04.10.2011 - TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma Metni.
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma Metni.
4 Ekim 2011

 

Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım,

Değerli Misafirler,

Sayın Basın Mensupları,

12 Haziran 2011 tarihinde yapılan Milletvekilliği Genel Seçimi sonuçlarına göre şekillenen TBMM Yeni Yasama Yılı’na başlamıştır.

Bugün partimizin 24. Dönem İkinci Yasama Yılı’nın ilk grup toplantısını gerçekleştiriyoruz.

Konuşmamın başında hepinizi en iyi dileklerimle selamlıyorum.

Demokrasinin ve millet iradesinin tecelligâhı olan bu kutlu çatı altında, sizlerle bir arada bulunmaktan dolayı büyük bir memnuniyet duyuyorum.

Milletvekilliği Genel Seçiminin üzerinden geçen 112 günlük süre içinde Meclis Başkanlık Divanı ve komisyonlar teşekkül etmiş ve TBMM’nin yeni başkanı seçilmiştir.

Arkasından 61.Cumhuriyet Hükümeti’nin programı üzerindeki görüşmeler ve güvenoylaması süreci tamamlandıktan sonra Meclisimiz tatile girmiştir.

Türkiye’nin bu zorluklarla dolu döneminde millet iradesini temsil eden siz değerli milletvekilleri başta olmak üzere; Meclisimizin yeni başkanına, Başkanlık Divanı üyelerine ve millet vekâletini gururla taşıyan tüm arkadaşlarıma üstün başarılar diliyorum.

Demokrasinin kalbi olan bu kutsal mekânda, çare ve ümidin canlı ateşinin hiç sönmemesi sizlerin gayreti, ısrarı ve fedakârlıklarıyla olacaktır.

Millet olarak bağımsızlığımızın sembolü, varlığımızın güvencesi, geleceğimizin hazırlayıcısı ve birliğimizin teminatı olan Yüce Meclisimizin barış, huzur ve sükûnet içinde bir yasama dönemi geçirmesi en samimi dileğimizdir.

Zira her güçlüğü milletten aldığımız yetkiyle aşabiliriz.

Her sorunu buradan aldığımız tarihi ve azametli ilhamla bitirebiliriz.

TBMM; açık ve işler vaziyette olduğu sürece umutlar canlılığını, beklentiler iyimserliğini her daim muhafaza edecektir.

Milletimizin bölünmez bütünlüğü, devletimizin kesintisiz sürekliliği bu mehabet yüklü millet eserinin himmeti, azmi ve desteğiyle sağlanacaktır.

Türk milleti, yetkisini geçici olarak emanet ettiği temsilcilerinin;

  • Kavganın değil uzlaşmanın dilini,
  • İhtilafın değil buluşmanın ruhunu,
  • Bezginliğin değil mücadelenin nefesini,
  • Ve teslimiyetin değil cesaretin sesini haykırmalarını ve duyurmalarını istemektedir.

Bu en tabii dilek ve temennilere Milliyetçi Hareket Partisi’nin duyarsız kalması ve uzak durması elbette düşünülemeyecektir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi;

  • Korkunun yayılan tesirini kırmak için inisiyatif almalıdır.
  • Bin yıllık kardeşlik hukukumuzu bozmaya çalışanlara karşı uyanık ve dikkatli olmalıdır.
  • Gaflete düşen, yanlışta ısrar eden ve beyhude işlerle meşgul olan hükümet etme zihniyetini hem denetlemeli hem de uyarmalıdır.
  • Terör maşalarının hain eylemlerine tavizsiz ve hoşgörüsüz yaklaşmalıdır.
  • Başkent Ankara’nın gerçeklerinden, milli hedeflerden ve Cumhuriyet’in derin felsefesinden hiçbir şart altında ödün vermemelidir.
  • Milletimizin refaha, bolluğa ve mutluluğa ulaşması için her türlü gayreti göstermelidir.
  • Egemenliğin asıl sahibinin asırları aşan adını, şanını, anılarını, ilkelerini, ülkülerini, heyecanlarını, milli ve manevi kıymetlerini heba etmeyerek gözü gibi bakmalıdır.

İnanıyorum ki geniş ölçekli, kararlılık sergileyen ve müşterek değerler etrafında tutunacak diyalog ve işbirliği, millet ve devlet hayatında özlemini çektiğimiz güzellikleri mutlaka ortaya çıkaracaktır.

Parti olarak biz buna varız ve millet yararına atılacak iyi niyetli adımları ve yapılan çağrıları asla karşılıksız bırakmayız.

Türkiye’yi bütünüyle kucaklayacak, meselelerini çözüm iradesiyle buluşturacak siyasi tutumlara cevapsız kalmayız, sessiz durmayız, göz ardı etmeyiz.

Yeter ki siyasi muhataplarımız samimi olsunlar, yeter ki yanlışlardan ders ve sonuç çıkarsınlar.

Hareket noktamız, şüphe etmeyiniz ki milletimizin biriken, katlanan ve tahammülü aşan sıkıntılarını ortadan kaldırma anlayışımızla örtüşmektedir.

Meclis faaliyetlerine, yapılacak sonuca odaklı çalışmalara ve alınacak kararlara parti gurubumuzun bu hassasiyetler bağlamında yaklaşacağını buradan ifade etmek isterim.

Bilinmelidir ki, biz millet iradesine uymayı her şeyin üzerinde görüyoruz.

Milli vicdanın çizdiği yoldan, belirlediği güzergâhtan bedeli ne olursa olsun ayrılmama konusunda hemfikiriz.

Aldığımız millet vekâletini gücümüz nispetinde muhafaza etmeye ve bu vekâletin ulviyetini yüceltmeye tüm varlığımızla devam edeceğiz.

Ancak felaketlere davetiye çıkaracak, kapı aralayacak ve zemin oluşturacak her türlü siyasi maceraya, manevraya ve emele direnerek boşa çıkarma konusunda da son derece coşkulu ve hazırız.

