21.02.2012 - Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
21 Şubat 2012

 

Muhterem Milletvekilleri,

Sayın Misafirler,

Değerli Basın Mensupları,

Meclis grubumuzun haftalık olağan toplantısına başlarken hepinizi en iyi dileklerimle selamlıyorum.

Şahit olduğunuz üzere, ülkemiz hükümet eliyle sokulduğu kuşku ve karamsarlık dolu iklimin tüm sancılarını ve şaibelerini yaşamaktadır.

Sistematik hale gelen, üstelik durmak bilmeyen çıkar kavgaları, milletimizin huzurunu iyiden iyiye kaçırmış ve bozmuştur.

Hangi tarafından bakarsak bakalım, Türkiye adaleti ve erdemi dışlayan bir siyasi yönetim altında inim inim inlemekte ve iflahı kesilmektedir.

Adına ister kriz diyelim isterse de istikrarsızlık sarmalı olarak tanımlayalım, yüksek voltajlı bir gerilim hattı hayatın her alanına öbeklenmiş ve abanmış durumdadır.

Kanama geçiren devlet sistemi, ağır yara alan hukuk anlayışı, ölümcül virüs bulaşan düzen algısı ve yönsüzlüğün dibine batan iktidar yapısı karşılaştığımız sıkıntıların temel başlıklarından yalnızca bir bölümüdür.

Gittikçe görünür ve aleni hale gelen yönetim boşluğu nedeniyle, millet emanetine göz diken fırsatçılar, milli kaynakları sömüren rantiyeciler ve hazineye ilişen yağmacılar artık kendilerini gizleme ve kamufle etme gereği bile duymamaktadır.

En son olarak Kamu İhale Kurumu’na yapılan operasyonlar, yolsuzluk damarının ve ihaleye fesat karıştıran vurguncuların siyasi iktidara kadar uzandığını göstermektedir.

AKP’yle birlikte insani hasletler, İslami ölçüler ve itikadı kıymetler günlük ve güdük menfaatler uğruna yıpratılmakta ve öğütülmektedir.

Açıktır ki fitnenin başı, şeytani hesapların istikameti hep aynı tarafı işaret etmektedir.

Bozgunculuğun, nimet bilmezliğin ve düzensizliğin ibresi hep aynı yeri göstermektedir.

Adaletsizliğin, yozlaşmanın ve millet değerlerine vefasızlığın kapısı hep aynı yere açılmaktadır.

Kabul ve tasdik edeceğiniz üzere burada da Adalet ve Kalkınma Partisi’nden başkası yoktur ve olmayacaktır.

Ne kadar uğraşılsa da, sözde ileri demokrasi furyası iktidarın melun niyetleri için yeterli ve yerinde bir sığınak olamamış ve çirkinliklerini kapatamamıştır.

İnkâr edilemeyecek bir biçimde ortadadır ki, AKP;

  • Devlet yönetimindeki keyfiliğin ve başıbozukluğun ismidir.
  • Belirsizliğin markası, krizin duayeni ve sürtüşmenin yıldızıdır.
  • Yalanın, dolanın, hortumculuğun ve sahtekârlığın lisanslı ve sicili kabarık elebaşısıdır.
  • Yıkımın, dağılmanın ve bölünmenin oyun kurucusudur.
  • Hizbin, hırsın ve hırsızlığın uzun parkur atletidir.
  • Millete gülerken küfretmenin, verirken almanın ve uzatırken geri çevirmenin sinsiliğidir.
  • Mağdurken mağrur olmuş, mücahitken müteahhitlikte karar kılmış açgözlülüktür.
  • İmralı Adasına milletimizin haysiyetini, Kandil’e izzet-i nefisini ve küresel güçlere yakasını kaptıran sorumsuzluk, ihanet ve vebaldir.
  • Ve hukuksuzluğun, vicdansızlığın, gönülleri kırmanın “one minute”çü kurnazlığıdır.

Muhterem Arkadaşlarım,

Devletin en önemli özelliklerinden birisi meşruiyet sınırları dâhilinde, üzerinde yaşayan insanların egemenliğini devralması ve temsil etmesidir.

Böylelikle millet dediğimiz, tarihsel yolculuğunu sürekli yenileyen ve geliştiren sosyolojik olgu, bu yapı içinde bazı kaidelere, hak ve yükümlülüklere sahip olmaktadır.

Hukuk ilkeleri ve adalet ruhu; devlet halinde, birlikte ve beraberce yaşama konusunda maddi ve manevi sözleşme içinde bulunan millet fertlerinin teminatı ve vazgeçilmez bir dayanağıdır.

Elbette millet olabilmek ve millet varlığını meydana getirebilmek için yazılı bir hukuk gerekmeyecektir.

Kaldı ki Türk milleti bunun en bariz ispatı ve göğsümüzü kabartan örneğidir.

Kuşaktan kuşağa intikal ederek olgunlaşan ahlaki normlar, kalplere egemen olmuş inanışlar, ortak acılar ve mutluklar, geçmişin kutlu hatıraları, gelecekle ilgili kurulmuş düşler,  yerleşmiş adet ve görenekler kalabalıkları millet haline getirmektedir.

