01.03.2003 - AKP İktidarının İlk Üç Ayını Değerlendirdiği Basın Toplantısı Konuşma Metni
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Genel Başkanımız Dr. Devlet Bahçeli'nin
İktidarın Üç Ayını Değerlendirdiği Basın Açıklaması
1 Mart 2003

 

Sayın Basın Mensupları,

Muhterem Arkadaşlarım, 

Sözlerime başlarken hepinizi en iyi dileklerimle selamlıyor, saygılar sunuyorum.

Bugünkü Merkez Yönetim Kurulu toplantımızdan önce düzenlediğimiz basın toplantımızda, 3 Kasım seçimlerinden sonra göreve gelen AKP Hükümetinin 3 ayının genel bir değerlendirmesini yapmak, Kıbrıs meselesi ve Irak Krizi hakkında görüşlerimizi açıklamak istiyorum.

Bu tespit ve değerlendirmelere geçmeden önce, Irak ve Kıbrıs tartışmalarının yoğunluğundan gündemde yer edemeyen üzücü bir gelişmeye işaret etmek istiyorum.

Geçtiğimiz günlerde Çin Halk Cumhuriyeti’nin Uygur Özerk Bölgesi’nde önemli bir deprem felaketi meydana gelmiştir. Sincan’da yaşanan depremde hayatını kaybeden soydaşlarımıza Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifalar diliyor, bölge halkına geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum. Hükümetin bu konuya gereken önemi vermesini ve Çin Hükümeti nezdinde biran önce girişimlerde bulunarak gerekli insanî yardımı yapmasını bekliyoruz.

Sayın Basın Mensupları,

Bilindiği gibi, iktidarların yüz günü, geleceğinin de aynasıdır. Ancak AKP iktidarının icraat bilançosu, gelecek için ümit vermekten çok uzaktır.

Seçim dönemindeki ana sloganlarından biri “tek başına iş başına” olan AKP yönetimi, tek başına iktidara gelmiş, ama bir türlü iş başı yapamamıştır.

Hükümetin kurulduğu günden buyana 100 gün, güvenoyu alındığı tarihten bu yana 3 ay geçmiş bulunmaktadır. Fakat, hükümet daha hâlâ iktidara yeni gelmiş bir koalisyon hükümeti psikolojisiyle hareket etmektedir.

AKP yönetimi ve iktidarının 3 ayına, bariz çelişkiler, tutarsızlıklar ve samimiyetsizlik damgasını vurmuştur. Ayırt edici vasıfları bu olan bir iktidarın ülkeye ve millete vereceği bir şey de yoktur. Bu gerçek, derlenip toparlanmadıkları taktirde önümüzdeki dönemde kendini çok daha acı bir şekilde hissettirecektir.

Başlangıç olarak yaptığımız bu tespit ve uyarılar, muhalefet etme duygusuyla söylenmiş sözler değildir. Çünkü bu dönemde hem iç hem de dış politika alanında ön plana çıkan gelişme ve tartışmalar, iktidarın daha üçüncü ayında alarm zillerinin çalması için yeterli olmuştur.

Hükümet içinde işbirliği ve uyum zayıf olduğu gibi, parti yönetimiyle arasında da kopukluklar yaşanmaktadır.

Şimdi huzurlarınızda bu genel değerlendirme ve tespitleri detaylandırıp delillendirmeye ve aziz milletimizin dikkatine sunmaya çalışacağım.

Öncelikle, AKP iktidarının iç politika alanında, özellikle de ekonomik konularda sergilediği anlayışı ve uygulamaları ele almak istiyorum.

AKP yönetiminin, Meclis’te büyük bir çoğunluğa ulaşıp iktidara geldikten sonra ekonomi ve Avrupa Birliği üyeliğiyle ilgili çok iddialı ve şatafatlı sözler söylediği bilinmektedir.

AKP Genel Başkanı Sayın Erdoğan, 3 Kasım seçimlerinin hemen ardından yaptığı açıklamada, iktidara tam anlamıyla hazır olduklarını, bir haftada, onbeş günde yapılacakların ve bunların hangi kurumlar tarafından yerine getirileceğinin bile tespit edildiğini söylemiştir.

Kasım ayı içinde piyasalarda ve makro ekonomik göstergelerde dikkati çeken iyileşmenin de verdiği cesaretle “Acil Eylem Planı” açıklanmış; % 6.5’lik faiz dışı bütçe fazlası hedefinin düşürülerek yatırım ve üretimin teşvik edileceği abartılarak ifade edilmiştir.

Bu çerçevede, 57. Hükümet döneminde uygulanan ekonomi programını, IMF ile müzakere ederek iyileştireceklerini ilân etmişlerdir.

Ancak, AKP yönetimi ve iktidarının, 16 Kasım 2002 tarihinde açıkladığı “Acil Eylem Planı”nda ortaya konan bir aylık ve üç aylık hedeflerin önemli bir kısmı sonuçta ortada kalmıştır.

Acil Eylem Planları’nın bir aylık uygulama döneminde dikkati çeken gelişme, malî miladı kaldıran yasanın Meclis’e sevkedilebilmesi olmuştur. Bu sürenin önemli bir bölümü, bakanların birbirleriyle çelişen demeç yarışı ve bunları düzeltme çabalarıyla geçmiştir.