Değerli Arkadaşlarım,

Türkiye’nin ağırlaşan sorun alanları her geçen gün çoğalmakta ve yayılmaktadır.

Kanlı terörün hain saldırıları ve masum vatandaşlarımızı da kapsamına alan cinayetleri milletimizin sabrını taşırma noktasına kadar getirmiştir.

Artık terörün ölüm ve nifak saçan namlusu herkese doğrulmuştur.

Genç kızlarımız, karnında yavrusunu taşıyan kadınlarımız, küçücük çocuklarımız, askerlerimiz, polislerimiz hunharca katledilmektedir.

Bir kez daha aziz şehitlerimize Cenab-ı Allah’tan rahmet, yaralı kardeşlerimize şifa diliyorum.

Hepinizin bildiği üzere, başkent Anakara’nın en işlek caddesinde patlayan bomba, birlikte yaşama ülkümüzü temelinden sarsmaya uğraşanların adice bir girişimi olarak acılarımızı depreştirmiştir.

Üzülerek görüyorum ki, her düzeyde görev yapan kamu görevlileri ise büyük bir tehdit ve can tehlikesiyle yüz yüzedir.

Öğretmenlerimiz, kaymakamlarımız, polislerimiz ve askerlerimiz alenen kaçırılmakta ve sindirilmeye çalışılmaktadır.

Devlet vatan coğrafyasının bir bölümünden adeta arındırılmaktadır.

Başbakan Erdoğan’ın sözünü ettiği güçlü ve sözü geçen ülke manzarasından ortada eser yoktur.

Kendisi, ciğerinin yandığını iddia etse de, bu sızlanmasının, içi boş ve hamasetten ibaret bir beyanat olduğu açıktır.

Başbakan’a buradan bir çağrıda bulunmak istiyorum:

Eğer terör saldırılarından dolayı hakikaten ciğerin yanıyorsa, yangına neden olanlara gününü göster de samimiyetini ve neler yapabileceklerini görelim ve destek olalım.

Bunun için, 17 Ekim tarihinde Sınır Ötesi Tezkere kararını aldıktan sonra kara hareketini başlatacak iradeyi göster ve Türk Bayrağını Kandil’e inmeyecek bir şekilde göndere çek.

AKP’nin acizliğinden istifade eden caniler iyice gemi azıya almışlar ve korkusuzca insanlık dışı eylemlerini sürdürmüşlerdir.

Hükümetin bölücülerle girdiği sıcak ilişkilerin acı sonuçları birer birer ortaya çıkmaktadır.

Özürlü demokrasi anlayışının ülkemizi içine sürüklediği kara tabloda;

  • Kan ve gözyaşıyla ıslanmış ve albayrakla sarılmış şehit cenazeleri,
  • Milli kimliğimizi tahrip etmek için kolları sıvayanların nefretleri,
  • Etnik bölücü terörün küstah ve haddi aşan iğrençlikleri,
  • PKK’yla kurulan pazarlık ve müzakere masalarının utancı yer almaktadır.

Üstüne üstelik Başbakan kanlı örgütün meşum eylemlerine rağmen, teröristlerle hala görüşülebileceğini söyleyerek milletimizin aklını, haysiyetini ve idrakini ayaklar altına almaktadır.

Kendini bilmez bu müflis siyaset erbabının, Türk milletine düşmanlıkta karar kılmışlarla aynı hizada ısrarla bulunmak istemesi ya bir garabettir, ya da iflah olmaz bölücülük tutkusundan başka bir anlama gelmemektedir.

Öte yandan Başbakan Erdoğan, İmralı’yla hazırlandığı taraflarca dile getirilen protokol rezaletlerini inkâr ve yalanlama yoluyla milletimizi aldatmaya devam etmektedir.

Mütareke şartlarının kabul ve ikrar edilmesine rağmen, bunun yazılı metin haline getirilmesine karşı çıkan ve 12 Haziran Milletvekilliği Genel Seçimlerinin öncesindeki dönemin nazik ortamından dolayı önüne konulan bölücülük protokolünü imzalamaktan sakınan bu şahsiyetin, Türk devletinin itibarını ayaklar altına aldığı bariz bir şekilde görünürlük kazanmıştır.

Başbakan’ın sözde önderlik yol haritasına bağlı kalarak bölücülere umut vermesi dünya durdukça unutulmayacak bir alçalma olarak hafızalara kazınacaktır.

Yıkım projesini inatla devam ettiren AKP zihniyetinin, PKK ile gizli görüşmelerden medet umması ve Türk milletini mağlup durumuna düşürmesi ibretlik bir teslimiyettir.

Bu zillette milletimiz müstahak değildir ve olmamalıdır.

AKP’nin gerçek yüzünü ve hedefini artık görmeli ve bu gidişatın kanlı bir bölünmeye ortam hazırladığını kabullenmelidir.

Anlaşıldığı kadarıyla, bu defa da sözde Türk baharının bütün yönleri oluşmakta ve Türkiye AKP eliyle tasfiye edilmektedir.

Başbakan’ın bölücülerle açıkça müzakere yapmaktan bahsetmesi bunun en somut delilidir.

Kürt kökenli kardeşlerimizle PKK’yı ilişkilendirerek ayrımcılığı genişleten sorumsuzluğun ve densizliğin başka bir neticeye ulaşması mümkün olmayacaktır.

Terör sorunu ile Kürt kökenli kardeşlerimiz arasında kurulacak bağın, bin yıllık kardeşlik hukukunu dinamitleyeceği aşikârdır.

Başbakan Erdoğan, PKK militanlarına destek vermek amacıyla tülbentlerini iki de bir yere seren bazı zavallıları muhatap kabul ederek, bundan sonra tülbentlerin nereye serileceğini sorması da teröristlerle halk arasında kurulmaya çalışılan irtibatı güncelleyecektir.

Kimin nereye ne serdiği bizim umurumuzda değildir.