Dikkat ederseniz, milletlerin hayatında, başlangıç itibariyle yazılı bir hukuksal metine gerek olmasa da, bunun adalet duygusu için kesinlikle geçerli olmayacağı bilinmelidir.

Özellikle Türk devlet geleneğinde, geçmişin muhteşem sayfalarında adaletin bugün bile gıpta edeceğimiz birçok misallerine ve yansımalarına şahit olmak mümkündür.

Hatta 10 Ocak 2012 tarihli Grup konuşmamda; Osmanlı’yı altı asır ayakta tutan gücün; padişahla bir mimarı eşit bir şekilde kadının önüne çıkaran kutlu sistem olduğunu ifade etmiş ve muhataplarına duyurmuştum.

Adaletin eşitlik prensibinden sapmaması nasihatini, ayrıcalıklara prim ve imkan vermemesi gerektiğini aziz ceddimiz paha biçilmez bir değer halinde bize miras bırakmıştır.

Biz bu sayede asırların hisarını, ummanını irfanımızla, ülkülerimizle ve merhametimizle aştık, yıktık ve şükürler olsun ki bugünlere geldik.

İnsanları; kastlara, kategorilere ve sınıflara ayırmayan, bundan dolayıdır ki yaratılmışların en şereflisi olarak kabul eden bir dinin takipçileri olarak; adalete gözümüz gibi baktık, zihnimizde bayraklaştırdık ve bu yüzden de tarihe nam bıraktık.

Mahkemenin kadıya mülk olmayacağını, üstünlüğün ve ayrıcalığın ancak ve ancak takvada bulunacağına iman ettik.

Yüceler yücesi Peygamber efendimizin; “bir günlük adalet, altmış yıllık ibadetten faziletlidir” sözünü hiç aklımızdan ve hatırımızdan çıkarmadık.

Bir kişiye dahi yapılan haksızlığın, usulsüzlüğün ve adaletsizliğin herkese yapılmış olacağını insanlığın bu zamana kadar ki engin birikiminden ve tecrübesinden istifade ederek kabul ettik.

Biliyoruz ki, adalet kutup yıldızı gibidir ve her şey bu değerin etrafında somutlaşacak ve anlam kazanacaktır.

Bunun için tefekkür dünyasının abide isimleri, “Eğer hükümdar köylüden haksız yere bir yumurta alırsa, adamları da bütün tavukları alır” hükmünü vermiştir.

Doğal olarak adaletin olmadığı yerde, hakkın gözetilmediği bir yönetim altında doğruluktan, dürüstlükten ve düzenlilikten bahsetmek, tıpkı AKP’nin adalet tarifine ve tercihine benzeyecektir.

Bunun da adı adaletsizlik olacak ve en başta hürmetle yâd ettiğimiz ecdadımıza büyük bir hakaret ve emanetine de hıyanetlik olarak görülecektir.

İsminin başında adalet olan iktidar partisi, hukuk devletinin tüm icaplarını ve gereklerini berhava etmekte, tüm itiraz ve uyarılara rağmen rafa kaldırmaktadır.

Çünkü AKP’nin istediği dokunulmaz, ilişilmez ve ulaşılmaz yeni bir zümre oluşturmaktır.

Vicdan kıblesini kaybeden, şefkat yüzünü yitiren bu kadir kıymet bilmezliğin, hukuku siyasi azı dişiyle çiğnemesi başka türlü izah edilemeyecektir.

Bu itibarla gündemi had safhada meşgul eden son olayların derinine nüfuz edildiğinde milletçe nasıl büyük bir açmazın ve aşınmanın ortasına düştüğümüz net bir biçimde fark edilebilecektir.

Malumlarınız olacağı üzere, geçen haftaki konuşmamda kısmen temas ettiğim gibi, İstanbul Özel Yetkili Cumhuriyet Savcılığı marifetince, şüpheli zannıyla ifadeye çağrılan MİT mensuplarının kurtarılması ve korunması amacıyla alelacele bir yasal değişikliğe gidilmiştir.

Bu düzenlemeyle birlikte, 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanununun 26’ncı maddesi, yürüyen hukuksal sürecin kesilmesi amacıyla yeniden tanzim edilmiştir.

Kararlılıkla ifade ediyorum ki, bu yasal adım anti-demokratiktir, siyasi ilkelliğin ve kabile mensubiyetinin bir görüntüsüdür.

AKP tribünlerindeki demokratikleşme tezahüratlarının, özgürlük tempolarının ve hakkaniyet sloganlarının kuru gürültüden ibaret olduğu bir kez daha anlaşılmıştır.

Deyim yerindeyse yavuz hırsız ev sahibini bastırmıştır.

Buna göre, MİT mensuplarının veya belirli bir görevi ifa etmek üzere kamu görevlileri arasından Başbakan tarafından görevlendirilenlerin, görevlerini yerine getirirken işledikleri suçlardan dolayı soruşturulmaları yine Başbakan’ın iznine bağlanmıştır.

