Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin,
Değerli Milletvekilleri, Muhterem Misafirler, Sayın Basın Mensupları, Haftalık olağan Meclis grup toplantımıza başlarken, hepinizi en içten duygularımla selamlıyor, saygılarımı sunuyorum. Konuşmama, Aydın Buharkent Belediye Başkanımız Kadri Ölçenoğlu’nun, görevi başında geçirdiği bir rahatsızlık sonucunda, aramızdan ayrılmasından duyduğum derin üzüntüyü ifade ederek başlamak istiyorum. Bu vesileyle aziz dava arkadaşım merhum Kadri Ölçenoğlu’na Cenab-ı Allah’tan rahmet; ailesine, Buharkentli vatandaşlarıma ve camiamıza sabır ve başsağlığı diliyorum. Bildiğiniz gibi, dün itibariyle, ilk ve ortaöğretim çağındaki 17 milyona yaklaşan evladımız, ara dönem tatilinden sonra eğitimlerine kaldıkları yerlerden başlamışlardır. Bununla birlikte, 3 Şubat tarihinde ataması yapılan 16 bine yaklaşan öğretmenimiz de, bu eğitim döneminde görevlerinin başında olacaklardır. Elbette bu durum sevindirici bir gelişme olsa da, hala atanamama çilesi çeken öğretmenlerimizin varlığı göz önüne alındığında, ortaya çıkan manzaranın yeterli ve doyurucu olmayacağı anlaşılabilecektir. Beklentimiz, atanamayan öğretmenlerin var olan sorunlarının bütünüyle ve kökten çözülmesi, taleplerinin cevap bulması ve eğitim kadrosunun güçlendirilmesidir. Konunun zamana yayılarak, öğretmenlerimizin atanamama sıkıntılarına bigâne kalınması ise hiçbir şekilde kabul etmeyeceğimiz bir durum olacaktır. 2011-2012 eğitim ve öğretim yılının ikinci yarısında, tüm öğrencilerimize ve öğretmenlerimize başarılar diliyor, aileleriyle birlikte huzur ve mutluluk temenni ediyorum.
Muhterem Arkadaşlarım, Malumlarınız olacağı üzere, AKP iktidarının yanlı, maksatlı ve gizli hedefleri gözeten uygulamaları, çarpık ve çapsız politikaları ülkemizi gerilim yumağı haline getirmiştir. Siyasal ihtirasın gayya kuyusuna düşen hükümetin peşi sıra neden olduğu skandallar, tahribatlar ve talanlar ülkemizi iyice içinden çıkılmaz bir alana itmiştir. Biliyor ve görüyoruz ki, AKP, vizyonsuzluğunun, milli değerlere karşı tahammülsüzlüğünün ve düşmanlığının gereğini her fırsatta yapmış, her şartta göstermiş ve her ortamda ispat etmiştir. Türkiye bu hilkat garibesi siyaset tarzıyla, huzursuzluğun ve krizlerin eşiğinde sürekli sınanmış, enerjisi ve heyecanı israf edilmiştir. Cumhuriyet’e diş bileyenler, Türk milletinin bir ve bütün olmasından dolayı uykuları kaçanlar, AKP çatısı altında toplanarak hücumlarını arkası arkasına tertip etmişlerdir. Ne hazindir ki, bu nifak siyaseti ileri demokrasi uydurmasıyla tarihimizi kamplara ayırmakta ve sanık sandalyesine oturtmak için her çirkin yola müracaat etmektedir. Dersim isyanıyla ilgili gelişmeler bunlardan birisidir. Başbakan Erdoğan bizim Dersim konusunun açılmasından rahatsızlık duyduğumuzu dillendirirken, bilmeden çok doğru bir noktaya temas etmiştir. Evet, çok haklısınız Sayın Başbakan, biz Dersim isyanını bastıran kudrete katliamcı demenizden ve isyan elebaşlarına hadlerini bildiren cesareti katliamla ilişkilendirmenizden dolayı son derece rahatsızız. Gerçekler ayan beyan ortaya çıkmıştır ki, AKP, Cumhuriyet’e ait ve dair ne varsa karşısına almakta ve hırpalamaktadır. 