Katilleri masumlaştırmaya çalışan güruha hatırlatmak isterim ki; anaların, gelinlerin, bacıların şühedasına yaktığı ağıtlardan dolayı sırılsıklam olmuş al yazmaları, tüm temizliği ve saflığıyla kınalı ellerde ve şerefli alınlarda yücelmektedir.

Başbakan Erdoğan’ın; teröristlerin arkasından serilenleri değil, şehitlerin arkasından sallanan yazmaları hatırlaması ve hakkını teslim etmesi ahlaken ve manen bir vecibedir.

Buradan bir gerçeğin altını kalın olarak çizmek istiyorum.

PKK’yla yapılan müzakerelerin sonu karanlık ve yıkımdır.

Terör böyle bitirilmez ve bölücülük bu şekilde sonlandırılamaz.

Başbakan’ın, Medeniyetler İttifakında Eşbaşkanlık yaptığı İspanya Başbakanı da, zamanında açılım yapmış ve terör örgütü ETA’yla doğrudan müzakereye oturmuştu.

Üstelik bunu da tüm tepkilere rağmen kamuoyuna açıklamıştı.

Ancak 30 Aralık 2006 tarihinde Madrid’de patlayan bir bomba süreci tersine çevirmiştir.

İspanya Başbakanı ise 2007 yılının Ocak ayında; büyük bir hata yaptığını kabul etmiş ve İspanyol vatandaşlarından özür dileme erdemini göstermişti.

Başbakan Erdoğan da eninde sonunda aynı akıbetten kurtulamayacak ve inadının ve yaptıklarının hesabını mutlaka verecektir.

Değerli Milletvekilleri,

Gazi Meclisimizin yeni yasama dönemine yalnızca iyi dilek ve temenniler mührünü vurmamalıdır.

Bunu icraatlarla desteklemek ve politikalarla beslemek gerekmektedir.

Aksi takdirde inandırıcılık ve güvenirlik ciddi anlamda tahrip olmaktan kurtulamayacaktır.

Öncelikle buna dikkat etmeli ve bu sarih gerçeği akıllardan bir an olsun uzak tutmamalıyız.

Geçmiş tecrübelerimiz kaygılarımızı artırsa da, önümüzdeki sürecin temel meselelerimizde kalıcı bir çözüme ortam hazırlaması vazgeçilmez bir mecburiyet halini almıştır.

Bu konuda AKP hükümetini, hiçbir mazeretle geçiştiremeyeceği dürüstlük ve siyasi yeterlilik testi beklemektedir.

Yaklaşık yüzde 50’lik oy oranının getirdiği rehavet ve şımarıklık eğer devam ettirilirse, milletimizin büyük bir hayal kırıklığı yaşaması kaçınılmaz olacaktır.

Bu kapsamda planlanan yeni anayasa süreci mihenk taşı niteliğinde ve önemindedir.

Yapılan açıklamalardan yeni anayasa konusunun hem Meclis gündemini hem de toplumu yakından ilgilendireceği anlaşılmaktadır.

AKP hükümetinin özellikle seçim öncesindeki ve sonrasındaki sözlerinden yeni anayasanın hazırlanmasının öncelikle ele alınacak bir hedef olduğu ortaya çıkmıştır.

Elbette parti olarak, toplumsal talepler doğrultusunda yeni bir anayasa yapımına ya da değişikliğine duyulan ihtiyacın farkındayız ve bunu da son derece meşru ve doğal görüyoruz.

Bu kapsamda TBMM Başkanı Sayın Cemil Çiçek’in girişimleriyle, Meclis platformunda uzlaşma iklimi oluşturulmasının istismarcı ve art niyetli olmadıktan sonra faydalı olacağını düşünüyoruz.

Nihayetinde Sayın Meclis Başkanı’nın Uzlaşma Komisyonu’nu kurabilmek için partimizden üç arkadaşımızı davet ettiğine dair 3 Ekim tarihli yazısı da elimize ulaşmıştır.

Sayın Çiçek’in başkanlığında Meclis’te temsil imkanı bulan siyasi partilerin eşit sayıda katılacağı bir Uzlaşma Komisyonu marifetiyle, anayasa konusundaki talepler değerlendirmeye alınabilecek ve bir neticeye ulaşılacaktır.

Nitekim partimizden randevu isteyen ve geçen hafta parti temsilcilerimizle bir araya gelen AKP heyetine de benzer yorumlar yapılmıştır.

Her şeyden önce anayasa hazırlığında takip edilecek şekil, usul ve üslup özelliklerinin açıklığa kavuşturulması ve arkasından da esası bütünüyle kavrayacak yaklaşımın temelinin atılması doğru ve yerinde olacaktır.

Bu haliyle, Meclis’te oluşturulacak uzlaşma zeminine parti olarak katkı vermemiz ve yeni anayasa hazırlık sürecinin içinde yer almamız tabii olarak normal ve alınması gereken bir tavırdır.

Biz, baştan beri, gerek anayasa değişikliklerinde gerekse de yeni anayasa hazırlığı konularında, TBMM’ni uzlaşmayı tesis eden ve sahiplenen bir yer olarak gördük ve önerilerimizi bu yönde yaptık.

Hatırlanacağı üzere, 19 Ocak 2010 tarihli Meclis Grup toplantımızda o dönem itibariyle gündemde olan anayasa değişiklerinin yöntemine dair ileri sürdüğümüz görüşlerimiz üç madde başlığı halinde aynen şöyleydi;

1-Öncelikle TBMM’nde temsil edilen siyasi partilerden teşekkül etmiş bir “Anayasa Değişikliği Uzlaşma Komisyonu” oluşturulmalıdır.

2- Bu komisyonun değişiklik talepleri üzerinde mutabakata varacağı maddelerle ilgili ‘Demokratik Sözleşme’ yapılmalıdır.