Özellikle, Kamu İhale Yasası, bedelli askerlik ve zorunlu tasarrufların ödenmesiyle ilgili ileri ve geri adımlar, hükümetin acemilik ve tutarsızlık sicilinin kabarmasına yol açmıştır.

Kısacası, AKP Hükümeti’nin giderek “iki şefli, çok sesli akordu bozuk bir orkestra”ya dönüştüğü süreç, derinleşerek devam etmektedir.

Bakanları arasında yaşanan çelişkilere, zaman zaman başbakanın ve genel başkanlarının da eşlik ettiği görülmektedir. Sayın Başbakan, “IMF ile faiz dış fazla hedefini tartışırız” görüşünü, iki ay sonra “% 6.5’lik oran resmî hedefimizdir” ile değiştirmek zorunda kalmıştır.

Acil Eylem Planı’nın üç aylık sonuçlarına baktığımızda da, hedeflerin çok gerisinde kaldıkları görülmektedir. Bu dönem içinde, açıkça vaat edilmesine rağmen birçok söz yerine getirilmemiş, gerekli kurumsal düzenlemeler yapılamamıştır. En hayatî konulardan biri olan yoksul ailelerin tespit edilerek etkin yardım programının başlatılmasını sağlayamamışlardır. Buna karşılık petrol ürünlerine üç ay içinde dokuz kez zam yapmayı başarmışlardır.

363 milletvekilinin desteğiyle tek başına iktidara gelen AKP Hükümeti tam bir aydır ülke bütçesini Meclis’e sevkedememiştir.

Gerçekten de, 29 Ocak 2003 tarihinde toplanan Yüksek Planlama Kurulu’nda bütçe büyüklükleri bağlanmış olmasına rağmen, Şubat ayı boyunca bütçe Hükümet’ten Meclis’e bir türlü ulaşamamıştır.

AKP yöneticileri, çok değil 5 ay önce, 15 ay önce meydanlarda üzerine basa basa vurguladıkları “ekonominin dümenini IMF’ye teslim ettiler” sözlerini unutmuşa benzemektedir. Biz onlara “teslim oldular” demeden sadece bazı sorular soruyor ve cevabını bekliyoruz.

İktidarları zamanında IMF ile ilişkiler hangi düzeydedir?

Tek parti hükümetinin bütçesini bir aydır Meclis’e indirtmeyen güç ya da sebep nedir?

IMF’nin bütçe büyüklüklerine ve yatırım programına müdahalesi doğru mudur?

AKP Hükümeti’nin öngördüğü 148.2 katrilyonluk bütçe büyüklüğüne IMF mi karşı çıkmaktadır?

Yaklaşık bir aydır IMF uzmanları ile neyin pazarlığı yapılmaktadır?

IMF görüşmeleri ile Irak krizi arasındaki bağlantının düzeyi nedir?

İktidar partisi yöneticileri, dün halkın gözünü boyamak için söyledikleri sözlerden bugün rahatsız mıdırlar?

Kısacası, bugünkü iktidarın IMF karşısında teslimiyet derecesi nedir?

Bu sorular, diğerleri gibi samimî ve doyurucu cevaplar beklemektedir.

Ancak, AKP yönetimi ve hükümeti, yaşanan düşündürücü gelişmelerden ve düştükleri çelişkilerden ders çıkarmaya pek niyetli görünmemektedir.

Ne düşünürse düşünsünler, biz Milliyetçi Hareket Partisi olarak sorumlu ve duyarlı muhalefet anlayışımızın gereğini yapmaya devam edeceğiz. Bunun için de AKP yönetimini uyarmak istiyoruz.

Artık gaf ve lafla ekonomi gemisinin yürümediğinin anlaşılması gerekmektedir.

“Tek başına iş başına” gelen AKP Hükümeti, mazeret üretmekten vazgeçerek ekonomik potansiyelleri süratle harekete geçirmeli, ekonomik dinamizmin önünü açmalıdır.

Çünkü, ülkemizin temel sosyo-ekonomik sorunu olan işsizliği önlemek için, artık acil eylem planlarına değil, acil uygulamalara ihtiyaç bulunmaktadır.

Sayın Basın Mensupları,

Acil Eylem Planları ekonomi alanında fiyaskoyla neticelenen Hükümet, acil kadrolaşma konusunda ise boş durmamaktadır.

AKP hükümetinin çelişkiler ve tutarsızlıklardan sonra, en çok başarılı gözüktüğü alanın bürokrat kıyımı olduğuna şüphe yoktur.

AKP iktidarı, devlet yönetiminde fütursuzca kadrolaşmaya devam etmektedir. Bu konuda hükümetin kuruluşunda verdikleri, sadece üst düzey görevlerde uyumlu çalışabilecekleri kadrolar oluşturma sözlerini tutmamışlardır.

Kadrolaşma furyası son günlerde orta ve alt düzeydeki görevlere de sıçramış bulunmaktadır.

Hükümet’in bürokrat kıyımı il müdürlüklerine, daire başkanlıklarına kadar yayılmış durumdadır. AKP iktidarının problemi, sadece dürüst ve vatansever kadrolarladır.