89 yıllık birikim, zenginlik ve derinlik yıpratılmakta; anlam ve değer kaybına uğraması hedeflenmektedir. Karşımızda çok sinsi ve bir o kadar da tehlikeli süreç devamlı olarak ilerlemekte ve milli emanetleri kuşatmaktadır. Bunun içindir ki Türkiye; geriye gidişin, 29 Ekim 1923 tarihinde girdiği tarihsel güzergâhtan sapmanın yoğun emareleri ile yüz yüzedir. Bugüne kadar hasıraltı edilmiş, sumen altına itilmiş ve geri planda tutulmuş ne kadar kin ve garez varsa, AKP eliyle devreye sokulmuş ve mesafe alması sağlanmıştır. Bu zihniyet algısıyla birlikte, çirkeflik adım adım güçlenmiş, çamur siyaseti hızla zemin bulmuş, iftira ve hakaret virüsü salgın haline gelmiştir. Yıkımın kıvılcımlanması, çözülmenin kamçılanması ve çaresizliğin kanıksanması herkesin gözü önünde gerçekleşmiş ve aşama aşama genişleyerek vahim boyutlara ulaşmıştır. Meselenin içimizi acıtan ve yakan en bariz tarafı da, AKP’nin, Cumhuriyet’in temellerine alenen ve hiçbir korkuya kapılmadan suikast düzenlemesi olmuştur. Diyebiliriz ki, bölücülük kazanı küresel güçlerin beslemeleri tarafından ateşlenmiş ve aziz millet hazinesi burada buharlaşmaya terk edilmiştir. Batı’nın atına binerek BOP’un kılıcını sallayanların gerçek yüz ve niyetleri bu şartlar altında daha da görünür ve hissedilir hale gelmiştir. Dikkatlerden kaçmayan en kritik husus ise, iktidar anlayışının, ustalık dönemi diye isimlendirilen üçüncü dört yıllık dönemin ilk etaplarında, maskesini indirerek asıl gündemini sergilemeye başlamasıdır. Bunlardan ilki hiç şüphesiz, milletimizle bütünleşmiş milli bayramlar ve bu çerçevede düzenlenen kutlama törenleriyle ilgili son gelişmelerdir. 23 Nisan, 30 Ağustos ve 29 Ekim’in etrafının sarılmasından sonra sıra Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a çıkış tarihine gelmiştir. Bildiğiniz üzere, yalnızca sıfatında millilik vasfı kalan Eğitim Bakanlığı, 19 Mayıs törenlerinin Ankara dışındaki illerde anılmasının önüne geçmiş ve sorunlu bir karara imza atmıştır. Başbakan Erdoğan ise, “19 Mayıslarla, milli bayramlarla ilgili yönergeyi bizden önce yapmışlar. Bunu farklı yönlere çekmenin de anlamı yok. Vatan ve millet sevgisini sizden öğrenecek değiliz.” diyerek içine girdiği bulanıklığı ve kafa karışıklığını açıkça ispatlamıştır. Bilahare, bizim, kendilerinin millet ve vatan sevgisini, memleket sevdasını ölçecek kalibrede olmadığımızı dile getirmiştir. Doğrudur, biz Sayın Başbakan’ın ve zihniyetinin vatan ve millet sevgisini ölçecek kalibrede değiliz. Çünkü biz, olmayan bir şeyi ölçecek durumda ve seviyede değiliz. Netice itibariyle, 19 Mayıs törenlerinin; öğrencilere ve ailelerine sözde külfet getirmesi, eğitim ve öğretim sürecini olumsuz etkilemesi ve soğuk hava şartları gibi bahanelere sığınılarak kısıtlanması planlanmıştır. Elbette bunlar, AKP’nin kendi ucube görüşü olmakla birlikte, yanlışı savunmaya dönük mazeret kurgusundan öte bir anlam taşımayacaktır. Şurası üzeri örtülemeyecek kadar açık bir gerçektir ki, 19 Mayıs kutlamalarından rahatsızlık duyulmasının gerisinde 29 Ekim 1923 tarihine dönük kızgınlık bulunmaktadır. Bu milli bayramımızın kutlanmasını engellemek, boş ve mesnetsiz mazeretlerle alanını daraltmak olsa olsa, 19 Mayıs ruhunu, idealini ve hedeflerini etkisiz kılmakla bir ve eş değerde olacaktır. Bilinmelidir ki, 19 Mayıs, esarete karşı dik duruşun, işgale karşı direncin ve millet varlığını yaşatma konusundaki tavizsiz kararlılığın bir özetidir. Bandırma Vapuru’nun özgürlük seferi, Cumhuriyet’e giden yolculuğun müjdesi ve düşman tasallutuna başkaldıran gücün maviliklerden süzülerek son yurdumuzu kurtarma ilanı ve inancıdır. 