Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin
Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım Değerli Misafirler, Kıymetli Basın Mensupları, Bu haftaki Meclis grup konuşmama başlarken hepinizi saygılarımla selamlıyorum. Geçtiğimiz haftaya en çok damgasını vuran hadise hiç kuşku yok ki ekonomideki gelişmeler ve yapılan son zamlar olmuştur. Gecikmeyle açıklanan Orta Vadeli Program kapsamında, milletimize dayatılan vergi zamları büyük bir haksızlığı ve eziyeti ortaya çıkarmıştır. Huzurlarınızda açıklanan programla ilgili bazı tespitlerimi ve içerdiği çelişkileri kısaca sizlerle paylaşmak istiyorum. Bilindiği üzere, Türkiye ekonomisi, 2002 yılından sonra 57.hükümet döneminde alınan tedbirlerin, tayin edilen hedeflerin izdüşümünde bir süre olumlu performans sergilemiştir. Uluslararası ortamın elverişli şartları ve sermayenin akışkanlığı da buna eklenince AKP’nin sahiplendiği ekonomik rahatlık ve gelişmişlik belirginlik kazanmıştır. Ancak 2008 yılında fitili ateşlenen ekonomik kriz hükümetin tembelliğini, kifayetsizliğini ve savurganlığını tescil etmiş; milletimizi büyük bir işsizlik ve yoksulluk vurgunuyla muhatap kılmıştır. Bu zaman zarfında hem küresel planda hem de ülkemiz ölçeğinde ekonomik kriz beklentisi iyice görünür olmuş ve ortaya çıkan veriler de bunu teyit etmiştir. İçinden geçtiğimiz günlerde yerkürenin dört bir tarafında sokaklar kaynamaktadır. Ekonomik eşitsizliğe ve gelir dağılımındaki kötülüğe itiraz edenler Atlantiğin her iki yakasında da yönetimleri tehdit etmeye başlamıştır. Dünya ekonomik atmosferinin şiddetli bir fırtınaya sahne olacağına dair beklentiler bu paralelde gün geçtikçe yoğunluk kazanmaktadır. Türkiye’nin durumu ise küresel gelişmelerden muaf olmadığı gibi birer bire buna da bağlı değildir. Bir defa başkalarının ürettiklerini almaya odaklı ve üretimden kopuk bir ekonomik sistemle uzun süreli ve sürdürülebilir bir gelişme yönünde ilerlemek eşyanın tabiatına aykırı bir durumdur. AKP hükümetinin sıklıkla müracaat ettiği; “bu kriz bizim krizimiz değil” sözlerinin bir esprisi ve manası da bulunmamaktadır. Netice itibariyle güçlü ve dayanaklı bir ekonominin çevresindeki olumsuzluklardan hemen etkilenmesi, kendi bünyesiyle ilgili kronik sorunlara bir vesileyle anında teslim olması çok kolay değildir. Küresel ekonomik sürecin ümit verici olduğu bir dönemde bundan ziyadesiyle istifade eden AKP zihniyetinin, işler sarpa sarınca acilen izaha girişmesi ve suçu başka ülkelere yüklemesi her şeyden önce milletimizin aklıyla ve basiretiyle alay etmektir. AKP hükümeti dokuz yıldır ekonomide taş üstüne taş koymamış ve geçmişin mirasını hoyratça tüketmiştir. Sıcak para ve ithalata dayalı geçici ekonomik iyileşmeyi, bir mucize gibi sunma kurnazlığına her fırsatta başvurmuş ve böylelikle günü kurtarmanın kolaycılığına teslim olmuştur. “Madem kriz başkalarında var, o halde bir şey yapamayız” diyerek ekonomik acziyeti ve tükenmişliği dillendirmiş ve bunu da bir maharetmiş gibi takdim etmiştir. Türkiye ekonomisinin göbeğini küresel ekonomiye bağlayan ve bağımsızlık ve kendine yeterlilik kabiliyetini temelinden aşındıran bu siyasi anlayış, krizler karşında da atalet içinde olmuş ve ‘bize bir şey olmaz’ masallarıyla vatandaşlarımızın feryatlarına duyarsız kalmıştır. Krizin teğet geçeceği iddia edildikçe, vatandaşımız can evinden vurulmuş ve perişanlık diz boyu artmıştır. Hükümet ekonominin imdat çağrıları verdiği her durumda, gecikmeksizin uluslararası kredi derecelendirme ve sivil toplum kuruluşlarının ipine sarılmış; ‘bakınız her şey yolunda’ sözleriyle yanan kriz küllenmeye çalışmıştır. Bölgesel dengesizlikleri idrak edemeyen, gelir dağılımındaki endişe verici bozulmayı göremeyen, iyice yerleşen yoksulluğu kabul etmeyen ve yalnızca rakamlara ve oranlara sığınarak mazeretler üreten hükümet etme anlayışıyla emin olun daha fazla yol almamız söz konusu değildir. Başbakan Erdoğan; kişi başına gelirimizin arttığından bahsetmesine karşılık, OECD’nin ‘Daha İyi Yaşam Endeksi’ne göre ülkeler klasmanında son sırada yer aldığımızı nedense ağzına hiç almamaktadır. Bugün Türkiye ekonomisi dinamizmden ve kendi kaynaklarını harekete geçirebilecek görüş ve yeterlilikten son derece uzaktır. Dışa bağımlılığı gün geçtikçe artmakta, başkalarının tasarruflarını kullanan ve bunu da marifetmiş gibi sunan bir vizyonsuzlukla karşı karşıyadır. Bakınız, imalat sanayimiz büyük oranda ithalatla ayakta durmakta, ihracatımız da bir o kadar ithalatla nefes almaktadır. Dolayısıyla dışarıya sattıklarımızı, yine dışarından aldıklarımızla karşılamaktayız ve bundan kaynaklanan dönemsel başarılara da aşırı şekilde sevinmekteyiz. Bu itibarla kazandığımızdan, bir başka deyimle gelirimizden daha çok sarf ettiğimizden dolayı sürekli açık veren, iki yakası bir araya gelmeyen bir ülke görünümünden de kurtulamamaktayız. Cari açık demek olan bu manzaranın Türkiye ekonomisini çıkmaza sürüklediği, yabancı paraya mecbur ettiği ve diken üstünde tuttuğu aşikardır. İşte AKP hükümetinin iftihar ettiği ekonomik büyümenin gerisindeki asıl gerçek budur. İşin aslına bakılırsa AKP’nin sevindiği ekonomik büyüme, birçok badireyi ve bedeli maalesef milletimizin sırtına yüklemiştir. Koşarken bile tökezleyen büyüme; AKP’nin kör, paslanmış ve bir işe yaramayan politikalarından ziyade, yabancı sermayenin doymak bilmeyen iştahından yararlanmıştır. Elbette kısa süreli bahar havası, orta ve uzun vadede çok acı sonuçlara neden olmuş ve milletimizi kara kışa mahkûm etmiştir. Tehlike sinyallerini uzunca bir süredir kuvvetli bir şekilde veren cari açığa ilgisiz kalan AKP zihniyeti; şımarıklığının, ihtiyatsızlığının, tedbirsizliğinin ve aşırı özgüveninin vebalini aziz milletimize vergi zamlarıyla fatura etmiştir. Bu şartlar altında Orta Vadeli Ekonomik Program ilan edilmiş ve önümüzdeki dönemlerle ilgili tahmin ve beklentiler kamuoyuyla paylaşılmıştır. Malumlarınız olacağı üzere, ekonomik aktivelerin iyi ve dengeli olduğu dönemlerde en başta vergi gelirlerinde gözle görülür bir istikrar ve artış yaşanmaktadır. Herşeyden önce bizim anlayamadığımız husus; gelecek yıl büyüme yavaşlayarak yüzde 4’lük bir seviyeye gerileyecekken, merkezi bütçe gelirlerinin büyümesi nasıl ve hangi yolla yüzde 13,4’lük bir artış gösterecektir? Bu çelişki ve garabet ne yazık ki programı baştan tartışmalı yapmıştır. Ekonomideki büyüme trendi zaafa uğrarken, gelirlerin artacağını düşünmek ya bir cehalet ya da milletimizin tıpkı bugün olduğu gibi yeni zamlarla perişan olacağı anlamı taşımaktadır. Bununla birlikte millet varlıklarının haraç mezat satılacağının ve elde avuçta ne varsa peşkeş çekileceğinin habercisidir. Meselenin bir başka manidar tarafı ise, işsizlik oranları etrafında belirmiştir. Programa göre işsizlik oranının 2011 yılı sonunda yüzde 10,5; 2012 yılı sonunda da yüzde 10,4 olacağı ifade edilmiştir. Peki, büyüme oranı gerilerken, işsizlik oranı nasıl ve bizim bilmediğimiz hangi değerli politika uygulamalarıyla düşecektir? Benzer bir mantıksızlık ve anlam karmaşası enflasyon oranı için de geçerlidir. Madem enflasyon hedefi 2011 yılında yüzde 7,8; 2012 yılında yüzde 5,2 olarak öngörülmüştür; bu durumda yüzde 4’lük büyüme eşliğinde gevşek bir para politikasına neden ve niçin tevessül edilmektedir? Kaldı ki tırmanma eğilimde olan enflasyonun hangi enstrümanlar yardımıyla düşürüleceği hususu da net ve belirgin değildir. Orta Vadeli Program, üç yıl içinde dolar bazında ihracatın yüzde 35, ithalatın ise yüzde 25 artmasından bahsetmektedir. Türkiye kısa dönemler haricinde bu hedefini kesinlikle tutturamamış ve bu amacına da ulaşamamıştır. Bugünkü tabloda, sanayi üretiminin gerilemesi, döviz fiyatlarının yaklaşık yüzde 30 artarak fiili bir devalüasyona neden olması ve yatırımların durması en başta milletimiz açısından büyük bir kayıp ve açmazdır. AKP’nin eseri ve çapsızlığının sonucu olan cari açık ise vahim gelişmelerin habercisi niteliğindedir. 70 milyar doları aşması beklenen zaman ayarlı bu ekonomi bombasının, az önce de dile getirdiğim gibi başkalarının tasarruflarını kullanan ve üretimden uzak bir zihniyetiyle tetiklendiği açıktır. Cari açık pandoranın kutusunu açmış ve ekonomik felaketin sesini ve çığlığını duyurmuştur. Döviz gelirlerinin azaldığı ve finansman problemlerinin zirve yaptığı bir ortamda cari açık ekonominin tüm bariyerlerini yıkacak, milletimizi açlıkla, işsizlikle ve çaresizlikle baş başa bırakabilecektir. Bu çerçevede cari açık AKP’yi içten içe korkutmuş ve vergi zamlarıyla kendince ön almaya sevk etmiştir. Bu zulüm vergilerinin ‘güncelleme’ olarak tevil edilmesi ise bir saygısızlık ve küstahlık olarak AKP’nin yakasına ilişmiştir. √ Güncellenen hayat pahalılığıdır, eziyettir. √ Güncellenen zamdan mahrum bırakılan memurumuzun iç çekişidir. √ Güncellenen teri tezgâha düşen işçimizin çilesidir. √ Güncellenen ekonomik yıkımdır, afettir. √ Güncellenen vatandaşlarımızın soluğunu kesmektir, aşını ve işini gasp etmektir. Anlaşıldığı kadarıyla güncelleme rezaletlerine devam edilecek, her şey ateş pahası olacaktır. Önümüzdeki süreçte bunun acı ve endişe verici örneklerine bir kez daha şahit olunacaktır. Doğalgaz ve elektrik fiyatlarını da güncelleyen hükümet, milletimizin iyi niyetini ve kendine verdiği krediyi heba etmekte ve kara yüzünü bir kez daha göstermektedir. Telefondan sigaraya, alkol ürünlerinden otomobil vergilerine kadar zamlar milletimize yağmur gibi yağmıştır. Başbakan haklıdır ve zam derslerine iyi çalışmışlardır. Ev sahibini bastıran yavuz misali, zamlara yönelik tepkilere hiddetlenen bu zihniyetin; ‘sigara içmezsin olur biter’, türünden açıklamalara sığınması tam anlamıyla çirkefliktir. O halde milletimiz doğalgazı da elektriği de kullanmasın. Otomobile de binmesin ve ekmek yerine pasta yesin. Başbakan ve yandaşları gezsin, yesin, içsin, eğlensin ve fellik fellik dünyayı arşınlayarak israfın dibine kadar batsın; fakat sıra milletimize geldiğinde kimse yerinden kalkmasın, az harcasın ve sesini çıkarmasın. Mantık budur, anlayış bu şekildedir. Otoriter ve tahammülsüz bir eğilimin tüm misallerini sergileyen bu kafa yapısının, ekonomik darboğazı işaret eden herkese hakaretler yağdırması aslında kendi fıtratı ve tabiatıyla son derece uyumludur. Şu çelişkiye bakınız ki, AKP’nin lale sülale devri yaşaması sorun değildir de; milletimizin temel ihtiyaçlarını karşılama arayış ve beklentisi meseledir ve temelinden yanlıştır. Dokuz yıldır dört ayaküstüne düşen Başbakan Erdoğan, sonunda sendelemiş ve büyük bir gedik vermiştir. Türkiye’nin alan değil veren el olduğunu söylerken, sanki bankadaki milyonlarından bahşeder gibi konuşan bu şahsiyetin, başkalarına cömert, milletimize insafsızca elinin sıkı olması kabul edilemez bir durumu resmetmektedir. Açıkça söylemek isterim ki, Libya muhaliflerine elden para verirken hiç utanmayan ve çekinmeyen AKP hükümetinin; zora düşünce vergi zamlarıyla vatandaşımızı sıkboğaz etmesi kendi karanlık mizacının ve art niyetinin doğal bir sonucudur. Değerli Arkadaşlarım, Başbakan Erdoğan’ın ekonomi merkezli gelişme ve ilerleme hezeyanları durdurak bilmeksizin sürmektedir. Gerçekleri bastırarak, aydınlığı kapatarak yol alacağını düşünen bir siyaset fukarası ve vakıasıyla milletimiz ne yazık ki yüz yüzedir. Artık AKP’ye oy veren aziz vatandaşlarım bu izahı olmayan simayı ve niyetlerini anlamalı ve gereğini yapmalıdır. Türkiye’nin ekonomik zayıflığını başarı diye yutturmaya çalışan Başbakan; √ Kötüyü iyi olarak sunma konusunda eşsizdir. √ Çirkini güzel olarak gösterme konusunda tektir. √ Krizi fırsat olarak nitelendirme konusunda emsalsizdir. √ Çöküşü imar ve inşa olarak kabul ettirme konusunda abide bir kişidir. Gerilemeyi ilerleme, teslimiyeti zafer, tavizi başarı, zaafı itibar olarak nitelendirme konusunda hiç kimse Başbakan’ın eline su dökemeyecektir. Özellikle partisinin Kızılcıhamam’daki istişare ve değerlendirme toplantısındaki sözleri bu düşüncelerimize berrak bir kanıttır. Türkiye’nin borç stokunu başka ülkelerle karşılaştırarak bundan olumlu bir sonuç çıkaran bu zihniyetin, aldatma ve gerçekleri eğip bükme konusunda sınır tanımadığı bir kez daha ortaya çıkmıştır. Kamunun sahip olduğu brüt borç stokuyla övünen Başbakan’ın, milletimizin ve özel sektörün borç seviyesindeki dramatik durumunu es geçmesi istediğini görmeyi ve duymayı arzulayan müflis siyasetçiye bariz bir örnektir. Oysaki kredi kartlarından dolayı mağdur olmuş, bireysel kredilerden dolayı beli bükülmüş insanlarımızın sayısındaki büyük artış hepimizin gözü önündedir. Bununla birlikte özel sektör borç miktarı 195 milyar dolar sınırına dayanmış, üstelik kamunun borçluluk oranı da yukarı doğru tırmanmaya başlamıştır. Kaldı ki alınan dış borcun yaklaşık yüzde 65’ini özel sektör firmaları kullanmışlardır. Merkezi yönetim toplam borç stoku ise 310 milyar dolar seviyesine çıkmıştır. Başbakan Erdoğan bu tablodan bir başarı hikâyesi çıkarmaya pervasızca cesaret etmektedir. Milletimizin kemer sıkması, kendi yandaşlarının kemer açması ne hazindir ki Başbakan’ın umurunda değildir. İşi sıkı tutmazlarsa, Yunanistan’ın durumuna düşebileceklerini ifade eden Başbakan, milletimize haraç gibi vergi zamlarını uygun görürken, ihmal ve hamasetle geçirdiği günleri nedense hatırına bile getirmemiştir. Dikkat ediniz değerli arkadaşlarım, Başbakan ekonominin topyekun imha sınırında olduğunu ima etmektedir. Şayet Türkiye’nin Yunanistan’a benzer bir ekonomik iflasa düşmesi gündemde ise, sorarım sizlere AKP hükümeti bu zamana kadar ne yapmıştır ve ne ile uğraşmıştır? Bağrı yanık ve şimdi bile bacası zor tüten asil milletimiz, AKP’nin neden olduğu hesapsızlığın, ufuksuzluğun ve öngörüsüzlüğün bedeline nasıl ve ne hakla maruz bırakılır? Hani her şey yolundaydı? Hani kriz teğet bile geçmeyecekti? Başbakan’ın gelişmeden muradı ve çıkardığı sonucu bu mudur? Kendisinin deyimiyle; eşeği sağlam kazığa bağlayım derken, milletimizin elindekine avucundakine göz koymak hangi siyasi başarı ve atılan hangi sağlam adımlarla açıklanabilir? Başbakan’ın bu kontrolsüzlüğünün, feraset noksanlığının ve yenilmişliğinin gerisinde 12 Eylül’de verilen her ‘evet’ oyu vardır. Saygı duysak da, 12 Haziran’da AKP’yle devam edilme tercihi yer almaktadır. Milletimiz artık AKP’yi masaya yatırmalı ve birliğini bozmaya çalışan, cebindeki paraya el koyan bu şaibeli siyasi şebekeye hak ettiği dersi mutlaka vermelidir. AKP öylesine rahat ve kendinden emindir ki, yapılan zamları bile gülerek geçiştiren ve bir şey olmamış gibi takdim eden bir acımasızlığı göstermiştir. Hükümet üyesi bir başbakan yardımcısı; milletimizle dalga geçer gibi, yapılan zamlarda bir hikmet aranmalı diyebilmektedir. Ya da insanlarımızın birbiriyle konuşmasını kıskanırcasına ülkemizde haddinden fazla cep telefonu olduğunu diline dolayabilmektedir. Bir kez daha sorarım sizlere, böylesi bir densizliğe sessiz kalanı bırakın kulu, Cenab-ı Allah affeder mi? Herkes unutsa da, Milliyetçi Hareket unutur mu? Bu kaygı verici tabloya rağmen, Başbakan’ın büyüme dinamizminden ve istikrarından bahsetmesi abesle iştigaldir. Üstelik Türkiye’nin örnek ülke haline gelmesinden dem vurması hayret verici bir zihin bulanıklığı ve şaşı bakışıdır. Başbakan Erdoğan’ın; Türkiye’nin en olumsuz şartlarda bile büyümeye, gelişmeye ve ilerlemeye devam ettiğini iddia edebilmesi içine düştüğü hayal âleminin kendisine bir oyunu olsa gerektir. Eğer gerçekten Türkiye ekonomisi bu aciz haliyle gıpta edilecek bir durumdaysa, o zaman dünya tamamen çökmüş ve herkes aynen Başbakan’da görüldüğü gibi krizden dolayı şuurunu kaybetmiştir. Şayet ülkemizde ekonomi alanında değerli çalışmalar yapan fakülteler ve buralardaki bilim insanları, Başbakan Erdoğan’ın bu düşüncelerini doğrularsa bizim diyebileceğimiz bir şey yoktur. Ekonomiyle ilgili sivil toplum kuruluşları ve uzmanları Başbakan’a dürüstçe ve hiçbir baskıya aldırmadan hak veriyorlarsa biz de yanıldığımızı ve yanlış teşhiste bulunduğumuzu samimiyetle söyleyeceğiz ve itiraf edeceğiz. Ancak Başbakan Erdoğan’ı boşa çıkaracak ve geçmişte olduğu gibi yalanlarını deşifre edecek somut bir gelişme, beyan ya da tespit ortaya çıkarsa kendisinin yüzsüzlüğünü ve içten pazarlıkçı duruşunu da alnına vurmaktan asla tereddüt etmeyeceğiz. Değerli Milletvekilleri, Türkiye’nin, tıkanmış vaziyette bulunan AB üyeliğine hazırlık sürecinde kaydettiği ilerleme hakkındaki Ekim 2010’dan Eylül 2011’e kadar ki dönemi kapsayan Rapor geçtiğimiz hafta yayımlanmıştır. Hatırlanacağı üzere, 1999 yılı Aralık ayında Helsinki Zirvesiyle ülkemiz aday statüsü elde etmiş ve katılım müzakereleri de 3 Ekim 2005 tarihinde başlamıştır. Bugüne kadar otuzüç başlıktan onüçü müzakereye açılmış ve bunlardan yalnızca biri geçici olarak kapatılmıştır. En son yayımlanan İlerleme Raporu esasen bildik tariz ve tahrik edici üslubunu muhafaza etmiş ve AKP’nin yapması gereken ev ödevlerini bir kez daha ortaya koymuştur. AB’nin baskıcı ve işi yokuşa süren tavrı bu rapordan da net olarak anlaşılmıştır. AB’nin, kapılarını Türkiye’ye açmaya istekli görünmeyen bir bakış ve değerlendirme açısı Raporda fazlasıyla yer bulmuştur. AKP’nin 2002’den beridir kendini adadığı AB yolculuğu olmadık ve milletimizi inciten bahanelerle kesilmekte ve engellenmektedir. 2011 İlerleme Raporunda dikkatimizi çeken bazı önemli tespit ve eleştiriler olmuştur. Şüphesiz Türk milleti bunları hiç hak etmemiş, geçmişi sömürgecilik ve kanla belirlenmiş bu birliğin tutarsızlıkları; kasıtlı, taraflı bir biçimde kendisini göstermiştir. En başta; ülkemizin gümrük birliğini tam olarak uygulayamadığı ve gümrük birliği kapsamındaki taahhütlerini sözde ihlal eden mevzuatını hala muhafaza ettiği ifade edilmiştir. Ne var ki, üye olmadan gümrük kapılarının ardına kadar açılmasının ne türlü sonuçlara kapı aralayacağı nedense hiç gündeme getirilmemiştir. Ayrıca basın ve ifade özgürlüğü alanlarında endişeler olduğu dile getirilmiş, Gözaltı kararlarına ilişkin gerekçelerin gösterilmemesiyle birlikte, yayımlanmamış kitapların toplatılması eleştirilmiş, Sözde darbe planları kapsamında; tutuklamalar ve iddianamelerin sunulması, geçen sürenin uzunluğu, iddia makamı tarafından sunulan delillere savunma makamının kısıtlı erişimi ve soruşturma emirlerinin gizliliği, etkili yargı güvencesinin tüm şüpheliler bakımından sağlanmasına ilişkin endişeler ifade edilmiş, Yargılama öncesi tutukluluk sürelerinin uzunluğu kaydedilmiş, Bölücü terör yapılanması KCK bağlamında; Türk ceza sisteminin uluslararası standartlarla uyumlaştırılması ve terörle mücadele mevzuatında değişiklik yapılması ihtiyacı vurgulanmış, Yeni bir anayasayla; demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, azınlıklara saygı ve korunmasına saygıyı pekiştirecek ve sözde Kürt sorunu dâhil, uzun süreden beridir var olan meselelerin çözüleceği iddia edilmiş, Seçim barajının düşürülmesi, Meclis İç Tüzüğü’nün iyileştirilmesi gündeme getirilmiş, Siyasi partiler ve dokunulmazlıklarla ilgili eleştiriler sıralanmış, Yerel yönetimlerdeki yetki devrinin yapılmaması tenkit edilmiş, Deniz Feneri davasına bakan savcıların görevden alınması eleştirilmiş, Yolsuzlukla mücadelede mesafe alınamadığı belirtilmiş, Güney Kıbrıslı Rumların sözde mülkiyet haklarıyla ilgili kısıtlamaların hala çözülemediği iddia edilmiş, İnsan hakları konusundaki bazı beklentilerle birlikte, sözde Kürt meselesi, azınlık hakları, Ermeni meselesi ve ordunun rolü konularında görüşler yer almış, Rum Ortodoks Patriğinin sözde ekümenik sıfatını kullanamaması, Heybeliada Ruhban okulunun açılmaması ve misyonerliğe karşı tutumlar eleştirilmiştir. AB İlerleme Raporu bunlarla da sınırlı kalmamış, freni patlamış kamyon gibi her alana girmiş ve milletimizin hassasiyet duyduğu ne varsa cepheden çarpmıştır. Ne var ki bunu yaparken, ikiyüzlü bir duruma düşmekten de kurtulamamıştır. Bir tarafta ülkemizdeki zorunlu din dersi uygulamasının kaldırılmamasından dolayı rahatsızlığını duyurarak, kimlik kartlarındaki din hanesinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ihlal ettiğine değinmiştir. Diğer tarafta ise gayri Müslim cemaatlerin ibadethane açmaları ve kullanmalarında sıkıntılar olduğu ifade edilmiştir. Protestan Kilisesi’nin ve Yehova Şahitleri ibadethanesinin inşaatı ve bu yerler için arsa tahsisindeki zorluklar konu yapılmıştır. Müslüman Türk milletine gelince çok görülen hususlar, nedense kendi vatanımızda başkalarına hak kabul edilmektedir. Elbette bizim herkesin dinine, aidiyetine, inancına ve mezhebine hürmetimiz vardır. Bizim üzerinde durduğumuz konu AB’nin miyop bakışı ve yerli yersiz her şeyi tenkit etmesidir. Bütün bu gelişmelerden çıkarılması gereken sonuç; AB, Türkiye Cumhuriyeti’nin içişlerine müdahale edebilmek için İlerleme Raporlarını bir vasıta olarak kullanmaktadır. Türkiye’nin milli ve manevi hasletlerini hırpalayan ve rencide eden İlerleme Raporu’nun muhteviyatı, gerçekte AKP’nin sağladığı müsait ortamı sonuna kadar değerlendirmiştir. Bölücü terörü kınamayan, PKK açılımına destek veren ve vicdani retçilik isimli rezaletin tanınmasını isteyen bir açmazın milletimiz nezdinde makes bulması söz konusu değildir. Başbakan Erdoğan’ın, Avrupa Birliği standartlarına bugün en yakın ülkenin Türkiye olduğuna dönük ifadeleri de son İlerleme Raporuyla hükümsüz kalmıştır. Hükümetin AB konusunda kafası karışık, fikriyatı belirsiz, istikameti sislidir. Sahte yeryüzü cennetine ulaşma vaadiyle milletimizi oyalamasının da sonuna yaklaşılmaktadır. Zira hükümetten gelen açıklama ve görüşler bu yönde somutlaşmaktadır. Özellikle Başbakan Erdoğan’ın hem nalına hem de mıhına vuran sözleri bunu göstermektedir. AB, Türkiye’ye her türlü zorluğu çıkarmakta, hiçbir gelişme ve kolaylık göstermemektedir. Hatta vize konusunda dahi AKP’nin ağzına çalınan bir parmak bal ile yeni bir oyalama taktiğinin içine girilmiştir. Buna rağmen Başbakan, reform sürecinde ısrarlı ve hâlihazırda AB standartlarına sahip olduklarını iddia etmektedir. Şüphesiz bunları söylerken yüzü dahi kızarmamıştır. Üstelik AB’nin haksız, mesnetsiz ve ikircikli politikalarına sutre gerisinde teslim olmayı sürdürmektedir. Türkiye’nin itibarını, Türk milletinin kudretini ve egemenlik haklarını Brüksel’deki mahfillere haykırmanın zamanı gelmiş, hatta geçmektedir. Ülkemizi renksiz, biçimsiz, ruhsuz, milli değerlerden uzaklaşmış, üniter yapısı bozulmuş bir şekilde görmeyi ümit edenleri şaşkına çevirmek hepimizin boynunun borcudur. Nitekim ülke olarak biz bunu yapmazsak, Brüksel lobileri inisiyatif alacak ve hayata geçirebilecektir. Bu kapsamda kâğıt üstünde kalan, hiçbir ilerleme kaydetmeyen ve sürekli gerileyen AB ile müzakere sürecine yeni kılıflar bulma arayışı hızlanmıştır. İmtiyazlı ortaklıktan, stratejik diyaloga kadar yeni ilişki ağları kurulmaya uğraşılmakta, adeta AB sürecinin başka bir hüviyete sokulması için muazzam bir çaba gösterilmektedir. Anlaşılmaktadır ki, AKP ne yapsa, hangi manevralara girse AB bir mazeret bulacak; Bulgaristan’a, Güney Kıbrıs’a, Romanya’ya ve hatta yakında üye olacak Hırvatistan’a tanıdığı imkânları ülkemize göstermeyecektir. Çünkü aramızdaki derin kültür ve medeniyet uçurumu kapanmamış, gizli kızgınlıklar, tarihsel husumetler hiç kaybolmamıştır. Bu kadar açık bir çifte standardın başkaca bir tanımı ve izahı bize göre yoktur. Sevindirici olan durum şudur ki, Medeniyetler İttifakı Eşbaşkanı sıfatıyla Başbakan Erdoğan, Türk milletini küresel aktörlerin hedeflediği bataklığa henüz çekememiştir. Kıbrıs ipoteğine bağlanan Türkiye AB ilişkilerinin, önümüzdeki yıl Güney Kıbrıs’ın dönem başkanlığını almasıyla dondurulacağı anlaşılmıştır. Başbakan Erdoğan madem AB’nin her üyesinin döküldüğüne inanmaktadır, madem paralarının ne hale geldiğini görmektedir ve her şeyden önce de akıl tutulması içinde olduklarını düşünmektedir. O halde sık sık dile getirdiği, tek taraflı ilişki ağını temelinden sorgulayarak Ankara kriterlerinin ne olduğunu dosta düşmana ispat etmelidir. Ve demelidir ki; statükocu bir AB’den Türkiye’nin öğreneceği ve alacağı bir şey yoktur. AB yanaşmadığı ve Türkiye’nin hakkını teslim etmediği sürece; hükümet Türkiye’nin gücünü ve imkânlarını müzakere masalarında harcamamalı; dik, vakarlı ve onurlu bir duruşla isteyenlere haddini bildirmelidir. Hiçbir şart altında; AB’den gelecek vesayet çağrılarına kulak asmamalı, başkent Ankara’nın kutlu hatıralarını peşkeş çekecek, yüzyıllara meydan okuyan Türk milletinin azizliğini hüsrana uğratacak bir düşüncesizliğin ve vicdansızlığın içinde olmamalıdır. AKP Türk milletinin hak ve hukukunu savunduğu sürece, özellikle dış politikada Milliyetçi Hareket her zaman yanında olacak ve asla yalnız bırakmayacaktır. Muhterem Arkadaşlarım, AKP hükümetlerinin görev yaptığı dokuz yıldan beridir, milletimiz faciaları, skandalları ve tahribatları arkası arkasına yaşamıştır. Hiçbir şey unutulmuş değildir ve hiçbir şey kenara itilmemiştir. Yapılanlar elbette milletimizin muhterem belleğinde durmaktadır ve inanıyorum ki yeri ve zamanı geldiğinde gereğini yapmak üzere ortaya çıkacaktır. Başbakan Erdoğan ne derse desin, hangi istismara yeltenirse yeltensin, adaletsizlik, asayişsizlik ve anaforculuk AKP döneminde adeta kurumsallaşmıştır. Bu bakımdan kendisinin; “milletin malına göz dikenlerin, ülkenin kaynaklarını talan etmeye yeltenenlerin, adalet vicdanını hiçe sayanların bizim aramızda yeri yoktur” sızlanmalarının bir karşılığı da bulunmamaktadır. Çünkü çevresi bu bahsettiği simalarla doludur. Türkiye’nin yıkımında koordinatör sıfatıyla görev alan bir önceki içişleri bakanı, bu defa da Deniz Feneri soruşturması çerçevesinde köstebeklikle anılır olmuştur. Başbakan Erdoğan, yıkımdan dolayı azletmediği bu şahsiyeti, şimdi görevden almalı veya bu kişi siyasi ahlak gereğince görevinden çekilmelidir. Aksi takdirde, Kızılcıhamam’da sarfettiği sözlerinin bir kıymeti harbiyesi kalmayacaktır. Ümit ederiz ki, Başbakan Erdoğan, dile getirdiği kararlılıktan geri adım atmaz ve sözlerini çiğneyecek karakter bozukluğunu yeniden göstermez. Kendisi dokuz yıllık iktidarları döneminde geriye doğru tek bir adım atmadık dese de, bu vesileyle hatırlatmak isterim ki; √ PKK terörü ile siyasal bölücülük arasındaki ilişkiyi tersten yorumlayıp, bölücü taleplere hak vermenin, sessiz kalmanın ve anayasal zemin hazırlamanın terörü ortadan kaldıracağını zannetmek geri adım atmak değil midir? √ Eline silah almış teröristleri, sözde kimlik ve dil baskısı altında bunaldıklarından dağa çıkmaktan başka çareleri kalmamış masumlar olarak görüp siyasete davet için Habur’da karşılamak geri adım atmak değil midir? √ Her şehadetin üzerine “kimse bizden sabır beklemesin” deyip ardından koro halinde “tuzağa çekiliyoruz” açıklamaları ile korkaklığa ve ürkekliğe bahane aramak geri adım atmak değil midir? √ Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın vatanın bir bölgesine gizli bir şekilde gitme zorunluluğu duyması, ülke genelinde yaşanılan ve bölücü terörün cesaretlendirilmesinden kaynaklanan güvenlik zafiyetinin yaşanması geri adım atmak değil midir? √ PKK çizgisindeki ihanet tezlerine kapı aralamak, Türk devleti ve milletine yönelik “soykırım”, “işkence”, “katliam”, “sürgün”, “tehcir” gibi suçlama ve iftiraların alenileşmesine zemin hazırlamak geri adım atmak değil midir? √ "Gerçeklerin konuşulması, sorunlarla yüzleşme, ezberlerin bozulması, statükodan kurtulma, barışla buluşma, değişimin gücü, engellerin aşılması, hataların sorgulanması" gibi sayısız kafa karıştırıcı kavramın iklimini yaratmak geri adım atmak değil midir? √ Terörün demokrasi eksikliğinden ve sözde kimlik baskısından olduğunu düşünerek bu tehlikeli konuyu kaşıyıp, kapanmaya yüz tutmuş yaraları yeniden kanatmak geri adım atmak değil midir? √ Karadan kapsamlı askeri harekâttan ısrarla kaçınarak, terörle sözde silahsız bir mücadele yolu denemek geri adım atmak değil midir? √ Şehitlerle canileri, Mehmetçikle katilleri, güvenlik güçleri ile teröristleri, terör elebaşlarıyla devlet adamlarını aynı çerçeveye sokmak geri adım atmak değil midir? √ Peygamberimize hakaret eden şahsın NATO Genel Sekreteri olmasına önce karşı çıkmak, sonra da onay vermek geri adım atmak değil midir? √ Libya’ya yönelik NATO operasyonlarını önce eleştirmek, sonra da destek olmak geri adım atmak değil midir? √ Güroyamağa Norşin demek geri adım atmak değil midir? √ Polise tokat atan elleri sıkmak, askerin tokatlanma sahnelerinin alkışlandığı ve eşkıyayı cesaretlendiren filmlerin Antalya’da gösterilmesine rıza göstermek geri adım atmak değil midir? √ Ve 30 bin insanın katili olarak hakkında idam cezası verilmiş, AKP tarafından cezası ömür boyu hapse çevrilmiş eli ve vicdanı kanlı bebek katili ile memurlar vasıtasıyla görüşmek geri adım atmak değil midir? Bizim açımızdan Başbakan’ın mazisi geriye çarklarla doludur. Bu itibarla kendisinden bu defa kararlı ve geriye adım atmayacak bir irade beklediğimizi ifade etmek istiyorum. Aksi takdirde geriye adımlar bir gün mutlaka dengesini bozacak ve kendisi için mukadder olan sondan kurtulamayacaktır. Bu duygu ve düşüncelerle bu haftaki konuşmama son verirken, hepinizi bir kez daha sevgi ve saygılarımla selamlıyorum. |