Bugüne kadar 300’e yakın bürokrat görevden alınmış, çok sayıda bürokratın görevden alınma yazısı da hazırlanmıştır.

Hükümetin kadrolaşma telaşı ve hırsı dikkat çekici bir seviyeye ulaşırken, bir önemli nokta daha ön plana çıkmıştır. Görevden alınan bürokratların yaklaşık % 70’inin daha önce Milliyetçi Hareket Partisi’nin uhdesinde bulunan bakanlıklarda görev almış olması tesadüf değildir.

Anlaşılan AKP yönetimi ve iktidarının, millî dava alerjilerinden sonra, “MHP fobisi”de ileri düzeylere varmıştır.

Ancak unutulmamalı ki, “millî davayı yük” “MHP’yi düşman” gözüyle değerlendirenlerin iflâh olması da mümkün değildir.

Kamu yönetimi anlayışına intikamcı duyguların hâkim olduğu AKP iktidarının, demokrasi söylemi ile uygulaması arasında da ilginç farklılıklar yaşanmakta, siyasî zaaflar ortaya çıkmaktadır.

Partilerinin kuruluş aşamasında ve kampanya döneminde demokrasi ve demokratikleşme havariliğine soyunan AKP yönetimi, kısa süre içinde geri adımlar atmaya başlamıştır.

Parti politikalarına eleştiri yöneltenleri “hazımsızlık ve şizofren” olmakla suçlayan AKP yönetimi, ilk fırsatta parti yapısında anti demokratik düzenlemeler yapmış, ilk kritik oylamada Meclis’i kamuoyuna kapatmıştır.

Demokratikleşme alanında dikkat çeken iki adımdan biri, azınlık vakıflarının imtiyazlarını genişletmek; diğeri ise, parti ve seçim mevzuatında yapılan değişiklik ile kendi siyasî konumlarını rahatlatmak olmuştur.

Demokratikleşmeye dönük yasal düzenlemelerde nalıncı keseri gibi çalışan AKP iktidarı, azınlık vakıfları konusunda yaptıkları değişikle de Türkiye’nin ileride başını ağrıtacak, millî varlığımızı tehlikeye sokacak düzenlemeleri düşüncesizce hayata geçirmiştir.

Azınlık tanımı ve imtiyazlarını genişleten yasa değişikliğinden sonra çıkarılan yönetmelikten yararlanacak gayrimüslim vakıf sayısı 160’a çıkmış, gayrimenkul satın alma kolaylığı getirilmiştir.

Bu uygulamanın misyoner faaliyetleri yürüten dış merkezli kilise organizasyonlarının çalışma alanlarını genişletmenin dışında bir netice vermeyeceği iyi bilinmelidir.

Partimizin geçmişteki bütün uyarılarına rağmen yapılan bu değişikliklerin yakın gelecekte Türkiyemizin başını ağrıtacağı kesindir. Anayasa Mahkemesi’nin partimizin yaptığı iptal başvurusunu reddetmesi de ayrı bir talihsiz gelişme olmuştur.

Ancak, Milliyetçi Hareket bu mesele üzerinde duyarlılığını korumaya ve uyarılarını sürdürmeye kararlıdır.

Avrupa Birliği’ne yaranma ve şirin gözükme anlayışıyla yapılan ve millî varlığımızı tehdit potansiyeli yüksek olan bu tür düzenlemeler, partimizin iktidarında mutlaka gözden geçirilecektir.

Değerli Basın Mensupları, Kıymetli Dava Arkadaşlarım,

Konuşmamın ikinci bölümünde, dış politika konusunda yaşanan ve dünya gündeminde de yer eden önemli tartışma ve sorunları değerlendirmek istiyorum.

Türkiye, bugün, sadece Kıbrıs meselesinde değil, Avrupa Birliği ile ilişkilerinde de stratejik bir yol ayrımındadır.

Hatırlanacağı üzere, Milliyetçi Hareket, hükümet ortağı olduğu dönemlerden itibaren hem siyasî partileri, hem de kamuoyunu sürekli uyaran, millî ve onurlu bir duruşu hakim kılmaya çalışan sürekli bir çabanın içinde olmuştur.

Ancak, toplum üzerinde yaratılan büyülü atmosfer ile lobici unsurların etkinliği, partimizin duyarlı yaklaşımlarının, dolayısıyla AB yönetiminin gerçek yüzünün anlaşılmasını engellemiştir. Özellikle son bir yıldır yaşanan gelişmeler Milliyetçi Hareket’i haklı çıkarmasına rağmen, ülkemizdeki “Avrupa Birliği büyüsü” bozulamamış, Türkiye’nin politikasına sağlıklı ve gerçekçi bir perspektif hakim olamamıştır.

Partimizin son dönemde üzerinde ısrarla durduğu ve kamuoyunu uyardığı temel gerçekler şunlar olmuştur.

1- Türkiye’nin AB süreci, 40 yılı aşkın bir geçmişe ve çok boyutlu bir yoğunluğa sahip olan ekonomik, siyasî ve kurumsal ilişkiler ağının sonucunda giderek bir “devlet politikası”na dönüşmüş; ama bu politika her aşamada gözden geçirilerek yeniden değerlendirilemediği için, gerçekte tek yanlı bir bağımlılık ilişkisinin ötesine geçememiştir.

