31.01.2012 - Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
31 Ocak 2012

 

 

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Sayın Misafirler,

Basınımızın Kıymetli Temsilcileri,

Bu haftaki Meclis grup toplantımıza başlarken hepinizi en içten sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Malumlarınız olacağı üzere, yine yoğun bir haftayı geride bıraktık.

Millet olarak, çalkantılı ve çarpık nitelikli hadiselerin vuku bulduğu ve sıradanlaştığı bir dönemin tüm sancılarını yaşıyoruz.

Neresinden bakarsak bakalım; objektif bir değerlendirmeyle diyebiliriz ki, Türkiye AKP hükümeti tarafından meçhule sürüklenen bir ülke görünümündedir.

Bastırılmış düşünceler, yozlaştırılmış değerler, tehdit altında tutulan milli talepler, bin yıllık kardeşliğimizi dinamitleyen haydutluklar, iftira ve tezgâhlarla yürüyen iktidar süreci bu vahim ülke manzarasının en dikkat çeken taraflarıdır.

Demokrasinin demagojiyle karıştırılması, özgürlüğün anarşiyle yer değiştirilmesi, hukukun sübjektif yargılara havale edilmesi ve birlikte yaşamanın farklılıklar okuyla hedef haline getirilmesi yaşadığımız sıkıntıların özünü ve merkezini teşkil etmiştir.

Oturmuş bir bütünden, anlam ve içerik kazanmış sosyolojik bir yapıdan, kökü derinlere tutunarak eskimeyecek bağlar inşa etmiş bin yıllık tutkudan, hissiyattan ve yakınlıktan rahatsızlık duyanların, komploları ve kışkırtmaları son hızıyla devam etmektedir.

Açıkça söylemek isterim ki, millet varlığından öteki çıkarma arayışı, bu kutlu hazineden başkası imal etme çabası ruhsal ve duygusal kopuşları da hızlandıracak ve pek tabii birlikte yaşama idealini sakatlayacaktır.

Bölücülüğün ve ayrımcılığın çabuk bir şekilde çoğaldığı ve yayıldığı kanserli iklim işte bu çerçevede ortaya çıkmaktadır.

Dengeyi dışlayan değişim çığırtkanlığının, alt kimlikleri taltif ve takdim eden densizliklerin, mensubiyet bilincini köreltmeyi kafasına koymuş yeni sömürgecilik ajanlarının fazlasıyla görünür olduğu bir zaman diliminde bulunuyoruz.

Bugünkü şartlarda etnik temelli bölücülük; AKP eliyle ve desteğiyle bizatihi kendisinin bile şaşırdığı hızla mesafe almaktadır.

Demokrasi ve özgürlükle izahı yapılan ve anlam yüklenen bu ihanetin, bariyerlerinden taşarak huzurumuzu ve kardeşliğimizi boğacağı gün gibi ortadadır.

Millete yapılan itirazlardaki süreklilik, anadil eğitim isteklerindeki inat hep bunun bir göstergesi ve habercisidir.

Bölücü terörün küstahlaşması, farklılıkların özendirilmesi ve alkışlanması bu sürecin bir sonucudur.

Müştereklerin altını oymak ve bunların dayandığı ve ilhamını aldığı tarihsel, kültürel ve manevi vahayı yağmalamak; hiç şüphe yok ki, benzerliklerimiz yerine dağıtıcı dinamikleri kuvvetlendirecektir.

Böylesi bir olumsuzluğun ilerletilmesinde, demokrasinin gerekçe gösterilmesi beyhude bir çırpınış ve gayretten öte bir anlam taşımayacaktır.

Unutulmamalıdır ki, demokrasi diyalog ve iletişim demektir.

Birbirinden kopma noktasına gelen tarafların, yargıların ve fikirlerin yaşaması demokrasiyle mümkündür.

Yakınlaşma ve kaynaşma demokrasinin erdemleri sayesinde olacaktır.

Demokratik kültürün can suyu, gücü ve ayakta kalma iradesi; ayrılanlardan, ayrımcılığı gözleyenlerden, ters düşenlerden ve kavga çıkaranlardan değil; barış, huzur ve birlik türküsünün nağmelerini samimi bir şekilde terennüm edenlerden feyzini alacaktır.

Bu itibarla, bizim için vazgeçilmez olan birlikte yaşamaya sahip çıkmak, kökeni ve mezhebi ne olursa olsun, her insanımızı eşit ve onurlu bir şekilde görmek ve kabul etmektir.

Demokrasi millet varlığı içinden ‘başkası’ oluşturmanın, ‘yabancı’ meydana getirmenin bir vasıtası olarak görülmemelidir.

Kendi içine kapanan ve fırsat bulduğu takdirde kış uykusundan uyandırılacak olan alt kimliklerin, oksijen tüpü olarak da değerlendirilmemelidir.

Demokrasi, işin aslında birlikte yaşamanın, geleceğe birlikte yürümenin, bir ve iri olmanın vasıtasıdır.

Hızla yayılan küreselleşmeye aynı tempoyla eşlik eden bölünmeler, hizipler, demokrasinin uzlaştırıcı mekanizmasıyla törpülenecek, istenen kıvam ve şekle girebilecektir.

Bu nedenle farklılıkları hatırlatan beyanların sorumlulukla ve sağduyuyla açıklanabilir hiçbir tarafı yoktur.