3- Değişikliği öngörülen anayasa maddelerinin kararı, erken ya da zamanında yapılacak Milletvekilliği Genel Seçimlerinden sonra oluşacak 24.Dönem TBMM’nin iradesine bırakılmalıdır.

Söylediğimiz ve gündeme taşıdığımız önerilerimiz bunlardı.

Yine hatırlanacağı gibi, AKP hükümeti bu tekliflerimizi kulak ardı yapmış ve yangından mal kaçırır gibi yıkım projesinin hukuki alt yapısını inşa etmek için Referanduma kadar uzanan bir süreci göze almıştı.

Şayet söz konusu önerilerimiz kabul edilmiş olsaydı, milletimiz 12 Eylül Referandumuyla meşgul edilmeyecek ve geniş bir uzlaşma anlayışıyla anayasa değişiklikleri bütünüyle ele alınabilecekti.

Bizim, 12 Eylül Referandumunda ‘Hayır’ tercihini kullanmamızdaki nedenler arasında dayatmacı ve uzlaşmadan kaçan iktidar zihniyetine tepki de bulunuyordu.

Bu itibarla anayasa değişikliklerine usulden ve esastan karşı çıktık ve siyasi bir karar oluşturduk.

Geldiğimiz bugünkü aşamada bundan pişmanlık duymamız ve çıkan neticeye bakarak keşkelere sığınmamız asla mümkün değildir.

O günkü AKP zihniyeti tekrar karşımıza çıkarsa emin olun aynı kararlılığı sonu ve bedeli ne olursa olsun yine göstermekten çekinmeyiz.

İçinden geçtiğimiz zaman diliminde, deneyimlerimiz paralelinde herkesin temkinli, dikkatli ve itinalı hareket etmesi elzemdir.

Katılımcılığı benimsemiş, her kesimin görüşüne değer veren, dayatmacı bir anlayıştan uzak, müzakereyi içselleştiren, şeffaflığı prensip edinmiş, gizli gündemi bulunmayan bir anayasa hazırlık süreci, başlangıç olarak meydana gelebilecek hizip ve çatışmaları etkisizleştirecektir.

Alanlarında uzman olan değerli bilim ve fikir sahibi akademisyenlerden mutlaka yararlanılmalıdır ve bunun için de gereken girişimlerin yapıldığını memnuniyetle müşahede ediyorum.

İfadeye çalıştığım bu hususlar meselenin şekil kısmıyla ilgili ve alakalıdır.

Ancak Başbakan Erdoğan’ın yeni anayasa için şimdiden vade biçmesi, konuyu tümüyle sahiplenen ve yönlendiren bir davranış içine girmesi bir defa uzlaşma adap ve seyrine uygun düşmemiştir.

Uzlaşma ortamının filizlendiği bir zaman diliminde, aceleyle anayasa hazırlık çalışmalarının süresini tayin etme gayreti siyasi saygı ve nezaketi dışlayan bir davranış olmuştur.

Bu hassas süreci sabote edebilecek görüş ve düşüncelerden en başta Başbakan’ın bizzat kendisi kaçınmalıdır.

Bugünden, yeni anayasa hazırlık ve uzlaşma çabalarını gölgelemek ya da buna çanak tutan izharlarda bulunmak işbirliğine dönük girişimleri baltalayacaktır.

Başbakan Erdoğan’ın klasik yaklaşımlarını bu kritik ve nazik dönemde bir tarafa bırakması, kriz ve sorun üreten bakış açısından uzaklaşması sürecin iyi işlemesi bakımından hayırlı olacaktır.

Açıklıkla belirtmek isterim ki, bizim de niyetimiz ve hedefimiz, 12 Haziran Milletvekilliği Genel Seçimlerinin propaganda döneminde dile getirdiğimiz gibi, yeni bir anayasanın yazılması ve milletimize kazandırılmasıdır.

Bunda asla kuşkuya ya da tereddüde yer yoktur.

Yeni anayasayla tazelenecek toplumsal sözleşmemiz, birlikte yaşama duygularını güçlendirerek millet varlığını kuvvetli bağlarla bir üst seviyeye taşıyacaksa, kurulacak her masanın etrafında büyük bir iftiharla sonuna kadar oturur ve sorumluluk alırız.

Türk milletini esenliğe ve feraha kavuşturacak, her plana, programa siyasi rakiplerimize ait de olsa omuz vermekten gocunmayız ve herhangi bir komplekse de kapılmayız.

Muhterem Milletvekilleri,

Anayasaların kalıcı ve kapsayıcı bir toplum sözleşmesi haline gelebilmesi evvela toplumsal uzlaşmayla hazırlanmasına bağlıdır.

Milletimizin hassasiyetleriyle birlikte, milli ve tarihi kabullerimizin sarsılmaması hepimizin özenle üzerinde durması gereken ilkelerdir.

Parti olarak, milli duyarlılıklar haricinde, anayasaları değişmez kurallar bütünü olarak görmediğimizi ve anayasayı değiştirme konusunda menfi düşüncelere sahip olmadığımızı defaatle yineledik.

Milliyetçi Hareket Partisi, “Hukukun üstünlüğünün, insan şeref ve haysiyetinin; fikir, teşebbüs, din ve vicdan özgürlüğünün teminatı olarak demokrasiyi sadece bir siyasî rejim değil, aynı zamanda bir hayat tarzı olarak görmekte; sosyal ve siyasî ilişkilerde, demokrasinin bütün kurum ve kuralları ile işletilmesinin gereğine yürekten inanmaktadır.”

Anayasamızın ise “mümkün olabildiğince geniş bir uzlaşma ile genel sınırlama hükümlerinden daha çok, genel koruma hükümlerine yer veren ve özgürlüğü esas alan bir nitelikte olmasını” gerekli görmektedir. “ (2009 Parti Programı)

Anayasa hazırlığı ya da değişikliklerine milletin hizmetine odaklanmış bir idari yapılanma ve toplumsal gelişim projesinin bir unsuru olarak bakmaktayız. 