2- AB yönetimi, Türkiye karşısında hiçbir zaman açık ve dürüst bir politika ortaya koyamamış, ülkemizin üyeliği konusunda samimî iradeye sahip olduğunu kanıtlayamamıştır.

3- AB yönetimi, Türkiye’nin millî hassasiyetlerini göz önünde bulundurmadığı gibi, ekonomik yükümlülüklerini de yerine getirmemiştir. Ülkemizi, geçmişte Yunan vetosunun, daha sonra da “insan hakları kalkanı”nın arkasına sığınarak oyalamayı tercih etmiştir. Aynı AB yönetimi, Türkiye karşısında abartılı bir şekilde ve kurnazca kullandığı “insan hakları söylemi”ni iç uygulamalarında ve üye ülkelerde aynı şekilde göz önünde bulundurmamıştır.

4- Partimizin sürekli uyarılarına rağmen, azınlık vakıflarına imtiyazlar sağlanması, terör suçlarından idam cezasının kaldırılması, anadilde eğitim ve yayın yapılması gibi kritik konuların AB’nden müzakere tarihi alabilmesinin ön şartı hâline getirilmiştir. Partimiz, bu hususların ön şart olarak değerlendirilemeyeceğini, bunların yerine getirilmesi durumunda bile AB yönetiminin Türkiye ile üyelik müzakerelerini başlatmayacağını ısrarla vurgulamıştır. 2002 yılı Ağustos ayı başında oluşturulan partiler ittifakı büyük adımı atmış ve AKP hükümeti bunlara yenilerini eklemiş olmasına rağmen sonuç değişmemiştir.

5- Milliyetçi Hareket, Kıbrıs konusunda da aynı hassasiyetleri sergilemiştir. Bu çerçevede, AB yönetiminin Kıbrıs yaklaşımının Rum-yunan ittifakının temel hedefleriyle paralel olduğunu, bunun da adil ve kalıcı bir çözüme hizmet etmediğini defalarca ifade etmiştir. Yine, uyum yasalarından sonra Kıbrıs’ın önümüze ön şart olarak dayatılacağının altını çizmiştir.

Tarih Milliyetçi Hareket’i haklı çıkarmış, ancak MHP karşıtları emellerinden ve yalanlarından vazgeçmemiştir.

Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde meydana gelen tıkanma ve sorunlar, teslimiyetçi lobiler ve siyasetçiler tarafından partimize fatura edilmiş, bu koroya zaman zaman AB yetkilileri de iştirak etmiştir.

Sonuçta, tarih önünde mahkûm olanlar ve yanılanlar, MHP’ye saldıranlar ve milletimizi “sanal cennet” propagandasıyla avutmaya çalışanlar olmuştur.

Ülkemizde hem medya hem de siyaset alanında “sorumluluk ahlâkı” gelişip yerleşmediği için, bugün gelinen noktanın sağlıklı bir muhasebesi yapılmamıştır.

Bizler, lobici ve teslimiyetçi çevrelerin partimizden özür dilemesini tabii ki beklemiyoruz. Zaten onların böyle bir erdem sahibi olmadıklarını biliyoruz.

Ancak, yaşanan bu süreçte, Türkiye’nin millî reflekslerinin dumura uğratılması, sonu belirsiz bir maceraya sürükleniyor olması, AB yönetiminin samimiyetsiz ve art niyetli yaklaşımlarının gözlerden uzak tutulması, bizleri derinden üzmekte, millî varlığımız ve geleceğimiz adına endişelendirmektedir.

2002 yılı ortalarından itibaren Avrupa Birliği ve Kıbrıs konusunda yaşanan gelişme ve söylemler ortada dururken, bazı çevrelerin Avrupa Birliği şakşakçılığında ısrar etmesi çok düşündürücüdür.

Ülkemizde lobici ve teslimiyetçi zihniyet özeleştiri yapamadığı gibi, tek yanlı yönlendirme faaliyetlerine de devam etmektedir. Ama sonuçta, suçlanan ve horlanan Türkiye ve Türk Milleti olmaktadır.

İnanıyorum ki, milletine, devletine ve tarihine bu kadar haksızlık yapılan bir başka ülke daha bulmak imkansızdır.

Bu teslimiyetçi koroya, farklı sebeplerle olsa da 3 Kasım seçimlerinden sonra AKP yönetimi ve hükümeti büyük bir iştahla katılmıştır.

Fakat, 12-13 Aralık 2002 tarihinde toplanan Kopenhag Zirvesi’nde müzakere tarihi alıp “zafer” kazanmış komutan olarak dönmenin hesaplarını yapan AKP yönetimi de, AB duvarına çarpmıştır.

Zirve öncesinde Avrupa başkentlerinde sürekli dolaşarak her türlü sözü veren ve AB yönetimine şirin gözükmek için özel çaba sarfeden AKP iktidarı, sonuçta kuru bir aferin, bol nasihat ve iki yıl sonrasına şartlı randevu alarak geri dönmüştür.

