu bakımdan AKP, bunun arkasına sığınarak kamuoyunu yanıltmak imkânına sahip değildir. Esasen NATO’da yaşanacak gelişmeler bu konudaki gerçekleri fiilen de ortaya çıkaracaktır.

Türkiye adına bu yükümlülük altına giren Başbakan, bunun ne anlama geldiğini idrak edemiyorsa, biz kendisine hatırlatalım.

Türkiye’nin veto hakkından peşinen vazgeçmesi sonucu Rumlar NATO’ya adım atmış ve çok önemli bir köprübaşı tutmuştur.

İlk aşamada, AB’nin Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği çerçevesinde AB ile NATO arasında yürütülen kurumsal işbirliğine Kıbrıs Rumları da dahil edilecektir.

Türkiye bugüne kadar buna karşı çıkmıştır. Şimdi, 3 Ekim’de üstlendiği yükümlülük sonucu bu yol açılacaktır.

Rumlar, AB üyesi olarak NATO askeri planlama çalışmalarına katılacak, NATO’nun askeri imkânlarından yararlanacak ve NATO projeleri içinde yer alacaktır.

İkinci ve son aşama ise, şartlar olgunlaştığında Rumların NATO’yu üye olarak alınması olacaktır.

Şimdi Başbakan’a şunları sormak istiyorum:

NATO, üyelerinin karşılıklı savunma yükümlülüğü üstlendiği bir askeri savunma paktıdır.

Rumların NATO yolunu açmakla, Türkiye’nin nasıl bir tuzağa çekildiğinin farkında mısınız?

Buna evet diyen Türkiye, 1960 Kurucu Antlaşmalarıyla Kıbrıs üzerindeki garantörlük hakkını, bundan sonra nasıl sürdürecektir?

Bu yaptığınız Rogers anlaşmasından da beterdir. Kıbrıs’ta garantörlük hakkından vazgeçen Türkiye, Kıbrıs’a askeri müdahale hakkından da vazgeçmiş sayılacaktır.

Bu durumda, KKTC’deki Türk askeri varlığının hukuki meşruiyeti ve geleceği ne olacaktır?

Bunları idrak edemeyen bir Başbakan’ın Türkiye’nin milli çıkarlarını koruduğunu iddia etmesi mümkün değildir. Türkiye işte böyle utanılacak bir duruma sokulmuştur.

Türk halkından saklanmaya çalışılan diğer bir gerçek de Ermeni soykırımı hezeyanlarıyla ilgilidir.

Hükümet, Avrupa Parlamentosu’nun bu konuda aldığı kararın hukuki değeri ve bağlayıcılığı olmadığını söylemektedir.

Bu da büyük bir aldatmacadır. AKP’nin başarı olarak pazarlamaya çalıştığı müzakere çerçeve belgesinin 10. maddesi bunu bizzat yalanlamaktadır.

Bu maddede, hukuken bağlayıcı olsun veya olmasın, AB kurumlarının beyanları ve kararlarının Avrupa müktesebatının bir parçası olduğu, Türkiye’nin bunları benimsemesi gerektiği vurgulanmıştır.

Avrupa Parlamentosu’nun AB’nin bir kurumu olduğu hatırlanırsa, AKP’nin bu konudaki foyası da meydana çıkmıştır.

Sayın Basın Mensupları,

Aziz Dava Arkadaşlarım,

3 Ekim’e gidilen süreçte Türkiye’deki tartışmalar Avusturya’nın imtiyazlı ortaklık talebi ve son metinde bu kavramın bu kelimelerle yer alıp almadığı noktasına indirgenmiştir.

AKP’nin oyun planı buna dayandırılmıştır. Bu konu Başbakan’ın en büyük aldatma aracı ve yalan sermayesi olmuştur.

Türk milletini yanıltmak için söylenen şudur: Avusturya son anda imtiyazlı ortaklık alternatifini metne sokmaya çalışmış, Türkiye buna direnerek tam üyelik perspektifinin açık ve net olarak yer almasını sağlamıştır. Bu şekilde Türkiye’nin tüm beklentileri karşılanmıştır.

AKP hükümeti tarihi başarısını buna dayandırmaktadır. Ancak, somut gerçekler Başbakan’ı bu konuda da doğrulamamaktadır. Başbakan’ın siyasi ahlaka sığmaz diye sinirlendiği gerçekleri, biz de siyasi ahlak adına bir kere daha kendisine hatırlatmak isteriz.

Kabul ettiğiniz belge’de müzakerelerin ucunun açık olacağı, nasıl sonuçlanacağının bilinemeyeceği net bir şekilde yer almıştır. Müzakereler başarısız kalırsa, Türkiye’nin AB kurumlarına mümkün olduğu kadar sıkıca bağlanması da bu belgede vurgulanmıştır.