Ve elbette anayasayı demokrasinin bir parçası ve kökleşmesi için bir dayanağı olarak kabul etmekteyiz. 

Ne var ki, anayasa konusunda ki ısrarlı çağrı ve talepler; seviyeli, sorumlu ve sorun çözen siyaset kültürüyle tahkim edilmediği sürece bir anlam ifade etmeyecektir.

Takdir edersiniz ki, anayasa, her meseleyi sihirli dokunuşuyla halledecek bir özelliğe sahip değildir.

Ya da kangren haline gelmiş siyasal ve toplumsal ilişkileri bir çırpıda düzeltebilecek süper donanımları olan esrarlı bir metin de değildir.

Anayasaya haddinden fazla anlam yüklemek, üstelik karşı karşıya olduğumuz her problemin yeni bir anayasayla bitirileceğine yönelik beklenti uyandırmak büyük bir hezimete ve hüsrana meydan verme riski taşımaktadır.

Anayasalar maddi ve manevi alanlarda yapılan toplumsal sözleşmenin yazılı hale getirilmesidir.

Teknik ve içerik olarak; Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi anayasası yapılmış olsa da, eğer uygulama ve bağlılıkta pürüzler varsa yine bir kısır döngünün içine hapsolunacaktır.

Toplumun içinde bulunduğu sosyal, siyasal, entelektüel ve ekonomik gelişmişlik seviyesi anayasanın dayandığı zeminin kalitesine ve sağlamlığına da işaret edecektir.

Neresinden bakarsak bakalım, siyasi ahlakı dejenere olmuş, güven duyguları zarar görmüş ve otoriter heveslerin su üstüne çıktığı bugünkü Türkiye tablosunda, demokrasinin yazılı hukuk metinleriyle güçlendirileceğini iddia etmek ve bu yüzden dikkatleri anayasaya çevirmek hayal kırıklılıklarıyla dolu bir süreci beraberinde getirecektir.

Biliyoruz ki, siyaset gerçeklerden kopmadan mesafe alıp gelişecekse, önce bunu sağlayacak zihinsel iklimin ve siyaset aktörlerinin varlığı gerekecektir.

Demokratik kültürün hayat iksiri olan tahammül, hoşgörü, karşılıklı anlayış ve katılım olmadığı sürece yazılı hukuk kaidelerine bel bağlamak hiçbir sonuç ortaya çıkarmayacaktır.

 

Kaygımız, siyaset ve düşünce hayatımızda ümit verici zihinsel değişimin ve dönüşümün emareleri görülmeden tüm olumsuzlukların müsebbibi olarak anayasanın gösterilmesinde düğümlenmektedir.

Tıpkı Fransa’da olduğu gibi, sorunların ağırlığı altında ezildikçe, sorumlu arayışımız ve bunu da anayasaya ihale etme alışkanlığımız sürekli olarak nüksetmektedir.

Oysaki siyasetteki seviye kaybı ve demokratik ilkelerin çiğnenmesi konularında, anayasadan önce uygulayıcıların niyet ve ahlakına bakmak sanıyorum daha doğru ve tutarlı olacaktır.

Yaklaşık iki asra yaklaşan anayasal maceramızın gerisinde bu saiklerin belirleyici olduğu net ve ortadadır.

Bugün anayasa değişikliğini ya da hazırlığını diline dolayan bazı mihrakların, milletimizin yalnızca daha itibarlı ve daha müreffeh yaşaması konularına odaklanmadıkları gelişmelerle sabittir.

Türkiye’nin varlık yokluk mücadelesi verdiği bir zaman aralığında, anayasanın bu kadar gündeme getirilmesi başka amaçların ve hedeflerin hesaba dâhil edildiğini kanıtlamaktadır.

Terörün zirve yaptığı bu karanlık dönemde, anayasa taleplerinin sürekli gündemde tutulması, şaibeli bir pazarlık sürecinin sürekli mevzi elde ettiğine delalettir.

Yolun başında, 11 Temmuz 2011 tarihinde 61. Hükümetin güvenoylaması görüşmeleri nedeniyle yapmış olduğumuz konuşmada; muhataplarımıza sorduğumuz sorularımıza verilecek dürüst cevaplar, nasıl bir anayasa hazırlığının düşünüldüğünü de açıklığa kavuşturacaktır.

Partimiz, anayasa hazırlık sürecine münferit bir girişim olarak değil, milletinin hizmetine odaklanmış bir idari yapılanma ve toplumsal gelişim projesinin bir unsuru olarak yaklaşmaktadır.

Ama daha da önemlisi, Cumhuriyet’in ruhunu ve kurucu felsefesini teyit edecek, Türk kimliğini aşındırmayacak, etnik kimliklerin ve mahalli dillerin tanınmasına fırsat vermeyecek, değiştirilmesi dahi teklif edilemeyecek maddelere sadakatle bağlı kalacak bir görüş ve uzlaşma ufkunun oluşturulmasını beklemektedir.

Demokrasi ve özgürlük sloganlarıyla aziz millet varlığına kast eden etnik bölücülüğün ve bunlara yardım ve yataklık yapanların taarruzlarına, mutlaka direneceğimizi ve mukaddes surda gedik açtırmamak için her demokratik yola başvuracağımızı bu vesileyle hatırlatmak isterim.

Değerli Arkadaşlarım,

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 1 Ekim tarihindeki açılışında, Anayasa’daki yetkisi çerçevesinde Sayın Cumhurbaşkanı Genel Kurul’a hitaben bir konuşma yapmıştır.

Bu konuşma vasat olduğu kadar, vizyondan da mahrumdur.

Sayın Abdullah Gül’ün sözlerinin ana fikrinde, yeni anayasa merkeze oturmuş ve dikkatler bu noktaya kilitlenmiştir.

Bize göre bu konuşmanın satır aralarının iyi okunması ve dikkatli bir şekilde tahlil edilmesi gerekmektedir.