Gerçeklerden kopmayan özgürlük, herhangi bir esintiyle savrulmayan kardeşlik ve her durumda geçerli olacak eşitlik demokrasinin ruhudur, ümididir ve beklentisidir.

Şiddet kemerini beline dolamış olan gözü dönmüş güruhun, etnik terörün kuyusuna ve avucuna düşen insafsızların ve farklılıkları kışkırtarak yabancıların değirmenine su taşıyan bağnazlığın bu söylediklerimizden sonuç çıkarması neredeyse imkânsızdır.

Kim ne derse desin; her farklılık tanımlaması körleşmeyi, kemikleşmeyi ve kutuplaşmayı davet edecektir.

Her farklılık vurgusu durgunluğu, duyarsızlığı ve duygusuzluğu besleyecek ve büyütecektir.

Ve farklı olmaya dönük her çağrı iletişimsizliği, itaatsizliği ve ihtilafı teşvik edecektir.

Farklılık tamtamları eşliğinde, tek millet iddiası boşlukta kalacak ve doğal olarak temelleri aşınacaktır.

Ve elbette bin yılın emeği, gözyaşı, sevgisi ve mücadelesiyle bina edilmiş aidiyetlik köprüsünün, ayakta tutan sütunları zayıflayacak ve aşınacaktır.

Farklı olmaya, farklılıklara ve farklı bir sosyal çevreye mensubiyete ısrarlı göndermeler bizi birbirimizden koparacak, daha da üzücü olanı birbirimizden uzaklaşmamıza neden olacaktır.

Bu düşmanca ve şeytanca içeriğe sahip olan siyaset üslubu, içinden geçtiğimiz zaman diliminde karşımızdaki en büyük tehdit olarak kendisini göstermektedir.

Türk milletinin varlığından rahatsız olan tüm mihraklar bu alandan yayılan fitne ışığında toplanmışlardır.

Bizi muhannete muhtaç etmek isteyen, son yurdumuzda etnik öbeklere ayrılarak birbirimize düşmemizi dileyen kim varsa bu şeytani zihnin etrafında bir araya gelmiştir.

Beraberliğimizi sonlandırmayı amaçlayanlar; küsmemizi, ayrılmamızı ve ortadan ikiye yarılmamızı projelendirenler, farklılık misyonerliğine soyunarak zem zem diyerek zehir içirmeye çalışmışlardır.

Bu ifadeye çalıştığım karanlığın ve melanetin bir ucunda AKP, diğer ucunda ise danışıklı dövüş içinde bulunduğu siyasi bölücü BDP bulunmaktadır.

Siyasetin bu yapışık ikizi bir taraftan sahnede birbirleriyle kavga eden görüntü çizmektedir.

Diğer taraftan ise arkadaki makyaj odasında, birbirlerini süslemekte ve sergiledikleri kirli oyunda kullanacakları replikleri karşılıklı olarak prova etmektedirler.

AKP ile BDP aynı yolun iki yolcusu, aynı rotanın iki takipçisi, aynı sayfanın iki yüzüdür.

AKP ile BDP isim ve kelime farklılığı dışında her şeyiyle örtüşen bir sinsiliktir, karanlık emeldir ve milletimizin hayat hakkını eritmeyi hedefleyen asit siyasetinin iki failidir.

AKP ile BDP; aynı yolu değişik kılıkta yürüyen, aynı amacı farklı sözlerle sahiplenen bir vücudun iki ayağıdır.

Bu nedenle Başbakan Erdoğan’ın BDP’yle kavga edişi günü kurtarmaya dönük sanal bir diklenmedir.

Karşılıklı söz düelloları, ithamlar, yüksek perdeden konuşmalar AKP ile BDP arasındaki siyasi ulaşımın gizli şifrelerini barındırmaktadır.

AKP ile BDP içtikleri bölücülük iksirinin gereğini gönül rahatlığıyla ve büyük bir heyecan içinde yapmaktadırlar.

Bakınız, en son olarak, hükümetin ağlayan simasına eşlik eden iki bakanının katılımıyla gerçekleşen ve TRT Diyarbakır stüdyolarındaki bir açılış töreninde ortaya çıkan manzaralar her açıdan ibretlik olmuştur.

Yaşananlar siyasi bölücülerin arayıp da bulamadığı gelişmeleri ortaya çıkarmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin bakanı olma sıfatını taşıyan bu şahısların, ayrımcılığın dibine batmaları ve bölücülüğün seline kapılarak şuurlarını kaybetmeleri büyük bir talihsizlik olmuştur.

Kaldı ki, Kürtçe’yi öven, Kürtçe konuşan ve bunu da marifetmiş gibi gösteren bu aymazlığın hoş görülebilecek hiçbir tarafı olmadığı açıktır.

Elbette bizim kimsenin ana diline bir itirazımız yoktur.

Hiçbir vatandaşımızın diline kinimiz, tahammülsüzlüğümüz de bulunmamaktadır.

Herkes anasının dilini doğal ve doğru olarak konuşabilecek ve kullanabilecektir.

Ancak, Türk milletini temsil eden ve siyasi sorumluluk üstlenmiş bir iktidarın; Türkçe’nin dışında başka bir dilin savunuculuğuna tevessül etmesi tarafımızdan asla kabul edilemeyecek ve görmezden gelinemeyecektir.