AKP tarafından kurulan özel yetkili mahkemelerin görev alanına giren suçları işleyen söz konusu kamu görevlileriyle ilgili soruşturma yapılabilmesi için de Başbakan’ın icazeti şart koşulmuştur.

Bu gece yarısı düzenlemesi bununla da iktifa etmemiş, 2937 sayılı Kanuna geçici bir madde eklenerek; “Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla hâlen devam eden soruşturma ve kovuşturmalar hakkında da 26 ncı madde hükümlerinin uygulanacağı” kayıt altına alınmıştır.

AKP hükümeti maç oynanırken kural değiştirmiş, değişiklik teklifine Cuma günü karar verip, salıya komisyona getirmiş, birkaç gün içinde de yasalaştırmıştır.

Böylece karşısına dikilen pürüzleri şimdilik teker teker bertaraf etmiştir.

Ancak karşı hukuki mücadele yolları da henüz tükenmemiştir.

İşin daha da manidar yanı ise, büyük resim tutkunu Sayın Cumhurbaşkanı hızını alamayıp sanki arkasından yetişen varmışçasına değişikliği anında onaylamıştır.

Anlaşılacağı üzere, AKP ile Çankaya arasında kurulan darağacında adaletin boynuna yağlı ilmek bir kez daha geçirilmiştir.

Ama bu defa canı alınmış ve cesedi de “Üstünlerin hukukuna son veriyoruz” yaygarası yapanların eşiğinde kalmıştır.

18 Şubat 2012 tarihli yazılı basın açıklamamızda da vurguladığımız gibi, Sayın Cumhurbaşkanı’nın tavrı ve tutumu bizim için son derece sorunlu ve sorgulanması gereken bir durum olmuştur.

Sayın Gül’ün AKP’ye yelken olmasının, adaletsizliği düşünmeden ciro etmesinin ve adrese teslim uygulamayla hukuku yerle bir etmesinin en başta bulunduğu makamla bağdaşır bir yanı olmadığı aşikârdır.

Kim ne derse desin, AKP, süren bir soruşturma sürecine müdahil olmuş, kirli çamaşırlarının serilmemesi amacıyla panik halinde işleyen yargısal sürece kilit vurmuştur.

Herhalde KCK’yla olan irtibatının ifşa edilmesinden büyük oranda alerji duymuştur.

Böylesi akla ziyan bir uygulamaya ancak diktatörlükle yönetilen rejimlerde tesadüf etmemiz mümkündür.

Otoriterleşen bir hükümet, totaliter bir görünüm kazanan iktidar pratiği ve “ben yaptım oldu” dayatmasını genelleştiren yönetim eğilimi dünyanın her yerinde bu tarzda hareket etmektedir.

Hitler, Mussollin, Pol Pot ve Saddam deneyimlerini aratmayacak yanlılıklar, yozlaşmalar ve yanlışlıklar dizisi ne acı bir rastlandır ki AKP’yle tekerrür etmekte ve karşılık bulmaktadır.

Bu son gelişmelerle, AKP çizmeyi ve haddini ziyadesiyle aşmıştır.

Adaletin nefesini kesen, dermanını tüketen iktidar kafası, kendi hukukunu cunta yönetimlerini aratmayacak biçimde tesis etmektedir.

AKP etiketli güçlüler, seçkinler, ayrıcalıklı kesimler Türk milletini hukuksuzluğun, adalet yoksunluğunun karanlıklarına vakum gibi çekmektedir.

Bize göre AKP; hukukun üstünlüğünü ve gücünü değil, kendi oluşturduğu imtiyazlıların hâkimiyetini kurmakla ve olgunlaştırmakla meşguldür.

Zira her şey ortada, tüm gerçekler bastırılamayacak kadar meydandadır.

12 Eylül Referandumunda daha fazla hukuk propagandasının esas ve öz olarak maksadı bugün net olarak gün yüzüne çıkmıştır.

Hatırlasanız, 1982 Anayasasının, darbecileri muhafaza altına alan ve hukuki zırha büründüren geçici 15’nci maddesi kaldırılırken, Başbakan kimsenin dokunulmaz olmadığını söylemişti.

Bugün ise kendi hükümeti, yeni bir geçici 15’nci madde tesis etmiş ve bu defa yeni dokunulmazlar listesi hazırlamıştır.

Darbecileri koruma altına alan hüküm ve uygulamanın farklı bir versiyonu MİT Kanununda yapılan düzenlemeyle yeniden belini doğrultmuş ve ayağa kalkmıştır.

AKP, bir yanda “vesayetten kurtuluyoruz” çığlıkları atarken, diğer yanda kalıcı bir vasiliğin kitabını yazmıştır.

Bu kapsamda, Başbakan Erdoğan’ın “hiçbir zaman seçilmişleri, atanmışlara kul etmeyiz” sözleri de boşlukta kalmış ve inandırıcılığın bereketli alanından tamamen uzak bir yere düşmüştür.