Sayın Gül; 1921 ve 1924 anayasalarından beri ilk defa millet iradesine dayanan bir anayasa yapma mesuliyetinin ve şerefinin milletin vekillerine tevdi edildiğini vurgulamıştır.

Ancak bu sözlerini dile getirirken, ara dönemlerin ürünü de olsa, 1961 ve 1982 anayasalarının halkoyuyla kabul ve tasdik edildiğini nedense es geçmiş ve meseleyi gayri meşru bir durummuş gibi sunmuştur.

Nitekim Sayın Gül ve içinden çıktığı AKP zihniyeti, 1982 Anayasasına göre bugünkü konumlarına ulaşmışlar ve demokrasinin işlemesi ve iktidarın doğal yollardan el değiştirmesiyle ülke yönetimine gelmişlerdir.

Şurası bir gerçektir ki, anayasa demokrasinin ve millet iradesinin tam olarak karşısında olsaydı, bu şahısların oturdukları koltuklara ulaşmaları asla mümkün olmazdı.

Sayın Gül, yeni anayasa yapımıyla ilgili vazife ifa edilirken, millet temsilcilerine sorumluluk ve özgüven içine hareket etmelerini tavsiye etmiştir.

Hatırlatmak isterim ki, bu zamana kadar Gazi Meclis’in aziz temsilcileri her konuda sorumluluklarının şuurunda olarak özgüvenli bir şekilde görevlerini yerine getirmişlerdir.

Makamı ve pozisyonu ne olursa olsun, milletvekillerine nasıl davranmaları gerektiği konusunda telkin, yönlendirme ve ikaz ancak ve ancak aziz milletimiz tarafından yapılacaktır.

Bunun dışında hiç kimsenin TBMM’ne üsten bakma ve nasihat etme gibi bir hakkı ve yetkisi bulunmamaktadır.

Madem demokrasi kurum ve kurallarıyla vardır ve işlemektedir, o halde millet iradesine istikamet vermeye hiç kimse cüret etmemelidir.

Aziz Meclisimiz neyi nasıl yapacağını, hangi meseleler karşısında ne şekilde bir tutum takınacağını ziyadesiyle bilebilecek görgü, irfan, derin ve tarihi birikime sahiptir.

Doğrudur, anayasamız üzerinde tam bir görüş birliği olmayan özgürlük paradigması hakkında şüpheden daha çok, ihtiyatlı olmuştur.

Çünkü sınırsız bir özgürlüğün hiçbir yerde olmadığı ve mümkün de bulunmadığı hem teorik hem de pratik anlamıyla malumlarınızdır.

İstenirse, negatif ve pozitif özgürlük ayrımının özünde bunu görmek ve anlamak imkân dâhilindedir.

Sayın Cumhurbaşkanı’nın söz ettiği her türlü özgürlük çağrılarının ise sınırı ve hacmi, nerede durup neleri ihtiva edeceği muamma olduğu kadar da tehlikelidir.

Acaba bugünkü AKP iktidarı her türlü özgürlüğe toleranslı ve hoşgörülü bir şekilde yaklaşmakta mıdır?

Basılmamış kitapları toplatmanın neresinde özgürlük vardır?

Telefon dinlemelerinin, özel hayatın gözetim altına alınmasının özgürlüklerle bağı ve bağlantısı nedir?

Ses kayıtlarıyla siyaset tanzimine yönelenlerin, röntgencilikle evlere kamera yerleştiren karanlık suratların can simidi midir özgürlük?

Aralarında değerli arkadaşımız İstanbul Milletvekili Sayın Engin Alan’ın da bulunduğu, milletin vekillerinin dört duvar arasında tutulması mı özgürlüktür?

PKK’ya müsamaha göstermek, terörle mücadele edenlere zalimce davranmak özgürlüğün neresine sığdırılmaktadır?

Uzayan mahkeme safahatları neticesinde tutuklulukları fiili mahkûmiyete dönüşenlerin içler acısı halleri özgürlüğe duyulan bağlılıktan mı kaynaklanmıştır?

MHP’li belediyelere alçakça ve kalleşçe yapılan baskınların, düzmece iddiaların, parti yöneticilerimizin haksız ve mesnetsiz bir şekilde cezaevine atılmalarının nedeni bu bastırılamayan ucube özgürlük tutkusu mudur?

Özel yetkili savcıların terör estirmeleri midir özgürlükten murat edilen?

Devlete küfreden, millete hakaret eden, terör propagandası yapan çürümüş sözde aydınlarının, kalem sahiplerinin ve medyada yer tutmuş gazeteci müsvettelerinin itibar görmesinin ve aklanmasının adı mıdır özgürlük?

‘Kurşun adres sormalıdır’ diyerek; polise, askere yapılan terör saldırılarını haklı ve meşru göstermeye çalışan hainlerin korunması mıdır özgürlük?

Türkiye Cumhuriyeti’nin hak ve menfaatlerine zarar veren küstahların alkışlandığı, ama Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’ye yönelik demokratik tepkilerin bastırılmasına siz özgürlük mü diyorsunuz?

Sayın Cumhurbaşkanı her türlü özgürlükten siz neyi anlıyorsunuz?

Etnik bölücülüğü meşrulaştırarak milletten ayrılma bahanesi olarak kullanacaksanız, biliniz ki Milliyetçi Hareket karşınızdadır ve mücadelesinden asla geri adım atmayacaktır.

İşin ilginç ve düşündürücü bir başka tarafı, Sayın Gül’ün anayasaların milletin farklı siyasi çizgilerini zapturapt altına alma anlayışından uzak durulmasını belirtmesidir.

Peki, içinden geçtiğimiz süreçte hangi siyasi eğilim ve tarz yasaktır veya yasaklanması düşünülmektedir?

Ne hazindir ki, Türk milletini bölmeyi hedefleyen ve demokratik özerkliği programına alan partilere bile hukuk kuralları zorlanarak, tahammül ve dayanma noktaları bükülerek göz yumulmaktadır.