19 Mayıs, hakkına ve hayat alanlarına kast edilen büyük milletimizin ayağa kalkışı, silkinişi ve uyanışıdır. Mahrumiyetten varlığa, ölümden hayata, zindandan ışığa çıkıştır, erişmedir ve ulaşmadır. Bu kutlu tarih; demokrasinin, millet hâkimiyetinin ve iradesinin tecelli edeceğinin habercisi ve öncüsüdür. Nihayetinde 19 Mayıs, vatanımızda ilelebet var olma yemininin bir sonucu, kendi geleceğimiz üzerinde kanlı ve emperyalist emellerin asla tutunamayacağının bir bildirisidir. Bahsetmeye çalıştığım bu ilkeler dışındaki her beyan ya da girişim; bu tarihi hamleyi çarpıtmak, içini boşaltmak, basit ve güdük önerilerle manasını ve mesajlarını geriletmek anlamına gelecektir ki, takdir edeceğiniz üzere bizim bunu görmezden gelmemiz söz konusu bile olmayacaktır. Bizim nazarımızda, kurtuluş mücadelesinin mehabetini ve muhteşemliğini sarsmaya dönük her niyet sahibi, dünkü işgal kuvvetlerinin bugüne yansıyan bakiyesidir, artığıdır ve geride kalan kalıntısıdır. Bu itibarla 19 Mayıs kutlamaları, milli mücadelenin hatıralarda yaşatılması ve sahiplenilmesinin doğal bir neticesi ve yeri dolmayacak bir zorunluluğudur. Bunun hilafına kim fikir ve düşünce serdediyorsa, bilsin ki artniyetlidir, kötülüğün ve küstahlığın bizzat kendisidir. Milli bayramları güncellemekle uğraşanlara sormak isterim ki;
Sayın Cumhurbaşkanı, Sayın Başbakan Türkiye’yi nereye götürüyorsunuz? Nereye çekiyorsunuz? Ve kimlerin menfaatini gözetiyorsunuz? Emin olun ki, dün 19 Mayıs’tan kim rahatsızlık duyuyorsa, bugün de aynı zihnin ve düşüncenin mümessilleri ve varisleri iş başındadır. 19 Mayıs’a, Cumhuriyet’e ve Türk milletine karşı hazım zorunu yaşayan kim varsa, bugün küllerinden yeniden dirilmiştir. Cumhuriyet’in ilanıyla sinen, ihanetin kuytusuna çekilerek mevcudiyetini tahkim etmenin yollarını arayan densizler, ahlaksızlar; bir kez daha hesaplaşmak adına başlarını kaldırmışlar ve kaybettikleri mevzileri elde etmek için faal duruma geçmişlerdir. Her geçen gün ivme kazanan hezeyanları “sessiz devrim” diyerek selamlayanlar, “Kuzey Kore olmaktan kurtuluyoruz” sözleriyle alkış tutanlar pek tabiidir ki, bugünün Ali Kemalleri, hıyanetten dolayı yüzlerinde ak kalmayan şahsiyetsizleridir. Ancak birlik ve beraberliğimizin teminatları arasında yer alan, bizi birlikte bir millet yapan; acıyı, sevinci ve geleceği birlikte adımlamamıza vesile olan günleri, yıldönümleri elimizden almaya elbette her şeyden önce büyük Türk milleti izin vermeyecektir. Sömürgeleşmiş beyinleriyle, zapt edilmiş benlikleriyle, çevrelenmiş bilinçleriyle ufkumuzu perdelemeye çalışanlar, köhnemiş ve sefil düşmüş biçareler aradıklarını; önce Allah’ın izniyle, sonra da aziz milletimizin imrenilecek iradesinin engellemesiyle kesinlikle bulamayacaklardır. 19 Mayıs’ı akıllardan silmeye, gönüllerden silikleştirmeye, vicdanlardan sürmeye kimsenin gücü ve dermanı da yetmeyecektir.
Değerli Milletvekilleri, AKP’nin sahnelediği oyunların bir diğer hedefinde ise Andımızla birlikte Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi yer almıştır. İlave olarak İstiklal Marşı’nın, başkent Ankara’nın ve Cumhuriyet rejiminin pusuya yatmış ihanet lobileri tarafından hedefe konulduğu anlaşılmaktadır. AKP’nin medyadaki kin kusan yüzü, izan ve insaf fukaralığıyla malul siması görevlendirilmiş sömürge komiseri gibi hareket ederek, önüne gelen milli kıymete zehir saçmaktadır. Ne tesadüftür ki, AKP menşeli düzeysiz polemikler, vahamet derecesi yüksek teklifler, milletimizin kabullerine hançer vuran arsızlıklar, manidar bir şekilde hep belirli ağızlardan çıkmaktadır. AKP’den çıkan çatlak sesler, bozuk ve aksak nefesler, Türkiye’nin gündemini karartmak ve kapatmak için sanki özel olarak görevlendirilmiş gibidirler. Bu kapsamda, Gençliğe Hitabe ve Andımız üzerinden servis edilen proje ve kanaatler bir hayli etkinlik kazanmıştır. AKP’nin görevli beyanatçısı, Gençliğe Hitabeyi tartışmak lazım diyerek, durduk yerde yeni bir çekişmenin ve kutuplaşmanın kurdelesini kesmiştir. Öncelikle ifade etmek isterim