Bizim için tek ve vazgeçilmez bir kural vardır; o da, Türk devletinin dilinin tek ve bunun da Türkçe olduğu hususudur.

Diyarbakır’da Kürtçe hayranlığını ve bağlılığını itiraf eden AKP’nin bozuk sicilli bakanlarının, bu halleriyle Türk milletine hakaret ettikleri ve bölücülüğün ikmalini sağladıkları kuşkuya yer bırakmayacak şekilde ortadadır.

Başbakan Erdoğan medyada köşe tutmuş eski dostlarına tazminat davası açmakla uğraşacağına, bakanlarına odaklanmalı ve gereğini süratle yapmalıdır.

Diyarbakır’da başka, Ankara’da başka konuşan, Yozgat’a gidince ağız, Manisa’ya uğrayınca tarz değiştiren bu siyaset kaypaklığının, Türkiye’nin geleceğine darbe üstüne darbe vurduğu kesinlik kazanmıştır.

Kabinenin ağlayan üyesinin, Kürtçeyi kast ederek; “Elbette bunu öğrenmemiz, dinlememiz, anlamamız gerekiyor. Çünkü bir lisan, bir insan. Bir insanın kimliğini kabul ediyorsak, dilini de kabul etmemiz lazım.” ifadeleri, hakikaten de bir yol ayrımında olduğumuzu açıkça göstermektedir.

Bu yüzkarası beyanlardan ve gelişmelerden sonra, merakımız, bu ülke bölünmüştür de bizim haberimiz mi olmamıştır?

Bu bakanlar, görev alanlarının kendilerine yüklediği vazifeleri bir kenara bırakmışlar da, şimdi de hıyanet yarışına mı girmişlerdir?

AKP’nin içinde bulunan, millet ve vatan sevgisinden asla şüphe duymadığım vatansever milletvekilleri bu rezilliklere daha ne kadar katlanacaklardır?

Hükümetin bu bölücü ve art niyetli üyelerini daha ne kadar taşıyacaklar, haklarını ne kadar yedireceklerdir?

Hükümetin içinde vatanına bağlı, milletine sevdalı bakanlar ne zaman bulunacaktır?

Cumhuriyet’i savunmakla mükellef savcılar kepazeliklere daha ne kadar sessiz duracaklardır?

Sürekli örgüt peşinde koşan hukuk anlayışı, AKP’nin bölücü şahsiyetleriyle BDP’nin kin kusan bereketsizlerini ne zaman fark edecektir?

İnanıyorum ki adalet gecikse de, Türk milleti, aziz varlığını parçalamayı ve bölmeyi amaçlayan yüzsüzlerin, seviyesizlerin ve vicdansızların yakasından gün gelecek yırtarcasına tutacak ve gerçek adaleti inşallah tesis ettirecektir.

Yeminlerini çiğneyen, ayrımcılığın piyonu ve sözcüsü haline gelen adı bakan, ama gerçekte Türk milletine dönüp de bakmayan bu çürümüşlerden, elbette bir gün mutlaka hesap sorulacaktır.

Aziz milletimiz bunu da büyük bir gönül rahatlığıyla yapacak ve AKP’yi Allah’ın izniyle siyaset çöplüğüne yollayacaktır.

 

Muhterem Milletvekilleri,

Türk milletini dil, din, etnik kimlik ve gelecek planları dâhilinde kabilelere, kesimlere ve kategorilere ayıran AKP zihniyetinin, BDP’yle birlikte düpedüz ve tek kelimeyle bölünmenin bayraktarlığını yaptığı görülmektedir.

Başbakan Erdoğan’ın Zerdüşt diyerek suçladığı, aşağıladığı zihniyetle, hükümet üyelerinin Diyarbakır’da aynı safa girmeleri de, AKP’yle BDP arasındaki cepheleşmenin ve karşıtlığın yalnızca bir senaryodan ibaret olduğunu göstermektedir.

Görüldüğü kadarıyla, iblis’in yolunu takip eden yalnızca BDP değildir ve AKP’de kendisine bahtiyarlık ve coşku içinde eşlik etmektedir.

Nihayetinde az önce de dile getirdiğim gibi, AKP ile BDP siyasetin yapışık ikizidir ve amaçları itibariyle çok da tehlikelidirler.

Bu iki siyasi partinin benzerliklerine ve kesiştiği alanın büyüklüğüne dikkatlerinizi çekmek isterim:

  • AKP’nin demokratik açılım iddiaları ve BDP’nin demokratik özerlik talepleri, aynı hedefe iki kapıdan geçme ve ulaşma kurnazlığından başka bir şey değildir.
  • İmralı canisi iki partinin de ilgi ve müzakere çabasının odağındadır.
  • İkiside İmralı’ya saygı ile yaklaşmakta ve sayın diye hitap etmektedir.
  • Ana dilde eğitim taleplerine ikisi de sıcak ve meraklıdır.
  • Birisi gizli, diğeri açık olmak üzere İmralı canisinin affı ikisinin de gündemindedir.
  • Milli kimliğe ikisi de hasım ve tahammülsüzdür.
  • İkisi de dağdaki eşkıyaya gençlerimiz diyerek seslenmektedir.
  • Üniter yapının bozulması, millet birliğinin dağıtılması ikisinin de planları arasındadır.
  • Peşmerge reisi Barzani ikisinin de dostu ve kardeşidir.
  • “Ne Mutlu Türküm diyene” sözünü duyunca ikisi de küplere binmekte, ikisini de hafakanlar basmaktadır
  • Türk milletinin vazgeçilmezlerinden, kırmızıçizgilerinden ve milli değerlerinden bu iki parti de rahatsız ve tepkilidir.