Peki, Sayın Başbakan, milletin yetkisini almış, ilgi ve desteğine mazhar olmuş milletvekilleri dört duvar arasına bırakılmışken, siz bu ifadeleri nasıl kullanmaya yeltenirsiniz ve ne hakla ağzınıza almaya cüret edersiniz?

Sandıktan çıkmış değerli vekilleri, Meclis’e buyur etme konusunda niçin aynı hassasiyeti ve azimkâr tavrı göstermezsiniz, gösteremezsiniz?

Sizin gözünüzde, mesela partimizin İstanbul Milletvekili Sayın Engin Alan seçilmiş değil midir?

Lütfen çelişkiye dikkat buyurunuz; çilelere, zorluklara, hak mahrumiyetlerine ram olmuş milletin vekilleri bırakın atanmışlara kul olmayı, özgürlüklerini kaybetmişler, mahkûmiyetin sillesini yemişlerdir.

Başbakan Erdoğan’a sormak isterim ki;

Bu mudur sizin seçilmişlere gösterdiğiniz ilgi ve alaka?

Amacınız seçilmişleri, seçilmişlere ezdirmek midir?

Unutmayınız ki sınırlarını ihlal eden, yetki gaspıyla terör estiren, milletin iradesini ayaklar altına alan hukuk süreçlerinin hamisi de sizsiniz, himaye edeni de sizlersiniz.

Gelgelelim özel yetkiyle donattığınız, özel görevle taltif ettiğiniz gayri meşru işlerinizi yaptıracağınız görevlilerin, karıştıkları veya iştirak ettikleri iddia olunan suçlardan dolayı mahkemeye çağrılmaları sizce hukuk dışıdır, fakat milletin oylarıyla seçilmişleri hapis hayatına çivilemek meşrudur.

Bize bunu mu söylemeye çalışıyorsunuz?

Sayın Başbakan, bunun neresi hukuka işaret etmektedir ve neresinde adaletin izi, adı ve esamesi bulunmaktadır?

Yetkisini milletten alan vekillerin uydurulmuş ve hala sonuca ermemiş darbe iddialarıyla köşeye sıkıştırılmalarına ve hayâsızca hürriyetlerine tecavüz edilmesine siz hukuk mu diyorsunuz?

Ucu size dokunan yargısal bir süreci akamete uğratmak maksadıyla yapmadığınızı bırakmayacaksınız ve sayısal çoğunluğunuza güvenerek Gazi Meclisimizi seferber edeceksiniz, sonra da çıkıp hafta sonunda İstanbul’da yaptığınız konuşmanızda, “biz bu ülkede gayri meşruluğa izin vermeyeceğiz” diyerek sözüm ona tavizsiz olduğunuzu göstermeye çalışacaksınız.

Sorarım size, basiretinizi, düşünme yeteneğinizi, yanlışı doğrudan ayırma ferasetinizi mi kaybettiniz?

Şunu bilin ki, gayri meşruluk, gayri millilik ve gayri ahlakilik ancak AKP’nin sıfatıdır, AKP’nin maharetidir ve AKP eseridir.

Değerli Milletvekilleri,

Bir ülke düşünün ki, ordularının başında bulunmuş bir kişi terör örgütü kurmak ve yönetmekle suçlansın ve hakkında hazırlanan iddianame kabul edilsin.

Bir ülke düşünün ki, bakanları sırayla Kürtçe konuşmak konusunda yarışsın, Başbakan’ı bunu seyretsin, haklarında hiçbir işlem yapmasın ve buda yetmiyormuş gibi şehit ocağı olan polis teşkilatından bazı teşrifatçı görevlilere Kürtçe “hoş geldiniz” anonsu yaptırılsın, sonra da dönüp sözde KCK’yla mücadele edilsin.

Bir ülke düşünün ki, istihbarat teşkilatından iktidar güdümlü ve talimatlı şahsiyetler; teröristlerle pazarlıklar yapsın, üniter devlet yapısının çözülmesi konusunda vaatlerde bulunsun ve düşmana yabancı masalarda boyun eğsin.

Bir ülke düşünün ki, özel yetkilerle donatılmış görevliler otuz bin kişinin faili eli ve vicdanı kanlı bir katille çetesi arasında kuryelik yapsın, KCK denen paralel devlet fitnesini kurmakla iddiaların merkezine yerleşsin.

Bir ülke düşünün ki, bütün bunlar açığa çıkınca ve meseleye muttali olan mahkeme hamle yapınca, bunun tanımı yetki gaspı olsun.

Bir ülke düşünün ki, soruşturmanın gizliliği ihlal ediliyor diye görevli savcıya soruşturma açılsın, ama geçmişte sözde darbe iddiaları çerçevesinde gazetelere sızdırılan bilgilerden, telefon dinleme kayıtlarından, polis ve savcılığa verilen ifadelerin çarşaf çarşaf yayınlanmasından dolayı hiçbir takibat başlatılmasın.

Bir ülke düşünün ki, demokrasinin sözde ilerisini savunan bir iktidar anlayışı, en geri demokrasilerde bile zor görülebilecek çiğlikleri, tahammülsüzlükleri anında göstersin, her şeyi işine geldiği gibi yorumlasın.