ki, tartışmamız gereken Gençliğe Hitabe değil, AKP’nin seviyesizlikleri, sevimsizliği, Hürriyet ve İtilafçılıkla örtüşen şaibeli karakteridir. Dünün milli mücadelesinin önüne taş koyan, düşman süngülerine siper olan, teslim bayrağını kaldırarak son vatanımızı peşkeş çeken Hürriyet ve İtilaf’çı çürümüşlük AKP’de tekrar vasat bulmuştur. Açık bir şekilde söylemek lazımdır ki, AKP Damat Ferit’in izinden, Milliyetçi Hareket de Mustafa Kemal’in felsefesinden feyiz almaktadır. Bu nedenle, AKP sözcüleri tarafından ifşa edilen; “Atatürk’ü kanunla sevdiremezsiniz, Atatürk’ü koruma kanunu ne büyük hüsran ve garip bir durum. Peygamberi bile koruma kanunu yok.” sözlerinin esasen yadırganacak bir tarafı olmayacaktır. Hemen söylemelim ki, Peygamber efendimizin, rahmet ve mağfiret elçisinin böylesine çapsız, düşük ve beyhude tartışmalara konu edilmesi günah ve ayıptır. Nitekim aziz peygamberimizin manevi ihtişamının korunması için; iman ve hayranlık dolu yüreklerimiz, hidayet parıltısıyla aydınlanmış kalplerimiz ve kutlu tebliğini ne pahasına olursa olsun yaşatma konusundaki azmimiz kâfi gelecektir. Bunları anlamayan, anlasa da itiraf edemeyen, siyasetin dar labirentlerinde zekâlarını, idraklerini kaybetmiş biçarelerin yüce değerlerimizi kısır gündemlerine alet etmeleri tam bir sorumsuzluk örneğidir. Diğer taraftan, Türk milleti Atatürk’ü de kanunlarla sevmemiş ve sahiplenmemiştir. Sorarım sizlere, Türk milletinin önüne, geriye dönmeyi aklından geçirmeden düşen, baskı ve zulmü def etmek için olağan üstü emek ve mücadele gösteren bir kahramanı sevmek için kanuna mı ihtiyacımız vardır? Yıkım sözcüsü ve öncüsü şahsiyetler milli figürlerimizin, abidevi şahsiyetlerin kanunla sevildiğini nasıl ve hangi mantıkla ağızlarından çıkarabilmektedir? Böylesi bir yargıya varabilmek için, eğer varsa kökünden ve gerçeklerinden kopan bir zavallı olmak yeterli olacaktır. Bu zihniyetin Mustafa Kemal’in “Gençliğe Hitabe”sinden de, okullarımızda okutulan “Andımız”dan da rahatsızlık duyması fıtratına ve mizacına uygundur. Toptancı ve kolaycı yaklaşımlara esir olmuşlara bu anlayışa göre, milli mücadele dönemlerini anımsatan ne varsa kötü ve kabul edilemezdir. Bu çevrelerce, her milli değeri sulandırmak, sorgulamak ve gözden düşürmek yerinde olacaktır. Eğer bu da yeterli olmazsa, Türk milletinin; nefes almasından, son vatanında bulunmasından ve var olduğunda dolayı sorguya ve sigaya çekilmesinde de bir sakınca bulunmayacaktır. Yetmez ama, evet deniliyorsa; oldu olacak, cansız bir vatan, kansız ve ruhsuz bir millet olalım, malum çevreler de rahata ersin, himayesi altında bulundukları da özlemlerine kavuşsun. İsterseniz ve takdir buyurursanız, emperyalist müzayede yoluyla şerefimizi, haysiyetimizi ve mukadderatımızı da devredelim ve her şeyden vazgeçerek topyekûn yok olalım. Bu mudur istedikleriniz? Bunu mu söylemeye ve kast etmeye çalışıyorsunuz? İçinden geçtiğimiz devrin siyasi galipleri, size sesleniyorum, size soruyorum; nedir maksadınız? Bize neyi anlatmaya, neyi kabullendirmeye ve neyi göstermeye çalışıyorsunuz? Sizin, bu milletin değerleriyle, birliği ve kutsal emanetleriyle alıp veremediğiniz nedir? Aziz Türk milleti, yüzde 50’lik oy desteğini size; dağılalım, bölünelim, parçalanalım ve geçmişimizden kopalım diye mi verdi? Bu nasıl bir körlüktür, bu nasıl bir tamahkârlıktır ve bu nasıl bir gözü dönmüşlüktür? Sayın Başbakan, ustalık dönemi laflarından, Türkiye’yi küresel güçlere teslim etmeyi mi kast ediyorsunuz? Türk milletini; yabancı emellerin uşağı, Haçlı hedeflerin odağı ve kanlı senaryoların budağı yapmayı mı istiyordun?