Aynı şekilde, AB’nin Türkiye’yi içine alma, hazmetme ve sindirme kapasitesi olup olmadığına bakılacağı da, bir kriter olarak önümüze konulmuştur.

Bu noktada diğer aday ülkelerden farklı olarak Türkiye’ye yapılan ayrımcılık, hazmetme kapasitesi kavramının, müzakere sürecinin her aşamasını kontrol edecek bir ilerleme ölçüm kriteri olarak önümüze getirilmesi olmuştur.

Diğer taraftan, serbest dolaşım, AB fonlarından yararlanma ve tarım gibi alanlarda Türkiye’ye karşı daimi kısıtlamalar getirileceği de yine bu belgede açıkça belirtilmiştir.

İmtiyazlı üyeliğin alternatif olmaktan çıktığını ve tam üyelik perspektifinin çok açık olarak belgede yer aldığını söyleyen Başbakan’a şimdi sormak istiyoruz:

Bütün bunlar, tam üyelik hedefinden sapan imtiyazlı ortaklık yolunun işaretleri değilse, bunlar ne anlama gelmektedir?

Çok açık bir tam üyelik perspektifinde bu unsurlara yer verildiği nerede görülmüştür?

Başbakan’ın sinirlenmekten başka bu sorulara vereceği bir cevap yoktur. Belgede yazılanların, adı büyük harflerle ve bu kelimelerle konmadan, açık bir özel ilişki tarifi olduğunu aslında kendisi de bilmektedir.

Ancak, aldatan bizden değildir sloganının sahibi Başbakan’ın siyasi ihtirası bunu itirafa manidir.

Türk milleti bütün bu yaşananları değerlendirecek ve bu kere aldanmayarak seçim sandığında hükmünü verecektir.

Sayın Basın Mensupları,

Aziz Dava Arkadaşlarım,

AB sürecinin gerçek yüzü hakkındaki bu değerlendirmemiz ışığında, şimdi 3 Ekim sonrası döneme ilişkin düşünce ve endişelerimizi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Türkiye, risklerle dolu tehlikeli bir yola sokulmuştur.

AKP, siyasi geleceğini kurtarmak, siyasi ömrünü biraz daha uzatmak ve üç beş ay zaman kazanmak için bile bile ülkeyi bu yola sürüklemiştir.

Bitkisel hayata giren AKP, suni teneffüsle yaşamaya çalışmaktadır.

3 Ekim göstermelik sürecine bir nefes borusu gibi can havliyle sarılmasının nedeni budur.

Ülkenin onuru ve milletin hukukunun korunmasından bahseden Başbakan, siyasi gelecek hesabıyla ülkenin geleceğini tehlikeye atmıştır.

Milletin hukuku, AKP rant hukukuna kurban edilmiş, Türk milleti çok ağır bir ipotek altına sokulmuştur.

Girilen bu yolda Türkiye’yi bekleyen tehlikeler gerçektir ve çok ciddidir.

Hükümet, siyasi gelecek hesabıyla çok ağır şartları ve dayatmaları kabul etmiş ve AB’ne her manada teslim olmuştur.

Şimdi, tahsilât dönemi başlamıştır. Vadesi gelen bütün bu faturalar taksit taksit Türkiye’nin önüne getirilecektir.

Bölücü tahriklerin, AB’den aldıkları cesaretle yeniden sahneye çıkmaları beklenmelidir.

AB, bu alandaki faturaların da takipçisi olacaktır.

Diyarbakır macerasının faturası da Başbakan’ın önüne getirilecektir.

Türkiye’de etnik kimlikle siyaset yapılması, bölücü akımların Türkiye Büyük Millet Meclisine taşınması tartışmaları hız kazanacaktır.

Böyle bir ortamda, Türkiye’nin karşısındaki bölücü terör sorununa, siyasi çözüm bulunması, bu konuda İmralı ile diyalog kurulması, teröristlere genel siyasi af çıkarılması baskıları ve çağrıları artacaktır.

Bu süreçte İmralı canisinin yeniden yargılanması dayatmasının önümüze getirilmesi de beklenmelidir.

Bu noktada, Türkiye’de fazla tartışılmayan çok önemli bir hususa da değinmek istiyorum.

Bildiğiniz gibi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bebek katili Öcalan’ın yeniden yargılanması için siyasi amacı ortada olan bir karar almıştır.

Bu karar bugün de geçerlidir. AKP hükümeti bu yolu açmış, İmralı canisine bu imkanı sunmuştur.