AKP ile BDP; Dersim isyanı konusunda aynı düşüncelere, Türkiye’nin akıbetiyle ilgili benzer düşlere, federasyon konusunda birbirine yaklaşık eğilimlere sahiptirler.

Bu gelişmelerin ışığında hiç kimse, AKP eşittir BDP denklemini inkar edemeyecek ve görmezden gelemeyecektir.

Sözde Kürdistan’ın zihinlere yerleştirilmesi ve kabul ettirilmesi konusunda AKP’nin müsamahası ve toleransı, BDP’nin ise sabırları ve sınırları zorlayan gayretleri yer almaktadır.

Bilhassa, Irak’ın kuzeyindeki peşmerge yönetiminin, gerek Irak’ın parçalı yapısından, gerekse de Arap Baharı’nın sağladığı uygun ortamdan istifade ederek cazibe merkezi olmaya çalıştığı anlaşılmaktadır.

Peşmerge reisi Barzani’nin, Suriyeli Kürtleri bir araya getirerek toplantı tertip etmesi ve birleşin çağrısında bulunması yanı başımızdaki zaman ayarlı bombanın her an patlayacağını işaret etmektedir.

2012 yılı içinde geniş kapsamlı bir Kürt Konferansı için tüm hazırlıkların yapıldığı dikkate alındığında, Türkiye’nin etnik bir fırtınanın kapısında durduğu fark edilecektir.

Erbil’in, Kürdistan’ın kurulması için kuluçka faaliyeti yürüttüğü ve AKP’nin de buna sessiz durduğu görülmektedir.

Başbakan Erdoğan bir yanda Irak, tüm Iraklılarındır derken; diğer yanda küresel projeler kapsamında adım adım ilerletilen dört ayaklı Kürdistan’a zımnen onay vermektedir.

Takdir edeceğiniz üzere bunun bir ayağı da Türkiye’dir ve bu alçaklığın taraftarlarının ve savucularının kimler olduğunu aziz milletimiz gayet net olarak bilmektedir.

Elbette böylesi bir rezil projenin gerçekleşebilmesi için Türkiye’nin milli devlet ve üniter yapısından savrulması ve ayrılması gerekecektir.

Küresel projeler doğrultusunda; Türkiye önce demokratik özerklik, arkasından iki dilli ortak kurucu halkın olduğu bir devlet, ardından federal devlet ve daha sonra da birleşik Kürdistan fikrinin somutlaşacağı bir batağa doğru hızla gitmektedir.

Şu kadarını ifade edebilirim ki, bu sürecin kılavuzu; mahlası BOP, gerçek ismi yeni sömürgecilik olan kanlı projedir.

Eşbaşkanlığını Başbakan’ın yürüttüğü bu proje, milli devletlerin ve milletlerin egemenliklerini kaybetme riskini belirgin hale getirmekte, ya da alt kimliklere ve kültürlere ayrışarak sosyolojik bir geri dönüşüm ile parçalanmasını öngörmektedir.

Bu açıdan Türkiye her iki tehdide AKP hükümetiyle maruz kalmakta ve bundan kaynaklı sorunları alabildiğine yaşamaktadır.

Siyasi bölücülerin Kürdistan taleplerini arsızca dile getirmeleri ve vatanımızın bir yöresine farklı bir anlam yüklemeleri, hep bu bahsetmeye çalıştığım bulanık ve buhranlı güzergâhın alıştırma ve ısındırma hamleleridir.

Türkiye’nin, bu tehlikeyi bertaraf edecek ve mevcudiyetini koruyacak siyasi iradesi maalesef yoktur ve bu nedenle AKP büyük bir zan ve töhmet altındadır.

Ne yazık ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve Türk milletinin geleneksel çizgisinden sapması ve anlam kaynaklarından uzaklaşması için sosyal, siyasal, ekonomik ve psikolojik şartlar geçtiğimiz yıllar içerisinde adım adım tekemmül ettirilmiştir.

Özelikle önemli ve lokomotif milli güç unsurları olan sanayi, ticaret ve ekonomik aktörler, bahse konu bu sürecin tam etkisine girmiş ve menfaat bağı ile kilitlenmişlerdir.

Bu çaresizlik ortamı, geçim derdiyle boğuşan vatandaşlarımızın da seçeneksiz kalmasına neden olmuştur.

İşleyen sürece engel olabilecek yada geciktirebilecek kim varsa, milli devlet ve millet varlığını korumaya, muhafaza etmeye kararlı, vizyon ve hedef sahibi hangi kesim bulunuyorsa toptan iftiraya uğramış ve kara bir propagandanın hücumu altında kalmıştır.

Anlaşıldığı kadarıyla ilerleyen süreçte, Irak’ın kuzeyindeki çıbanbaşının tam olarak ilanı ortaya çıkacak, PKK ve İmralı canisine af dayatmaları cevap bulacaktır.

Diyarbakır’da Demokratik Toplum Kongresi’nin iki gün süren Ara Genel Kurul toplantısının sonuç bildirgesinden, İmralı canisi için af çağrıları çıkmasının başka türlü izahı da olmayacaktır.