Değerli Arkadaşlarım, İşte bunlardan dolayı başımıza gelecekleri öngören bir basiret dehasıyla Gazi Mustafa Kemal Atatürk Gençliğe Hitabesini kaleme almış ve Türk Gençliğine hediye etmiştir. Kendisi Gençliğe Hitabeyi aynen şu sözlerle geleceğin milli zihinlerine miras olarak bırakmıştır: “Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen ulusal yıkımların yarattığı uyanıklığın ve bu sevgili yurdun her köşesini sulayan kanların karşılığıdır. Bu sonucu Türk gençliğine armağan olarak bırakıyorum.” Bu yüzden, birinci vazife olarak, Türk istiklalini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet muhafaza ve müdafaa etme konusunda öğüt vermiştir. Mevcudiyetimizin ve istikbalimizin yegâne temeli olarak bunu işaret etmiştir. Ve bunun en kıymetli hazine olduğuna vurgu yapmıştır. Sanki bugünleri görmüş gibi, bu hazineden mahrum etmek isteyecek dâhili ve harici bedhahların olacağını o günlerden ikaz etmiştir. Daha vahim bir durum olarak da, memleketimizin dâhilinde, iktidara sahip olanların gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde olabileceklerini ifade etmiştir. Bu güruhun, şahsi menfaatlerini, istilacıların siyasi emelleriyle birleştirebileceği konusunda da hepimizi, hayrete düşüren bir tespit maharetiyle uyarmıştır. Bu ayakları yere basan ve isabetli teşhislerden dolayı “Gençliğe Hitabe” iktidar çevrelerinde rahatsızlık yaratmaktadır. Basireti bağlandığından dolayı gözleri görmeyenlere, kulakları duymayanlara, kalpleri mühürlenmiş duygusuzlara, fikri melekeleri felç olan piyonlara buradan tekraren bildirmek isterim ki, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Hitabesini gözyaşlarıyla okumuştu; biz de büyük bir özlemle, coşkuyla ve vazgeçmeyecek bağlılığımızla bu yüksek erdemi bağrımıza basıyoruz. Çiğnetmemeye, ellerimizde yüceltmeye, kirli emellerin uzanamayacağı zirvelerde korumaya söz veriyoruz. İnanıyorum ki, muhtaç olduğumuz kudret damarlarımızda akan asil kanda mevcuttur ve ebediyete kadar da inşallah böyle kalacaktır. Ayrıca büyük vatan şairimiz merhum Mehmet Akif’in yazdığı İstiklal Marşı’nın derin sırrından rahatsızlık duyanlar, bu büyük tefekkür dimağının, Türk milletinin şahlanışını ve muazzam kimliğini seslendirmesinden keyifleri kaçanlar da güneşi balçıkla sıvamaya cesaretleri yetmeyecektir. Türk milletinin yıkılmasını gözleyenler başaramayacaklar, dönemsel kuvvetlerine güvenmeleri bir işe yaramayacaktır. Andımızı kaldırmayı, okullarda Atatürk köşelerini çökertmeyi kafasına koyan AKP, bu gidişle kurduğu tuzaklara kendisi düşecek ve; “Türküm, doğruyum” nidalarının rüzgarında savrulmaktan kaçamayacaktır. Şu hususu, bir defa hiç kimse hatırından çıkarmamalıdır ki; AKP hükümeti, hangi şirret projeyi uygularsa uygulasın, Türk milletiyle bütünleşmiş milli değerlere ne şekilde el uzatırsa uzatsın; Milliyetçi Hareket Partisi’nin iktidarında tüm pislikler temizlenecek, yanlışlar düzeltilecek ve iadei-itibar mutlaka sağlanacaktır. Cumhuriyetle hesaplaşma içerisinde olanlar hemen sevinmesinler, zira hevesleri gün gelecek kursaklarında kalacaktır. AKP’de yaptıklarının, işbirlikçiliğinin ve çözülmedeki ısrarının hesabını hukuk önünde mutlaka ödeyecektir.
Muhterem Milletvekilleri, Dokuz yıla yaklaşan AKP’li iktidar yıllarında hayatın her alanında, ayrışmanın ve cepheleşmenin türlü yöntem ve çeşitleriyle karşı karşıya kalınmıştır. Milletimiz, devamlı olarak değerler ekseninde çatıştırılmış ve kutuplaşmanın derin sularına gömülmek istenmiştir. Kimi zaman etnik kökenli, kimi zaman da inanç temelli bir saflaşmanın açmazına düşürülmüştür. AKP’nin kışkırttığı ihtilaflar, tahrik ettiği hizipler, her şeyden önce bin yıllık kardeşlik hukukumuzun surlarını ve içeriğini zedelemiştir. İki ruhlu, iki yüzlü ve iki kimlikli Adalet ve Kalkınma Partisi, her konuyu uçlara taşımış; kaynaşmanın, birlikteliğin ve yakınlığın yaralanmasına neden olmuştur. Dokuz yıllık AKP marifetiyle, milletimiz; inananlar-inanmayanlar, laikler-anti laikler gibi çok tehlikeli tasniflere tabi tutulmuş, etnik ve mezhep merkezli öbekleşmenin, kümeleşmenin sancılarını yaşamıştır. Parti olarak, toplumsal yapının arasına duvar ören bu girişimlerin, çok tehlikeli olaylara neden olabileceğini geçmişte değişik ortamlarda vurguladık, dikkatleri bu kördüğüme çekmeye çalıştık. AKP zihniyeti, iktidarını sürdürmek ve peşi sıra sağlamlaştırmak amacıyla; milli ve manevi değerlerimizi hayâsızca siyasi karaborsa malzemesi yapmış ve