Türkiye’deki lobici çevrelerin ve AKP yönetiminin büyük umutlar besledikleri Kopenhag Zirvesi, Türkiye açısından bir fiyaskodur. Zirveye somut müzakere tarihi almak için giden Türkiye’ye, sadece ve sadece “tarih için şartlı tarih” verilmiştir.

AKP yönetimi ve hükümeti ise, Rum-Yunan ittifakının zaferiyle sonuçlanan Kopenhag Zirvesi’ni Türk Milleti’ne başarı olarak takdim etmekten hiç utanmamış ve sıkılmamıştır. Bu da AKP İktidarı’nın avunmayı ve avutmayı alışkanlık hâline getirdiğini göstermektedir.

Zirve’nin hemen öncesinde, “Onurumuzla oynatmayız”, “2003 yılının dışında bir tarihe razı olmayız”, “Bunu halkımıza anlatamayız”, “Avrupa’nın kenar mahallesi olamayız”, “Avrupa iki yüzlü davranmaktan vazgeçmelidir” şeklindeki sözler AKP yönetimine ve iktidarına aittir. Zirve’den hemen sonra dile getirilen “Elhamdülillâh iyi netice aldık”, “Başarılı olduk”, “AB yönetimini etkilemek için taktik icabı sert yaptık” sözleri de yine aynı AKP yönetimi ve iktidarına aittir.

Bunların hangisi doğrudur? AKP yönetimi ve iktidarı hangi tepkisinde samimîdir? Türk Milleti hangi söze itibar etmeli, hangi AKP’ye güvenmelidir?

Böyle bir dış politika anlayışı, böyle bir devlet ciddiyeti olur mu? Bu şekilde millî itibar korunabilir mi?

Şimdi aynı tutarsız, ilkesiz ve çarpık mantık Kıbrıs’ta sergilenmektedir.

Artık bayatlayan “AB cenneti yemeği” ısıtılıp ısıtılıp Türk insanının önüne koyulmakta, insanlar yönlendirilmeye ve yanıltılmaya çalışılmaktadır. Kısacası, Türkiye’de sahnelenen oyun, ufak tefek rötuşlarla Kıbrıs’ta sahnelenmektedir.

AKP yönetimi ve iktidarı, üç aydır sürekli olarak “çözümsüzlük çözüm değildir” sloganını terennüm edip durmaktadır. Aynı şekilde, Kıbrıs davamızı, aynı Rum-Yunan tarafı ve AB yönetimi gibi statükoculukla suçlamakta, millî yük olarak takdim etmektedir.

Ancak, millî dava alerjileri ve uluslararası aferin arayışları, AKP yönetimi ve iktidarına Kıbrıs’ta yanlış yaptırtmaktadır. Çünkü, bunlar çözümsüzlükten ve statükodan Kıbrıs’ta soykırıma dur diyen ve Kıbrıs Türklüğünü güvence altına alan millî politikayı anlamaktadırlar.

Bu anlayışın sahipleri, aslında, milli çıkar ve hassasiyetlerimizi savunan yaklaşımlara Avrupa Birliği yönetiminin öngördüğü statükoyu savunarak karşı çıkmaktadırlar.

AKP Genel başkanı bu bakış açısında yalnız değildir. Kıbrıs Rum yönetimi ve medyası da, Kuzey Kıbrıs Türk yönetimini aynı şekilde suçlamakta, Rauf Denktaş’ı engel olarak görmektedir.

Unutulmamalı ki, Kıbrıs meselesi uluslararası çevrelerden ve lobici unsurlardan aferin almakla çözülmüş olmayacaktır. Kıbrıs, AB sürecinde peşkeş çekilebilecek, pazarlık aracı olarak görülecek bir konu da değildir.

Dün Türkiye’de, bugün Kıbrıs’ta halkın iradesi ile millî davayı karşı karşıya getirme çabalarına çanak tutmak, çok tehlikeli bir oyundur.

Üç buçuk ay önce ilk açıklandığında bir an evvel müzakere edilip imzalanması gereken belge olarak takdim edilen Kofi Annan Planı, iki kez değiştirilmiştir.

Eğer lobici unsurlara ve uluslararası dayatmalara direnilmeseydi, bugüne kadar planın iki kez imzalanmış olması gerekiyordu.

Annan Planı’nın, esas amacı, Kıbrıs Rum yönetimini adanın bütünü temsilen ve itiraz olmadan AB üyesi yapmaktır. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan’ın Kıbrıs’ta sergilediği yeni tutum, aynı dayatmacı anlayışı, sivil toplum ve medya silahının kullanılışını ifade etmektedir.

Planla ilgili olarak, Kıbrıs Türklüğünün güvenliği, millî varlığı ve geleceği sağlam güvencelere bağlanmadan, Türkiye’nin garantörlük hakkı netliğe kavuşturulmadan atılacak bir adım, “millî intihara” teşebbüsle eşdeğer olacaktır.

Planda yapılan üçüncü değişikliklerle birlikte bazı göstermelik adımlar atıldığı, ancak yeterli güvencelere ulaşılamadığı anlaşılmaktadır. Göçmen konusu da ileride problem yaratacak boyutunu korumaktadır.

Ayrıca, Kıbrıs Türk Halkı bünyesinde yaratılan ikilik ve çatışma ortamı ile planın bir an önce referanduma sunulması arasındaki ilişki gözlerden uzak tutulamaz.

AKP iktidarının, bir an önce devreye girerek adada yaratılan yeni kıskaca müdahil olması şarttır.

Irak’ta savaşa destek verirken Türkiye’nin yüksek menfaatlerini ve jeopolitik konumunu gerekçe gösteren AKP iktidarı, aynı hassasiyetleri Kıbrıs konusunda niçin ortaya koymamaktadır? Yoksa Kıbrıs’la ilgili olarak da daha önceden verilmiş sözleri mi bulunmaktadır?

Bilinmelidir ki, teslimiyetçi bakış açıları değişmediği, kalıcı ve adil bir çözüm yolunu savunmadıkları sürece, tarih ve millet önünde hesap vermeleri kaçınılmaz olacaktır.

Sayın Basın Mensupları,

Kıbrıs meselesinin bugün getirildiği aşamada dikkat çeken bir gelişme de Amerikan yönetiminin ilginç tutumudur.

ABD Dışişleri Bakanının Kıbrıs konusunda Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan’ın çabalarını desteklediklerini açıklaması, bir gerçeğin anlaşılmasını kolaylaştırmıştır.

Türkiye, onurlu ve haklı Kıbrıs davasında yalnız olduğunu bir kez daha görmüştür.

Amerikan yönetiminin bu tutumu iki açıdan önem taşımaktadır.

Birinci olarak, ABD stratejik ortağı Türkiye’yi Kıbrıs’ta yalnız bırakmış, Türkiye’nin haklı endişelerini paylaştığını ifade etmekten bile imtina etmiştir. Bu da stratejik ortaklık kavramının içinin mutlaka doldurulması gerektiğini ortaya koymuştur.

İkinci olarak, ABD yönetimi Irak’ta Birleşmiş Milletler yönetimini ciddiye almazken, Kıbrıs’ta dikkate ve ciddiye alması oldukça düşündürücü bir manzara oluşturmuştur. ABD yönetiminin Kıbrıs ve Irak’ta ayrı ayrı uluslararası meşruluk anlayışı sergilemesi, kendi kendisiyle çeliştiğini göstermiştir.

Şimdi AKP iktidarına düşen görev, son gelişmeleri çok iyi değerlendirmek, millî ve onurlu bir dış politikayı süratle hayata geçirmektir. Bu çerçevede Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne vakit geçirmeden ekonomik ve siyasî destek paketinin açıklanması ve Sayın Rauf Denktaş’a her seviyede yardımcı olunması zorunludur.

Milliyetçi Hareket Partisi olarak, iktidardan bunu bekliyor ve talep ediyoruz. İstiklâl savaşımızı yönetme şerefine sahip olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin de ataleti üzerinden atıp millî davamıza açık destek vermesini istiyoruz.

Bugünkü Meclis çoğunluğunun, “millî onura” ve “millî davaya” en azından dün eleştirdikleri Meclis kadar sahip çıkması, tarih ve millet önündeki sorumluluklarının gereğidir.

Unutulmamalı ki, yarın çok geç olacak, gelecek nesiller sizleri hayırla anmayacaktır.

Sayın Basın Mensupları,

Muhterem Dava Arkadaşlarım,

Huzurlarınızda son olarak Irak krizine temas ederek sözlerimi tamamlamak istiyorum.

Irak krizi karşısında izlenen tutum ve yapılan açıklamalara bakıldığında bir “AKP klasiği” ile daha karşı karşıya olunduğu hemen anlaşılmaktadır.

“Barış havarisi” AKP yönetimi, kısa süre içinde denklemlerin dışında kalmak istemeyen, kapalı kapılar arkasında ise milletvekillerine ülkesinin tehdit altında olduğunu söyleyerek savaşa destek arayan bir çizgiye kaymıştır.

Hatırlanacağı üzere, Türkiye, 23 Ocak tarihinde Bölge ülkelerinin katıldığı bir barış konferansına ev sahipliği yapmıştır. AKP Genel Başkanı da, 24 Ocak tarihinde ihtişamlı Davos toplantılarının birinde, Güvenlik Konseyi karanın önem arzettiğini aksi hâlde savaşa destek vermelerini halka anlatamayacaklarını söylemiştir.

Aynı şahsiyet, 4 Şubat tarihli Meclis Grup konuşmasında “denklem dışında kalırsak müdahale sonrasında yönlendirici konumda olmayız” derken savaş yandaşı; 12 Şubat tarihindeki bir konuşmasında “BM’nin kararı olmadan tezkere olmaz” derken de “barış yandaşı” bir portre çizmeye çalışmıştır.

Başbakan ile parti genel başkanını, hükümet üyelerinin çelişkili açıklamaları tamamlamış, Türk Milleti’nin savaş ve barış söylemlerinden kafası dönmeye başlamıştır.

Özellikle, Şubat ayı içinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Irak’la ilgili rapor görüşülürken ve barışçı çözüme bir şans daha verilmeye çalışılırken kamuoyu önünde “dolar pazarlığı” yapmak, ahlâkî ve insani olmadığı gibi, devlet ciddiyetiyle de bağdaşmamıştır.

Sonuçta ortaya, yine belirsizlikler, tutarsızlıklar ve çelişkiler çıkmıştır. Türkiye’nin savaşa katılıp katılmayacağı net olarak anlaşılamamış, ABD’ye destek vermek için aranması gereken uluslararası meşruiyet kriteri meçhul hâle gelmiş, hükümet üyelerinin bir kısmının tezkereyi imzalayıp daha sonra muhalefet etmelerinin ahlâkî izahı yapılamamıştır.

Yine, müttefikimiz olan ABD yöneticilerinin Türk hükümetinin bakanlarına ve TBMM’ne yönelik rencide edici sözlerine ses çıkarılmamıştır.

Bütün bunları görmemezlikten gelmek yada doğal karşılamak değil, gerekeni yaparak Türkiye’nin ve Meclis’in saygınlığını korumak gerekir.

Ülkemizde son bir iki gündür de, basına kapalı Meclis Grup toplantılarının milletvekillerini “ikna odaları”na dönüştürüldüğü anlaşılmaz bir süreç yaşanmaktadır.

Ortaya çıkan manzara, Meclis iradesinin “havuç ve sopa yöntemiyle” barıştan savaşa döndürülmeye çalışılması değil midir? Millî irade ve demokrasi kavramlarının, Irak krizinde farklı, Kıbrıs meselesinde farklı şekillerde yorumlanıp çarpıtılmasının hiçbir izahı yoktur.

AKP iktidarının borç yükümüzü gerekçe göstererek milletvekillerini savaşa desteğe razı etmeye çalışması, çok çirkin bir gelişmedir. Aslında AKP iktidarının yetki tezkeresi konusunda ortaya koyduğu bu anlayışla “özrü kabahatinden büyük”tür.

Irak kriziyle ilgili olarak barışçı çözüm yolları tamamen tüketilmediğine ve bu çerçevede askerî müdahalenin uluslararası meşruluğu oluşmadığına göre, Hükümet’in ve Meclis’in iradesini buna göre ortaya koyması zorunludur.

Bugün, herşeye rağmen Meclis Genel Kurulu’nda Hükümetin yetki tezkeresi görüşülecektir. Ancak, askeri, siyasi ve ekonomik konularda ABD ile varıldığı iddia edilen mutabakatların milletimiz tarafından bilinmemesi çok büyük bir talihsizliktir.

Meclis, böylesine önemli ve hayati bir konuda kapılarını millete kapatmamalı, stratejik meselelerde sağlam güvencelere ulaşıldığına mutlaka emin olmalıdır.

Bu bağlamda, Kuzey Irak’ta gözlenen “kukla devlet girişimleri”ne karşı hassasiyetini en yüksek düzeyde tutmalıdır. Yine, Irak’ta yaşayan Türkmen kardeşlerimizin hakları ve güvenliği konusunda gerekli titizliği göstermelidir.

Aksi takdirde, tarihi bir vebal altında kalacaklarına şüphe yoktur.

Sonuç olarak, AKP yönetimi ve hükümeti, çelişkilerle ve şovlarla dış politikanın yürütülemeyeceğini, inşallah görmüş ve anlamıştır.

Çünkü, yurt dışı gezileriyle ve herkese gülücük dağıtmakla Türkiye’nin saygınlığının ve etkinliğinin artmadığını bilakis azaldığını, artık anlamış olmaları gerekir.

AKP yönetimi, tutarsız, samimiyetsiz ve seviyesiz siyaset anlayışına bir an önce son vermelidir.

TBMM de, tarihine ve konumuna yakışır bir şekilde onuruna ve millî davasına sahip çıkmalıdır.

Türkiye, bu kadar aciz ve komik duruma düşürülmeyi hiçbir şekilde hakketmemektedir.

Sonuç olarak vurgulamak isterim ki, işbaşında tek başına geçen üç ay Türkiye için kayıptır. Seçimlerden sonra oluşan atmosfer ve halkın desteği doğru dürüst kullanılmamış, siyasî kredi çarçur edilmiştir.

AKP iktidarı, üç aydır “ekonomide göz boya kurtul”, “Irak’ta savaş kurtul”, “Kıbrıs’ta ver kurtul” siyasetiyle oyalanmaktadır.

Bu anlayışla ne ülke yönetilebilir, ne de başarılı olunabilir.

AKP yönetimi ve hükümeti, kendine bir an önce çeki düzen vermelidir. Aksi takdirde çekip gitmeleri kaçınılmaz hâle gelecektir.

Sözlerime burada son veriyor, yüksek heyetinizi saygıyla selamlıyorum.

EK: AKP’NİN 100 GÜNÜNDE TBMM ÇALIŞMALARI VE BİR ÖNCEKİ DÖNEM İLE MUKAYESESİ

3 Kasım 2002 tarihinde yapılan seçimlerden sonra oluşan 22. Dönem TBMM ilk toplantısını yaptığı 14 Kasım 2002 tarihinden 28 Şubat 2003 tarihine kadar 38 birleşimde 37 Kanun tasan ve teklifini görüşerek kabul etmiştir. İki partiden müteşekkil meclis bu süre içerisinde verimsiz olmuştur. Bu verimsizliğin boyutu 6 partili ve engelleyici muhalefet şartlarında görev yapan 21. Dönem TBMM çalışması ile mukayese edildiğinde daha belirgin olarak ortaya çıkmaktadır.