Ve lekeli zihniyetiyle savcıya el çektirsin, Emniyet Genel Müdürlüğünde temizlik harekâtı başlatsın, yürüyen bir soruşturmayı geri aldırsın ve sorgulanması gereken ne varsa hasıraltı yapsın.

Yine bir ülke düşünün ki, siyasi sorumluluk alan bir hükümetçe şuyu vukuundan beter ilişki ve irtibatların maskelenmesi ve ademe mahkum edilmesi için gözü dönmüşçesine kıvraklıklar sergilensin.

İşte bu ülke maalesef Türkiye’dir, azmettiricisi, kirli tezgâhların hazırlayıcısı ve oyun yazarı da Adalet ve Kalkınma Partisi’dir.

Üzülerek görüyorum ki, yargı güvenirliğini AKP vasıtasıyla toptan kaybetmiştir.

Meselenin tehlikeli yanı ise,  hukuka itimadın ve inancın kaybolmasının, herkesi kendi hakkını arayamaya yöneltecek olmasıdır.

Takdir edersiniz ki bu da orman kanunudur ve AKP’nin de muradı ve yapmaya çalıştığı budur.

Zira MİT-AKP-KCK-PKK arasındaki ilişkilerin somutlaştığı ve bununla ilgili güçlü delillerin bulunduğu savcılık tarafından ileri sürülmesine rağmen, kuşkuların giderilmesi yerine iddiaların örtbas edilmesi başka türlü açıklanamayacaktır.

Dün itibariyle MİT görevlileri hakkında verilen yakalama kararı kaldırılmış ve muhtemelen soruşturma dosyasının karartılması için düğmeye basılmıştır.

Başbakan Erdoğan yalnızca özel yetkilendirdiği bürokratları korumakla kalmamış; İmralı, Kandil ve KCK üçgenindeki rezaletlerin de üstünü örtmüştür.

Savcılar, KCK soruşturması kapsamında; “elimizde güçlü deliler var, kimse yargıdan üstün olamaz, hiçbir kurum tabu değildir, herkes hukuk önünde eşittir” diye feveran etse de, bunların AKP bağlamında cevap bulması ve makul karşılanması mümkün olmamıştır.

Bu yüzden iktidar hukukun başına çorap örmüş, adalet duygusunun üzerine tüy dikmiştir.

Nitekim AKP anlayışı, sıkışınca yasa çıkarmış, kanun hükmünde kararnamelerle durumu ve günü kurtarmaya müracaat etmiştir.

Ne hazindir ki, vatandaşlarımız korkuların cenderesine kıstırılmış, tarafgirliğin dumanıyla zehirlenmiş ve geleceğe emniyetle bakamaz hale gelmişlerdir.

Fikir beyan etme hakkı, ifade hürriyeti ve düşünce serbestîsi her defasında AKP barajına takılmış ve yere düşmekten de kurtulamamıştır.

Geldiğimiz süreç içinde, hükümet her ne kadar, kişiye özel kanun yapmışsa da ve yargıya karşı cephe açarak etkisizleşmesini ve itibarsızlaşmasını sağlamaya çabalamışsa da, başta mevcut MİT müsteşarı olmak üzere, savcılık tarafından davet edilen şahsiyetler birazcık hukuka ve devlet adabına saygıları varsa, gecikmeksizin ifadeye gitmelidirler.

Mademki MİT Kanununda yeni bir düzenleme yapılmıştır ve bunu da Cumhurbaşkanı el çabukluğuyla uygun bulmuştur; bu durumda, Başbakan Erdoğan mezkûr Kanunun 26’ncı maddesine göre savcılık talebine olumlu cevap vermelidir.

Böylelikle MİT arınmalı, ilgili kişiler üzerinden yürüyen tartışmalarda son bulmalıdır.

Hiçbir görev kimseye baki değildir.

Sultan Süleyman’a kalmayan Dünya, Başbakan’a ve bu devrin simalarına da kalmayacaktır.

Ama millet ve devlet ebediyete kadar Allah’ın izni ve inayetiyle var olacaktır.

Bunun yolu ise en başta, herkesin hukuka sahip çıkmasından ve gereğini yerine getirmesinden geçecektir.

Demokrasiyi kuvvetlendirmenin ve sahiplenmenin yegâne çaresi de öncelikle hukuku layıkıyla ve adaleti ruhuyla benimsemek ve savunmaktır.

Az önce de değindiğim gibi, biz padişahla sıradan bir insanı aynı anda kadının önüne çıkaran kutlu bir geçmişin varisleriyiz.

Türk milleti asırlara meydan okumuşsa, arkasındaki sır emin olun budur.

Kutlu dinimiz İslam’ın muhteşem tebliğinde bunlar vardır.

Şüphe etmeyiniz ki Cenab-ı Hak, adaleti, lütuf ve keremde bulunmayı emreder, haksızlığı ve taşkınlığı yasak eder.