Şayet bu açık gerçek görülmüyorsa milletin suyu da ekmeği de haram lokma olarak boğazlara duracaktır.

Sayın Gül’ün anayasanın esnek olması yönündeki talebi de manidardır.

Nitekim esneklikten kasıt her yöne çekilebilen, her kalıba girebilen, köşeleri olmayan, sınırları ve kuralları bulunmayan bir anayasanın hazırlanması ise bunun ne devlete ne de millete hayrının dokunmayacağını herkes iyi bilmelidir.

Ayrıca Sayın Cumhurbaşkanı’nın, ‘toplumun her kesiminin bu ülkede kendisi olarak yaşama hakkı anayasal güvenceler altına alınmalıdır’ ifadesi sıkıntılı ve bir çok anlama gelebilecek açmazlarla doludur.

Merakımız, bu zamana kadar Türk milletinin hangi ferdi ‘kendisi olarak‘ yaşama hakkını elde edememiş ve Türk vatandaşlığının sağladığı imkânlardan uzak tutulmuştur.

Cumhuriyet hükümetinin bir bakanı kendi görev alanına giren konuları icra etmektense Kürtçe şarkılar söylemektedir ve hiçbir takibata maruz kalmamaktadır.

Herkes sıraya girmiş şekilde Türk milletine ve devletine kinlerini ve öfkelerini kusmakta; ama hiçbir özel savcı kılını dahi kıpırdatmamaktadır.

Bu ifade içeriğinde ayrımcılık ve anayasada etnik kimliklerin tanımasına kılıf hazırlama çabası olarak değerlendirilmektedir.

Milletimizin kökeni, meşrebi, mezhebi, inancı ne olursa olsun, hiçbir ferdi dışlamaya, ötekileştirmeye ve yabancılaştırmaya tabi tutulmamıştır.

Bu yalın gerçeğin aksini kim iddia ediyorsa müfterilikten ve başka maksatları gözeterek hareket eden sinsilikten muaf olamayacaktır.

Bununla birlikte Sayın Cumhurbaşkanı sözde Kürt sorununa atıf yaparak bu meselenin çözülmesi gerektiğine göndermede bulunmuştur.

Çelişkiye bakınız ki, Başbakan Erdoğan bir tarafta Kürt sorunu bitmiştir derken, diğer tarafta devletin en yüksek makamı bu sözde sorunu kabul etmekte ve devam ettiğini iddia etmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin eşit haklara sahip vatandaşları arasında böyle bir ayırım ve sınıflandırma yapılmasının Türkiye’nin milli birliğini tahrip edeceği ve karşımıza etnik çatışma ve ayrışma sürecini çıkaracağı çok açıktır.

Bizden hiç kimse adına ne denilirse denilsin, milli kimliğin parçalanarak yeni azınlıklar yaratılmasına izin vermemizi, bin yıllık kardeşliğin Meclis eliyle bozulmasını, ayrışma ve parçalanmaya götürecek bir çıkmaz yola göz yummamızı beklememelidir.

Ayrıca, Sayın Gül’ün bizim açımızdan mühim bir başka ifadesini dikkatlerinize sunmak istiyorum.

Yaptığı konuşmasında; devletin birliği ve bölünmez bütünlüğünün temel siyasi perspektifleri ve tartışmaya açık olmayan ilkeleri olduğunu dile getirmiştir.

İlk bakışta gayet masum ve kabul edilebilir olan bu düşüncenin, şifreleri çözüldüğünde karşımıza vahim bir manzara çıkmaktadır.

Halen yürürlükte bulunan Anayasamız’ın üçüncü maddesinin birinci fıkrasında; Türkiye Devleti’nin; lütfen dikkat buyurunuz, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olduğu vurgulanmaktadır.

Açıktır ki, devletin bölünmesi diye bir şey olmaz.

Kaldı ki teorik olarak bile olsa, bölünen bir devletin yıkılmaktan ve tarih olmaktan başka bir seçeneği görülmeyecektir.

Bu kapsamda eğer mümkünse yeni bir devlet ya da devletler ortaya çıkmış, eski yapı hükümsüz kalmıştır.

Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu tespiti bir bilgi noksanlığından kaynaklanmıyorsa vahim bir kafa karışıklığının veya niyetin habercisi niteliğindedir.

Kararlılıkla söylemek isterim ki, bölünmeyecek ve birliği muhafaza edilmesi gereken tek ve öncelikli değer millet ve ülke gerçeğidir.

Anayasa, son derece doğal ve doğru olarak devletin bölünmez bütünlüğünü ülkesi ve milletiyle birlikte görmüş ve kayıt altına almıştır.

Burada, önümüzdeki süreçte milletten taviz vererek anayasa hazırlığının çatısı inşa edilmek isteniyorsa, yanlış hesabın başkent Ankara’nın tarihi yemininden ve Türk milletinin kudretinden mutlaka geri döneceğini ilgililerin bilmesinde sonsuz fayda bulunmaktadır.

Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü sakatlamayı, bozmayı, anlamsızlaştırmayı akıllarından geçirenlere hiçbir şart altında geçit vermeyeceğimizi büyük bir azimle ilan etmek istiyorum.

Demokrasi algısını eğip bükerek, yaptıklarına meşruiyet kazandırma arayışında ve çabasında olanlara asırların emaneti olan millet hazinesini kesinlikle yağmalatmayacağımızı bildirmek bizim için namus ve vatan borcudur.

Muhterem Arkadaşlarım,

Konuşmamın bu son bölümünde, ekonomideki gelişmelere kısaca temas etmek ve yağmur gibi yağan son zamlarla ilgili düşüncelerimi açıklamak istiyorum.

Detaylı ekonomik değerlendirmelerimizi ilerleyen grup toplantılarımızda elbette yapacağım.