Zaten AKP buna dünden niyetli ve isteklidir.

Ancak doğabilecek tepkiler ve siyasal maliyet nedeniyle, öncelikle kamuoyu hazırlama faaliyetlerini dört bir koldan sürdürmektedir.

Manşetlere rağmen iktidar olduklarını iddia eden Başbakan Erdoğan’ın, dokuz yılı aşan iktidar yıllarında, bölücülük bizzat kendi elleriyle manşetlere taşınmış ve zirveye ulaştırılmıştır.

Bundan böyle, özellikle bahar aylarıyla birlikte, bölücü örgütün ses getirecek spot eylemleri; sınır birliklerine, karakollara ve üs bölgelerine muhtemel saldırıları sebebiyle, kamuoyunun silahsız bölücülüğe rıza gösterecek noktaya kadar itileceği anlaşılmaktadır.

Geçtiğimiz yıl, uzun bir süredir kaldığı yurtdışından, AKP tarafından getirilen bölücü emellere sahip bir şahsiyet tarafından, PKK’nın devlet tarafından kurulduğu ithamları ve silahların gömülmesine dair söz ya da yayınlar hep bu konseptin birer parçası olarak karşımızdadır.

Hatırı sayılı bir zamandır devrede olan sözde iyi ve masum PKK’yla, kötü ve kanlı PKK ayrımı yeniden malum çevrelerce ısıtılmaktadır.

Hatta AKP’nin ekranlardan eksik olmayan bir yöneticisi de, bölücülük korosunun sesi en çıkan simalarından birisi olarak dikkat çekmektedir.

Kime ve hangi odaklara hizmet ettiği meçhul olan her devrin görünen yüzü, PKK’nın derin devlet desteğinde kurulmuş bir örgüt olduğunu ileri sürebilecek kadar bilincini kaybetmiştir.

Benzer sözlerin, sözüm ona Kandil’le çekişme içinde bulunan bazı bölücüler tarafından kararlılıkla gündemde tutulması, çok geniş bir planın işlediğini bize kanıtlamaktadır.

Bir an için farz edelim ki, madem PKK devlet yapılanmasıdır, bu kapsamda bunun delilleri nerededir ve nerelere gizlenmiştir?

Bu iddia sahipleri, ellerinde konuyla ilgili belge veya bilgi var da bunu aziz milletimizden saklıyorlarsa, o takdirde yabancıların menfaatini gözeten kiralık zihniyetler olarak anılmaktan yakalarını kurtaramayacaklardır.

Yok eğer, iddialarına dayanak teşkil edecek bir bilgi veya kanıt bulunmadan, belirli maksatları gözeterek; kulaktan dolma haberlerle, uydurma bilgilerle ve imal edilen yalanlarla, bölücü terör örgütünü devletle irtibatlandırıyorlarsa, müfteriliğin bile kendileri için nazik bir tanımlama olacağını bilmeleri kendilerinin hayrına olacaktır.

Şayet bu görüşün tarafları, şereflerini ve haysiyetlerini iki paralık etmek istemiyorlarsa, sözlerinin muhteviyatını ve kaynağını bir an önce itiraf etmeli ve açıklamalıdırlar.

Devleti PKK’yla aynı noktaya getirmek ve bölücü terör örgütünü Türkiye Cumhuriyeti ilişkilendirmeye çalışmak aşağılık bir tertibin ve alçakça yürüyen bir organizasyonun işi, işlemi ve ürünüdür.

Tam da burada, şu sorular ister istemez kafamıza takılmakta ve aklımıza gelmektedir:

  • 2002 yılındaki sıfır terör noktasından bugüne nasıl gelinmiştir?
  • İnsan gücü, lojistik imkânları, potansiyeli ve propaganda kanalları darbe üstüne darbe yine bölücü örgüt, nasıl olmuştur da dokuz yıllık AKP döneminde küllerinden yeniden dirilmiştir?
  • Peki, Türkiye’nin küresel hedefler paralelinde bölünmesi amacıyla, PKK’nın tekrar ayağa kaldırılması mı gerekmiştir?
  • Bunun için de PKK’yla AKP arasında bir rol ve görev paylaşımı mı yapılmıştır?

Geride kalan yıllara baktığımızda, bölücülüğün; AKP teneffüsü ile ayağa kalktığı, terörü tırmandırdığı, dayattıkça aldığını görünce de daha fazla hunhar eyleme müracaat ettiği anlaşılmaktadır.

Bu yüzden durmak bilmeyen etnik bölücülük, AKP’nin sağladığı korunaklı ortamda gemi azıya almış; iki gün önce idrak ettiğimiz Misak-ı Milli’nin 92. Yıldönümünü karşıladığımız bir süreçte, vatanımızın bir bölümünü, asırları aşan emperyalist mihrakların yönlendirmeleriyle Kürdistan olarak nitelendirmiştir.

Nitekim iktidar bölücü teröre, belki de tarihinde ilk defa kazanacağı, başarı sağlayacağı umudunu vermiştir.

Bu itibarla, AKP zihniyeti, PKK’nın devlet projesi olduğundan daha çok, kendisinin bölücülüğü nasıl canlandırdığını ve Türkiye’yi nasıl bir uçurumun eşiğine getirdiğini görmeli ve biraz insafı ve inancı varsa bunun kaygısına düşmelidir.

Bildiğiniz gibi, AKP’li yıllar boyunca, bölünmenin servisini yapan bazı sivil toplum unsurları ile köksüz, kimliksiz ve zihni esaret altına alınmış sözde aydın, gazeteci, yazar taife vasıtasıyla, kamuoyu oluşturulmuş ve bölünmüş Türkiye’nin çeşitli platformlarda tartışılması sağlanmıştır.

Özet olarak diyebiliriz ki, bölücü taleplerin, PKK görüşlerinin yeni anayasa içinde şekillenmesini sağlamak, milli kimliğimizin çökertilmesi umuduyla her türlü çaba ve çalışma gösterilmiş ve gösterilmeye de devam etmektedir.

Yeni dönemde demokratikleşme adı altında, özellikle ana dilde eğitim ile terör suçlularına hafifletilmiş af ve yerel yönetimlere özerlik imkânları konusu da gündeme gelebilecektir.

Görüyorsunuz, bu kadar tahribata rağmen, hükümet anlayışı ne yaptıysa bu aziz vatanı bölememiş, büyük milletimizi etnik kimlikler arasında bölüştürememiş, kardeşlik hukukunu hala tam olarak gasp edememiştir.

Başbakan Erdoğan, bölücülük dozajını arttırmak istiyorsa, organik bağ içinde olduğu BDP’den daha fazla yardım ve istekte bulunabilmesinin önünde de şimdilik bir engel görülmemektedir.

Ne var ki AKP ile BDP arasındaki var olan uyum ve eşgüdüm henüz somut bir neticeye ulaşamamıştır.

Kurulan bölücülük ittifakı tüm zorlamalara ve tuzaklara rağmen istediği sonucu çok şükür elde edememiştir.

Kararlılıkla söylemek isterim ki, bu vatanın her karışı kutsaldır ve Türk milletin helali ve ayrılmaz bir parçasıdır.

Bölünme ve ayrılma rüyası görenler, kâbusla uyanacaklarını iyi bilmelidirler.

Bin yılda karılan bu harcı ayrıştırmaya, bin yılda kökleşen bu çınarı yıkmaya ve bin yılda oluşan bağları kırmaya kimsenin gücü yetmeyecektir.

Adalet ve Kalkınma Partisi temel tercihini artık yapmalıdır.

Kimin yanında durduğunu, kiminle işbirliğini yaptığını açıklamalıdır.

Ya PKK, EOAK ve ASALA zihniyetlerinin hedeflerine hizmet ederek Türk tarihinin kara bir lekesi olarak hatırlanacak, ya da milletimizin hak ve varlık hukukunu savunarak gönüllerde kalıcı olacaktır.

Her türlü sonucuna katlanacağı için seçim ve takdir hakkı AKP’nindir.

Parti olarak, yapılacak yeni anayasanın milli kimliğimizden, milli ve üniter devlet yapımızdan, bin yıllık kardeşlik duygusundan taviz vermeden hazırlanması için elimizden gelen tüm demokratik imkânları kullanacağımızdan herkes emin olmalıdır.

Bölücülüğü masumlaştıracak, PKK militanlarını affedecek ve İmralı Adası’nı yazlığa dönüştürecek her teklife de sonuna kadar kapalı ve uzak olacağız.

Hükümetin timsah gözyaşları döken kuşkulu siması, ne kadar uğraşsa da, ana dilde eğitim taleplerinin önünü açacak her girişime aşılmaz ve geçilmez milli bir duvar olacağız.

Ve direneceğiz, dayanacağız, vazgeçmeyeceğiz; Türk milletinin birlikte yaşama ülküsünü inşallah zayıflattırmayacağız.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Son günlerde cereyan eden gelişmelerin birbiriyle yakın ilgi ve ilişkileri olduğu şüphesizdir.

Diyarbakır İçkale’de, restorasyon çalışmaları nedeniyle yapılan kazılar sonucunda kemik ve kafataslarına ulaşılması yeni bir tartışmanın ve cepheleşmenin fitilini tutuşturmuştur.

Bu kapsamda koparılan gürültünün, yapılan suçlamaların iyice zıvanadan çıkmaya başladığı görülmektedir.

Bulunan cesetlerin, faili meçhul cinayetlere kurban gittiğine dönük yaygara ve yaklaşımlar abartılı bir şekilde çoğalmıştır.

Üzerinde ittifak sağlanması gereken husus, eğer ortada bir cinayet varsa bunun ortaya çıkarılması, failleri tespit edilirse de gereğinin yapılmasıdır.

Milletimizi meşgul eden bu konunun tüm boyutlarıyla aydınlatılması, gerçekler ne ise üzerine gidilmesi gerekmektedir.

Neresi şüpheli görülüyorsa oranın incelenmesi, kazılması, adli ve tıbbi sürecin tamamlanması elzem hale gelmiştir.

DNA testleri başta olmak üzere, her yola başvurulmalıdır.

AKP zihniyetinin nasıl olsa 326 kişilik Meclis çoğunluğu elindedir.

Bu itibarla bahaneyle geçireceği, savsaklayacağı bir anı bile yoktur.

Faili meçhul olarak görülen tüm kuşkuların kararlıkla irdelenmesi ve sonuçlandırılması bir zorunluluktur.

İsveç’ten, kazılacak yerlerin adreslerini ifşa eden provokatör ve yabancı servis figüranlarının ülkemize getirilmesi acilen sağlanmalı ve bunlara yönelik gerekli yaptırım hayata geçirilmelidir.

Faili bilinmeyen, belirsizliğe mahkûm edilmiş cinayetler ve ilişki ağları açığa çıkarılmalı ve netleştirilmelidir.

AKP hükümeti, kendince, sözde demokratikleşmeden özgürleşmeye, vesayetten demokrasi açığına kadar her meseleyi gündemine almıştır.

O halde, faili meçhul karmaşasını ve kaosunu da çözmeli ve üstesinden gelmelidir.

Türk milleti bu kazı siyasetinden ve anormal boyutlara ulaşan dengesiz ve kontrolsüz gelişmelerden yorulmuştur.

Özellikle durumun hassasiyetini fark edemeyenlerin; etseler de umursamayanların, televizyon ekranlarındaki ifşaatları ve izansız tespitleri çok kritik bir aşamaya gelindiğini göstermektedir.

Bu kanaat sahiplerinin uzman ve bilen sıfatıyla medyaya çıkarılması da sorumsuzluğun ta kendisidir.

Kazılardan çıkarılanların ne olduğuna ve arkasındakilerin nelerden ibaret bulunduğuna; İstanbul’dan, Ankara’dan hükmeden bu gafillerin, soruşturma sürecinin sonuçlanmasını beklemeleri en sağlıklı olanıdır.

Zihinleri bulandıran açıklamalar ve belirli bir amaç kapsamında yapılan yorumlar, terörle mücadelenin seyrini olumsuz etkilemenin yanı sıra, somut bir delil olmadan devletin baskı altına alınmasına da yol açmaktadır.

Meselenin manidar bir başka tarafı ise, AKP hükümeti döneminde kazılmadık yer bırakılmamış, geçmişin yargılanması için her fırsat değerlendirilmiştir.

Şu gerçeklerin muhatapları tarafından hiç unutulmaması makul, mantıklı ve doğru olacaktır.

Bu aziz vatanın her yerinde kefensiz kahramanlar yatmaktadır.

Bu sayede üzerinde yaşadığımız toprak parçası bize yuva olmuş, vatan haline gelmiştir.

Arkeolojik kazılarla sonuç ve müsebbip aramaya çalışan AKP zihniyeti, atacağı adımlara toprağın altından bahaneler bulmaya, yapacağı işlere gerekçeler oluşturmaya çalışmaktadır.

Bu konuda ille de kararlılık var ise, buradan kazı ve kazma siyasetini yürüten AKP anlayışına sormak isterim ki;

  • Bundan sonra Çanakkale’yi de kazmayı aklınızdan geçiriyor musunuz?
  • Dumlupınar’ı, Sakarya’yı da gündeminize alacak mısınız?
  • Malazgirt’e ve Çubuk’a da kazı ekibi gönderecek misiniz?
  • Ermeni çetelerinin katlettiği vatan evlatlarının sere serpe yattığı yerlere de iş makineleri sevk edecek misiniz?

Peki, iş buraya geldiğine göre, bu kahramanların haklarını da arayacak mısınız?

Yarın Mahşer Gününde, şehitlerimizin failleriyle girdiğiniz sarmaş dolaş halinizi nasıl anlatacaksınız?

Bu son kazılarla ortaya çıkan manzaranın, ülkemizin zaaf içinde bulunan huzurunu daha fazla bozmamasını temin etmek hükümetin en öncelikli görevleri arasındadır.

Hatalardan dersler çıkarılması, hukuk dışı faaliyetlerden sakınılması bizim en büyük dileğimizdir.

Ancak kazılarda bulunan her şeyin suçunu devlete yıkmak ve siyasi çekişmelere alet etmek; hem rahmete kavuşanların ruhlarına eziyettir hem de aramıza sokulan nifaktır.

Bu itibarla herkes konu üstünde konuşurken dikkatli olmalı ve ağızlarından çıkacak sözlerin nerelere ulaşacağını iyi hesap etmelidirler.

 

Muhterem Milletvekilleri,

Konuşmama son vermeden önce, tarım kesimiyle ilgili bazı tespit ve düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Hepinizin şahit olduğu üzere, ülkemiz son günlerde yoğun kar yağışına sahne olmuştur.

Bu nedenle 2012 yılıyla ilgili kuraklık beklentileri de ortadan kalkmış ve mevsimsel gelişmeler çiftçilerimizin yüzünü güldürmüştür.

Kar yağışı, ekili ve dikili arazilere hayat vermiş, umutları tazelemiş ve kötümser bakışları yenmiştir.

Dileğim, çiftçilerimizin ektiklerinden daha fazlasını almaları ve hiç olmazsa bu hasat döneminde mutlu olmalarıdır.

Tarımın hem ülkemiz ekonomisinin gelişmesinde, hem de kaliteli, güvenli ve sürdürülebilir gıdaya ulaşılmasında çok önemli bir yeri vardır.

İmalat sanayimiz, enerji, ulaştırma ve hizmetler sektörümüz açısından tarım tartışma götürmez pazar niteliğine sahiptir.

Tarımsal girdiler sanayide hala ihmal edilemeyecek boyutta kullanılmaktadır.

İç ticaretimizde ise tarımsal ürünlerin payı dikkate değer bir seviyededir.

Ayrıca tarımın toplam ihracat içindeki payı 2001 yılında yüzde 15,2 iken,2011 yılında bu oran yüzde 13,3’e gerilemiştir.

Bu veri bile başlı başına, tarımsal üretimdeki sorunları, basiretleri kapanmamış olanlara berrak bir biçimde gösterebilecektir.

Bununla birlikte, geçtiğimiz yıl tarım sektörü ihracat artışında, hayvansal ürünler, yüzde 47,73’lük yükselişle ilk sırada yer almıştır.

Ancak dile getirdiğim bu hususlar meselenin yalnızca dış yüzeyini göstermektedir.

Asıl ve esas olarak, tarımsal alanda var olan problemler gün geçtikçe artmakta ve yaygınlaşmaktadır.

Son nüfus sayımına göre, toplam nüfusun yüzde 23,2’si belde ve köylerde yaşamaktadır.

Sayıları 17 milyonu aşan bu kardeşlerimizin sorunları fazlalaşmış ve içinden çıkılmaz bir hale gelmiştir.

Kaldı ki, il ya da ilçe merkezlerinde oturup da, çiftçilik yapan kardeşlerimiz az değildir.

Çiftçilerimiz çileli ve zor şartlar altında yaşamaktadır.

Başbakan Erdoğan’ın büyüyen milli gelirinden, çiftçilerin payına düşen nedense çok düşük miktarlardır.

Üreten, diken, büyüten, sulayan, yetiştiren, ulaştıran çiftçilerimiz emeklerinin, alın terlerinin karşılığını alamamaktadır.

Hala gübre pahalıdır.

İlaç, tohumluk ateş pahasıdır.

Çiftçimiz neredeyse mazot parasına, girdi maliyetlerini karşılamak adına çalışmaktadır.

Pulluk, mibzer gibi tarım makinelerinin fiyatı gittikçe artmaktadır.

Traktör almak için ise, çiftçimiz, neyi var neyi yoksa ipotek ettirmektedir.

Kışın köylerimiz bitkin, bezgin ve karanlıktır.

İhtiyaçları karşılamak amacıyla pazarlara aydan aya bile zor gidilmektedir.

Kahvehaneler dolup taşmakta, dertler birikip yığılmaktadır.

Çaylar bile veresiye içilmekte, sevgiler ve kavuşmalar köylerimizde hep ertelenmektedir.

Çiftçi kardeşim yazın hasattan elde edeceği gelirle veya geciktikçe geciken pancar parasının umuduyla hayaller kurmaktadır.

Davos’ta anlatılan Türkiye tablosundan ve görüntüsünden ortada eser yoktur.

“Kıskananlar çatlasın, dünya bizi örnek alsın, dün Avrupa’nın hasta adamıydık, bugün ders veriyoruz” gibi sözlerin ne karşılığı ne de inandırıcılığı vardır.

Şu ibretlik çelişkiye bakınız ki, birkaç yıl önce Davos’u terk edenler, bugün sanal tablolar eşliğinde ekonomi dersleri verir duruma gelmişlerdir.

Ancak Avrupa’ya, AKP tarafından örnek gösterilen ekonomik mucize ve zenginleşme masalı ne hikmetse çiftçimize, köylümüze yansımamıştır.

Esasında zenginleşen Türkiye olmayıp; ekonomiye bir katkıda bulunmaya, emek sarfetmeyen ve devletin sağladığı imkânlara bel bağlayan AKP zihniyetinin ihtiraslı vurguncularından başkası değildir.

Üzülerek ifade etmeliyim ki, ekonomik güvensizlik ve çaresizlik köylerin ruhuna nüfuz etmiştir.

Ayrıca hayvancılık eski tadını vermemekte, ithal et, üreticilerimizin neşesini kaçırmaktadır.

AKP hükümeti tarafından ne kadar görmezden gelinse de, çiftçisi memnun ve rahat olmayan bir ülkenin gelişmişlik skalasında sıçrama göstermesi ve başarı hikâyelerine konu olması söz konusu bile olmayacaktır.

Çiftçimiz ürününün para etmesini istemektedir, ki bu son derece meşru ve yerine getirilmesi gereken bir mecburiyettir.

Çiftçimiz sırtındaki yüklerinin alınmasını, girdi maliyetlerinin azaltılmasını dilemektedir. Başka türlüsünü de düşünmek mümkün değildir.

Kısaca söylememiz gerekirse, çiftçimiz insanca bir yaşam istemektedir. Hak ettiğini almak, çalışmasının karşılığına ulaşmak düşüncesindedir.

AKP hükümeti ise, bu talepleri yerine getirmekle yükümlü olup, bundan sonra çiftçimizin müsamahasının olmayacağını bugünden idrak etmesi lazımdır.

AKP’yi getiren çiftçimiz, götürmesini de çok iyi bilecek ve bu gidişle bunu da kesinlikle yapacaktır.

Görülen gerçek budur ve tüm gelişmeler buna işaret etmektedir.

Bu duygu ve düşüncelerle, konuşmama son verirken, hepinizi bir kez daha sevgi ve saygılarımla selamlıyor; sağlık, başarı ve mutlulukla dolu bir hafta geçirmenizi diliyorum.

Sağ olun, var olun.