Ve hamd ederiz ki, hayâsızlıktan, kötülükten ve zorbalıktan da men eder. Bu itibarla, Sayın Başbakan hukuku kendinize yontmaktan, adaleti bükmekten bir an önce vazgeçin.

Çeteleşmeyin, mafyalaşmayın, suç örgütü kurmayın, hatadan dönecek erdemi hemen gösterin. Türkiye’yi daha fazla yormayın, Türk milletini daha fazla zorlamayın.

Değerli Arkadaşlarım,

Karşı karşıya olduğumuz gelişmeler, Türkiye’de ciddi ve ihmal edilemeyecek kadar bir yönetim krizinin, kurumlar arasında eşgüdüm noksanlıklarının ve husumet kuşatmasının varlığını göstermiştir.

Bunları, Başbakan’ın ileri sürdüğü gibi, münferit hadiseler olarak görmeyip; sıradanlaşmış ve yerleşmiş buhranlar biçiminde telakki etmek lazımdır.

Özellikle sütre gerisinde AKP’nin durduğu; emniyet, yargı, MİT eksenindeki çekişmeler, çatışmalar ve güç mücadeleleri, üzerinde düşünülmesi gereken tartışmalara da hız vermiştir.

Şurası bir gerçektir ki, İstanbul Özel Yetkili Savcılığın, MİT görevlilerini şüpheli sıfatıyla ifadeye çağırması birçok çevrede farklı değerlendirmelere yol açmış ve zemin hazırlamıştır.

Yaşananlar; sivil darbe, asayişçi çelme, saray içi çekişme, üniterci-federasyoncu kavgası, operasyoncu-diyalogcu kapışması, bürokratik oligarşinin düzeneği, güvenlikçi- müzakereci itişmesi, iktidara destek veren grupların anlaşmazlığı, ikinci 367 vakası, İsrail oyunu, yabancı istihbarat örgütlerinin tuzağı, ikinci Uludere, fitne, kurumlar arası kıskançlık olarak takdim edilmiştir.

Bu görüşler arasında mukayeseli bir tasnife gitmeye bizim açımızdan gerek yoksa da, ortaya çıkan kanaatlerden önüne gelenin aklına estiği gibi konuştuğunu, ideolojik ve siyasi aidiyet penceresinden bakarak meseleleri okumaya çalıştığını söylememiz abartı olmayacaktır.

Devamlı mesafe alan bu hercümercin, yığılan sorunları çözmek bir yana, teşhisinde bile yetersiz ve çaresiz kaldığı görülmektedir.

Kaynatılan cadı kazanı, dedikodu okuyla rastgele yapılan talimler ve karşılıklı töhmet altında bırakan yaklaşımlar ibretlik bir tablonun belirmesine üst düzeyde katkı sağlamıştır.

Bizim için önemli olan; kimin kimle ihtilaflı olduğundan ziyade, özellikle devlet kurumlarının nasıl kontrolden ve denetimden çıkarak birbirine girdiği hususudur.

Ve hepsinden önemlisi de, yabancı servislerin, ajan provokatörlerin ülkemizi kolaylıkla karıştırabileceğine ve devlet organlarını birbirine düşürebileceğine yönelik kabuldür.

Bir an için bu tespiti doğru kabul edersek, tabii olarak çok vahim bir durumla ve fevkalade bir açmazla karşılamaktan başka seçeneğimiz olmayacaktır.

Türkiye Cumhuriyet’i onun bunun tahrik ve yönlendirmesiyle huzur bayrağını yarıya çekiyorsa, kurum ve erkler kışkırtmalarla fetret devrini yaşıyorsa,  bu halde Başbakan ne iş yapmaktadır? AKP neyle oyalanmaktadır?

Herşey bir yana, böyle bir devlet dünyanın neresinde vardır?

Psikolojik operasyonların, amacı belli olan tertiplerin başarıya ulaştığı düşünülüyorsa, o halde hükümete ne gerek vardır? Meclise ne lüzum bulunmaktadır?

Bu itibarla servis edilen iddialar deli saçmasıdır ve aksi bir gelişme de şüphesiz Türkiye’nin intiharı demek olacaktır.

Bize göre olan ve görünen gerçek şudur:

Devlet içinde muazzam bir koordinasyon bozukluğu ve şaşkınlığı sürekli ivme kazanmaktadır.

Eşgüdüm ve uyum tamamen kaybolmuştur.

Kurumlar AKP borsasında paylara ayrılmış ve siyasal menfaat karşılığı hissedarlara devredilmiştir.

İdrakleri tıkalı olanların, basiretleri bağlanmışların, devleti ele geçirmeyi ve hedefleri doğrultusunda biçim vermeyi arzulayan AKP patentli çevrelerin bir sorun yokmuş gibi davranması kendi körlüklerinin bir sonucu olsa gerektir.

Aslına bakılırsa, Başbakan’ın; “Gerçekleştirdiğimiz sessiz devrim niteliğindeki değişim ve dönüşümle, kurumların uyum ve koordinasyonunu en güçlü şekilde temin ettik” sözlerinin içeriğinde bile kaygı, kırılma ve telaş hali mevcuttur.

Bizi daha da düşündüren husus ise, Başbakan Erdoğan’ın taşıdığı sorumluluğun düzeyini ve içine girilen kutuplaşmanın seviyesini anlamayarak saldırgan bir üslupla sağa sola sataşmasıdır.

Bunu yaparken de, herkesi kendisi gibi anlamaz, görmez ve duymaz zannetmektedir.

Hafta sonu partisinin İstanbul İl Gençlik Kolları’nın 3’ncü Kongresine telekonferansla katılarak bu son gelişmelerle ilgili; “Hiç kimse ellerini ovuşturmasın, hiç kimse fitne ve fesat tohumlarının yeşereceği umuduna kapılmasın, hiç kimse kriz duasına çıkmasın, hiç kimse kaos ve çatışma hayalleri kurmasın.” beyanları kendisi açısından ileri derecede talihsizlik ve aymazlıktır.

Diyeceğim şudur ki, asıl Başbakan ve partisi fitne ve fesat tohumlarını ekmesin, bizim için yeterlidir.

Gerginlikten medet ummasın, bizim için mesele yoktur.

Kaos ve kargaşa bombasının pimini çekmesin, bizim için ümit vericidir.

Başbakan’a tavsiyemiz,  bizzat kendisinin kriz yastığına başını koymaması, iftiranın yatağına uzanmaması, uyarı yapanlara kaosa hizmet ediyor bühtanıyla yaklaşmaması ve kötülüklerin bağında çadır kurmamasıdır.

Muhterem Milletvekilleri,

16-17 Şubat tarihleri arasında NATO Genel Sekreteri, NATO’nun 60’ncı kuruluş yıldönümü etkinlikleri kapsamında ülkemize ziyarette bulunmuştur.

Çeşitli temaslarda bulunmuş, devletin zirvesiyle kucaklaşmış, AKP’yle hasret gidermiş ve soru işaretleriyle dolu bir gündemi arkasında bırakarak ayrılmıştır.

Yapılan ikili ya da çok taraflı görüşmelerle; Suriye meselesi, Afganistan konusu, Füze Savunma Sistemi ve İran başlığı, Bosna-Hersek, Makedonya ve Karadağ’ın NATO üyeliklerine dâhil edilebilmeleri ele alınmış, karşılıklı fikir-alış verişinde bulunulmuştur.

Gelişmelerden hem Suriye, hem Afganistan hem de küresel projeler kapsamında Türkiye’ye yeni görevler düşeceği neticesi çıkmaktadır.

Bu itibarla, AKP’nin sırtı sıvazlanmış, eli tutulmuş ve ağzına bir parmak bal çalınmıştır.

Görüldüğü kadarıyla Türkiye; çevre, koridor, ileri karakol, terminal, model ve stratejik ortak tanımlamalarından sonra, şimdi de NATO’nun merkez ülkesi haline gelmiştir.

Merakımız, ülkemizin ne tür saiklerden ve bilmediğimiz hangi özelliklerinden dolayı 28 üyeli NATO’nun merkezine yerleştiği ve bu sıfatı elde ettiğidir.

Peygamberimize hakaret eden zihniyetin taltif ve ödüllendirmesiyle AKP, NATO’da yeni bir konum elde etmiştir.

Efendimize küstahça ve alçakça çirkin yakıştırmalarda bulunan karikatür krizinden dolayı, özür dilemeye bile tenezzül etmeyen Rasmussen’in, AKP’nin desteğiyle NATO Genel Sekreterlik koltuğuna oturduğu hala unutulmamıştır.

Kapanması mümkün olmayan bu derin yara ortada dururken, inancımıza ve değerlerimize küfredenlerin himayecisi olan bu zatın, AKP tarafından aşırı ilgi görmesi ve iltifata tabi tutulması bizce anlaşılamamıştır.

Bu olsa olsa Cumhurbaşkanında hükümetine kadar AKP cenahının, emperyalizmin dümen suyuna girdiğine, dünkü itirazlarını da iş olsun kabilinden yerine getirdiklerine işaret etmektedir.

NATO Genel Sekreteri’nin ziyaretinde öne çıkan iki ana başlık vardır ve bunların merkez ülke statüsüne çıkarılmamızda büyük bir tesiri olduğu tarafımızca düşünülmektedir.

Birinci olarak, Malatya Kürecik’te kurulan ve füze savunma sistemi adıyla bilinen erken uyarı radar konusuyla ilgili gündeme düşen düşündürücü beyan ve görüşlerdir.

Bilindiği üzere, geçtiğimiz yılın 14 Eylül tarihinde, bir NATO ülkesi olan ABD’yle imzalanan mutabakat metni doğrultusunda, füze savunma mimarisi kapsamında bir erken uyarı radarı tesisi için anlaşmaya varılmıştır.

Önemle üzerinde duruyorum ki, bu kadar kayda değer bir karar NATO bünyesinde değil, ABD’yle sağlanan ikili ittifakla hayata geçirilmiştir.

Ayrıca NATO Genel Sekreteri’nin ifadelerinden AKP’nin bunda son derece istekli ve bir hayli de talepkar olduğu sonucu çıkmıştır.

ABD’nin dışişleri sözcüleri; Kürecik’te kurulan erken uyarı radarından elde edilecek bilgilerin, tüm NATO müttefiklerini korumak amacıyla kullanılacağını değişik kereler itiraf etmişlerdir.

Benzer sözleri NATO Genel Sekreteri de teyit etmiştir.

Hal böyleyken, Türkiye’nin dolaylı ya da doğrudan bir şekilde üye olmasa da, NATO üyesi ülkelerin güzergâhında bulunmasından ötürü, İsrail’i olası İran füzelerine karşı korumaya ve güvenceye aldığı kendiliğinden ortaya çıkmıştır.

Meselenin bir başka noktası da İsrail’in NATO üyesi olabilmek için yoğun çaba sarfetmesi ve NATO Genel Sekreteri’nin ülkemize gelmeden önce bir güvenlik konferansına katılmak bahanesiyle bu ülkeye uğraması olmuştur.

AKP, NATO aracılığıyla, adım adım İsrail’le aynı safa ve hizaya girmekte ve yan yana gelmektedir.

Değerlendirmelerimizin ikinci ayağında ise, NATO Genel Sekreteri’nin Suriye konusundaki görüşleri ve önerileri bulunmaktadır.

NATO’nun bu ülkeye müdahaleyi düşünmediğini, bölgesel bir çözümün yanında durduklarını belirten Rasmussen, sarfettiği düşünceleriyle AKP’yi Suriye’ye zımnen teşvik etmiş ve istikamet çizmeye çalışmıştır.

Kaldı ki, Dışişleri Bakanı’nın Suriye’den sorumlu bakan gibi hareket etmesi, Atlantiğin karşı kıyısıyla BOP’u uygulamak için coşku içinde sarmaş dolaş olması ve sürekli Esad yönetimini hedef alması bir bakıma müdahale niyetlerinin ısınma turları olarak görülmelidir.

Bu arada BM Genel Kurulu, Esad karşıtı bir kararı da oylamış ve kabul etmiştir.

Endişeyle izliyoruz ki, Suriye konusunda son virajlar dönülmekte ve son hamleler yapılmaktadır.

Arap Birliği, geçtiğimiz hafta Kahire’de skandal bir karara imza atarak, Suriye’ye uluslararası bir gücün gönderilmesini istemiştir.

Ve bu ülkeyle her türlü diplomatik ilişkinin kesilmesi Birlik tarafından onaylanmıştır.

Gidişat her açından tehlikeli ve her şeye gebedir.

Anlaşıldığı kadarıyla, önümüzdeki günlerde Tunus’ta yapılacak olan “Suriye’nin Dostları Konferansı”nda, Esad’a yeniden görevi bırakması konusunda telkin ve çağrıda bulunulacaktır.

Bu konuda AKP, sorgulanması gereken bir biçimde aktiftir ve BOP’un taşeron ülkeleriyle, başta Katar olmak üzere iç içe ve yanak yanağadır.

Maksat ise Suriye’nin bölgesel dinamiklerle ve müdahalelerle devrilmesidir.

Korkumuz, önümüzdeki bahar aylarında, bölücü çevrelere, Ortadoğu’daki gelişmelerin emsal teşkil edebileceğidir.

Nihayetinde siyasi bölücü BDP’nin, kifayetsiz ve çürümüş yöneticileri, uluorta isyan davetleri yapmakta ve gelecek günlerle ilgili felaket telalığına soyunmaktadırlar.

Allah korusun ama; ağır, yıkıcı, yakıcı terör ve ayaklanma riskine karşı vurgun yemişçesine sessiz ve tedbirsiz duran AKP’nin, küresel ağalarına güvenmesi ne kendisine bir fayda sağlayacak ne de bunun milletimize bir hayrı dokunacaktır.

Başkalarının oyununda figüran olan hükümetin, kendi sınırlarımızda körüklenen bölünme ve ayrılma senaryolarına başını çevirmesi ve birinci gündem olarak ele alması elzem haline gelmiştir.

Esad’a gözdağı vermekle uğraşan, korku salmakla kendisini avutan ve başkalarının maşası olmaktan gocunmayan AKP’nin, Arap Baharı’nın ülkemizde estirebileceği fırtınayla mücadele etmesi böyle giderse mümkün olmayacaktır.

Bu itibarla, Başbakan ve hükümeti bir an önce Türkiye gerçeklerine dönmeli ve ‘Misak-ı Milli’nin jeopolitiğinden ayrılmamalıdır.

Bütün bunlara rağmen, Milliyetçi Hareket Partisi, milletimizi maceraya atacak, dağılamaya götürecek, ayrılma bekleyenlere peşkeş çekecek her yöntem, siyaset ve oluşumla cansiperane bir biçimde mücadele etmekten asla kaçınmayacak ve çekinmeyecektir.

Bu duygu ve düşüncelerle, konuşmama son verirken hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyor, başarılarla dolu bir hafta geçirmenizi diliyorum.

Sağ olun, var olun.