Ancak şu kadarını söyleyebilirim ki, küresel ekonomideki dengesizlikler ve artan riskler önümüzdeki dönemlerin sıkıntılı ve zorluklarla geçeceğini göstermektedir.

Avrupa ülkelerini etkisi altına alan borç ve finansman sorunu, ekonomik türbülansın gittikçe yaklaştığına işaret etmektedir.

Bu ortamda, Türkiye ekonomisinin istikrar abidesi gibi sunan izah ve açıklamalara da son zamanlarda sıklıkla tesadüf edilmektedir.

Geçtiğimiz yıl yüzde 9 büyüyen ekonomi, bu yılın ilk yarısında takvim ve mevsim etkilerinden arındırılarak yüzde 8,3 oranında büyüme kaydetmiştir.

Şüphesiz bu büyüme oranları yüzeysel bir bakışla değerlendirildiğinde olumlu ve iyimserdir.

Ancak ekonominin makro ölçekte analizi yapıldığında işlerin hiçte sanıldığı kadar iyi gitmediği açıklıkla görülebilecektir.

Büyüyen cari açık, ithalat ve ihracat arasında açılan makas, döviz kurlarındaki adı konmamış devalüasyon ekonomideki sorun alanlarından sadece bazılardır.

Rakamların aksine milletimiz büyük bir işsizlik ve yoksulluk sorunuyla boğuşmaktadır.

Üretmekten daha çok tüketen ve ithalata dibine kadar bağımlı olan bir ekonomik sistemin istikrarından bahsetmek zaten mümkün değildir.

 Vatandaşlarımızın içine düştükleri borç tuzakları etkisini ve ağırlığını artmakta, gelirler azalmakta ve hayat pahalılığı hızla yükselmektedir.

Özellikle enflasyonda dikkatle takip edilmesi gereken bir artış yaşanmaktadır.

En son açıklanan verilere göre tüketici fiyatları Eylül ayında yüzde 0,75 oranında artarak, bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 6,15 yükseliş göstermiştir.

Üretici fiyatlarındaki aylık artış ise yüzde 1,55 olurken, geçen yıla kıyasla yüzde 12,15 oranında yukarı yönlü bir hareket görülmüştür.

 

Kış aylarına girdiğimiz şu günlerde, haneler huzursuz, sokaklar neşesiz, anneler ve babalar üzgündür.

AKP’nin seçim dönemi nedeniyle ertelediği zamları peşpeşe gelmekte ve vatandaşlarımız perişan olmaktadır.

Doğalgaz ve elektrikteki son zamlar bunun en açık misalidir.

Vatandaşlarımızın kullandığı doğalgaza, elektriğe yapılan fahiş zamlar, hayat pahalılığını içinden çıkılmaz bir hale getirecek ve maliyetleri tetikleyerek enflasyonu daha yukarılara çekecektir.

Konutlarda kullanılan doğalgaza yüzde 12,28 ila 14,35 arasındaki zam, bu kışın çok zor geçeceğinin, yavruların üşüyeceğinin ve evlerin sıcaklığını kaybedeceğinin habercidir.

Mağduriyetler artacak, ısınma problemleri fazlalaşacaktır.

Orta ve dar gelirlilerimizin feryatları yoğunlaşacaktır.

Emeklilerimiz, esnafımız, memurumuz, işçimiz, dul ve yetimlerimiz, asgari ücretle geçinen emekçilerimiz gelirlerini maalesef doğalgaz ve elektrik faturalarına yatıracaktır.

Bundan sonra ekmekten peynire, etten bulgura, yağdan pirince mutfakların vazgeçilmezleri cepleri yakacaktır.

Başbakan Erdoğan Ortadoğu’da Dünya liderliği için provalar yaparken ve Güney Afrika’ya turistik seyahatler düzenlerken, vatandaşlarımız soğuk günlerde nasıl ısınacaklarını şimdiden kara kara düşünmektedir.

Başbakan Erdoğan herkese akıl verirken, ekonomik ve sosyal sorunlarımızı sürekli hasıraltı yapmaktadır.

Yanlış enerji politikaları neticesinde, Türkiye tam anlamıyla muhtaç ve başkalarına bağımlı hale gelmiştir.

Doğu Akdeniz’de ekonomik bölge oluşturarak doğalgaz arayan küstah Rumlara, sırf inat olsun diye geri teknolojiye sahip sismik araştırma gemisi gönderen Başbakan’ın, kısas kısas yaklaşmaktan ziyade kendi enerji sahalarımızı oluşturmak için adım atması kaçınılmaz bir gerekliliktir.

İddialı olmalı ve başkalarının oyunlarında rolü belli olan figüran olmaktan uzaklaşmalıdır.

Beklentimiz yapılan zamların bir an önce geri alınması, bu kış aylarında vatandaşlarımızın soğuğa mahkûm edilmemesidir.

Konutlarda yüzde 10’a varan ve işyerlerinde yüzde 20’ye ulaşan elektrik zamları da vatandaşlarımızın aydınlığına göz diken karanlık emellerin bir marifetidir.

Enerji zamlarından dolayı Başbakan ve yandaşlarının mutlu olduğu ve bu işlerden iyi bir kazanç sağlayacakları bir gerçektir.

Ne var ki milletimize bu zalimce yapılan zamların büyük bir eziyet ve külfet olacağı şüphesizdir.

Doğalgaz şirketlerin umudu, elektrik dağıtım şirketlerinin kurtarıcısı ve enerji ihalelerinin yönlendiricisi Başbakan’ın, milletimize reva gördüğü zamlardan vazgeçmesi verdiği sözlerin ve vaatlerin bir gereğidir.

AKP’ye oy vermiş aziz vatandaşlarım bu sefil, gaddar ve acımasız iktidarın gerçek yüzünü görmeli ve pişmanlığını mutlaka AKP’ye vuracağı şamarla ispat etmelidir.

Bu duygu ve düşüncelerle konuşmama son verirken hepinizi saygı ve sevgilerimle selamlıyorum.