Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin
Muhterem Milletvekilleri, Değerli Misafirler, Kıymetli Basın Mensupları, Hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum. Sözlerime, hepimizi kederlere sevk eden Van ilimizdeki deprem felaketiyle başlamak istiyorum. Henüz daha, şehitlerimizin yasını tuttuğumuz bir dönemde, geçtiğimiz pazar günü maruz kaldığımız Van depremi bir kez daha acılarımızı katlamış ve dayanılamayacak bir noktaya taşımıştır. Merkez üssü Van’ın Tabanlı Köyü olan bu doğal afet, en başta Van il merkeziyle birlikte Erciş ilçemizde büyük can ve mal kayıplarına yol açmıştır. Çevre il ve ilçelerden de hissedilen ve büyüklüğü 7,2 olan depremin ortaya çıkardığı hasar çok ağır olmuştur. Şu ana kadar 279 vatandaşımız maalesef hayatını yitirmiş, sayıları 1300 civarında olan vatandaşımız ise yaralanmıştır. Parti olarak afet haberi duyulur duyulmaz Genel Başkan Yardımcımız Yozgat Milletvekili Sayın Sadir Durmaz, Grup Başkanvekilimiz İzmir Milletvekili Sayın Oktay Vural ve MYK üyemiz Sağlık Eski Bakanı Sayın Osman Durmuş’tan oluşan bir komisyonu bölgeye göndererek gerekli incelemeleri ve durum tespitini yaptırmış bulunmaktayız. Hakk’a yürüyen aziz vatandaşlarımıza bu vesileyle Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyor, yaralı kardeşlerimize ise acil şifalar temenni ediyorum. Aramızdan ayrılan kardeşlerimizin ailelerine ve milletimize buradan başsağlığı dileklerimi bildirmek istiyorum. Böylesi bir günde ayrımcılığı körükleyerek ağlama sırası onlarda gibi lanetlenmesi gereken yaklaşımları da büyük bir densizlik ve soysuzluk olarak gördüğümüzü söylemeliyim. Binalar umutların, sevinçlerin üzerine devrilmiştir. Deprem özlemleri, kavuşmaları silindir gibi ezip geçmiştir. Van’da çöken yalnızca evler, işyerleri, yurtlar, yollar değildir. Van’lı kardeşlerimin hayalleri, beklentileri, sevdaları, arzuları da sarsıntılarla birlikte tahrip olmuştur. Millet vicdanı bu manzarayla birlikte bir kez daha kanamıştır. Yıkıntıların altında kalan vatandaşlarımızın dramları, onları bekleyenlerin çığlıkları, akan gözyaşları ve dizlere vurulan eller hepimizi hüzünlere boğmuştur. Şüphesiz yaşadığımız elem tarifsiz ve çok derindir. Ardı ardına muhatap kaldığımız üzüntü verici hadiseler hepimizi sarsmış ve doğal olarak kaygılı bir bekleyişin içine sokmuştur. Elbette acımız ve kayıplarımız büyük olsa da, milletçe bunların üstesinden gelebilecek güce, yeterliliğe ve azme ziyadesiyle sahip olduğumuz bir gerçektir. Bu itibarla yaralarımız inşallah kısa süre içinde sarılacaktır. Van’ın elinden tutmak hepimizin en temel görevi ve milli vecibesidir. Panik ve endişeye kapılmaya gerek yoktur. Bu zorlukları aşacak, maviliklerimizi kapatan kara bulutları dağıtacak inanca, irfana ve ihlasa sahip olduğumuz tartışmasızdır. Acılarımızı paylaşarak azaltacağız ve elele, omuz omuza Allah’ın izniyle Van’ı tekrar ayağa kaldıracağız. Allah’a şükür, vefalı ve âlicenap milletimiz, Van’daki vahim manzara ortaya çıkar çıkmaz elini bölgeye uzatmış, yardımseverliğini, dayanışmaya verdiği önemi bir kez daha kanıtlamıştır. Değerli Arkadaşlarım,
Bildiğiniz üzere, ülkemiz deprem kuşağının üzerinde yer almaktadır. Ne kadar görmezden gelsek de, bu doğal afete belirli aralıklarla ve maliyeti çok ağır olacak şekilde maruz kalmaktayız. Tıpkı 17 Ağustos 1999 Gölcük ya da 12 Kasım 1999 Düzce depremlerinde olduğu gibi, böylesi doğal musibetlerle karşılaşmaktayız. Hatırlanacağı üzere, bu iki deprem bizleri can evinden vurmuş ve kâbus gibi milletimizin üzerine çökmüştü. Onbinlerce vatandaşımız bu iki yıkımda hayatını kaybetmiş ve yüzbinlerce kişide yaralanmış, yardıma muhtaç bir duruma düşmüştü. Üstelik o dönem itibariyle deprem bölgesinin milli gelir içindeki payı yüzde 34,7; sanayi katma değeri içerisindeki payı ise yüzde 46,7 düzeyindeydi. İfadeye çalıştığım bu durum, Türkiye’nin sosyal ve ekonomik olarak da büyük bir tahribatı ve açmazı yaşadığının bir göstergesidir. Şüphesiz bu kara tablonun sızısını, o dönem itibariyle üstlendiğimiz hükümet etme sorumluluğu çerçevesinde fazlasıyla yüreğimizde hissetmiştik. Ama ne olursa olsun, depreme teslim olmadık ve anında milletimize koştuk. Kayıpları telafi ettik, vatandaşlarımızın yeniden hayata tutunabilmeleri, sevdiklerine tekrar sarılabilmeleri için her çabayı gösterdik. Devletin tüm imkânlarını harekete geçirip normalleşmeyi sağladık. Depremi yaşayan illerimizde önce çadır ve prefabrik konutları daha sonra da söz verdiğimiz tarihte kalıcı konutları hak sahiplerine teslim ettik. Diyeceğim şudur ki, partimiz doğal felaketlerle nasıl mücadele edileceğini bilen geniş ve engin bir fikir zenginliğini içinde barındırmaktadır. Çünkü biz yıkımın karanlık yüzünün en korkutucusuyla karşılaştık. Buna rağmen her meseleyi aştık, yaraları tedavi ettik, insanımızın yanında yer aldık. Yetimlerin, garibanların, yalnız ve bir başına kalanların elini hiç bırakmadık. Bugüne geldiğimizde, Van’daki sorunların da bir an önce çözüleceğini ve hayatın bir düzene gireceğini umuyorum. Moral ve motivasyona yöre insanımızın çok ihtiyacı olduğu açıktır. Şefkate, ilgiye ve desteğe muhtaç oldukları malumlarınızdır. Depremzede vatandaşlarımızın, geçici iskan problemlerinin giderilmesi için prefabrik konut, çadır ve kira yardımı gibi tedbirlerin bir an önce uygulamaya sokulması gerekmektedir. Hasar tespiti başta olmak üzere, krizin sevk ve idaresi hızlı, sağlıklı, etkin olmalı, yardımların yerine ulaşabilmesi için organizasyon aksaklıklarına fırsat verilmemelidir. Depremden zarar görmüş kardeşlerimizin maişet temini sağlanmalı, aç ve açıkta kalmamaları temin edilmelidir. Arama ve kurtarma çalışmalarının profesyonelce yapılması, bu konuda hızlı ve atak olunması gerekmektedir. Elbette depremden çıkaracağımız çok önemli dersler de vardır. Öncelikle üzerinde yaşadığımız coğrafyada depremle yaşamasını öğrenmek ve de kabullenmek zorundayız. Önemli olan bir başka husus ise, riskleri azaltacak tedbirleri hayata geçirecek girişimleri başlatmak ve ihmallerle yıllarımızı heba etmemektedir. Ne var ki, hala tesiri devam eden 17 Ağustos ve 12 Kasım depremlerinin üstünden geçen 12 yıllık bir süreye rağmen bu alanda kalıcı, iyimserlikle ve geleceğe güvenle bakabileceğimiz bir gelişmeye tesadüf edebilmiş değiliz. Yanlış şehirleşmenin, sağlıksız konut yapımının birçok soruna davetiye çıkardığı meydandadır. Unutmamamız lazımdır ki, ülkemizin her yöresi şu ya da bu şekilde deprem tehlikesiyle karşı karşıyadır. Özellikle İstanbul merkezli bir depremin vahim sorunlara ve zararlara neden olabileceği hepimizce bilinmektedir. Vurdumduymazlıkla geçirilen her anın bedeli ve sonuçları tabiidir ki ağır olacaktır. Bu kapsamda imar ve inşaat mevzuatı çağın şartlarına göre yeniden yorumlanmalı, depreme dayanıklı konutların inşası gecikmeksizin yapılmalıdır. Depremle bilinçli mücadele etmeyi öğretecek tatbikatlar, eğitim çalışmaları ve seminerler yurdumuzun her köşesinde verilmelidir. Vatandaşlarımız ise ucuz ve kaçak malzemeyle yapılan konutlardan mutlaka uzak tutulmalı, kendileri ve nesilleri için emniyetli meskenleri hem tercih etmeli hem de ölüm tacirlerine prim vermemelidirler. Bu vesileyle gündemde tutulması gereken bir diğer hadise ise, Van’daki kamu binalarının daha çok hasar gördüğü gerçeğidir. Ahlaksızların arsızca malzemeden, işçilikten gasp ederek yaptıkları binalar maalesef hemen tahrip olmaktadır. Artık buna bir çözüm bulmak ve sahtekârların yakasından yapışmak gerekmektedir. Devletin malını deniz gibi görerek üzerine çullanan haysiyet fukarası sefil simalar, ne yazık ki yıkımın, çöküşün alt yapısını da hazırlamışlardır. Dileğim vatandaşlarımızın ya da devletimizin sahip olduğu binaları hakkıyla yapmayarak kayıplara neden olanların, eksik malzeme kullananların, çalanların çırpanların iki cihanda da yakaları bir araya gelmesin ve inşallah rüsvalıktan da kurtulamasınlar. Buradan Van’da ki müessif deprem vakasında kaybettiğimiz vatandaşlarımıza bir kez daha Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyorum. Felaketzedelerin, tüm Van’lı kardeşlerimin yanında yer aldığımızı, sahip olduğumuz imkânlar çerçevesinde parti olarak üzerimize düşen ne varsa yapacağımızı ifade etmek istiyorum. Bu kapsamda MHP’li belediyeler yiyecek ve giyecek yardımı başta olmak üzere hemen ihtiyaç sahiplerine elini uzatmış, Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı da gerekli girişimlerini başlatmıştır. Diğer taraftan afetin yaşandığı yerler gereksiz karşılama törenleriyle meşgul edilmemeli, dikkatler halkın sorunlarına çevrilmeli, devlet ya da hükümet temsilcileri, kamu kurum ve kuruluş yöneticileri, sivil toplum temsilcileri ve siyasilerle yalnızca bir vali yardımcısı ilgilenmeli ve lazım gelen bilgileri vermelidir. Diğer bürokratlar ise yöre insanımızın sıkıntılarına odaklanmalı bu konuda gerekli çalışmaları yapmalıdırlar. AKP hükümeti kış aylarının ayak seslerinin duyulduğu şu günlerde, depreme yönelik kriz yönetimini ve kurumlar arası işbirliği ve koordinasyonu en üst düzeyde sağlayarak devletin tüm gücünü bölgeye yönlendirmelidir. İnşallah bu sıkıntıyı da hep birlikte aşacağız ve dayanışmanın, yardımlaşmanın kuvvetiyle deprem enkazını kaldıracağız. Cenab-ı Allah milletimizi, devletimizi görünür, görünmez belalardan, kazalardan, krizlerden muhafaza etsin, korusun, kollasın. Zor günlerimizde yardımını, rahmetini ve bereketini bizlerden ayrı koymasın. Muhterem Milletvekilleri, Geçtiğimiz hafta yaşadığımız acılar ve felaketler peş peşe milletimizin ufkunu karartmıştır. Van’daki deprem meydana gelmeden önce, milli yürekleri dağlayan şehit haberleri vatanımızı boydan boya kaplamıştır. Son bir hafta içinde bölücü terörün kanlı yüzü önce Bitlis’in Güroyamak, sonrada Hakkâri’nin Çukurca ilçelerinde kendisini göstermiştir. Pusularla yüreklerimiz yanmış, hain saldırılarla canımız acımıştır. Göroymak’ta kaybettiğimiz beş polisimizle birlikte, Çukurca’da toprağa düşen 24 yiğit Mehmetçiğimizin ve arkasından yine aynı bölgede Hakk’a uğurladığımız dört evladımızın feryadı milletimizi yasa boğmuştur. Hepsine Allah’tan rahmet diliyorum. Ailelerine, sevdiklerine, silah arkadaşlarına ve milletimize bir kez daha taziyelerimi sunuyor ve sabır temenni ediyorum. Şehitlerimizin bayrağa sarılmış kefensiz bedenleri vatan topraklarıyla buluşmuştur. Cesaret timsali kardeşlerimizin şehitlik gibi ulvi bir makama ulaşmaları, Cenab-ı Mevla’nın rahmetine nail olmaları bizi teselli eden başlıca manevi dayanağımızdır. Türk milleti ayağa kalkarak dualarla şehidine sahip çıkmış ve bayraklarla güzel yurdumuzu baştan ayağa donatmıştır. Herkes Türk milletinin kudretini haykırmış, matemini dahi taşkınlığa pirim ve hainleri sevindirecek ortamlara meydan vermeden yaşamıştır. Milletimizin haklı öfkesi ve tepkisi, demokratik sınır ve ölçülerde kalmış; kardeş kavgası tasarlayan, çatışma hevesinde olan ve kavga umudu taşıyan kim varsa bir kez daha hayal kırıklığına uğramıştır. Türkiye’nin her köşesi şehitler ölmez vatan bölünmez haykırışlarıyla çalkalanmıştır. Gerçekten de acımız çok büyük, nefretimiz çok fazladır. Vatanımızın birliği, dirliği ve güvenliği için fani bedenlerinden olan kahramanlarımızın aziz hatıraları dünya durdukça milletimizle birlikte yaşayacaktır. Onların emanetlerine sahip çıkacağız, anneleri annemiz, babaları babamız olacaktır. Merak etmesinler, onlar Hakk’a ulaştılar, ama inşallah bu vatan sahipsiz kalmayacaktır. Şehitlerimiz ve gazilerimiz emin olsunlar ki, ne verecek bir toprak parçamız, ne de ayıracak bir insanımız yoktur ve asla da olmayacaktır. Aksini düşünler için yollarının üzerinde büyük bir mağlubiyet enselerinden tutup tarihin karanlığına mahkûm etmek için onları beklemektedir. Türkiye Cumhuriyeti pazarlıklarla, müzakerelerle, lütuflarla kurulmamıştır ve bilinsin ki bu yöntemlerle de dağıtılamayacaktır. Bu coğrafyadaki mevcudiyetimizin bedelini ödedik, gerekirse daha ağırına katlanmaktan kesinlikle korkmayacağız. Türk milleti tarihin herhangi bir döneminde rastlantıların bileşkesinde bir araya gelmiş derme çatma kalabalıklardan ibaret değildir ki, bugün bir dokunuşla ya da tuzaklarla hemen ayrılsın veya parçalansın. Milletimiz hıyanet ateşini soluğuyla, barutu inancıyla, mermiyi imanıyla, melaneti varlığıyla karşılamış ve bu zamana kadar da hamd olsun etkisizleştirerek sahiplerine iade etmiştir. Bin yıllık kardeşliğimizi bozmaya, etnik kimlikleri teşvik ederek asırların göz nuru ve şehit kanıyla yoğrulmuş kutsal çatıyı uçurmaya kimsenin nefesi ve emeli kâfi gelemeyecektir. Sonsuz bir azim ve imanla dolu yüreğimizle düşmanlıkta ittifak edenlere dün boyun eğmedik, bugün eğmiyoruz ve gelecekte de inşallah eğmeyeceğiz. Gafiller, hainler, fırsatçılar, bölünmemizin yolunu gözleyen kanlı eller, kavgamızın başlamasını isteyen kirli suratlar, mütarekeciler, teslimiyetçiler boşuna heveslenmesin; Türk milleti yenilmeyecek, kardeşliğini bozmayacak ve vatanına sonuna kadar sahip çıkacaktır. Mithat Cemal Kuntay’ın mısralarıyla seslenmek isterim ki; “Ölmüş gibi düşünsek bile bu vatan ölmez, zira dünyanın sırtı bu tabutun büyüklüğünü çekemez.” Muhterem Arkadaşlarım, Bugünkü süreçte terörle mücadelenin neticeye ulaşması ve bir sonuç alması mecburiyet ve milli bir görev haline gelmiştir. AKP hükümetinin süreci oyalama ve savsaklama şansı artık kalmamıştır. Bölücü canilerin hakkından gelmek ve terörün kökünü kazımak için milletimiz sabırsızdır. Bu konuda hükümetin elini tutan bizim bildiğimiz ve kamuoyuna yansıyan herhangi bir engel de görülmemektedir. İçte ve sınır ötesinde başlatılan operasyonların belirlenen hedeflere ulaşması ve terörün belinin kırılması millet ve devlet bekası için vazgeçilmez bir gereklilik halini almıştır. Bizim bu konudaki duruşumuz ise net ve bellidir. Hükümetin terörle mücadelesinin başarıya ulaşması ve son ferdine kadar terörist unsurları teslim alması ya da etkisiz hale getirmesi için desteğimiz tamdır. Ama bu kararımız sonsuz ve sınırsız da değildir. AKP Hükümeti’nin Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik haklarına sahip çıkması yolunu aydınlatacak ve Türk milletinin duası ve desteği elini güçlendirecektir. Irak’ın kuzeyinde mukim peşmerge, terörün hamisi ve koruyucusu olarak yıllardan beridir varlığını sürdürmektedir. Merkezi Irak Hükümeti’nin ise dengesiz ve ikircikli tavrı, sonuca etki etmeyen sarsak beyanları, emperyalizmin dişlilerinde öğütülmüş karar organları PKK’ya karşı şimdiye kadar çaresiz kalmıştır. Daha geçtiğimiz günlerde Irak Dışişleri Bakanı’nın ülkemizi ziyareti ve bu vesileyle kamuoyuna yansıyan bazı gerçekler bizim bu düşüncelerimizde ne kadar haklı olduğumuzu bir kere daha gözler önüne sermiştir. Başbakan Erdoğan’ın, Irak Dışişleri Bakanı’na yönelik olarak; “PKK’yı temizleyin, yoksa biz temizleriz” sözlerinin üzerinden çok geçmeden terör felaketini üste üste yaşadık. Bu aşamada Irak merkezi yönetiminin mazereti ve sığınacağı bahanesi artık kalmamıştır. PKK’yı himaye eden, teşvik edip yönlendiren peşmerge yönetiminin ise haddi mutlaka bildirilmelidir. İnkâr edilemez bir şekilde Irak topraklarından Türkiye’ye dönük açık bir terör tehdidi vardır. Bugüne kadar kurulan üçlü mekanizmalar, yapılan ikili görüşmeler, karşılıklı istihbarat paylaşımı ve teröre karşı birliktelik mesajları herhangi bir somut neticeye hizmet etmemiştir. Yine eylemler artarak devam etmiş, yine mayınlar patlamış, baskınlar düzenlenmiş ve vatan evlatlarımız şehit düşmüştür. O halde bugüne kadarki kara bilançonun, ağıtların hesabını kim ya da kimler verecektir? ABD Başkanı, Çukurca’dan sonra hemen terörü kınamış; ama bunlar sadece kamuoyuna yönelik taktik hamle olmaktan öte bir anlam taşımamıştır. Zira PKK yine Irak’ın kuzeyindedir ve yine gece dağda, gündüz kamplarda yaşamayı sürdürmektedir. Milletimizin PKK terörü vasıtasıyla, cehennem azabı gibi bir zulümle imtihan edilmesi herkesin gözü önünde cereyan etmektedir. Bu konuda sözde özgürlük ve demokrasi misyonerleri seyircidir ve ülkemizin kan gölüne dönmesinden dolayı rahatsız değillerdir. Üstelik en başta Çukurca saldırısından sonra bazı mahfiller tarafından Türkiye yönlendirilmeye çalışılmış; belirgin olarak İran ve Suriye saldırıların gerisindeki failler olarak takdim edilmiştir. Elbette bu mümkün ve güçlü bir ihtimaldir. Buna rağmen, yakın bir tarihe kadar bazı Avrupa Birliği ülkeleri, Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Kesimi, Rusya Federasyonu ve hatta ABD PKK’yı açık ya da gizli bir şekilde desteklemişler, büyütüp palazlandırmaktan hiç imtina etmemişlerdir. Taşeron nitelikli kanlı örgüt kimin işine yarıyorsa onun hizmetine girmiş, kimin çıkarına geliyorsa onun emriyle hareket etmiştir. Dönemsel olarak Türk milletiyle ihtilafı olanlar PKK’yı maşa olarak kullanmış ve taşları bağlayarak katilleri üzerimize salmışlardır. Terör saldırılarına dedektiflik yaparak müsebbip arayışında olanlar önce kendi kanlı ellerini yıkamalı, sömürgeci niyetlerini aklamalı ve bunlardan sonra şayet bir parça ahlakları ve bakılacak yüzleri kalırsa o zamanda yaptıklarından dolayı pişmanlık duymalıdırlar. Malum çevreler koro halinde özelde AKP’ye, genelde Türkiye’ye istikamet tayin etmeye çalışmaktadır. Türk milleti kimin dost, kimin düşman olduğunu esasen iyi bilmektedir. Tehditlerin nereden ve nasıl geldiğini iyi görmektedir. Peki, milletimize akıl vermeye ve kendi hasımlarını sorumlu olarak göstermeye odaklanmış zavallılar acaba; PKK terör örgütünün içinde Avrupa vatandaşlarının yer almasını nasıl yorumlayacaklar ve bunu nasıl izah edeceklerdir? Almanya hala PKK’ya adi bir suç örgütü muamelesi yapmakta ve terör örgütü sınıfına dahi sokmamaktadır. PKK, Avrupa ülkelerinde pervasızca ve rahatlıkla hareket etmekte; vatandaşlarımızı baskı, haraç, eziyet ve tehditle sindirmeye alenen devam etmektedir. Hatta ve hatta birçok Avrupa ülkesinde PKK’nın resmi büroları dahi bulunmaktadır. Bu itibarla herkes önce kendi günahına bakmalı, kendi edepsizliğinin ve lekeli sicilinin derdine düşmelidir. Bizi düşündüren ve ilgilendiren bir diğer husus ise, AKP zihniyetinin yıllardan beridir bu ülkelerle sıcak teması, tavizkarlığı ve alttan alan çürümüşlüğüdür. Görülmektedir ki, küresel merkezlerden gelen tariz, taciz ve tahrikler alenileşmiş ve yayılmıştır. Nitekim gelişmeler, izlenimler, ortaya çıkan bazı gerçekler bunu ispatlamaktadır. Artık, yıllardır ülkemize musallat olan bu beladan kurtulmanın zamanı gelmiştir. Tek çözüm, PKK terör örgütünün tam olarak yok edilmesi veya ele geçirilmesidir. Türkiye geçmişte, bölücülük ve bölücü terörle mücadelede cılız girişimler, basit ve etkisiz tedbirlerle yetinerek bu güne kadar gelmiştir. Ve Irak’tan kaynaklı terör saldırıları karşısında tamamen haklı olduğu mücadele konusunda yapılan yanlışların bedelini artan şahadetlerle ödemiş, ödemeye de devam etmektedir. Bir taraftan Irak’ın kuzeyinde yuvalanan ve bu bölgeyi yerel destek ve yardımdan yararlanarak Türkiye’ye karşı üs bölgesi olarak kullanan terör örgütünün cinayetleri vardır. Diğer yanda ise yurt içinde siyasal imtiyazlar elde etmiş bölücü odakların artık dile getirmekten kaçınmadıkları bölünme ve parçalanma senaryoları ve tehditleri bulunmaktadır. Bakınız geçtiğimiz hafta Ankara’nın göbeğinde, seçimlere ‘Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’ adıyla katılan PKK uzantılarının sözde yeni bir oluşum amacıyla kongreleri toplanmıştır. Farklı sol eğilimlerin ve marjinal örgüt ya da partilerin bir araya gelmesiyle ihanetin önüne yeni yollar açılmış ve yeni bir organizasyon için düğmeye basılmıştır. Bulundukları salona 13 ayrı dilde birleşiyoruz ifadeleri asan bu hıyanet taraftarlarının, Türk milletine husumet ve tahammülsüzlükte yeni bir evreye geldikleri anlaşılmaktadır. Dağdaki silahlı çete ve şehirlerdeki siyasi uzantıları, arkalarında AKP’nin sağladığı uygun ortam eşliğinde gözlerini kan bürümüşçesine ilerlemektedirler. ‘Yere batsın sizin devletiniz’ diyen alçak simalar, bu devletin parasını maaş olarak almaya, ekmeğini yemeye, suyunu içmeye küstahça devam etmektedir. Ne üzücü bir gerçektir ki, Türk milletinin içinde barındırdığı hain kontenjanı hiç bu kadar fazla olmamış ve hiç bu kadar da cesaret kazanmamıştır. Tercihlerini milletin içini boşaltmaktan ve etnik bir yığın olarak görmekten yana kullanan bu densizler ve şuursuzlar koalisyonu, kaçınılmaz olarak beraberinde devletin de değişmesini istemektedir. Üstelik Anayasa’daki Türklük ifadesi ve vatandaşlık tanımı bu yüzden eleştirilmekte ve tahrip edilmek istenmektedir. Maalesef Türklük ve Türk kimliği, Başbakan’ın harcını karıp bizatihi yaptırdığı bölünme parkurunda bir alt kimlik olarak sunulmakta, büyük ve asli unsur Türkler kendi devletlerinde göçmen, sığıntı, marjinal etnik kalıntı muamelesine maruz kalmaktadır. Anayasa konusundaki açık artırımın bu çerçevede başlaması ise bizim açımızdan tesadüfî değildir. Şimdilik diyebilirim ki, Türk milletini klanlaştırmaya, aşiret, cemaat ve kavim seviyesine indirmeye sonuna kadar direneceğimizi ve izin vermeyeceğimizi bu vesileyle muhataplarımıza bir kez daha bildirmek isterim. Değerli Milletvekilleri, Türkiye’nin, anayasa tartışmalarına kilitlendiği bir dönemde bölücü terörün yoğun saldırı ve tacizlerine muhatap kalması son derece manidardır. Bilindiği üzere Meclis’te grubu bulunan siyasi partilerin üçer temsilci vermeleriyle vücut bulan Anayasa Hazırlık ve Uzlaşma Komisyonu çalışmalarına 19 Ekim’de başlamıştır. Temennimiz milletimizin hak ettiği ölçü, kalite ve nitelikte bir anayasa yapılması ve kazandırılmasıdır. Tabii olarak anayasalar zamanın ruhuna, insan ihtiyaç ve beklentilerine, devlet-birey ilişkilerinin değişen çapına, toplumsal arayış ve yönelişlere cevap vermeli ve toplumsal dinamiklerin arkasına düşmemelidir. Şunu da not etmeden geçmek zannederim doğru olmayacaktır. Birlikte yaşamak, bir arada bulunmak, gelecekte birlikte var olma iradesi göstermek yalnızca yazılı metinlerle ve kanunlarla sağlanabilecek bir şey değildir. Çağdaş toplumlarda demokrasinin, demokratik hakların ve kişisel özgürlük alanlarının genişletilmesi iç dinamiklerden ve sosyolojik kanallardan beslenerek oluşmakta ve olgunlaşmaktadır. Günümüzde küreselleşmenin baskısıyla üst kimliklere yönelik mütecaviz girişimler çoğaldıkça; aşağı doğru, dağa doğru bir deyimle dar kalıplara ve alt kimliklere yöneliş ne yazık ki hızlanmaktadır. Ancak milletleşmenin emniyetli sahillerinde bulunanlar için ise şimdilik endişe edilecek bir durum yoktur. Bu itibarla, millet olarak her şeyden önce, birlikte yaşamayı ve toplumsal sözleşmeyi ruhumuzla mühürleyip, çağın ayırıcı ve atomize edici eğilimlerinden muhafaza etmemiz gerekmektedir. Değişimin ve çağın beklentilerinin insanlarda cevap bulması, doğal ve doğru olarak hukuk mantığını da etkileyecek ve kapsamına alacaktır. Ancak sosyal ve ekonomik ilişkilerin gelişmesinden daha önce, hukuki konulara odaklanırsak, emin olun eninde sonunda sarp yollara girmekten uzak duramayız. Bu aşamada siyaset kurumunun ve anayasa değişikliğini gündemine alan çevrelerin üzerinde durması gereken başlıca husus bize göre şudur: Acaba sosyal, siyasal ve ekonomik gelişmeler mi hukuku takip edecek; yoksa hukuk mu bunların peşinden gidecektir? Bu tasnifi ve muhakemeyi yapmadan atacağımız adımların bizi sağlıklı ve istikrarlı bir hedefe götürmesi çok zordur. Bizim anayasaya bakışımızın temelinde kendi toplumsal gerçeklerimiz yatmakta; etnik kimliklere davetiye çıkaracak bir bakış ve yaklaşımın olmaması hayati bir rol oynamaktadır. Özellikle milli değerlerimiz üzerinden yapılacak her tartışmanın, arayışın ve gizli gündemin çok büyük sakıncalar doğuracağını ifade etmek isterim. Birçok badireden geçerek elde ettiğimiz Türk milletinin vazgeçilmez değerlerinin uzlaşma masalarında asıl gündem maddeleri olması ve anayasa değişikliklerinin odağına yerleşmesi hiçbir şart altında kabullenemeyeceğimiz kurnazlıklar olacaktır. Gerçekle bağını koparmış istekler, bölücülüğe zemin ve meşruiyet sağlayacak çabalar, milli bünyeye yabancı doku nakilleri, demokrasi ve özgürlükle yalnızca sözde bağı ve bağlantısı olan teklifler anayasa hazırlığı sürecindeki itirazlarımızdan bazılarıdır. Elbette anayasayı kaldıraç olarak kullanarak milletimizi iskelet haline getirme niyetleri ve 88 yıllık kazanımları bir çırpıda feda edebilecek fütursuzluk gösterileri bizim açımızdan karanlık bir yola sapmadır ve bu yolun adı da ihanettir. Bizler bugün atacağımız her adımın, alacağımız her kararın yarınlara da sirayet edeceğini unutmamalıyız. Dünden aldığımız ve çıkardığımız sonuçlar eşliğinde milletten ve Türk kimliğinden ödün vermeden çalışmalarımızı amacına ulaştırmalıyız. Unutmayalım ki, geride kalan yüzyılda stratejik yanlışların, hataların ve hatta gafletin diyetini bir İmparatorluk kaybederek ve bugünkü sınırlarımıza çekilerek ödedik. Bunun gerisinde çağdaşlaşma, hak ve özgürlüklerde gelişme olarak sunulan; ama başka problemlere kapı aralayan anayasal gelişme süreci çok etkili olmuştur. Bu kapsamda, bugün büyük bir sorumluluğumuz ve gelecek kuşaklara karşı da yapacaklarımız bulunmaktadır. Halihazırda masum talepler olarak gündeme taşınan önerilerin, yarınlarda etnik kimlikleri dirilterek mahalli kültürleri üst kimliğe rakip haline getirmesi kaçınılmaz olacak ve bir önceki yüzyılda dağılma yaşayan milletimiz yeni bir örneğiyle karşılaşabilecektir. Kuşkum yok ki bunu hiçbir milli vicdan istemeyecektir de, beklemeyecektir de. Milletimiz zaferler kadar; kayıplar, felaketler konusunda da engin bir deneyim ve birikime sahiptir. Bugün yapacağımız her yanlış yarın karşımıza kan, gözyaşı, çekilme, küçülme, dağılma ve bölünme olarak çıkabilecektir. Anayasa hazırlık süreci bu haliyle önemli ve millet bütünlüğünün korunması için paha biçilmezdir. Ayrıca başkalarının geçirdiği aşamalara bakarak genel geçer sonuçlara ve demokratik, özgürlükçü bir anayasaya ulaşılacağını düşünmek kötü niyetli değilse bile saflıkla aynı anlama gelecektir. Nitekim kopya ve taklit ederek geçirdiğimiz yılların milletimize bir şey kazandırmadığını tarih bütün netliğiyle göstermektedir. Bizim dışımızdaki milletlere hak, özgürlük, adalet ve eşitlik sağlayan girişimlerin, aynısıyla kendi ülkemizde de uygulanmasının sosyal bünyeyi hasta edebileceği ve parçalanmaya neden olabileceği unutulmamalıdır. Bu haliyle anayasa hazırlık çalışmalarında ve süresince; √ Anayasanın ilk üç ve emniyet supabı niteliğindeki dördüncü maddelerinden taviz vermemiz, √ Başlangıç kısmındaki ruhtan geri adım atmamız, √ Türk kimliğinin sulandırılmasına rıza göstermemiz söz konusu değildir. √ Türk milletini tahrip edecek ve etnik kimliklere çağrı olacak her değerlendirmeyi, siyasi ve hukuki meşruiyet sağlama çabalarını geri çevireceğimizden herkes emin olmalıdır. Üniter yapımızı hırpalayacak, Cumhuriyet’in temel niteliklerini aşındıracak, ana dilde eğitim ve anayasal statü taleplerine sonu ne olursa olsun karşı duracağız, karşı çıkacağız. Biz anayasada Cumhuriyete, Türk vatandaşlığının tanımına, Türk milletine ve Türk kimliğine sahip çıkacağız. Her şart altında ilkelerimizden ve kırmızıçizgilerimizden ayrılmayacağız. Bu vesileyle kamuoyunun ve muhataplarımızın bu yaklaşımlarımızı bilmesinde sonsuz yararlar olacağı kanaatindeyiz. Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım, Konuşmamın bu son kısmında Arap Baharı isimli BOP plan ve projesinin geldiği ve ulaştığı son merhaleyi değerlendirmek istiyorum. Özgürlük ve demokrasi vaatleriyle çığırından çıkan Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki halk hareketlerinin açtığı sosyal ve siyasal yara genişlemiş ve nerede duracağı tam belli olmayan bir şiddet sarmalına dönüşmüştür. Komşu coğrafyaların içine düştükleri istikrarsızlık döngüsü, küresel güç merkezlerinin belirleyiciliği ve tazyiki altında vahşet ve dehşet kılığına bürünerek devam etmektedir. Tunus’ta Bin Ali devrinin kapanmasından sonra Mısır’da Hüsnü Mübarek balonu sönmüş ve kaos dalgasının boyu yükselerek Libya ve Suriye’ye dayanmıştır. Büyük Ortadoğu Projesi’nin kapsam ve hedefindeki ülkeler birer kağıttan kaleler gibi devrilmekte, yönetimler el değiştirmekte, bir zamanlar övülen diktatörler teker teker tasfiye edilmektedir. Özellikle Libya’nın eski lideri Kaddafi’nin başına gelenler herkes açısından ibretlik ve ders niteliğindedir. Bizim açımızdan Kaddafi’nin iktidarda kaldığı 42 yıllık zaman zarfındaki eylemleri ve yönetim anlayışı hiçbir şekilde kabul edilemeyecektir. Ancak, maruz kaldığı ve insanlığın iflas ettiği akıbetini onaylamamız ve muhalif diyerek kendilerine isim koyan canavarların davranışlarına tepkisiz kalmamız da düşünülemeyecektir. Kaddafi’yi ne kadar tasvip etmesek de, muhatap olduğu vahamet derecesi yüksek saldırıyı ve kanlı girişimi hoş görmemiz hiçbir şart altında söz konusu olmayacaktır. Ekranlardan ve sanal medya üzerinden yansıyan ilkel ve vahşi manzaraların insanım diyen, Allah’tan korkan hiç kimse tarafından meşru görülmeyeceği ortadadır. Bu son hadise Batı anlayışının insan ve yaşama hakkı konusunda ne kadar ikiyüzlü olduğunu açıkça göstermiştir. Başbakan Erdoğan işte böylesi bir vicdansızlığın ve acımasızlığın sözcülüğünü yapmış ve üstelik NATO operasyonlarına destek vererek akan kandan sorumlu olmuştur. 10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi; insan haklarını göz ardı etmenin ve hor görmenin insanlığın vicdanında infial uyandırdığına, barbarca eylemlere yol açtığına ve insanların korku ve yoksunluklardan kurtulması gerektiğine atıf yapmaktadır. Ve devamla herkesin yaşama hakkı ile kişi özgürlüğü ve güvenliğine sahip olması gerektiğini vurgulamaktadır. İnsan haklarının özünde ve esasında; hiç kimsenin işkence, zalimce, insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele veya cezaya uğramayacağı hususu vardır. Kendisine cezai bir suç yüklenen herhangi bir kişiye, savunması için gerekli olan tüm güvencelerin tanınması, kamuya açık bir yargılama sonucunda suçluluğu yasalara göre kanıtlanıncaya kadar suçsuz sayılması evrensel bir kuraldır. Buna göre Kaddafi’nin yaşadıkları insanlık suçudur ve savunması alınmadan, mahkemeye çıkartılmadan katledilmesi ise bir cinayettir. İnsanlık Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da kanlı yüzler ve tetik çeken eller vasıtasıyla ve arkalarında duran küresel hesaplar çerçevesinde yerin dibine batmıştır. AKP hükümetinin bu gelişmelere seyirci kalması ve sesini dahi çıkarmaması büyük bir hayâsızlık ve işgüzarlık olarak yakasına yapışacaktır. Kaddafi’nin öldürülmesinden sonra soyguncuların işbaşında olması, feryat eden bir insana kıymaları ve bunu da yüce dinimizi alet ederek yapmaları insanlığın lekeli bir anı olarak tarihe geçecektir. Kutlu dinimiz İslamiyet’i şiddetle özdeşleştirme çabaları büyük bir günah olarak hatırlanacak ve Yüce Allah gazabını bu bedbahtlara inşallah gösterecektir. AKP’nin para verip desteklediği, ülkemizde ağırlayıp teşrifatçılık yaptığı kanlı elleri Türk milleti asla affetmeyecek ve hoş görmeyecektir. Bu vahşetin ilgililerine ders olmasını diliyor, bu gidişle şiddet sahnelerinin sıradanlaşacağını ve bir gün herkesin kapısını çalabileceğini belirtmek istiyorum. Bu duygu ve düşüncelerle bu haftaki konuşmama son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyorum. |