bunun üstünden de azami fayda elde etmeyi ummuştur. İnanç hortumculuğu, maneviyat tacirliği hep bu sürecin bir mahsulü olmuştur AKP’nin ortakçısı ve siyasi serumu olan CHP de bu sürece büyük katkı ve destek vermiştir. AKP ne zaman sıkışsa, Ana Muhalefet Partisi CHP cankurtaran gibi yetişmiş, tezgâh altı siyaset ilişkisiyle kendisine pist olmuş ve suni teneffüs yapmıştır. Ne kadar inkâr edilse de, CHP nehri, AKP değirmeni durunca, tahliye vanalarını açmış ve iktidarın çarklarını çevirmiştir. Bilhassa manevi değerler alanındaki sözde AKP-CHP atışması, paylaşım ve hisse kapma kurnazlığı, her defasında AKP’nin hanesine puan yazmış ve CHP’nin de işgüzarca gerçekleştirdiği acil yardım atağı yanına kar kalmıştır. CHP’nin, başı dara düşen AKP’ye anında yetişmesi, geçeceği tümsekli yollarda kılavuzluk yapması ve uçurum kenarlarında köprü olması bildik ve tanıdık halleri olarak hepimizin malumudur. Dikkatlerinizi çekmek isterim ki, CHP Genel Başkanı’nın geçtiğimiz haftaki grup konuşmasında sarfettiği, “dinsizler-dindarlar” ayrımı yapıldığına yönelik suçlamaları, Başbakan’a pas olmuş ve bu kapsamda başlayan karşılıklı söz düelloları yeni bir gerginlik alanının çırasını tutuşturmuştur. Hiç gereği ve yeri değilken, CHP Genel Başkanı’nın AKP’nin önünü açması ve elinden tutması, Başbakan Erdoğan’ın mütedeyyin kardeşlerimizi istismar etmesine bir kez daha dayanak olmuştur. Yüzde 99’u Müslüman olan bir ülkede, Başbakan’ın manevi değerlerden nemalanma yarışına girmesi, istismarcılıktan medet umması ve ayrımları tetiklemesi gerçek niyetini bir kez daha açığa çıkarmıştır. Bunu CHP yardımıyla yapması da, işin bir başka manidar tarafıdır. Az önce de dile getirdiğim gibi, CHP, AKP’nin serumudur; yoğun bakım nöbetçisi ve karanlık sokaklardaki teşrifatçısıdır. Biz ise meseleye siyasi kaygılar ve çıkarlar penceresinden değil, ilke ve esaslar kapsamından yaklaşmaktayız. Parti olarak, Türk gençliğinin hem manevi hem de milli değerlere sahip olmasını istememiz ve bunu da hedeflediğimiz net ve tartışmasızdır. Üstelik Parti Programımızda; inançlı, yüksek ahlaklı ve çağın gerektirdiği niteliklere sahip nesiller yetiştirmek, takip ettiğimiz misyonumuz arasında yer almış ve geleceğe bakışımızı temellendirmiştir. Elbette inanan-inanmayan ayrımı ve dağılımı yapmanın doğru ve meşru bir hal olmadığına yürekten inanıyoruz. Bizim, yüce dinimizin buyruklarını yaşayanlarla, bunun dışında kalanlar gibi yapay bir bölmeye ve ayrıştırmaya gitmeyeceğimiz; kökeni, dini ve mezhebi ne olursa olsun herkesi kucaklayacağımız her durumda bağlı kalacağımız bir prensiptir. Bu vatanın suyunu içenlerin, ekmeğini yiyenlerin, bayrağını sahiplenenlerin ve milletin bir mensubu olmaktan kıvanç duyanların hepsi inancı ne olursa olsun, bizim için eşit ve saygın birer fert olarak görülmektedir. Biz dinine bağlı olanların da güvencesiyiz, bunun dışında kalanların da sigortasıyız. Bizim için tabiidir ki vazgeçmeyeceğimiz hedef; milli ve manevi değerleri almış, öğrenmiş ve bunun gereğini yapan bir neslin var olmasıdır. Ancak hiçbir şekilde tek tipleştirici ve aynılaştırıcı bir amacımız da yoktur. İnanç ve değer üzerinden yapılan çekişmeler, diğerinin inancına veya inançsızlığına gösterilen vahşi tepkiler, sosyal ve toplumsal hayatımızda kanamalara yol açacak ve bir noktadan sonra da kangrene davetiye çıkaracaktır. Bu itibarla Türk milletini, temelsiz ve amaçsız tartışmalara, sadece bulundukları yerleri sağlamlaştırmak ve pozisyonlarını kuvvetlendirmek için kısır çekişmelere çekenler asla iyi niyetli değillerdir. Partimizin duruşu ve ilkeleri açısından, 5 Şubat 2008 tarihli TBMM Grup toplantımızda, konuyla ilgili tarihi bir tespit yapmış ve bakışımızı aziz milletimizle paylaşmıştık. Bu itibarla, tekraren hatırlatmak isterim ki; Bedeli kanla ödenerek Büyük Atatürk’ün önderliğinde kurulmuş Cumhuriyetimizin Başkenti Ankara iki önemli tepe üzerinde sembolleşmiştir. Bunlardan biri devletimizi kuran ve milletimizi kurtaran aziz Atatürk’ün naşının bulunduğu Anıtkabir’i barındıran Anıttepe, diğeri ise inanç hürriyetimizin ve manevi değerlerimizin sembolü olan ve bir mabedi barındıran Kocatepe’dir. Milliyetçi Hareket Partisi, kimseyi asla bir tercihe ve taraf olmaya zorlamadan, her ikisini de en yüksek seviyede benimseyen ve temsil eden, bu değerler arasındaki rabıta ve bağın kopartılmasına asla izin vermeyen duruşu ile “Anıttepe ile Kocatepe arasına çekilmiş çelikten bir halattır.”
Muhterem Milletvekilleri, Sözlerimin bu aşamasında, Suriye’deki gelişmeleri değerlendirmek ve bazı düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Arap Baharıyla anılan isyan ve halk hareketleri, yakın coğrafyalarımızı alt üst etmiş ve olumlu beklenti içinde olanları hayal kırıklığına uğratmıştır. Mısır’daki şiddet sahneleri, dinmek bilmeyen olaylar, Tahrir felsefesine aşırı anlam yükleyen herkesi mahcup etmiş ve yüzlerini kızartmıştır. Libya’daki insan hakları ihlalleri, işkenceler, cezaevlerin dolup taşması bir diğer sorun olarak kendisini göstermektedir. Ayrıca henüz küresel iştahın hedefine ulaşamadığı Suriye’de ise cinayetlere ve insanlık dramlarına her gün bir yenisi eklenmektedir. Mübarek Mevlit Kandili’ni karşıladığımız gün, Humus kentinde sayıları 300’e yaklaşan kişinin saldırılara kurban gitmesi, insanım diyen herkesin, her vicdan sahibinin yüreğini sızlatmıştır. 11 aydır süren çatışmalar ve öz itibariyle iç savaş olarak tanımlanması gereken Suriye’deki olaylar, Humus’taki vahşet ve dehşet tablosuyla kritik bir eşiğe gelmiştir. Bu cinayetin faillerini, azmettiricilerini kınıyor ve buradan telin ediyorum. Humus’ta yaşanan insanlık trajedisinin, tam 30 yıl önceki Hama felaketinin yıldönümünde vuku bulmasını mutlaka iyi değerlendirmek ve analiz etmek mecburiyeti vardır. Bize göre Suriye yangını gittikçe genişlerken, buradan Şam uzmanı kesilenler, tam vakıf olmadıkları bilgi kırıntılarıyla ahkâm kesenler yaptıkları yorumların nerelere varacağını da iyi görmelidirler. Hele hele, Humus’taki cinayetlerin tarafı kesin olarak netleşmeden; dağa doğru bir deyimle, saldırıların muhaliflerden mi yoksa Esad rejiminden mi kaynaklandığı açıklık kazanmadan, Batı’nın istediği şekilde değerlendirme yapanların, yakın coğrafyalarımızdaki bunalımda küçük ya da büyük oranda payları olacağını unutmamaları gerekmektedir. Bir yıl öncesinde, bugünkü gibi yıkım ve kanlı mücadelenin zerresi dahi bulunmayan Suriye’de, ne olmuştur da, şimdi her yer karışmış ve vahşi eylemler, toplu infazlar belirgin hale gelmiştir? Bu sorunun cevabı, Başbakan’ın, Suriye Devlet Başkanı Esadla kardeşlikten birden bire nasıl düşmanlığa geldiğini izah etmesiyle kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Bildiğiniz üzere, Suriye’ye hemen hemen ilk cephe alan AKP hükümeti olmuştur. Eski hâkimiyet havzalarımızın demokrasiye ve özgürlüğe kendi sosyal ve siyasal gerçeklerinden ulaşması konusunda tavsiye ve telkin edici bir rolü dışlayan, bunun yerine BOP’un planlarıyla bölgeye bakan AKP, daha ilk adımda yanlışa düşmüştür. Şimdi merakımız Humus olaylarından sonra, Dışişleri Bakanı’nın; Türkiye’nin üzerine ne düşüyorsa yapacağı beyanında toplanmaktadır. Birleşmiş Milletler’i göreve çağıran, uluslararası toplumun duyarsız kalmamasını bekleyen bu zihniyet, açıkça askeri müdahale şakşakçılığı yapmakta, adresi malum çevrelere APS ile Suriye’yi vurun daveti göndermektedir. Açıktır ki, böylesi bir bilinç kayması, tarihi ve telafisi asla olmayacak bir hata olarak tarihe geçecektir. AKP’nin savaş çığırtkanlığı yapması ve komşu bir ülkeye müdahale niyetlerine destek olması kabul edilir gibi değildir. Suriye, komşu bir ülke olarak kendi iç dinamikleriyle meselelerini çözmeli ve yanı başımızda yeni bir işgal girişimi asla olmamalıdır. Irak tecrübesi bizim için yeterince öğretici ve ders verici niteliktedir. AKP hükümeti, Esad yönetimiyle, muhalifleri buluşturacak ve uzlaşmalarını sağlayacak yeni kanallar oluşturmalı ve meseleye tek yanlı yaklaşmamalıdır. İki tarafta karşılıklı tavizlerle ve kolaylaştırıcı tutumlarla mutabakat zemininde buluşmalı ve kardeşlik bağlarıyla uluslararası operasyonların ve iç çatışmaların önüne geçmelidir. Elbette muhaliflerin talepleri karşılanmalı, ancak merkezi yönetimin hassasiyetleri de göz ardı edilmemelidir. AKP yalnızca muhalifleri dikkate alan ve kollayan tarzından vazgeçerek, geniş bir diyalog ve iletişim ortamı için uluslararası çevreleri harekete geçirmeli ve Suriye’nin kanlı bir işgalin içine düşmesi mutlaka önlenmelidir. Suriye’ye küresel güçlerin şekil ve düzen vermesi yerine, tarafların güdümlü ve önyargılı tavırlarından çıkması ve vakit çok geç olmadan inisiyatif almaları gerekmektedir. Öte yandan, BM Güvenlik Konseyi de, Rusya ve Çin’in vetosuyla Suriye’deki şiddet vakalarına dönük kınama kararını alamamıştır. Ülkeler peşi sıra, diplomatik temsilciliklerini geri çekmekte ve bu şekilde hızla uluslararası bir müdahalenin tüm unsurları olgunlaştırılmaktadır. Meselenin daha da çelişkili yanı ise, Suriye’deki acımasızlıklara, hukuksuzluklara, vicdanları kanatan ilkelliklere BOP prizmasından bakılmasıdır. Bundan dolayı da, bu ülkeye yönelik objektif, tarafsız ve herkese eşit mesafede yaklaşmayı öngören politikalar ihmal edilmekte ya da görmezden gelinmektedir. Şu ilginç rastlantıya bakın ki, 2003 yılında Saddam’a git diyen AKP, bugün de Esad’a aynı tempoyla çağrıda bulunmaktadır. Bu yüzden Türkiye’nin küresel çevrelerin planlarına teslim olan bir politikayla komşu coğrafyalara model olması ve emsal teşkil etmesi bize göre eşyanın tabiatına aykırı olacaktır. Geldiğimiz bugünkü aşamada, tüm kartlar, Suriye’deki rejimin düşmesi, yönetimin tasfiye olması üzerine dağıtılmıştır. Kuşkuya yer bırakmayacak biçimde ifade etmek lazımdır ki, Suriye’de olaylar kritik bir evreye dayanmıştır. Bu itibarla AKP küresel çekim alanından, BOP yörüngesinden çıkarak, tarihi ve coğrafi düzlemde kader birlikteliği yaptığımız bu ülkeye sağduyuyu ve aklıselimi tavsiye edecek bir duruş göstermelidir. AKP, özellikle Birleşmiş Milletler nezdinde, Suriye’nin geleceğini Suriyelilerin tayin etmesini karalılıkla muhataplarına iletmelidir. Parti olarak Suriye’nin toprak bütünlüğünü, Müslüman bir ülkenin içişlerine karışılmaması gerektiğini aynen Irak’ta olduğu ki gibi savunuyor ve bu ülkenin huzura, barışa ve istikrara bir an önce kavuşmasını diliyorum. Libya’da, Fransa ve diğerlerinin peşine takılan AKP, ümit ederim ki, aynı yanlışı Suriye’de tekrarlamaz ve Türk milletini sonu olmayan bir maceranın içine sürüklemez. Konuşmama son vermeden önce kısaca bir konuya değinmek istiyorum. Son günlerde meydana gelen yağışlardan dolayı bazı illerimiz sel baskınına maruz kalmış ve ortaya ciddi zararlar çıkmıştır. En başta Hatay’da etkili olan yağışlar, geniş tarım arazilerinin sular altında kalmasına yol açmıştır. Ayrıca Bulgaristan’daki bir barajın su kaçırması ve yoğun yağışlar Meriç Nehri’nin taşmasına zemin hazırlamış ve Trakya bölgemiz yeni bir tehdidin eşiğine gelmiştir. Buradan sel baskınlarından zarar görmüş vatandaşlarıma geçmiş olsun dileklerimi iletiyor, kayıplarının karşılanmasını istiyor ve muhtemel afetlerin önüne geçmek için lazım gelen tedbirlerin bir an önce alınmasını hükümetten beklediğimi ifade etmek istiyorum. Bu düşüncelerle Grup toplantımıza katılan herkesi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum. Sağ olun, var olun. |