Ancak, bu kararın üzerinden uzun bir süre geçmesine rağmen, bu katilin avukatları yeniden yargılanma için henüz başvuru yapmamıştır.

Bunun nedenleri üzerinde çok iyi durulmalıdır.

Bu başvuru için tamamlanması gereken bir şekli süreç de bulunmamaktadır. Avrupa Mahkemesi bu dosyayı kapatmıştır. Başvuru için sonuçlanması beklenen hukuki bir süreç olmadığına göre, bu başvuru neden yapılmamıştır?

Burada akla şu gelmektedir: İmralı katili Türkiye’nin iyice sıkışacağı 3 Ekim sürecini beklemiştir. Bu süreçte AKP’nin ve demokratlık yarışına çıkan kurumların hiçbir direnç gösteremeyeceğini hesaplamıştır.

Önümüzdeki dönem cereyan edecek gelişmeler, 3 Ekim sürecinin bu konuda Türkiye’nin karşısına çıkaracağı tehlikelerin daha iyi anlaşılmasına vesile olacaktır. Bekleyelim ve görelim.

Sayın Basın Mensupları,

Aziz Dava Arkadaşlarım,

Önümüzdeki kısa dönemde Türkiye Kıbrıs konusunda daha çok sıkışacak, bu konuda AKP’nin üstlendiği yükümlülüklerin faturasını önümüze konulacaktır.

Bu çerçevede, ilk önce, Türkiye’nin imzaladığı Kıbrıs Ek Protokolünün Meclis’in onayına sunulması gerekecektir.

Burada, hükümetin bu anlaşmayı Kıbrıs konusunda yaptığı deklarasyonla birlikte Meclis’e sevkedip sevketmeyeceği önem taşımaktadır.

Zira, Avrupa Parlamentosu bu anlaşmanın onay işlemini bu nedenle askıya almış ve Türkiye’nin anlaşmayı Kıbrıs deklarasyonu olmaksızın onaylanması şartını getirmiştir.

Konu Meclis’in önüne geldiğinde, AKP’li milletvekillerinin içtikleri milletvekili kutsal yeminine sahip çıkarak onurlu bir tavır sergileme cesaretine sahip olup olmadıkları görülecektir. Meclisin haysiyetinden ne anlaşıldığı ve bunun nasıl korunacağı ortaya çıkacaktır.

Bundan sonra, 2006 yılında Türkiye’nin Rum gemi ve uçaklarına limanlarını açması yükümlülüğünün vadesi gelecek ve AB bunu dayatacaktır.

Bu şart yerine getirilmezse, sanal 3 Ekim süreci askıya alınacaktır.

Bu noktada AKP hükümeti için bir karar ve kader anı gelecektir. Ya buna da bir kılıf uydurarak, bu dayatmayı kabul edecekler, ya da AB süreci kesilecektir.

Burada AKP’nin nasıl bir tavır sergileyeceği hep birlikte görülecektir.

Ancak, 3 Ekim süreciyle beş altı ay zaman kazanmayı amaçlayan AKP’nin, bu noktada AB’ye karşı sahte bir kahramanlık gösterisi yapması ve erken seçim sürecini başlatması ihtimal dışı görülmemelidir.

Anayasa değişikliği zorlamasına hazırlanan AKP, bunun sonuçlarını da görmüş olarak böyle bir kaçış yoluna yönelebilecektir.

Bazı işaretler AKP’nin Avrupa Birliği endeksli bir erken seçim planı ve stratejisi üzerinde durduğunu göstermektedir.

Ancak Türkiye’nin AKP siyasi kamburundan kurtulmak için kaybedeceği zaman yoktur. Bıçak kemiğe dayanmıştır.

Bu bakımdan en kısa sürede erken seçime gidilmesi artık kaçınılmaz ve ertelenemez bir zarurettir.

Buradan Başbakan’a sesleniyorum:

Türkiye’nin geleceğini ateşe atmamak için seçim sandığını derhal Türk milletinin önüne getirin.

Kendinize ve politikanıza güveniyorsanız seçimden kaçmayın.

Bunu yapmasanız Türkiye’de yaşanacak tehlikeli gelişmelerin vebali bütünüyle omuzlarınızda olacaktır.

Bu hesap er veya geç bir gün mutlaka sorulacaktır.

Korkunun ecele faydası yoktur.

Milliyetçi Hareket, Anadolu meydanlarını ayağa kaldırarak AKP’yi seçim sandığının önüne mutlaka götürecektir.

Bu vesileyle hepinize sevgi ve saygılarımı sunuyor, Mübarek Ramazan’ı Şeriflerinizi en iyi dileklerimle kutluyorum.

Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı