29 Kasım 2011 - Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli'nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma. 29 Kasım 2011

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
29 Kasım 2011

 

Sayın Milletvekilleri,

Değerli Misafirler,

Kıymetli Basın Mensupları,

Sözlerime başlarken hepinizi saygı ve sevgilerimle selamlıyorum.

Geçtiğimiz hafta sonu, âlemlere rahmet olarak gönderilen Yüce Peygamberimizin, Mekke’den Medine’ye hicretinin gerçekleştiği Muharrem ayına girmiş bulunuyoruz.

Bu ay aynı zamanda, Müslümanların kalbinde ve zihninde hüznün, şiddetin ve acımasızlığın misalleriyle doludur.

Nitekim Peygamber efendimizin torunu Hz. Hüseyin ve yanında yer alanlar, Kerbela’da vahşice ve vicdansızca şehid edilmişlerdir.

Hicri 1372 yıl önce meydana gelen bu tarifi olmayan katliamın acı izleri, inananların gönlünde hala bir kor olarak durmaktadır.

Müminlerin, münafıklarla ve yüce dinimizi siyasete alet eden bedbahtlarla ebediyete kadar kapanmayacak mesafesi bu hüzünlü vakada bir kez daha kendisini göstermiştir.

Bu elim ve insanlıkla bağdaşmayan felaketin asırlarca Müslümanların yüreklerini kanattığı ve en derinden hissedildiği bir gerçektir.

Mezhebi, kökeni ne olursa olsun, tüm Müslümanlar bu müşterek acıyı, sızıyı ve kederi sahiplenmişler, yüzyıllardır da haklı yasını tutmuşlardır.

Peygamberimizin sevgili torunu Hz. Hüseyin; cesaretiyle, asaletiyle, haksızlıklara kafa tutan şanlı mücadelesiyle inananların ufkunda hiç sönmeyecek manevi bir parıltı olmuştur.

Ve inşallah sonsuza kadar da böyle kalacaktır.

Şüphe etmeyiniz ki, Peygamberimizin aziz torununu iktidar amacı uğruna şehid eden kanlı eller, dünya durdukça nefretle ve lanetle hatırlanacak, vicdanlarımızda küfrün ve kötülüğün uzantıları olarak mahkûm olacaklardır.

Bu matem ayında tutulan oruçların, dağıtılan aşurelerin Kerbela şehidlerinin anılmasında ve idrak edilmesinde çok anlamlı bir yer tuttuğu malumlarınızdır.

Üzüntüyle yâd ettiğimiz bu tarihi dramın, yüzyıllarca sıcaklığını koruyan hunhar olayın herkese ders ve ibretlik bir vesika olmasını temenni ediyorum.

Siyasi hırsın, doğruya, güzele ve Hakk’a sırt çevirmiş koltuk ve yönetim iddiasının; gözleri nasıl kararttığını, vicdanları nasıl körelttiğini, insanı nasıl canavarlaştırdığını bu meyanda görmek ve şahit olmak mümkündür.

Bu vesileyle Cenab-ı Allah’ın, ilahi yolda ilerlerken hayatlarını kaybeden iman ve inanç burçlarının aziz ruhlarını şad etmesini diliyorum.

Kerbela hadisesinde hayatlarını kaybedenler başta olmak üzere, Allah yolunda, vatan uğrunda canlarını yitiren tüm kahraman şehidlerimize rahmet, bu ayda yapılacak ibadetlerin Yüce Allah tarafından kabul ve karşılık görmesini en içten duygularımla niyaz ediyorum.

 

Muhterem Milletvekilleri,

17-21 Kasım tarihleri arasında Almanya’da bulunarak, Almanya Demokratik Ülkücü Türk Dernekleri Federasyonu’nun 27.Büyük Kurultayına iştirak ettik.

Göçün 50’nci yıldönümünde, Avrupa Türklüğüyle bir araya geldik ve bizleri gururlandıran coşkularına tanık olduk.

Türk kimliğini iftiharla taşıyan, Türk milletine mensubiyeti şuur düzeyinde benimsemiş aziz dava arkadaşlarımla ve gurbetçi kardeşlerimle hasret giderdik, özlemleri muhabbet ateşinde erittik.

Ne mutlu onlara ki, Türkiye sevdasıyla yanıp tutuşuyorlar.

Ne mutlu onlara ki, millet aşkıyla hayatlarını sürdürüyorlar.

Ve ne büyük bir bahtiyarlık ki, ‘Ne mutlu Türküm Diyene’ sözünü seslendirmekten onur duyuyorlar.

Biz elbette bunun aksini hiç düşünmemiştik.

Taşıdıkları vatan ve memleket sevgilerinin, binlerce kilometrelik uzaklığı anlamsızlaştırdığını her fırsatta görmüş ve bununla da övünmüştük.

Avrupa Türklüğünün heyecanını, karşılıksız bağlılığını ve derecesi sürekli artan tutkusunu her gidişimizde yükselen bir seviyede görmek bizleri ziyadesiyle mesut etmiştir.

Onların sözleri sözümüz, yeminleri yeminimizdir.

Çünkü Avrupa’nın her köşesindeki aziz dava arkadaşlarım, milletimizin gönüllü elçileri ve kültürümüzün de yılmaz taşıyıcılarıdır.

Türk Federasyonu’nun yol güzergâhımızdaki teşkilatlarında buluştuğumuz aziz vatan evlatlarının; umutları, sevinçleri, derin ilgileri ve tertemiz vicdanları istikamet olarak belirlediğimiz milli yolda bizleri daha da motive etmiştir.

Bilhassa Essen’deki Kurultay salonuna sığmayan ve deyim yerindeyse yaşlı kıtaya adeta ‘biz buradayız ve dimdik ayaktayız’ mesajını veren asil duruşu hem görmek hem de hissetmek büyük bir kıvanç kaynağımız olmuştur.

Bayrağı kalplerinde dalgalandıran, Türkiye’yi sohbetlerinde yaşatan ve vatanı gittikleri her yerde sembolleştirerek yücelten Avrupa Türklüğü Türk milletinin kutlu ve muhterem bir parçası olduğunu hiç unutmamıştır.

Nereden geldiklerini, hangi amaçla yaban ellerde bulunduklarını, menkıbelerini, dava bilinçlerini yüksek bir inanmışlıkla sahiplenmişler; değerlerini çok şükür kararlılıkla muhafaza etmişlerdir.

Pek tabiidir ki, Kurultay konuşmamda vurguladığım gibi, Avrupa Türklüğü’nün sorunları bir hayli fazladır.

Üstüne üstlük ayrımcılığı teşvik eden, düşmanlığı körükleyen, yabancı karşıtlığıyla beslenen ırkçı saldırılar da muhatap oldukları problemleri katmerleştirmiştir.

Tahammülsüzlüğün kara lekesiyle yüzleri görünmez olan Neo-Nazi cinayetlerini bir kez daha kınıyor ve Türklere yönelik suikastların cevapsız bırakılmamasını istiyoruz.

AKP Hükümetini bu konuda daha aktif, duyarlı ve samimi olmaya davet ediyoruz.

Alman yönetiminin meseleyi saygı duruşlarıyla ya da günü kurtaracak açıklamalarla geçiştirmemesi için AKP iktidarına çok iş düşmektedir.

İktidarın siyasi tazyik ve diplomatik baskılarıyla, Alman yönetimini daha fazla harekete geçirerek bundan sonra yaşanabilecek cinayetlerin engellenmesi için seferber olması elzemdir.

Mavi Marmara’daki dokuz vatandaşımızın katledilmesine haklı olarak tepki gösteren Başbakan Erdoğan tutarlılık gereğince; Almanya veya herhangi bir Avrupa ülkesindeki kardeşlerimize yönelik menfur saldırılara da aynı oranda karşılık vermelidir.

Bu durum, Başbakan’ın ne derece insaflı ve vicdanlı olduğunu da ortaya koyacaktır.

Devlet içinde çöreklenmiş kirli çevrelerin, dışarıdaki tetikçileri vasıtasıyla vatandaşlarımızı kurban olarak seçmeleri, şüphesiz Almanya’nın kontrol edilemeyen güçler tarafından yönlendirildiğini de göstermektedir.

Başbakan Erdoğan’ın; Almanya’nın, Türkiye’de derin yapılarla nasıl mücadele edildiğini görmesini ve örnek almasını belirten ifadesi de maksadı aşan, bu ciddi konuyu bile sulandırmaya neden olan talihsiz bir beyan olmuştur.

Yurtdışındaki Türk vatandaşlarımızın hayat hakkını savunması gereken Başbakan’ın; fırsattan istifade ederek içi boş ve asılsız sözlerle konuyu değişik bir kulvara çekmeye çalışması masum bir çıkış olarak görülmemelidir.

Bir kez daha buradan da duyurmak isterim ki; Dünya’nın neresinde olursa olsun, hiçbir kardeşimiz yalnız ve bir başına değildir.

Siyasi sorumluluk sahipleri boş vermişliğin ve ihmalin gayya kuyusuna düşmüşlerse de; yanlarında Milliyetçi Hareket, arkalarında büyük Türk milleti her zaman korkusuzca duracaktır.

Allah’ın izniyle; gurbetçilerimizin, sıla özlemiyle kavrulan soylu bakışların kaderlerine terk edilmediğini, çaresiz olmadıklarını bariz bir şekilde göstermeye, ispat etmeye her şart altında hazırız.

Yabancı ülkelerde benliklerinden kopmadan, milli hasletlerinden savrulmadan, maneviyattan bir an olsun ayrılmadan varlıklarını devam ettiren aziz dava arkadaşlarımın, hilalin Avrupa semalarında parlayan onuru olacaklarına yürekten inanıyorum.

Türk milletinin faziletini, erdemini ve asırları aşan kutlu mesajlarını en iyi şekilde tebliğ edecek olan kuşkusuz Avrupa Türklüğü olacaktır ve bu yönüyle de beklentim çok fazladır.

Ümit ederim ki sağduyunun ve büyük bir medeniyetin rehberliğiyle, Avrupa başta olmak üzere, Dünya’nın her köşesinde aziz milletimiz bağrından çıkan temsilcileri eliyle daha fazla tanıtılacak ve bu şekilde önyargıların buzları eritilecektir.

Bu uğurda Avrupa Türk Konfederasyonumuzun ve ona bağlı ülke federasyonlarımızın takdir edilecek çalışmalarda bulunacaklarına canı gönülden itimat ediyorum.

Almanya Demokratik Ülkücü Türk Denekleri Federasyonu’nun 27.Büyük Kurultayında seçilerek görev alan başta Federasyon Genel Başkanımız olmak üzere, tüm değerli dava arkadaşlarıma bir kez daha üstün başarılar diliyor, çabalarıyla Avrupa’da Türk milletinin sesi ve nefesi olacaklarına samimiyetle inanıyorum.

 

Değerli Milletvekilleri,

Ülkemiz, AKP iktidarının yol açtığı ve neden olduğu yıkım ve tahribatları ileri düzeyde yaşamaktadır.

Onuncu yılına giren bu zihniyet, istismar etmedik değer, aşındırmadık tarihi mesele, bükmedik milli konu, kavga etmedik toplum kesimi bırakmamıştır.

Ecdadımız Ermenilere sorgulatılmış, geçmişimiz Avrupalıların insafına bırakılmış, milli davamız Rumların küstahlıklarına havale edilmiştir.

Vatanımız bölücülere, dağlarımız teröristlere, demokrasimiz mandacılara, özgürlüklerimiz ise haysiyet fukarası batı yanaşmalarına peşkeş çekilmiştir.

Bir zamanlar kırmızı pasaport verdiğimiz peşmerge reisleri, bir yanda terörün mesajlarını iletir olmuşlar, diğer yanda ise tetik çeken elleri himaye etmekten çekinmemişlerdir.

Kanlı örgütün cinayetleri için yardım ve yataklık yapmaktan herhangi bir rahatsızlık duymamışlardır.

Türk milletine düşmanlıkta buluşan namertler bekledikleri tüm imkân ve kolaylıkları AKP’yle bulmuşlardır.

Aradıkları fırsatları AKP’de görmüşlerdir. İstedikleri tavizleri bu iktidardan almışlardır.

Başbakan Erdoğan; “nice dokunulmaz konu vardı, biz hepsine dokunduk” derken haklıdır.

“Konuşulmayanların konuşulmasını sağladık” sözleriyle doğru tespitte bulunmaktadır.

“Yazılmayanların yazılmasını, sorgulanmayanların sorgulanmasını sağladık” sözleriyle de kendi açısından mantıklı ve yerinde tavır sergilemektedir.

Ancak nedense dokunulmaz, konuşulmaz, yazılmaz, sorgulanmaz diye takdim edilen her meselenin açıldığı kapı Cumhuriyettir, Türk milletinin şerefi ve milli nitelikleridir.

Zira asıl kavga 88 yıllık birikimledir ve Türk milletinin çağları aşan milli kimliğiyledir.

Gerçek tahammülsüzlük Türkiye’nin üniter yapısına, toprak bütünlüğüne ve bin yıllık kardeşlik hukukuna yöneliktir.

Büyümenin, güçlenmenin önündeki en büyük engellerden birisinin; geçmişle, tarihle, tabularla ve korkularla yüzleşememek olduğunu iddia eden Başbakan, karanlık emellerini birer birer ifşa etmektedir.

Başbakan Erdoğan’a tavsiyemiz yüzleşmeye madem bu denli niyetli ve isteklidir; o halde, önce kendi karanlık mazisine, kurduğu çarpık ilişkilere, içine girdiği hıyanet patikasına odaklanması şahsiyetiyle insicamlı olacaktır.

Allah’a çok şükür, Türk milletinin geçmişinde utanacağı, sıkılacağı ve anlatamayacağı herhangi bir taraf yoktur.

İmparatorluk yıllarımız da dâhil, sümen altı yapacağımız, görmezden geleceğimiz, izahta zorlanacağımız bir konu da bulunmamaktadır.

Bu halde ikide bir, gerek ana muhalefet partisi CHP’nin, gerekse de AKP’nin çok nazik milli meseleleri kaşımaları ve eski defterleri tekrar açmaları hiç kimseye bir yarar sağlamayacaktır.

Özellikle AKP ile CHP arasında tarihi bir mesele üzerinden yapılan kayıkçı kavgası, iki partinin bu hassas konuda çelik çomak oynar gibi hareket etmeleri sancılı bir evreye dayanmıştır.

Bu konu, Türkiye’yi yüksek gerilim hattına sokmuş, enerjisini ve dermanını zafiyete uğratmıştır.

Kabuk bağlamış yaralarla, kapanmış hadiselerle haddi aşan bir biçimde oynayan hükümet ve ana muhalefet anlayışının, sınırları ve sabırları zorladığı açık ve nettir.

Takdir edersiniz ki bizim, AKP ile CHP arasındaki çıkar ve günü kurtarmaya dönük atışmalara müdahil olmamız söz konusu değildir.

Aynı kapının iki yüzünü temsil eden AKP ve CHP’nin rol paylaşımıyla, içine girdikleri söz düellosunun bizim açımızdan ehemmiyeti ve manası zaten yoktur.

Birbirlerine ne söylediklerini, siyaseti nasıl kirlettiklerini Türk milleti kesinlikle görmekte ve gerekli notlarını almaktadır.

Aziz milletimiz aynı gövdenin bu iki başını samimi olarak değerlendirecek ve şu içinde bulunduğumuz puslu ortamın faturasını önlerine mutlaka koyacaktır.

 

Muhterem Milletvekilleri,

Dersim isyanı hakkında yapılan yorumların, gündeme taşınan belgelerin ve şuursuz suçlamaların Türkiye’de ana gündem maddelerinden birisi haline geldiği ortadadır.

Başbakan Erdoğan bilmelidir ki; belge diye açıkladığı ve yaşanmış diyerek anlattığı hadiseler kardeşliğimize değil, ayrımcılığa prim verecektir.

Murat suyunun rengine kadar izahlarda bulunan bu şahsiyetin, çok tehlikeli bir oyun oynadığı tartışmasızdır.

AKP ile CHP işte bu konu etrafında bilek güreşi yapmakta, bir dönemin kapaklarını kaldırarak aslı astarı olmayan yaklaşımlarla, tarihimizi utanmadan hedef tahtasına haline getirmektedirler.

Dersim isyanının, ayaklanmasının savunulması adına AKP ile CHP tepişircesine birbirine sataşmakta ve sanal bir gündemle ülkemizin gerçek meselelerini kapatmaya uğraşmaktadırlar.

Oysaki gündem ağır ve vatandaşlarımızın sorunları fazladır.

Ekonomi alarm vermekte, toplumun her kesimi çığlıklarına kulak verilmesini istemektedir.

Nihayetinde bu iki parti de, aynı mantık ve eğilimle benzer görüşler sarfetmekte, yalnızca nüanslarda ayrışmakta ve ters düşmektedir.

Bizim için bu iki siyasi zihniyetin Türkiye’yi harap etmeleri, tarihten husumet çıkarmaları talihsiz olduğu kadar kabul edilemez bir sorumsuzluk ve vicdansızlık örneğidir.

Dersim’de cereyan eden hadiselerin her şeyden evvel tanımını ve ismini koymak lazımdır.

Milletimizin bu konuda daha iyi aydınlatılması için siyasiler değil, tarihçiler, milli vicdanlarını ipotek ettirmemiş aydınlar konuşmalıdır.

Londra’daki, Moskova’daki, Vashington’daki, Paris’teki arşivlere de girilmeli, kimin kiminle sarmaş dolaş olduğu, ne gibi senaryolara destek verildiği netlik kazanmalıdır.

Fakat üzeri örtülemeyecek kadar bariz bir gerçek vardır ki,  o da Dersim olaylarının Başbakan’ın sunduğu gibi katliam değil; apaçık bir ayaklanma olduğu hususudur.

Düşünebiliyor musunuz; Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, kendi tarihimizdeki bir isyana katliam diyebilmektedir.

Sayın Başbakan eğer biraz onurun, merhametin ve şerefin varsa bu iftirandan dolayı özür dilersin ve sözünü geri alırsın.

Hele hele huzurlarında bu yalanı ve temelsiz suçlamayı dile getirdiğin kendi partinin il başkanlarından helallik alırsın.

Şundan emin ol ki, şu an hayatta olmayanların haklarını çiğnemen, pervasızca haklarını yemen karşılıksız kalmayacak ve bunun vebali iki cihanda da yakanı bırakmayacaktır.

Başbakan ve kol kola girdiği teslimiyet korosu ne söylerse söylesin; Dersim vakası bir isyan girişimidir ve Türk devletinin egemenlik haklarına küstahça meydan okumadır.

Bugünün PKK’sı, KCK’sı neyse, Dersim kalkışmasına tevessül edenler de aynısıdır.

Bu aşamada sormak isterim ki; bu zaman diliminde bölücü teröre karşı alınan tedbirlerin, yapılan operasyonların özrünü gün gelecek birileri de dileyecek midir?

Hükümetin talimatlarıyla görev yapan kamu görevlilerinden, gün gelecek tıpkı bugünkü gibi hesap sorulacak, isimleri kirletilerek verildikleri yerlerden sökülüp atılacak mıdır?

Ve özür furyası basiretsiz, kötü niyetli ama siyasi yetki almış ellerce sürdürüldüğü müddetçe bu devlet, bu coğrafyada nasıl yaşatılacak ve nasıl ayakta tutulacaktır?

Biliniz ki Cumhuriyet’in ilk yıllarında kurucu kahramanlar demokrasiyi tabana yaymaya çabalarken, aynı zamanda da devlet kurmak için mücadele vermişlerdir.

Başbakan Erdoğan’ın yapısı ve siyasi meşrebi münasebetiyle bu söylediklerimizi içselleştirmesi ne yazık ki söz konusu bile değildir.

Türkiye Cumhuriyeti kendi varlığına, devlet olmaktan kaynaklanan haklarına ve yetkilerine el ve dil uzatan kanlı niyetlere tabiidir ki haddini bildirmiş ve gerekirse yine bildirecektir.

Dünyanın neresinde olursa olsun, halkının güvenini ve desteğini almış meşru bir devlet, kendisine yönelmiş tehlikeleri önlemek ve etkisizleştirmekle yükümlüdür.

Şayet otonom hareketler, kural tanımayan oluşumlar, ayrılıkçı eğilimler, çıkar ve menfaat ağlarıyla örülmüş feodal kalıntılar devletin sürekliliğine ve bizzat hükmü şahsiyetine diş biliyorlarsa, doğaldır ki bu karşılıksız bırakılmayacaktır.

Uzak tarihimizde Baba İlyas, Şeyh Bedrettin, 15 ve 16. yüzyıllarda levendlerin ve suhtelerin tetiklediği isyan dalgalarına karşı böyle davranılmıştır.

Açıktır ki, Tunceli ilimiz ve havalisi gerek Cumhuriyet öncesinde gerekse de sonrasında vahim ve son derece düşündürücü olayların merkezinde yer almıştır.

Bölgedeki aşiret ve köhnemiş ağalık sistemi, millet altı yapılanmaların fazlasıyla yer ve zemin bulması birçok sorunu beraberinde getirmiştir.

Kendi güç ve geleneksel itibarlarının zayıflayacağından korkan yerel çıkar ve baskı grupları, bölge insanımızı devletten uzaklaştırmak ve milletimizden ayrı tutmak için her kirli tezgâhın içinde olmuşlardır.

Cumhuriyetle birlikte tebaadan vatandaşlığa geçişin yarattığı umut dalgası ve iyimserlik rüzgârı ne yazık ki feodal ilişkilerin duvarlarına çarpmış ve hatta kanlı iç meselelere dayanak teşkil etmiştir.

Devlet gücünün bölgeye ulaşmasını istemeyen, yardımları reddeden, ıslah ve imar faaliyetlerine direnen yerel güç odakları, dar ve son derece güdük hâkimiyet alanlarını kaybetmemek için durmadan nifak saçmışlardır.

Kimi zaman mezhep aidiyetini, kimi zaman etnik kökeni, kimi zaman da dini hassasiyetleri istismar ederek isyan ateşini diri tutmaya çalışan gafillere her devirde fazlasıyla tesadüf edilmiştir.

Bunlar çoğunlukla yabancıların güdümüne girmişler, Şark Meselesinin piyonları olmayı gönüllü bir şekilde kabul etmişlerdir.

Bu itibarla, Türk milletine diklenmekten, kardeş ihtilafını körüklemekten ahlaken ve manen hiç rahatsızlık duymamışlardır.

O dönem itibariyle, otorite ve nüfuzlarının kırılacağı, aşiret yapılanmasının bozulacağı endişesine kapılanların başında, son günlerin en çok bahsi geçen ve Dersim’in elebaşlarından birisi olan bölücü şahsiyeti gelmektedir.

Şu kadarını söyleyebilirim ki;

Batı’nın kışkırtmalarına kucak açanların, yabancılara aman dileyerek yardım talebinde bulunanların, Tunceli’yi özerk ve dokunulmaz bir yer haline getirme aymazlığına soyunanların bugünlerde alkışlanması hazin olduğu kadar da utanç vericidir.

Tuncelili vatandaşlarımı ve Alevi kardeşlerimi bütün bu aşağılık sürecin dışında tuttuğumuzu ifade etmeliyim.

Onların pırlanta gibi geçmişlerini, isyanla bağdaştırmaya çalışmanın büyük bir densizlik ve ahlaksızlık olduğunu duyurmak isterim.

 

Değerli Milletvekilleri,

Türk milleti kurduğu devletlerin hemen hepsinde isyanlarla, iç meselelerle karşılamıştır.

Ancak “Devlet ebed müddet” anlayışının yaşaması için de hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştır.

Hatta ecdadımız, devletin esenliğini ve baki kalmasını temin etmek için, bugün onaylamamızın zor olduğu, ama kendi devrindeki şartlar gereğince makul karşılanabilecek bir dizi önlemi acı da olsa almıştır.

Taht kavgalarına mani olmak ve iç huzursuzlukların önüne geçmek amacıyla bunlar gerekli ve zorunlu görülmüştür.

Başbakan Erdoğan bilmese de ya da bildiği halde kabul etmese de Türk devlet geleneğinin temeli düzene, dirliğe ve adalete dayalıdır.

Türk milletinin tercihi ve kararı hep bu yönde tecelli etmiştir.

Birliğin yıkılması, varlığın zedelenmesi, vatan topraklarını parselleme niyetleri bu nedenle Türk milleti tarafından asla hoşgörüyle karşılanmamıştır.

Kaldı ki doğal ve doğru olanı da budur.

Dersim isyanı bu açıdan ele alınmalı ve teşhis karmaşasıyla hakikatler gayri milli siyasetin kıskacında öğütülmemelidir.

Kurulu düzene ve meşru yönetime karşı silahlı eylem ya da saldırılar dünyanın her tarafında aynı isimle ve yaklaşımla değerlendirilmektedir ve bunun da ismi elbette ayaklanmadır, failleri de haindir.

İtaatsizlerin, devletin ulviyetine göz dikmiş canilerin, milletin bütünlüğünü bozmaya çalışan çürümüşlerin Dersim isyanında neler yaptığını, kimlerin taşeronluğuna soyunduğunu ve hangi şirret hesaplara alet olduklarını tarih bütün safahatıyla ortaya koyacaktır. 

Unutmayalım ki bu isyan Türk milletine gözdağıdır, sindirme ve yabancıların gözetimi ve hedefleri kapsamında zehir kusan bir nifak faaliyetidir.

Nasıl ki Türk milleti kendisine ve devletine yönelik başkaldırıları tarihin hiçbir döneminde cevapsız bırakmadıysa, bunu da karşılıksız koymamıştır.

AKP, CHP ve yanlarında saf tutmuş Cumhuriyet karşıtları; isyancıların çetelesini tutup haklarını savunurken, Dersim isyanına giden süreci kasıtlı bir şekilde görmezden gelmişlerdir.

İster vicdanen, ister ahlaken, isterse de hukuken değerlendirilsin Tunceli’deki tahrikler Türk milletinin huzuruna, bağımsızlığına ve taşıdığı ruha hakarettir ve bunun için de isyanın başı hamd olsun ezilmiştir.

Buradan hareketle havaalanı isimlerinin değiştirilme tekliflerini ve Mustafa Kemal Atatürk’e kadar dayanan ithamları şiddetle red ve telin ediyoruz.

Dersim isyanı; hükümeti devirme, yeni kurulan Cumhuriyeti yıkma ve ülkeyi parçalama sürecinin ara bir aşamasıdır ve doğru olarak da dönemin devlet yöneticileri Türk milletinin kendilerine yüklediği sorumluluğun gereğini yapmışlardır.

Kuşkusuz Dersim isyanına karışanlar devleti yıkmaya tam teşebbüs etmişler ve bu yüzden dönemin Anayasa’sının 149’ncu maddesine göre de suçlu bulunmuşlardır.

 

Değerli arkadaşlarım,

Lütfen düşününüz ve güvendiğim vicdanlarınızda şu sorularımın muhasebesini yapınız.

Dersim isyanının, 74 yıl sonra avukatlığına soyunanların ağızlarından, isyancıların katlettiği vatan evlatlarıyla ve olayları başlatan cinayetleriyle ilgili görüş ileri sürene hiç rastladınız mı?

Asteğmen İsmail Hakkı’nın ve yanında şehid düşen otuzüç askerin hakkını, hukukunu savunanı işittiniz mi?

İsyancıların başı Seyyid Rıza’nın derdine düşenler, karakolunda askerleriyle ansızın baskın yiyerek şehid olan gencecik asteğmeni nasıl izah edeceklerdir?

Az önce de vurguladığım gibi, bu nedenle Dersim isyanına karışanların, Mehmetçiğin kanına girenlerin bugünkü PKK’dan, bölücü KCK’dan hiçbir farkı yoktur.

Aradaki benzerliğe ve yakın illiyet bağına lütfen dikkat buyurunuz:

√       Dün karakollar basılıyordu, bugün de basılıyor.

√       Dün analar ağlıyordu, bugünde ağlıyor.

√       Dün Mehmetçik bayrağa sarılı tabutuyla memleketine gidiyordu, bugün de gidiyor.

√       Dün bölücülük yapılıyordu, bugün de yapılıyor.

√       Dün köprüler yıkılıyor, yollar ve binalar kundaklanıyordu, bugün de aynısı yaşanıyor.

√       Dün etnik ve mezhep karşıtlığından medet uman alçaklar vardı, bugün de vardır.

Ancak dünle bugün arasındaki en belirgin fark devleti yönetenlerdedir.

Şu ibretlik manzaraya bakın ki, dün Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kahramanlar varken, bugün etnik bölücülükle kucak açan, müzakere ve mütareke eden zihniyetler bulunmaktadır.

Şimdi Başbakan Erdoğan çıkmış, katliam diyerek sunduğu isyanla ilgili olarak; “eğer devlet adına özür dilemek gerekiyorsa ve böyle bir literatür varsa ben özür dilerim ve diliyorum” diyebilmiştir.

Sayın Başbakan; bizzat sana hatırlatırım ki, Türk devlet geleneğinde böyle bir literatür yoktur.

Böyle bir melanet ve rezalet hiçbir dönemde vuku bulmamıştır.

Bu şekildeki bir pespayelik ve kifayetsizlik ancak seninle görünür olmuştur.

Öte yandan ana muhalefet partisi CHP’nin Genel Başkanı da; devlet adına Cumhurbaşkanından özür beklediğini ifade etmiştir.

‘Özür’ koalisyonu bu şekilde kurulmuş ve saflar iyice belirginlik kazanmıştır.

Elbette bizim Başbakan Erdoğan’a ve ana muhalefet liderine söyleyeceğimiz çok sözümüz vardır.

Merakımız, bundan sonra daha hangi meselelerle ilgili özür dileneceğidir.

Sayın Başbakan;

√       Malazgirt’te Bizans’ı yenerek Anadolu’ya adım atmamızdan dolayı özür mü dileyelim?

√       Haçlı zihniyetine gününü gösteren kutlu ceddimiz adına af mı dilenelim?

√       İstanbul’un fethinden dolayı üzüntülerimizi mi bildirelim?

√       Celali isyanlarını bastırmaktan, isyancı başlarını tesirsiz hale getirmekten ve devlete sahip çıkmaktan dolayı nedamet mi gösterelim?

√       Türk milletinin varlığından, nefes almasından dolayı bağışlanma talebinde mi bulunalım?

Nedir senin isteğin?

Amacını ve yapmak istediklerini net olarak milletimize açıkla.

Kimin adına ne diliyorsun?

Bu cüreti ve cesareti sana kimler veriyor?

Kimlerin ağzından konuşuyorsun?

Kimlerin düşüncelerini servis ediyorsun?

Sayın Başbakan; yanlış yoldasın, çıkmaz sokaktasın.

Arkana aldığın küresel güçlere fazla güveniyorsun.

Teslimiyetçiler de aynı tuzağa girmişlerdir.

Damat Ferit de aynı hataya düşmüştü.

Aciz, korkak, zavallı hükümeti de aynı çelişkilere batmıştı.

Yabancıların ilgisini kazanmak, işgali kabul ettirmek adına yapmadıkları çirkeflik, çarpıtmadıkları fikir, atmadıkları iftira kalmamıştı.

Milletimizin tarihini kötülemek, ecdadımızı soykırımcı olarak göstermek, isyanları bastıranları savaş suçlusu olarak sunmak olsa olsa bedeni burada, ama ruhu Batı’da bulunan kimliksiz ve köksüz zihniyetlerin düşeceği bir sapmadır.

Başbakan Erdoğan acaba;

√       Çanakkale’yi bedenleriyle, kanlarıyla geçilmez yapanların şanlı mücadelelerinden,

√       1919’da Samsun’a çıkarak musallat olan işgalcilerin kafasına inen kudretten,

√       Sakarya’dan, Dumlupınar’dan, Büyük Taarruz’dan,

√       Kurtuluş mücadelesinin adım adım inançla yürütülmesinden,

√       İzmir’de, düşmanın denize hayalleriyle birlikte gömülmesinden,

√       Cumhuriyet’in ilanından,

√       Sözde Ermeni soykırımından dolayı özür dileyecek midir?

Arkasında da PKK’dan, İmralı canisinden, Türk milletinin tökezlemesini ve sonra da dağılmasını bekleyen yüreksiz ve insanlık müsveddelerinden özür dileyecek midir?

Başbakan Erdoğan ille de özür dileyecekse, yaptıklarından, verdiği zararlardan, milletimize yaşattığı hayal kırıklarından dolayı bunu yapmalıdır.

Yabancı görevlilerin, istihbarat elemanlarının yüzyıllardır denediği ama başaramadığı etnik ve mezhep ikiliğini, düşmanlığını bilemekten vazgeçmelidir.

Takip ettiği ve ısrarla yürüdüğü yolun sonunda gözyaşı, kavga, niza ve küslük vardır.

Eski defterleri karıştırarak, bundan siyasi nema ummanın hem partisine hem de kendisine hayrı dokunmayacaktır.

Bu davranışlar milletimizin kardeşliğini değil, fitnenin kökleşmesini sağlayacaktır.

İstiklal mahkemeleri konusundaki tartışmalar ve arayışlar da bu kapsamda görülmelidir.

Hukuka darbe vuran, mahkemeleri siyasi baskı altına alan, haksız yere insanları cezaevine sokan bu zihniyetin, kuruluş yıllarının olağanüstü yargılama anlayışından rahatsız olması traji komik bir durumdur.

Bırakalım tarihçiler, bilim insanları bunlarla ilgili değerlendirmelerini kendi mecralarında yapsınlar, objektif neticelere ulaşsınlar.

Sözde Ermeni soykırım meselesinde tarihçileri göreve çağıran Başbakan ve yol arkadaşları, iş buraya gelince ahkâm kesmekte bir beis görmemektedir.

Ayrıca sorgulanması gereken bir husus da; Atatürk Dil ve Tarih Kurumu’nun, üniversitelerin tarih bölümünde görev alan değerli bilim insanlarının, tarih alanında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarının tarihimiz bu kadar darbe alırken seslerini dahi çıkarmamalarıdır.

Tarihçiler bugün konuşmayacak da ne zaman değerlendirmede bulunacaklardır?

Malum medya tarafından Dersim meselesinin, isyandan ziyade katliam gibi dillendirilmesine daha ne kadar katlanacaklardır?

Ve bu iğrençliği, medya sahipleri hangi yüzle sürdüreceklerdir?

Hem MHP, hem de milletimiz bu gelişmeleri kızgınlıkla izlemektedir.

Bu kapsamda şu önerilerimizin muhataplarımız tarafından dikkatle incelenmesi ve bir karara bağlanması gerekmektedir:

1-      Acilen ve kısa süre içinde bir ‘Tarih Şurası’ toplanmalıdır.

2-      Bu Şura’da yer alan objektif ve araştırmacı niteliğe haiz değerli tarihçilerden kurulan bir heyete, devletin her türlü imkanı sunulmalı, başta Genel Kurmay Arşivi, TBMM tutanakları, Cumhuriyet arşivi olmak üzere bilgi ve belge edinecekleri tüm kapılar açılmalıdır.

3-      Aynı zamanda araştırma ve incelemelerde bulunmak üzere; Rus, Birleşik Krallık ve Fransız arşivlerine girmeleri de sağlanmalı ve her türlü destek verilmelidir.

Yapılacak çalışmalar neticesinde ulaşılan sonuçlar değerlendirmeye tabi tutulmalı ve gerçekler neyse, nelerden ibaretse Türk ve Dünya kamuoyuna açıklanmalıdır.

İşte bu durum karşısında; her şey tüm çıplaklığıyla ortaya çıkacak; kimin haklı kimin haksız, kimin hıyanetin tarafında kimin ise milletin yanında durduğu açıklıkla görülebilecektir.

O zaman Başbakan Erdoğan’ın foyası resmen ortaya çıktığı takdirde; kendisi Türk milletine kin ve düşmanlık aşılamaktan, tarihimizi keyfince yorumlamaktan ve neden olduğu yıkımdan dolayı Yüce Divan’da hesaba çekilmekten asla kaçamayacaktır.

 

Muhterem Arkadaşlarım,

Türkiye’nin ağırlaşan gündemi içinde, Cumhurbaşkanı’nın Birleşik Krallığa ziyareti ve bu esnada dile getirdiği beyanları, düşünceleri bizim açımızdan önemli bulunmuştur.

Öncelikle diyebilirim ki, Sayın Gül’ün seyahatine çok fazla anlam yüklemesi, kendi fıtratınca makul olabilir.

Ancak bu ziyaretin milletimize hangi kazanımları sağladığı ve ne gibi faydalar getireceği ise belirsizliğini korumaktadır.

Özellikle Dersim isyanının tartışıldığı ve Suriye’de suların iyice ısındığı bir dönemde Birleşik Krallığa yapılan ziyaret her açıdan dikkat çekicidir.

Saraylardaki iltifatlar, şatafatlı karşılamalar, verilen hediyeler, giyilen franklar, takılan şövalye nişanları, gerçekleştirilen kadetral ziyaretleri, tokuşturulan kadehler en çok akıllarda kalan hususlar olmuştur.

Ayrıca Sayın Gül’ün, Birleşik Krallık Başbakanı’nın ayağına kadar gitmesi ve makamında onu ziyaret etmesi doğru ve sineye çekeceğimiz bir gelişme değildir.

Türk devletini temsil eden Sayın Gül’ün bu tercihi, milletimizin saygınlığı ve devletimizin itibarı açısından yaralayıcıdır.

Bütün ayrıntılarının düşünülmesi gereken bu ziyaret sırasında, böylesi bir durumun anlık ve olağanüstü gerçekleştiğini söylemek çok zordur.

Türkiye’de, Suudi Kralı’nın ayağına gidenlerin, bunu başka bir yabancı yöneticiye de tekrarlamaları kendileri bakımından sorun teşkil etmeyebilir.

Ancak Türk milletini temsil ettikleri sürece, taşıdıkları sorumlulukların manasına ve derin sırrına vakıf olmaları çok büyük önemdedir.

Sayın Gül’ün, Birleşik Krallıkla ülkemizin ezelden ebede bir dostluk ilişkisi içinde bulunduğunu söylemesi ise doğruları ve tarihi hadiseleri karartmaktan başka bir anlama gelmemiştir.

“Türkiye artık yoktur” sözlerinin, bu ülkenin en etkili ağızları tarafından kendi parlamentolarında ilan edilmesinin üzerinden çok geçmemiştir.

“Şark Meselesi”nin hamisi olarak, iki yüz elli yıldır peşimizde olan bu ülkenin neler yaptığını, hangi kumpaslarla altımızı oymaya çalıştığını idraki mefluç olmamış her vatandaşımız bilebilecektir.

Eski hâkimiyet havzalarımızdaki isyanları ve bağımsızlık hareketlerini organize eden, gizli antlaşmalar vasıtasıyla topraklarımızı ittifak içindeki devletlerle bölüşen ve içinde bulunduğumuz bölgede istikrarsızlığın kök salmasını sağlayan bu ülkeden Türk milletinin alacağı ve öğreneceği bize göre hiçbir şey yoktur.

Anlaşıldığı kadarıyla, Birleşik Krallığa yılda iki devletin ziyareti kabul edilmektedir.

İçinde bulunduğumuz yıl için ABD ve Türkiye şanslı ve talihli ülkeler olmuşlardır.

Yakın coğrafyalarımızdaki halk hareketlerini ve yönetimlerin birer birer devrilmesini hesaba kattığımızda; yapılan ziyaretlerden çıkacak anlamlar meselenin içyüzünü deşifre edebilecektir.

Kuşkusuz BOP; ABD ile Birleşik Krallık arasındaki derin, tarihi ve kadim ilişki çerçevesinde adım adım yürütülmektedir.

Bu iki ülkenin Türkiye’yi, AKP eliyle ateşe sürüklediği gün gibi meydandadır.

Dün kışkırttığı isyanlarla sonuç alamayan, kardeşliğimizi ne yaptıysa bozamayan, Müslüman coğrafyasına pençesini geçirerek zulmü yaygınlaştırsa da sömürü heveslerine tam olarak erişemeyenler bu defa daha farklı bir yöntemi devreye sokmuşlardır.

Görüldüğü kadarıyla AKP boşuna ikram görmemekte, boş yere desteklenmemektedir.

Saraylardaki ağırlanma, masalları andıran takdimler rastlantı değildir.

Sömürü defterinin boş kalan sayfalarını yazacak ve arkasından da taşıyacak yeni bir kâtibe ihtiyaç vardır.

İşte bu konuda AKP aranılan özelliklere ziyadesiyle sahiptir ve müracaatlar içinde şartlara en uygun kriterler bu kafa yapısında içler acısı bir biçimde mevcuttur.

Cumhurbaşkanı Gül’ün Suriye konusunda, “en kötü senaryoya hazırlıklıyız” ibaresi AKP’nin gizli gündemini ve BOP’un gerçekleşmesi için neleri yapabileceğini iyi bir şekilde özetlemiştir.

Başbakan Erdoğan; tıpkı Mısır, Libya liderlerine aşama aşama getirerek olgunlaştırdığı “görevden çekil” ihtarını bu defa da Suriye için kullanmaya başlamıştır.

Bununla da yetinmemiş, Kaddafi’nin akıbetini hatırlatarak insanlık dışı vahşi saldırıları neredeyse koz olarak kullanan bir kırılmanın dibine yuvarlanmıştır.

Ne hikmetse, Başbakan’ın bu yıpratma taktiğinden hemen sonra, Batı’nın bombaları komşu coğrafyalara atılmış, muhalif unsurlar silahlandırılarak iç savaşın çıkması sağlanmıştır.

Endişemiz, Libya muhalefetine ev sahipliği yapan AKP’nin, şimdi de Suriyeli yönetim karşıtlarına destek vermesiyle milletimizi şiddet sarmalının doğrudan tarafı haline getirecek olmasıdır.

Üzülerek görüyoruz ki, Türkiye değişkenleri hızla sabitlenen bir denklemin içindedir ve çatışma dinamikleri bir bir harekete geçmektedir.

Bunun sonucunda başkalarının içişlerimize müdahalesi, iç dengelerimizle oynamaları çok kolay hale gelecektir.

Bu takdirde, Kandil’e, İmralı’nın kanlı mektubunu taşıyan, katil elleri muhabbetle sıkan AKP hükümeti, bölücülükle ilgili bir dış dayatmayı veya uluslararası karışmayı nasıl önleyecek ve böylesi bir açmazı ne şekilde karşılayacaktır?

Gelişmelere bakılırsa ülkemiz geri dönüşü çok zor bir sürece doğru gitmektedir.

Küresel hesaplar, AKP’ye altın tepsi içinde verilmiş ve biçilen vade içinde her şeyin tamamlanması istenmiştir.

Başbakan ve partisi; BOP’un müzahir kadrosunda dönemsel de olsa son derece göz dolduran önemli bir aktör haline gelmiştir.

Bu ortamda, İran’ın tehditleri ve ‘ilk Türkiye’yi vururuz’ açıklamaları herkesçe işitilmiştir.

Rusya’nın, füze savunma sistemiyle ilgili sert tedbirleri bölgesel kaygıları arttırmıştır.

Ortadoğu kaynamakta, Mısır’ın Tahrir Meydanı yine kalabalıkların, protestoların ve gösterilerin merkezi olmuştur.

Çember daralmakta, süreç kısalmaktadır.

Bölgemizde neye mal olacağı az çok belli olan bir istikrarsızlık ve kanlı çekişmenin göbeğine Türkiye hızla itilmektedir.

Başbakan Erdoğan ya bu süreçte Türkiye’yi tasfiye edecektir, ya da Türk milleti buna fırsat vermeden kaderine sahip çıkarak bu siyaset karaborsacısına dersini verecektir.

Ya Başbakan küresel hedefler çerçevesinde Türk milletini Ortadoğu’da dağıtacak ve büyüterek bölecektir; ya da Türk milletinin asırları aşan kudreti bu zihniyeti geldiği gibi gönderecektir.

Ya Cumhuriyet’le birlikte üniter yapıyı tasfiye edip Türk milletini etnik ve mezhep gurupları arasında taksim edecektir; ya da Türk milleti kutlu varlığına musallat olan belalardan, Türkiye sevdalıları aracılığıyla dün olduğu gibi yine sıyrılıp kurtulacaktır.

Dış gelişmelerin yanı sıra, bölücülüğün alacağı seviye, yeni anayasanın varacağı nokta, ekonomideki tablo, yeni cumhurbaşkanın kimliği ve şüphesiz milletimizin iyiye ve güzele bağlılığı geleceğimizi yakından etkileyecektir.

Bu itibarla Dersim isyanı bağlamında yürütülen kampanyanın ve kutuplaşmanın; geçmişimizin masaya yatırılarak tarumar ve taciz edilmesinin, dış ziyaretlerin belli bir takvim ve plan dâhilinde yürütülmesinin arkasında ve önünde gizli hesaplar olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.

Bu şartlar altında Milliyetçi Hareket olarak gücümüzü aziz milletimizden, ilhamımızı şerefli tarihimizden, azmimizi ecdadımızın kahramanlıklarından alarak yolumuza devam edeceğiz.

Allah’ın izniyle, milletimizin hisarını yıktırmayacağız, devletimizin tekliğini bozdurmayacağız, millet aşkıyla çarpan yürekleri feryat ettirmeyeceğiz.

Bu duygularla konuşmama son verirken, Meclis çalışmalarında siz değerli milletvekili arkadaşlarımın başarılı bir hafta geçirmesini diliyor; haftalık grup toplantımıza katılan herkesi sevgi ve saygılarımla bir kez daha selamlıyorum.