Genel Başkanımız Sayın Dr. Devlet Bahçeli'nin 27 Temmuz 2005
Değerli Basın Mensupları, Türkiye’de giderek ağırlaşan bunalım ortamı, yeniden baş gösteren PKK terörü ve Türkiye üzerinde oynanmak istenen etnik oyunlar hakkındaki tespit ve değerlendirmemizi dile getirmek amacıyla düzenlenen basın toplantımıza katılan değerli arkadaşlarımı sevgi ve saygılarımla selamlıyorum. Bugün Türkiye yakın tarihinin en ağır bunalımını yaşamaktadır. AKP iktidarı döneminde yaşanan maddi ve manevi çöküntü giderek derinleşmektedir. AKP zihniyetinin serseri bir mayın gibi devlet ve toplum hayatımızın her alanında yapmakta olduğu tahribat her geçen gün ağırlaşmaktadır. Türkiye, bugün içerde bir ihanet, dışarıda da bir husumet kuşatması altındadır. Çok vahim boyutlara ulaşan bir kriz sarmalı içine hapsedilen Türkiye’nin iç ve dış güvenliği ciddi tehditlere maruz bırakılmıştır. Bugün Türkiye’de naylon bir hükümet, bir gölge Başbakan ve yalan ve talan kültürünün temsilcisini sakat bir zihniyet iş başındadır. Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu tehlike ve sorunların temelinde maalesef bu hazin gerçek yatmaktadır. Sayın Basın Mensupları, Son dönemde kanlı terör yeniden sahneye çıkmış, Türkiye’nin milli birliğini ve bütünlüğünü hedef alan hain saldırılar hız kazanmıştır. Kanla beslenen PKK terörünün insanlık dışı eylemleri sonucu Anadolu’nun her yerine şehit cenazeleri yeniden gelmeye başlamıştır. Sivil insanlar da terör eylemlerini turizm bölgelerine ve büyük şehirlere taşıyan gözü dönmüş hainlerin hedefi haline gelmiştir. AKP döneminde, ayrılıkçı emeller peşinde koşan bölücülerin faaliyetleri de yeni boyutlar kazanmıştır. Türkiye’yi etnik tuzakların içine çekmeye çalışan terör maşaları nifak tohumları ekmek için seferber olmuştur. Türkiye, bu hükümetin aczi sayesinde, sivil görüntüyle terör patentli siyaset yapan bölücü heveslerin ihanet provalarına sahne olmuştur. Bu noktaya gelinmesinde etkili olan unsurlar ve dinamiklerin iyi anlaşılması ilerisi için büyük önem taşımaktadır. Erdoğan hükümetinin özellikle AB konusunda sergilediği teslimiyetçi tavır ve AB sürecinin harekete geçirdiği dinamikler Türkiye’de etnik maceralar peşinde koşanlara cesaret vermiştir. Türkiye, içerde bu ihanet odaklarının tahrikleri ile dışarıda AB’nin bu konudaki dayatmaları arasına sıkıştırılmıştır. Sırf AB perspektifini suni olarak yaşatmak adına küçük hesaplarla kabul edilen bu büyük tuzak, bölücü heveslerin en büyük destekçisi ve ümit kaynağı olmuştur. Milli değer kavramlarına yabancı olan ve sadece siyasi geleceğini kurtarmak hesabıyla hareket eden bu zihniyetin günümüze kadar bu konuda yaptıklarının kısaca hatırlanması AKP’nin gerçek kimliğinin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır. Sayın Basın Mensupları, AKP hükümeti, bugüne kadar sergilediği ilkesiz ve sorumsuz tutumuyla Türkiye’ye yönelik etnik suikastlar için zemin hazırlamıştır. Siyasal kimlik ve meşruiyet kazanma arayışında olan PKK terörü de bu müsait ortamdan azami ölçüde yararlanmış ve AKP’nin bu zaaf ve aczini sonuna kadar istismar etmiştir. Bugünkü hükümet, işbaşına geldikten sonra ilk iş olarak eve dönüş yasası adı altında PKK teröristleri için af çıkartmıştır. 6 Ağustos 2003 tarihinde çıkarılan bu yasa ile PKK teröristleri salıverilerek cezaevleri boşaltılmış ve terör örgütünün militan kadro ihtiyacı karşılanmıştır. Ayrıca, AB uyum paketleriyle terörle mücadele için hayati önemi olan yasaları değiştirilmiş ve terör propagandası ile teröre yardım ve yataklık yapmak suç olmaktan çıkartılmıştır. Bunun sonucu da Türkiye Cumhuriyeti devletine ihanet çağrıları yapmak ve Türkiye’nin milli birliği ve bütünlüğü aleyhine faaliyette bulunmak serbest hale gelmiştir. AB’ye her bakımdan teslim olan ve kuru bir AB perspektifinin canlı tutulmasını siyasi geleceğinin teminatı olarak gören AKP, siyaset sahnesinde kalma arayışlarında bölücü heveslere umut bağlamıştır. Türkiye Cumhuriyetine ve PKK’ya karşı aynı mesafede durduklarını söyleyebilen ayrılıkçılardan medet umar hale düşmüştür. Bu çerçevede Türk adaleti baskı altına alınarak teröre yardım ve yataklıktan mahkûm olan eski DEP milletvekillerinin serbest kalmasının sağlandığı henüz unutulmamıştır. AKP’nin getirdiği yeniden yargılanma imkânından yararlanan bu çevreler, hapishaneden çıktıktan hemen sonra, bölücü terörü desteklemekten hiçbir pişmanlık duymadıklarını ortaya koymuşlar ve gövde gösterileri yapmışlardır. Bu süreçte AKP ve çıkar birliği yaptığı AB lobicileri, bunlara siyasi bir misyon yüklemeye çalışmış ve Türkiye’de iç huzur ve barışın korunmasında siyasi bir rol oynamaları için kendilerini teşvik etmiştir. Bu siyasi misyonun da, bölücü terörün nihai amacına siyasi yollardan ulaşmasını sağlayacak bir süreç başlatılması için terör örgütü ile arabuluculuk yapılması olduğu kısa zamanda anlaşılmıştır. AKP hükümeti, Türkiye’nin milli birliğinin bozulmasını amaçlayan tartışmalarda da bugüne kadar hep ön planda olmuştur. Başbakan Erdoğan Büyük Atatürk’ün “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözünden rahatsızlık duyduğunu alenen açıklamaktan çekinmemiştir. Türkiyelilik kimliği gibi sakat kavramaları ortaya atan da yine Sayın Erdoğan olmuştur. AKP’nin, bu tutumuyla, milli mensubiyet şuurunun zayıflatılması amaçlayan tartışmaların bayraktarlığını yaptığı hiç kimsenin inkâr edemeyeceği bir gerçek olarak karşımızdadır. Sayın Basın Mensupları, Sinsi emellerini siyasi maske arkasına saklanarak gerçekleştirmeyi amaçlayan ve içerdeki cesaret kaynağı AKP’nin teslimiyetçiliği olan bölücü terör ve destekçilerinin dışarıdaki ümit kapısının da Avrupa Birliği olduğu gün gibi aşikârdır. Türkiye’nin AB sürecine bel bağlayan bölücü çevreler, bu nedenle, AB şampiyonluğu yarışında hükümet ile at başı gitmektedirler. Avrupa Birliği de bu çevreleri cesaretlendirmek için her vesileyi kullanmaktadır. Avrupa Birliği, bu çerçevede, ülkemizde etnik temelde zorla milli azınlık yaratmayı Türkiye politikasının değişmez amacı haline getirmiştir. Bu konuyu sürekli kaşıyan AB’nin bu sakat yaklaşımı, Türkiye’deki etnik farklılıklara siyasi statü kazandırılması, bunun Anayasa’da ifadesini bulması taleplerini de beraberinde getirmiştir. Güneydoğu sorununa siyasi çözüm bulunması, bu süreçte bölücü mihrakların muhatap alınması, etnik temelde ve etnik kimlikle siyaset yapma yolunun açılması, bölücü terör için genel siyasi af çıkartılması, bir aşamada İmralı’daki terörbaşının da bundan yararlanması gibi talep ve dayatmaların karşımıza çıkarılması, AB’nin Türkiye’ye bakış açısındaki bu temel sakatlığın bir sonucudur. AB’nin iyi niyetle bağdaşmayan bu dayatma ve zorlamaları ile AKP’nin sergilediği teslimiyet ve eziklik psikolojisi sonucu Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin geleceği ipotek altına sokulmuştur. Hükümetin siyasi ikbal hesabıyla böyle bir tuzağı kabul etmesi sonucu şimdi Türkiye’nin milli devlet niteliğini ve üniter yapısını yeniden şekillendirecek bir sürecin başlatılmasına çalışılmaktadır. Son dönemde milli birliğimizi tehdit eden faaliyetlerin pervasızca hız kazanmasının nedenleri burada aranmalıdır. Bugün Türkiye’de kanlı teröristlerin cenazeleri devlete karşı meydan okuyan gövde gösterilerine dönüştürülebilmekte, İmralı canisi için özgürlük çağrıları yapabilmekte, terörün simgesi bez parçaları açılarak yapılan yasadışı eylemlerde güvenlik güçlerine alenen saldırılarda bulunmak cüreti gösterilebilmektedir. Sayın Basın Mensupları, Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerin bir dizi ipotek zincirine bağlanmış böyle bir zeminde sürdürülemeyeceği açıktır. Bu noktada kimse kendisini aldatmasın ve Aziz Milletimizin akıl ve idrakten yoksun olduğu gibi bir zehaba kapılmasın. Bu denklem özünde sakat olup AB sürecinin ilerletilmesine de hizmet etmeyecektir. Böyle bir yaklaşım Türkiye’nin iç bünyesini ciddi biçimde tahrip edecek tehlikeli gerginliklere davetiye çıkarmak olacaktır. Bunun sonucu Türkiye içerde hırpalanacak ve kan kaybedecektir. Bu bakımdan AB ile ilişkilerimizin sağlıklı bir zeminde sürdürülebilmesi için karşılıklı samimiyet ve iyi niyetin yanı sıra ilişkilerin niteliği, zemini ve çerçevesinin yeni bir tanıma kavuşturulması şarttır. Ancak, AKP’nin yegâne düşüncesi AB ile ilişkilerde görüntüyü kurtarmak, Türkiye’nin AB yolunda ilerlediği yalanına dayalı hayal ticaretini sürdürerek siyasi kazanç sağlamaya çalışmaktır. Sanal bir AB sürecinden medet uman hükümet, Avrupa Birliği ile ilişkilerin bugünkü sakat zeminini sorgulayarak Türkiye’nin milli çıkarlarına uygun bir çerçevenin ortaya çıkarılması için gereken dürüstlük, irade ve karalılığa sahip değildir. Avrupa Birliğinin de buna hazır olmadığı bir gerçektir. AB, Türkiye’yi eşit haklara sahip üye olarak içine kabul etmeye istekli olmadığını bütün açıklığıyla ortaya koymuştur. Türkiye’nin sosyal bünyesini tahrip edecek zorlamaların asıl amacının, Türkiye’yi AB üyeliğinden uzak tutmak olduğu artık anlaşılmıştır. Avrupa Birliği’nin önde gelen ülkelerinin yöneticileri ve Avrupa basını, AB’nin Türkiye için öngördüğü modeli açıkça söylemektedir: Türkiye tam üye olmayacak, en az 15 yıl sürecek sözde bir müzakere süreci sonunda Türkiye’ye “özel ilişki-imtiyazlı ortaklık” statüsü verilecektir. Türkiye’de AKP ve AB lobicilerinin adeta Türkiye’nin kaderini değiştirecek “siyasi bir milat” olarak göstermeye çalıştıkları 3 Ekim 2005’de başlaması öngörülen müzakere sürecinin hangi ön şartlara ve kısıtlamalara bağlandığı 17 Aralık 2004 Zirve kararıyla önümüzdedir. Ucu açık olacak böyle bir göstermelik sürecin hangi esaslara göre yürütüleceği bile hala açıklık kazanmamıştır. AB, bu amaçla hazırladığı müzakere çerçeve belgesini henüz onaylamamıştır. Bu konudaki taslağın neler içerdiği, Türkiye’nin karşısına hangi yeni talepler ve dayatmalarla gelinmek istendiği Türk kamuoyundan titizlikle saklanmaktadır. Bu konuların tartışılmaması için büyük çaba harcanmaktadır. Basına yansıyan bilgiler, bu belgede Kıbrıs sorununun çözümü için Türkiye’nin önüne yeni şartlar getirildiğine, Rum yönetimi ile ilişkilerin normalleştirilmesinin bu süreci ilerletmesinin ön şartı olarak dayatılacağına ve Ege konusunda yeni dayatmaların zeminin hazırlandığına işaret etmektedir. Müzakere Çerçeve Belgesi sonuçlandırılıp kamuoyuna açıklandığında bazı gerçekler Aziz Türk Milleti tarafından daha iyi anlaşılacaktır. Değerli Basın Mensupları, Türkiye’nin milli devlet niteliğinin ve üniter yapısının sorgulanmasının yanı sıra Kıbrıs, Ege ve Ermeni ipoteklerine bağlanmış bir ilişki yapısının Türkiye-AB ilişkilerini götüreceği tek adres çıkmaz bir sokaktır. Bugün Türkiye’nin elinde sadece içi boş, hiçbir anlam ifade etmeyen kuru bir AB perspektifi kalmıştır. 3 Ekim’de başlaması öngörülen göstermelik süreçte Türkiye’nin AB üyeliği hedefi yavaş yavaş doğal ölümüne terk edilecektir. Bu süreç, başından itibaren özürlü bir ülke olarak görülen Türkiye için özel bir ilişki modeli geliştirilmesi hedefine yönlendirilecektir. Bütün bu gerçekler ortadayken hükümetin hala Avrupa Birliği dayatmalarını karşılama telaşı içinde olmasının akıl ve mantık ölçüleriyle izahı mümkün değildir. AKP yönetiminin AB ile sanal bir ilişki görüntüsünü canlı tutabilmek amacıyla Kıbrıs Türklerini feda etmeye hazır olduğu artık bütün çıplaklığıyla anlaşılmıştır. Hükümet, şimdi de bunun yeni bir aşaması olarak Kıbrıs Rumlarını Kıbrıs’ın yegâne meşru temsilcisi olarak tanıma anlamına gelecek protokolü yakında imzalayacağını açıklamıştır. 1963 Ankara Anlaşmasını AB’nin yeni üyelerine teşmil eden uygulama protokolünün sahte Kıbrıs Cumhuriyeti sıfatını kullanan Rumlarla birlikte imzalaması tanıma anlamına gelecektir. Bu konuda hükümetin yapmaya hazırlandığı tek taraflı siyasi beyan bu gerçeği değiştirmeyecek, uluslararası hukuk açısından hiçbir hüküm ifade etmeyecektir. Bu gerçekler ortadayken, hükümet, 3 Ekim göstermelik tarihi etkilenmesin düşüncesiyle bunu da yapacak kadar gaflet ve delalet içine düşmüştür. AB’nin bu zorlamasının da kabul edilmesinden sonra Türkiye’nin karşısına yeni dayatmalarla çıkılacağı kesindir. Basiretsiz hükümet, önümüzdeki dönemde Rum bayraklı gemilere Türk Limanlarını açın; Maraş’ı Rum’lara verin; Kıbrıs’tan asker çekin ve Kıbrıs Rumları ile diplomatik ilişki kurun taleplerinin geleceğini maalesef görememektedir. Avrupa Birliği’nin tutsağı haline gelen bu sakat zihniyetin Türkiye’nin karşısına çıkardığı denklem ne yazık ki budur. Bu tablodan hiçbir sıkıntı duymayan AKP yöneticilerinin Türkiye’nin geleceği, milli çıkar ve hassasiyetler gibi kavramları hala ağızlarına alabilmeleri olsa olsa kara mizah olarak görülebilecektir. Ancak, AB hayal ticaretinde artık sona gelinmiştir. 3 Ekim sonrası gerçeklerin Türk Milletinden saklanması artık mümkün olamayacaktır. Bunun farkında olan AKP şimdi Türkiye’yi meşgul edecek yeni sanal gündemler arayışı içine girmiştir. Sayın Basın Mensupları, Sözlerime son vermeden önce Türkiye’de terörün tırmanmasında etken olan Kuzey Irak konusuna değinmek ve Kuzey Irak’a askeri harekât yapılması etrafında son günlerde yaşanan tartışmalara ilişkin görüşlerimizi açıklamak istiyorum. PKK terör örgütü militanlarının Kuzey Irak’ta yuvalandığı, Barzani ve Talabani’nin hoşgörüsü ve desteğiyle faaliyetlerini serbestçe sürdürdüğü ve ABD’nin bugüne kadar verdiği bütün sözlere rağmen bu teröristlere karşı hiçbir müdahalede bulunmadığı, hatta geçmişte bunlarla siyasi ve askeri temsilcileri vesilesiyle Kuzey Irak’ta görüştüğü herkesin bildiği gerçeklerdir. Bütün bunların sonucu PKK teröristleri Kuzey Irak’taki varlıklarını garanti altına almışlar ve son dönemde Türkiye’ye sızarak güçlerini birleştirip terör faaliyetlerine hız verme imkânına kavuşmuşlardır. Irak’ta işgal gücü statüsüyle önemli askeri varlığı bulunan ABD, bugüne kadar ipe un sermiş ve PKK teröristlerine karşı hiçbir harekete geçmemiştir. Doğrudan askeri müdahale bir yana, bu teröristlerin lojistik ikmal yollarını etkileyecek basit tedbirleri dahi almaktan uzak durmuştur. Öte yandan Kuzey Irak’ta bağımsız bir devlet kurma amacında olan Barzani ve Talabani aşiretleri de PKK teröristlerini himaye etmiş ve bölgede cirit atmalarına ses çıkartmamıştır. Bu teröristlerden bir bölümü Musul ve Kerkük gibi büyük şehirlerde yerleşmişler ve siyasi faaliyette bulunmak için örgütlenebilmişlerdir. Kandil dağında yuvalanan teröristlere karşı tedbir alınması bir tarafa, PKK kontrolündeki Mahmur kampının boşaltılması konusunda bile bugüne kadar hiçbir somut gelişme sağlanamamıştır. İşlerin bugünkü vahim noktaya gelmesinin en büyük sorumlusu olan AKP hükümeti bu konuda bugüne kadar adeta bir seyirci gibi davranmış, ABD nezdinde yapılan birkaç zayıf girişim ve sonuçsuz danışma toplantısı dışında hareketsiz kalmıştır. Bunun nedenleri hükümetin izlediği teslimiyet anlayışına dayalı kişiliksiz Irak politikalarında aranmalıdır. AKP, her konuda olduğu gibi Irak konusunda da Türkiye’nin çıkarlarını gözeten tutarlı bir politika ve strateji oluşturmaktan aciz kalmıştır. Irak siyaseti, ABD’nin lojistik geri cephesi olmak ve Kürt aşiretlerine karşı şirin görünmek esasları üzerine bina edilmiştir. Bu müsait ortamdan yararlanan PKK terörünün Türkiye’deki hain saldırılarının artması üzerine Kuzey Irak’a askeri operasyon yapılması konusunu kamuoyu önünde ilk dile getiren Milliyetçi Hareket olmuştur. 21 Haziran 2005’te yaptığımız basın toplantısında bu konuda şunları ifade ettiğimi bu vesileyle hatırlatmak istiyorum: “Son dönemde Irak’tan Türkiye’ye terörist sızmasında çok büyük artış olmuş, PKK terörü kanlı yüzünü yeniden göstermeye başlamıştır. Büyük şehirleri de tehdit eden PKK terörünün güvenlik güçlerimizi hedef alan melun faaliyetleri son dönemde hız kazanmıştır. ABD’nin bu konuda ciddi bir tedbir almakta isteksiz olması karşısında, bu yılanın başının Türk Silahlı Kuvvetlerince Irak’taki inlerinde ezilmesi tek yol olarak karşımızdadır. Bu konuda da yalnız bırakılan Türkiye kendi imkânlarına dayanmak durumundadır.” Milliyetçi Hareket’in bu samimi uyarıları karşısında sessiz kalan Başbakan Erdoğan, bundan bir ay sonra Türkiye’nin gerekirse askeri harekât yapabileceğini ayaküstü bir beyanatla gündeme taşımıştır. Başbakan’ın bu sözlerine ABD derhal tepki göstermiş ve buna sıcak bakmayacağını, kaldı ki Türkiye’nin bunun için Irak hükümetinin ve Kürt grupların iznini alması gerektiğini söylemiştir. ABD sözcülerinin bu kaba ve duyarsız beyanları karşısında sessiz kalan Başbakan şu gerçekleri ABD yönetimine hatırlatmak cesaretini gösterememiştir: Irak’taki ABD askeri güçlerinin yakıt dahil temel ihtiyaçları Türkiye üzerinden sağlanmakta ve Habur sınır kapısı lojistik ikmal amaçlı olarak sürekli kullanılmaktadır. Bunun yanı sıra Türkiye İncirlik üssünün ABD tarafından Irak’a mühimmat ve savaş malzemesi nakli için merkez üssü olarak kullanılmasına izin vermiştir. Başbakan Erdoğan ABD görevlilerinin çıkışları karşısında, adeti olduğu üzere konuyu hemen değiştirmiş ve sıcak takip hakkı ve hayati çıkar gibi kavram kargaşaları içinde meselenin özünü unutturmaya çalışmıştır. ABD’nin çıkışları karşısında görüntüyü kurtarmak için tevil yoluna sapan Başbakan, gazetelere verdiği demeçlerde Kuzey Irak’taki PKK militanlarına karşı askeri harekat için henüz alınmış bir karar olmadığını, Türkiye eğer sınır tehdidi altında ise ve terör grupları böyle bir tehdidi oluşturuyorsa, uluslararası hukukun verdiği haktan yararlanarak gereğini yaparız gibi anlamsız ve tutarsız beyanlarda bulunmuştur. Şimdi Başbakana sormak istiyoruz: PKK teröristlerinin Irak’tan Türkiye’ye sızarak çok ciddi bir tehdit oluşturdukları bir vakıa değil midir? Türkiye için meşru savunma hakkı yeterince doğmamış mıdır? Bu Türkiye’nin uluslararası hukuktan kaynaklanan hakkı ise, bunun için daha ne bekliyorsunuz? Daha kaç güvenlik görevlimizin alçakça şehit edilmesi, kaç sivilin teröre maruz kalması sizi harekete geçirmek için gerekli olacaktır? Başbakan’ın bu sorulara aslında verebileceği hiçbir cevap yoktur. Ucuz kahramanlık yapma hevesiyle ortaya çıkmış ancak ABD’nin ve peşmerge sözcülerinin tepkileri üzerine geri çekilmiştir. Şimdi Türkiye’nin Irak’ta yuvalanan PKK teröristlerine karşı savunma tedbiri alması, ABD’nin yanı sıra Barzani ve Talabani’nin insafına ve iznine bağlanmıştır. Türkiye, PKK terörünü özellikle Kerkük üzerindeki emellerini gerçekleştirmek için Türkiye’ye karşı bir şantaj ve pazarlık unsuru olarak kullanan Kürt aşiretlerinin eline bakar duruma düşürülmüştür. Başbakan Erdoğan, sorumsuz ve samimiyetsiz tavrıyla Türkiye’nin meşru savunma hakkının bile böyle bir denklem içine hapsedilmesine neden olmuştur. Türkiye sınırlarının ötesindeki terör yuvalarına karşı operasyon yapamaz hale getirilmiştir. Türkiye’nin haysiyeti bu konuda da ağır bir yara almıştır. Söylediği hiçbir şeyin arkasında duramayan, hiçbir sözünün gereğini yaparak gerisini getiremeyen Başbakan Erdoğan en sonunda bunu da başarmıştır. Sayın Basın Mensupları, Hükümetin iç huzur ortamının ve milli birliğimizin korunması konusundaki sicili her bakımdan karanlık bir sicildir. Türkiye’nin bekasını doğrudan ilgilendiren hayati konularda sergilediği bu tutumuyla AKP Türkiye için çok vahim bir tehlike teşkil etmektedir. Siyasi geleceği için Türkiye’yi ateşe atmaktan çekinmeyeceği artık anlaşılan bu zihniyet, Türkiye için tek başına çok ciddi bir risk unsuru ve tehdit kaynağıdır. Bu şartlar altında, Türkiye heyecanı taşımayan ve acz içinde bocalayan bu tehlikeli zihniyetin temsilcilerinden kurtulmak Türkiye’nin en hayati sorunu haline gelmiştir. Aksi takdirde Türkiye’nin sonu felaket olacak çok ağır krizlere ve badirelere sürüklenmesi mukadderdir. AKP yönetiminin ve şahsi çıkar hesabıyla kendisini destekleyen şer cephesinin Türkiye’yi puslu ve mayınlı bir yolda felakete sürüklenmesine sessiz ve tepkisiz kalınmasını tarih ve gelecek nesiller affetmeyecektir. Milliyetçi Hareket Türkiye’nin parlak geleceğine ve Aziz Milletimizin sağduyusuna sonuna kadar güvenmektedir. Büyük Türk Milleti bu sakat zihniyeti çok yakında tasfiye edecek, Türkiye bu kamburdan kurtulacaktır. Bu süreç başlamıştır. AKP hükümeti bütün direnmelerine rağmen yakında sandık başında hesap verecektir. Türk Milletinin yegâne gelecek ümidi ve iktidarın tek alternatifi olan Milliyetçi Hareketin tek başına iktidarında, Türkiye’ye bu kötülükleri yapan ihanet yolcularından hesap sormak boynumuzun borcu olacaktır. Bu vesileyle hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.
Dr. Devlet Bahçeli |