Gerçekten ilk 3 ay 17 günlük sürede (2 mayıs 1999-19 Ağustos 1999 tarihleri arasında) 21. Donem TBMM 54 birleşimde 59 kanun çıkarmıştır.

Aynı süre içerisinde MHP’nin Mecliste ve Hükümette bulunduğu dönemde TBMM 16 birleşim daha fazla çalışmış ve 22 kanun daha fazla çıkarmıştır. Bu durum 58. Hükümetin Meclis faaliyetlerinin, yetersizliğinin ve AKP’nin de iktidara hazırsızlığının en açık delilidir.

Diğer taraftan, 58. Hükümet ve Yasama faaliyetleri, sadece nicelik açısından değil, nitelik itibarıyla da başarısızdır.

AKP’nin tek başına iktidar olduğu TBMM’nde kanunlaşan 37 kanun tasan ve teklifinden 13 adedi MHP’nin içinde bulunduğu 57 Hükümet tarafından Meclise sevk edilen kanun tasarısıdır. Kabul edilen bu kanunlardan 11 adedi ise Uluslararası Antlaşmaların uygun bulunmasına ilişkin tasandır. Geriye kalan 13 adet kanundan 5 adedi Cumhurbaşkanı tarafından bir daha görüşülmek üzere iade edilen kanunların tekrar görüşülmesi ile ilgilidir.

Şu halde 58. Hükümetin Ülkeye ve Yasama faaliyetine katkısı sadece 8 kanundan ibarettir.

Bu 8 kanun incelediğinde, AKP’nin hangi amaca hizmet ettiği ve TBMM'nin hangi konularla meşgul edildiği açıkça görülecektir.

1- Anayasanın 76. ve 78. Maddeleri, Anayasal dengeleri de sarsacak şekilde R. Tayyip Erdoğan'ın milletvekili seçilmesini temin etmek amacıyla değiştirilmiştir. Anayasanın 14 ayrı maddesinde Siyasî Partilerin mutabakatı ile değişiklik öngören 21. Dönem TBMM Partilerarası Uyum Komisyonu çalışmaları bir tarafa bırakılarak sadece iki madde üzerinde değişiklik yapılması bunun en açık delilidir.

2- Basın Yoluyla işlenen suçlara erteleme öngören kanunda yapılan değişiklik R. Tayyip Erdoğan'ın önceki mahkumiyet sonucunu ortadan kaldırmak amacıyla yapılmıştır.

3- 4793 Sayılı Kanunla Siyasî Partiler kanunu ve Milletvekili Seçimi Kanununda yapılan değişikliklerde, R. Tayyip Erdoğan'ın milletvekili seçilmesi ve AKP genel başkanı olması amaçlanmıştır.

Bu yasalar ile TBMM ve hükümet sadece bir kişiye hizmet etmek üzere meşgul edilmiştir.

4- Müslüman Cemaat vakıfları takip ve kontrol altında iken, 4793 Sayılı Kanunla azınlık cemaat vakıflarına Lozan antlaşması ve Anayasaya aykırı bir şekilde yeni haklar verilmiştir. Bu yasanın hangi amaca ve çevrelere hizmet edeceği herkesin malumudur.

5- AKP AB uyum yasaları adı altında 1. uyum paketine verdiği destekle Abdullah Öcalan’ı idam cezasından kurtarmakla yetinmemiş, Hükümeti kurar kurmaz Şemdin Sakık, Leyla Zana gibi bölücülerin yeniden yargılanmalarının önünü açan kanunu çıkarmıştır. Bu kanunla, kısa bir süre içinde bölücü örgütün elebaşılarının siyasî haklar ile kamuoyunun önüne çıkması mümkün olabilecektir.

6- Vergi barışı adı altında çıkartılan yasa ile dürüst vergi mükellefleri mağdur edilirken vergi kaçakçıları ve hortumculara yeni imkanlar sağlanmıştır.

Geriye kalan dört kanundan birisi Geçici Bütçe kanunu, diğeri de Harp Akademileri ile ilgili kanun olduğu göz önüne alındığında üç buçuk aylık çalışmanın sonucu sadece ve sadece iki kanundan ibarettir.

AKP, Yasama faaliyetleri bazında millete değil, kendi liderine hizmet etmiş; yine devletin kuruluş esaslarını ve Anayasa’nın dengelerini zorlayıp tahrip edecek şekilde art niyetli azınlık vakıfları ile bölücülük faaliyetlerinin önünü açmıştır.

Türkiyemizin çok yönlü olarak kuşatma altına alındığı bir dönemde yapılan bu yasal düzenlemelerin, millî varlığımız, dirliğimiz ve geleceğimiz üzerindeki yıkıcı etkileri yakın gelecekte görülecektir. Millî duyarlılık ve tarh bilinci yokluğunun AKP iktidarına daha fazla yanlış yaptırmaması için, biran önce derlenip toparlanmaları zorunludur.

Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı