28.02.2012 - Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma metni
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma metni.
28 Şubat 2012

 

Değerli Milletvekilleri,

Saygıdeğer Misafirler,

Kıymetli Basın Mensupları,

Bu haftaki Meclis grup konuşmama başlarken hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Geçtiğimiz hafta Cuma günü, Adana’nın Kozan ilçesi Ergenuşağı Köyü yakınlarındaki Gökdere Köprü Barajında, tutulan suyun bir patlamayla boşalması neticesinde maalesef 11 işçimiz taşkınla beraber kaybolmuştur.

Hali hazırda iki işçimize ulaşılmış, ancak bu kardeşlerimizin de vefat ettikleri anlaşılmıştır.

Bu işçilerimize Yüce Allah’tan rahmet, yakınlarına ise başsağlığı dileklerimi iletiyorum.

Yüreğimizi burkan, içimizi acıtan bu talihsiz kazanın bir ihmalden mi meydana geldiği, yoksa başka sebeplerden mi kaynaklandığı tabiî ki araştırılacaktır ve mutlaka da araştırılmalıdır.

Bu üzücü ve sarsıcı hadise sonrasında tüm umutlar, arama ve kurtarma ekiplerinden gelecek müjdeli haberlere, sevindirici gelişmelere yönelmiştir.

Dileğim, devletin tüm imkânlarının seferber edilerek işçi kardeşlerimize ulaşılması ve hepsinin bulunmasıdır.

Bu konuda hiçbir gecikmeye, savsaklamaya ve kayıtsızlığa tahammülümüz yoktur ve olmayacaktır.

Temenni ederim ki, Cenab-ı Allah işçi kardeşlerimizi ailelerine ve sevdiklerine bağışlar ve çare bekleyen hiç kimseyi dermansız bırakmaz.

Duamız, niyazımız Kozan’daki işçilerimizedir ve onların aramıza tekrar dönmeleri içindir.

Muhterem Arkadaşlarım,

Dost ve kardeş ülke Azerbaycan’ın, Yukarı Karabağ bölgesindeki Hocalı kasabasında 25-26 Şubat 1992 tarihlerinde yaşananlar, aklın ve insanlığın iflas ettiği bir zamana tekabül etmektedir.

Ermeni caniliğinin, gözü dönmüşlüğünün ve ilkelliğinin kanlı yüzü Hocalı’da bir kez daha ortaya çıkmış ve bunun bedeli de ağır olmuştur.

Azerbaycan’ın helali ve ayrılmaz vatan parçası olan Kelbecer, Laçin, Kubatlı, Zengilan, Cebrail, Füzuli ve Ağdam’da da kanlı eller ve düşman niyetler boş durmamış ve saldırılarını peşisıra sürdürmüşlerdir.

Rus yardımıyla, Ermeni acımasızlığının Hocalı’ya ve Yukarı Karabağ’ın her bölgesine ölüm yağdırması Türk milleti tarafından asla unutulmayacak ve dünya durdukça da affedilmeyecektir.

Bilhassa Hocalı’da kadın, yaşlı, çocuk demeden 613 soydaşımızın alçakça katledilmesi derin bir sızı ve acı olarak milletimizin yüreğine çöreklenmiştir.

Düşünebiliyor musunuz; savunmasız, masum, hiçbir suçu ve günahı olmayan Azerbaycanlı gardaşlarımız işkencelerle, akla ve mantığa sığmayan en zalimane yöntemlerle yüz yüze kalmışlardır.

Binlerce soydaşımız yaralanmış, kaybolmuş ve Ermeni esaretine maruz kalmıştır.

Bu manzara deyim yerindeyse, Ermeni katiller tarafından yürütülen etnik temizlik harekâtının adı ve tanımından başka bir şey değildir.

Bu vesileyle Ermeni gaddarlığıyla hayatını kaybeden tüm soydaşlarımıza Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyor, Hocalı faillerini, azmettiricilerini ve kan döken tüm insanlık artıklarını lanetliyorum.

Herşey ortadadır ki, insanlığın ufku Hocalı’da kararmış ve Ermeni ölüm makinesi fazla mesai yapmaktan hiç yorulmamış ve vazgeçmemiştir.

Yukarı Karabağ yanmış, Hocalı yıkılmış ve Türklük can evinden vurulmuştur.

Ermeni işgali sonucunda bir milyon soydaşımız yerinden, yurdundan, ocağından ve toprağından mahrum hale gelmiş ve kaçgın durumuna düşmüştür.

Unutmayınız ki, Hocalı; Türk milletinin vicdanı ve dinmek bilmeyen feryadıdır.

Hocalı; milli taleptir, iddiadır ve kalp atışıdır.

Hocalı; onurdur, haysiyettir ve pazarlığı olmayacak şeref konusudur.

Bununla birlikte Azerbaycan topraklarının yüzde 20’sinin hala işgal altında bulunması da hepimiz için üzüntü ve elem verici bir durumdur.

Ne ilginç bir rastlantıdır ki, Hocalı’da kan döken, katliama ve kıyıma liderlik yapan kişi bugün Ermenistan Devletinin başındadır.

Bu şahsın yönetimi altında bulunan Ermenistan hala vatan topraklarımızla ilgili hak iddia etmektedir.

Üstelik Ermeni Anayasasında Ağrı Dağı’nın bağımsızlık sembolü olarak kullanılmasına yüzsüzce, pişkince devam edilmekte ve Doğu Anadolu ısrarla Batı Ermenistan olarak takdim edilmektedir.

Ancak AKP hükümeti bunların hiçbirinden rahatsızlık duymamıştır.

Bu bağlamda AKP hükümeti, Sarkisyan’ı her fırsatta taltif etmiş, Ermeni açılımıyla kendisine vaatte bulunmuş ve açık çek sunmuştur.

Bu eli kanlı Hınçak ve Asala terör uzantısının, tahrik yüklü konuşmalarına ve meydan okuyan tavrına hükümet sürekli sessiz durmuş ve de alttan alan bir tutum sergilemiştir.

Hatta Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül ile Sarkisyan tribün arkadaşlığında buluşmuşlar, Erivan ve Bursa’da birlikte maç izlemişlerdir.

Dikkat ediniz, AKP’nin bir ara kucak kucağa olduğu kişi Hocalı’da akan Türk kanının delilli, ispatlı bir numaralı ismi, sanığı ve elebaşısıdır.

Yine hatırlarsanız, Eylül 2009 tarihinde Bursa’da oynanan iki ülke arasındaki futbol müsabakasında, stadyumdaki Azerbaycan bayrakları tahrik unsuru kategorisine alınarak toplanmış, ne var ki açılan Ermeni bayraklarına karşı kimsenin çıtı bile çıkmamıştır.

Açıkça söylemek isterim ki, AKP, Hocalıdaki seri cinayetleri sevk ve idare edenleri ağırlamış, birlikte protokoller hazırlamış, bunlara tarihimizi sorgulatmış ve tabuları yıkmak adına milli gururumuzu küstahça çiğnetmiştir.  

İş bugün öyle bir noktaya dayanmıştır ki, ülkeler peşi sıra parlamentolarında sözde soykırım uydurmasını kabul eden yasal adım atmakta ve bazıları bununla da yetinmeyerek soykırımı inkâr edenlere cezai yaptırım dahi uygulayabilmektedir.

Nitekim Fransa’nın, sözde Ermeni soykırım iddialarını kabul etmeyenlere ceza verilmesini öngören ve nihayetinde bu ülkenin Senatosu tarafından geçtiğimiz ay tasdik edilen kararı bunlardan yalnızca birisidir.

Beklentimiz Fransa Parlamentosundaki yanlış hesabın, bu ülkenin Anayasa Konseyi’nden dönmesi ve ihtiraslarından dolayı bilinci kaybolan Sarkozy’nin giderayak dersini almasıdır.

Hiçbir şekilde makul ve izah edilebilir olmayan bir husus da Fransa’nın, Karabağ meselesini çözmek için kurulan MİNSK grubunda hala üye olarak varlığını sürdürmesidir.

Söz konusu çelişkinin aşılarak, tarafsızlığını yitiren bu ülkenin MİNSK üyeliğinden ayrılması ve çıkarılması acilen yerine getirilmelidir.

İfade etmek isterim ki, Kafkaslardaki istikrar ve düzen Yukarı Karabağ işgali son bulmadıktan ve Ermeni eziyeti bitmedikten sonra tam olarak sağlanamayacaktır.

Bu kapsamda olmak üzere, konuyla ilgili partimizin teklif ve önerileri şu ana başlıklar altında toplanmaktadır.

1-      Ermenistan silahlı unsurları Karabağ etrafındaki yedi reyondan önşartsız geri çekilmeli, burada Azerbaycan egemenliği yeniden tesis edilmelidir.

2-      Yukarı Karabağ’ın işgal ve esaret altına alınmasından sonra mülteci ve göçmen durumuna düşen soydaşlarımızın evlerine dönmesi, topraklarına kavuşması ve zararlarının ödenmesi mutlaka temin edilmelidir.

3-      Karabağ meselesinin çözümü amacıyla kurulan ‘MİNSK’ üçlüsünün yıllardır süreci oyalamaktan, sündürmekten ve küresel güç merkezlerinin karşılıklı stratejik avantajları ve hedefleri uğruna Karabağ’ı alet etmekten başka bir işe yaramadığı üzeri bastırılamayacak bir gerçektir.

Bu itibarla yeni bir Keşmir vakasına neden olmamak için, en başta ülkemiz olmak üzere, bölgesel aktörler ve taraflar inisiyatif almalı ve sürece müdahil olmalıdır.

Diyebilirim ki, Yukarı Karabağ huzura ermeden, Hocalı’nın gözyaşları silinmeden hiçbirimize huzur ve rahat yüzü yoktur.

Kim ne yaparsa yapsın, hangi oyun ve senaryoya başvurursa vursun, Allah’ın izniyle Hocalı Türk’tür ve Türk kalacaktır.

Türk milletinin adını soykırımla yan yana getirme arayışında olanlar ve 1915 olaylarıyla ilgili hesap sormaya cüretkâr bir şekilde yeltenen mihraklar, tarihi gerçekleri saptırmayı bıraksınlar da önce Hocalı’nın pişmanlığını göstersinler ve Ermeni vahşiliğini itiraf etsinler.

  • “Hepimizi Ermeniyiz” diyen Erivan uşakları, sözüm sizedir.
  • Diasporanın gönüllü ve güdümlü elçileri çağrım size yöneliktir.
  • Taşnak terörünün içimize sızan parçaları, aziz milletimizi soykırımcı görme ve gösterme konusunda özel talimatlı çevreler mesajım bizzat sizinle ilgilidir.

Şayet hala insanlıktan tümüyle azade değilseniz, vicdanlarınız bütünüyle nasır tutmamışsa Hocalı’nın hakkını teslim edersiniz, 21’nci yüzyılın en hunhar saldırısını siz de şiddetle kınarsınız.

Bize göre;         

  • Hocalı’nın hakkını vermek, acısını derinlerde duymak için önce ahlak ve milli vicdan gerekmektedir.
  • Kutlu tarihimizle iftihar etmek, ceddimizle övünmek lazımdır.
  • Dünya’nın hangi coğrafyasında olursa olsun,  “Ben Türküm” diyen birisinin kaygısını, tasasını ve bahtiyarlığını kalplerde hem hissetmek hem de taşımak icap etmektedir.

Türk milletinin her ferdi, bu büyük tarihi kudrete mensup olmaktan kıvanç duyan her kişisi, bizim için makbul ve yeri doldurulamaz muazzam bir değerdir.

Biz bu yolla coğrafyalarla sınırlı olmayan, dar alanlara sıkışmamış bir millet ruhuna ve şuuruna şükürler olsun ki sahip olduk ve bununla bütünleştik.

Nitekim Hocalı’nın acısına Ankara’da ağlamıyorsak, Bosna’nın zulmüne Edirne’de direnmiyorsak, Doğu Türkistan’ın çilesini Yozgat’ta mesele yapmıyorsak, Ötüken’in esintisini İstanbul’un yedi tepesinde karşılamıyorsak ve Mekke’nin çağrısını bağrımıza basamıyorsak, lütfen söyleyiniz, biz nasıl ayakta kalırız ve nasıl millet olarak devamlılığımızı sağlarız?

Diğer taraftan Hocalı’yla Humus’u ve Hocalı’yla Hama’yı ayrı kategorilere koymak, hadiselerin içeriğini farklı değerlendirmeye tabi tutmak, gerek insaniyet namına, gerekse de ahlak ve adalet adına zorunluluk ve mecburiyettir.

Bu itibarla ortak acılarımız üzerinden sözde yaygara koparan ve ikbal kaygılarını doyurmaya çalışan menfaatperestlere ve milli hassasiyetlerimizi kullanmaya çabalayan fırsatçılara her zaman azami derecede dikkat kesilmeliyiz.

Türk milletinin ızdırapları, travmaları, dramları kimsenin iştahını kabartmamalı, kimseyi heveslendirmemelidir.

Bilinmelidir ki, millet davamızı, müşterek felaketlerimizi kendi siyasi ve bireysel egolarını tatmin etmek için vasıta yapanlar, en az sözde soykırım imalatçısı sefil çevreler kadar zarar vericidirler.

Değerli Milletvekilleri,

Bildiğiniz gibi Türkiye belirli periyotlarla demokrasi dışı müdahalelerin sancılarına ve tahribatlarına ne yazık ki fazlasıyla maruz kalmıştır.

Demokratik kültürün yeterince yerleşmemesi; sosyolojik anlamda merkez unsurların, çevreden kaynaklanan taleplerin önünü kesme ve engelleme gayretleri birçok soruna ve gerilime neden olmuştur.

Silahların gölgesi altında demokrasi farklı tarihlerde askıya alınmış ve millet iradesi ne acıdır ki, tarumar edilmiş ve hırpalanmıştır.

Doğrudan veya dolaylı her müdahale veya ara rejim yönetimi ülkemizi biraz daha geriye götürmüş, enerjisini ve gücünü israf etmiştir.

Ekonomideki kriz döngüsü, siyasal iletişimin kopması, sosyal yapıdaki çatlaklar, ideolojik çatışma ve bölünmüşlükler esasen demokrasi dışı arayışlara bahane teşkil etmiştir.

Açıktır ki, sosyal ve siyasal uzlaşmaların süreklilik arz ettiği, sorun çözme kültürünün geliştiği ve desteklendiği toplumların sağduyunun ve aklıselimin çizgisinden ayrılmadığı tecrübelerle sabittir.

Hepimizin üzerinde ittifak sağladığı ve mutabakata vardığı gerçek ise demokrasinin ikamesiz ve yeri dolmaz bir değer olduğu konusudur.

Yetersiz ve eksik tarafları olsa da, üstelik kavga ve anlaşmazlıklara kapı aralasa da sivil yönetimlerin meşruiyeti hiçbir şeyle mukayese edilemeyecektir.

Kararlılıkla ifade edebilirim ki, kendilerine görev vehmederek durumdan vazife çıkaranlar, ne demokrasiye katkı vermişler ne de ülke yönetimine fayda sağlamışlardır.

Şüphesiz aziz milletimiz ne diyorsa doğru ve geçerli olan odur.

Kimi tercih ediyorsa, kimden yana tavrını koyuyorsa siyasi sorumluluk mührü onun elindedir.

Bunun dışında, siyaseti dışarıdan tanzim etmeye, demokrasiyi etkisizleştirmeye ve alanını daraltmaya tevessül edenler, açıkça millet kararına ve iradesine kast edenlerdir.

28 Şubat post modern müdahalesinin 15’inci yılında, bu gerçekler üzerinde bir kez daha düşünmek ve dürüstçe muhasebe yapmak ülkemiz, demokrasimiz ve siyasi hayatımız açısından makul ve doğru olacaktır.

Ancak, 28 Şubat sürecinin, diğerlerinden ayrı ve kıyaslanmaz bir özelliği bulunmaktadır.

AKP zihniyeti bu karanlık dönemde yeşermiş ve bin yıl süreceği iddia olunan süreçten siyasetin kundağına düşmüştür.

Olan maalesef, rahmetle andığımız merhum Necmettin Erbakan Bey ve arkadaşlarına olmuştur.

Sıkıntıyı onlar çekmiş, siyasetten onlar yasaklanmış, hükümetten onlar uzaklaştırılmıştır.

Ve elbette AKP’ye gün doğmuş, başta Başbakan olmak üzere, Milli Görüş gömleğini çıkartanlar sözde mazlum görüntüleriyle demokrasi dışı temas ve dayatmalardan ziyadesiyle kazançlı çıkmışlardır.

Zira Başbakan Erdoğan’ın, düştüğü kısa süreli cezaevi şartlarını da kast ederek; “O günler sayesinde geleceği kazandık, yeni dönemin adımlarını attık”  sözleri görüş ve düşüncelerimizi fazlasıyla doğrulamaktadır.

Artık AKP’nin bir 28 Şubat yapımı, klasiği, sürümü ve imalatı olduğu şüpheye yer bırakmayacak kadar net ve berraktır.

Görüyoruz ki, askeri vesayet şartları altında filizlenen bu zihniyet, bugünkü zaman diliminde, otoriter ve baskıcı bir yönetimin tüm çirkin ve katlanılmaz yöntemlerine başvurmaktadır.

AKP, Cumhuriyet’in ara dönemi, sivil vesayetin uygulayıcısı, sömürgecilerin figüranı, bizdenmiş gibi görünen siyaset misyoneri olarak bugün Türkiye’yi musibetlerle dolu korku tüneline sürüklemektedir.

Müslümanların canıyla, kanıyla, malıyla beslenen küresel güç merkezlerinin yanaşması olan AKP; bu niteliğini gizlemek için ise her türlü milli ve manevi kıymeti istismar etmekten uzak durmamıştır.

Irak’ta bir milyon Müslüman cinayete kurban giderken AKP’nin sesi de, soluğu da çıkmamıştır.

Ve bu da yetmiyormuş gibi, işgalcilere dua edecek seviyesizliği ve yüzsüzlüğü dahi gösterebilmiştir.

Yanıbaşımızdaki coğrafyalarda camiler emperyalist postallarla kirletilirken; kadınlar dul, çocuklar yetim bırakılırken AKP küresel dostlarının yanında hizalanmış ve aynı amaca kendisini vakfetmiştir.

Üzülerek şahit olduk ki, Libya’ya düzenlenen Haçlı seferine ortak olmuş, Müslümanlara kurşun sıkılmasına imkân sağlamış ve pervasızca destek vermiştir.

Bakınız şimdi de Afganistan’da yüce kitabımız Kuran’ı Kerim, işgalci ahlaksızlar tarafından yakılmış ve saldırıya uğramıştır.

Bunu yapanları buradan şiddetle kınıyorum.

İnanıyorum ki, Cenab-ı Allah’ın kitabına el uzatan küfrün ve zulmedenlerin tarafları eninde sonunda ilahi gazapla tanışacaklar, rezaletlerinin faturasını, kıydıkları masum insanların bedelini böylelikle ödeyeceklerdir.

Değerli Arkadaşlarım,

Bu gelişmeler ışığında söylemek lazımdır ki, AKP’nin doğruya sırt çeviren, yanlışa kucak açan, iftiraya davetiye çıkaran siyasi tutumu büyük sıkıntı ve açmazları doğurmaktadır.

Görüldüğü kadarıyla iktidar partisi, demokrasiyi krizle örtüştürmekten, özgürlüğü dar kalıplara indirgemekten ve adaleti ise tarafgirliğin sümen altına itmekten özel bir keyif almaktadır.

Öyle ki iktidarın sebep olduğu bugünkü sisli ve kaygan ortam, güven ve itimat taleplerini kökünden baltalamıştır.

Devlet organları çıkmaza sürüklenmiş, objektif ve tarafsız olması gereken hukuka pranga vurulmuş, siyaset çamura batırılmıştır.

Hatta iş bununla da sınırlı kalmamış, iktidar anlayışı, kendisine mesafeli duran ve tavır alan herkesi; değişim karşıtı, vesayet yanlısı ve statükocu taraftarı ithamıyla yaftalamıştır.

Kaldı ki müfterilikten inşa edilmiş AKP namlusu, önüne gelene iftira atmış, kara çalmış ve tuzak kurmuştur.

Son günlerde özellikle PKK ve KCK irtibatlarıyla zorda kalan iktidar, ön almak ve kendisine yönelen bariz suçlamaları geçiştirmek için bayat taktiklerine tekraren müracaat etmiştir.

Bu konuda ilk hedef olarak doğaldır ki, Milliyetçi Hareket Partisi’ni seçmiştir.

Köhnemiş AKP zihniyeti ve yandaş medya, elbirliği halinde iftiralarına hız ve ivme vermişlerdir.

Maksat bellidir ve o da açıklarını kapatabilmek, Türk milletinin bölünmesini sağlayacak adımlarını gizleyebilmektir.

AKP’nin asılsız, mesnetsiz ve kifayetsiz beyanlarının merkezinde; bizim 57. Cumhuriyet hükümetinde bulunduğumuz dönem içinde, teröristbaşıyla görüşüldüğü ve devletin ilgili kurumlarının bu katilin el yazısı notlarını MHP’li bazı bakanlarla paylaştığı hususu yer almıştır.

Şimdi siyasi namus adına Başbakan ve arkadaşları, şu sorumuza cevap vermelidir.

Kimdir bu MHP’li bakanlar? Biraz utanmanız ve siyasi ahlakınız varsa bunları isim isim açıklarsınız.

 Aslına bakarsanız bu iftiralarda yeni bir taraf yoktur.

Bize göre bu çamur ve kir bulaştırmaya dönük kepaze iddiaların, çok ilginç bir zamanda gündeme getirilmesi kuşku vericidir ve meselenin asıl boyutunu kapatmaya matuf bir hamle olduğu anlaşılmaktadır.

Öncelikle şunu söylemek isterim ki, MHP ve İmralı canisinin isimlerini yan yana getirmek bile büyük bir hakaret ve haysiyetsizliktir.

Milliyetçi Hareket Partisi, bölücülerle, eli silahlı militanlarla ve elebaşlarıyla hiçbir ortamda pazarlık yapmamış, müzakere çabasında bulunmamış ve bunları aklından dahi geçirmemiştir.

Hükümet ortağı olduğumuz yıllarda,  İmralı canisinin yargılanabilmesi için elbette mahkeme heyeti kamuoyuna açık bir şekilde gerekenleri yapmış ve hiçbir şey gizli kapaklı kalmamıştır.

Ve tüm gerçekler zaten dönemin mahkeme tutanaklarında ayan beyan ortadadır.

Biz kanlı terörle ancak mücadele eder ve kökünden kazımak için varımızı yoğumuzu ortaya dökeriz.

Aksini iddia edenler ise, MHP ile AKP’yi birbirine karıştıran zavallılardır.

PKK’ya boyun eğenlerle, KCK’yı besleyip büyütenlerle ve şereften sınıfta kalanlarla partimizi bir görmek, bir arada değerlendirmek en az İmralı’yla görüşüldüğü bühtanı kadar vahimdir.

İmralı canisiyle odalarda kucaklaşmak, Türk milletinin geleceğini ipotek ettirmek ve vatan topraklarını ayırmak için bölücü kadastro hazırlıkları yapmak bizatihi AKP projesi ve kötülüğüdür.

Bu çerçevede, bizim hükümette dahi yer almadığımız bir tarih olan 12 Nisan 1999’da, İmralı’yla temas kurulduğu yalanını ortaya atmak için Allah’tan korkmaz ve kuldan utanmaz bir siyasetçi olmak yeterli olacaktır.

Siyasetin yapışık ikizi AKP ile BDP’nin, aynı çanaktan içmeleri ve aynı sözlerle bizi hedef almaları bir bakıma suçüstü hallerinin bir yansımasıdır.

Bu söylediklerim, elbette iftirayı manşetlerine taşıyan, yalana ortak olan iktidar uydusu ve beslemesi yandaş medya için de geçerlidir.

Şimdi biz, izansızca, ahlaksızca yayın yapan yandaş basın sahiplerinin, mesela İmralı canisiyle yakalanmadan önce; Suriye’de, İtalya’da ve Kenya’da görüştüklerini söylesek bu doğru ve isabetli olacak mıdır?

Sözlerimiz insaflı ve hakkaniyetli bir tavır olarak görülecek midir?

Partimiz hakkında uydurulan dedikodu ve iftiraları sütunlarına kalın puntolarla geçirenler, bunun hesabını gün gelecek mutlaka verecekler, azgınlıklarının ve kural tanımazlıklarının bedelini ödeyeceklerdir.

Anlaşıldığı kadarıyla AKP, yeni anayasa hazırlığı kapsamında ve ikinci yıkım seferinde İmralıyla resmi temas kurmak amacıyla kafaları karıştırmak ve meseleyi olağanlaştırmak için, milletimize psikolojik operasyon yapmaktadır.

Takılmış plak gibi her söyleneni tekrarlayan, kurulmuş saat gibi ses veren, düşünmeden ve analiz etmeden ezbere konuşan sahibinin sesi bir başbakan yardımcısının, son günlerdeki ifadeleri açıkça buna işaret etmektedir.

AKP, Oslo görüşmelerini meşrulaştırmak, PKK’yı siyasete sokmak için yeni bir hareket başlatmıştır.

Fırsattan istifade eden kurnazlıkla yıkım projesi adım adım uygulanmakta ve Türkiye uçuruma doğru hızla sürüklenmektedir.

Dün İmralı’yla görüşmeleri inkâr ederek şereflerini siyaset mahzenlerine rehin bırakanlar, bugün bunu açıkça yapmaktan ve üzerine de demokratik etiketli kılıf geçirmekten utanç duymamaktadır.

Ancak unutulmasın ki, iki yanlıştan bir doğru çıkmadığı gibi, aziz milletimizi ölümü göstererek sıtmaya razı etmeye kimsenin gücü yetmeyecektir.

Çünkü Milliyetçi Hareket Partisi bunun teminatı ve yegâne güvencesidir.

Muhterem Milletvekilleri,

Biz parti olarak eğitim sisteminin stratejik bir öneme haiz olduğuna inanmaktayız.

AKP döneminde, Türk milli eğitim sistemi sorunlarından kurtularak atılım yapamamış, çağdaş ölçülerde insan yetiştirme düzeni oluşturulamamış, niteliksel ve niceliksel olarak önemli bir gelişme kaydedilememiştir.

Eğitim yapısında bütün kademeleri itibariyle, yeterli okullaşma sağlanamamış, fiziki altyapı ve insan ihtiyacı giderilememiş ve finansman kaynakları karşılanamamıştır.

AKP’yle birlikte eğitimde bilimsel yöntemler değil, deneme-yanılma yöntemleri uygulanmıştır.

İktidar partisi, sorun çözmek şöyle dursun, attığı her adımla yeni problem alanlarının oluşmasına sebep olmuştur.

Okulöncesi eğitimden yükseköğretime kadar milyonlarca öğrencimizi ve ailesini direkt ilgilendiren konularda, alkışlayacağımız ve takdir edeceğimiz bir proje henüz hayata geçirilememiştir.

Hükümet, günü kurtarmaya dönük çelişkileriyle, polemik dozu had safhada olan yaklaşımlarıyla ve istimara prim veren siyasi tutumuyla eğitim sistemimizi adeta yap boz tahtasına çevirmiştir.

Bu zihniyetin, hazırlamış olduğu Dokuzuncu Kalkınma Planında ve programlarında, zorunlu eğitim süresinin artırılması ve kesintili eğitim sistemine geçilmesi hususunda hiçbir hedef koyulmamıştır.

Halbuki eğitimi öncelikli konu olarak gören partimiz, daha 1999 yılı seçimlerine giderken hazırladığı seçim beyannamesinde, zorunlu temel eğitimin süresinin 12 yıla çıkarılmasını amaç olarak tayin etmiştir.

Partimizin görev aldığı 57’nci hükümet döneminde, hazırlanan Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planında da bunun yer alması sağlanmıştır.

2011 yılında hazırladığımız Seçim Beyannamesi ile de, ilköğretim sisteminde iki kademeli bir modeli benimseyeceğimiz, temel hedef olarak okul öncesi eğitimin yaygınlaştırılarak zorunlu eğitim süresini artıracağımız yer ve ifade bulmuştur.

Okul öncesi eğitimin 6 yaş grubu dahil edilmek suretiyle, zorunlu temel eğitimin iki kademeli olarak 9 yıla çıkarılması bizim tarafımızdan belirlenmiş ve aziz milletimizin bilgisine sunulmuştur.

Uzun vadede 12 yıllık zorunlu temel eğitimin tesis edilebilmesi için de gerekli alt yapı çalışmasının yapılması partimizce kabul edilmiş ve savunulmuştur.

İnanıyoruz ki, milletçe yüksek hedeflere ulaşabilmemiz eğitim ve öğretim sisteminin gelişmesi ve engellerinden sıyrılmasıyla mümkün olacaktır.

Bize göre bunun başkaca bir yolu ve formülü de bulunmamaktadır.

Ancak milli eğitim sistemini yozlaştırarak her bakan değişikliğiyle yeni bir maceraya atılmak hem evlatlarımıza hem de gelecek nesillere büyük maliyetler yükleyecektir.

Buna da hiç kimsenin, hele hele Milli Eğitim Bakanlığı görevini yürüten şahısların hiç hakkı yoktur.

AKP hükümetlerinde, bugüne kadar eğitim konusunda dört bakan görev almıştır.

Şu çarpıklığa bakınız ki, her bakanın kendine ait bir politikası olmuş, gelen gidenin uygulamalarını reddedercesine kendi zihniyetindekileri hayata geçirmenin çare ve arayışı içinde olmuştur.

Zannedersiniz ki, AKP’nin bir eğitim politikası ve gelecekle ilgili bir hedefi bulunmamaktadır.

Hadiselerin görünen yüzü böyledir, ortaya çıkan gerçekler buna işaret etmektedir.

Sorarım sizlere, her bakanla birlikte eğitim sisteminin bütünüyle değişmesine, yeni bir kulvara girmesine acaba dünyanın neresinde tesadüf edilmektedir?

Bu kapsamda, AKP grup başkan vekilleri imzasıyla TBMM’ne verilen “İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” kamuoyuna zorunlu eğitimin 12 yıla çıkartılması şeklinde yansıtılmıştır.

Ancak ortaya çıkan durum, zorunlu eğitimin bazı hallerde 4 yıllık ilköğretim birinci kademeyle sınırlandırılacağını göstermiştir.

Birçok mahsuru içinde barındıran bu sözde hazırlığın, geleceğimize katkı sağlaması ve evlatlarımızın ihtiyaçlarını karşılaması söz konusu bile olmayacaktır.

Ancak, dün itibariyle teklifte eleştirilere neden olan ilk 4 yılın ardından açıköğretim seçeneğinden geri adım atıldığı ve açıköğretim uygulamasının ikinci 4 yılın ardından devreye sokulacağı kamuoyuna yansımıştır.

Böyle olsa bile, zorunlu eğitimin kesintisiz 12 yıla çıkması söz konusu olmayacaktır.

Ancak tartışmaların genelde meslek liseleri, özelde imam hatip liseleri ekseninde yürütülmesi ise yeni bir kutuplaşmaya davetiye çıkarmıştır.

Bu ülkede meslek veya imam hatip lisesinde okuyan evlatlarımızın hiç kimseden eksik kalır yanı ya da herhangi bir yetersizlikleri bulunmamaktadır.

Ve geçmişte yaşanan haksızlıkların, adaletsizliklerin bizim açımızdan meşru hiçbir tarafı da görülmemektedir.

Düz liselerde okuyanlar neyse, imam hatiplerde okuyan evlatlarımızda aynı değer ve takdire layıktır.

Bu nedenle yeni istismar alanları açmadan, AKP’nin eğitim politikasını ve gündeme taşıdığı önerilerini gözden geçirmesinde ve yeniden değerlendirmeye tabi tutmasında sayısız yararlar ve hayırlar olacağı aşikârdır.

Değerli Milletvekilleri,

Konuşmamın bu aşamasında Suriye’deki gelişmelere kısaca değinmek ve Arap Baharı paralelinde bu ülkedeki olayları değerlendirmek istiyorum.

Bildiğiniz üzere, Esad yönetimi ile muhalifler arasındaki kanlı rekabet ve çekişme her geçen gün yeni bir boyut kazanmaktadır.

Şam’ın üzerinde toplanan kara bulutlar gittikçe koyulaşmakta, uluslararası karışmanın ayak sesleri artık daha net duyulmaktadır.

Bu gerçeklerin ışığı altında, Suriye’nin ve mevcut rejimin uzun süreli ayakta kalması bir hayli zor görülmektedir.

Geçen hafta Tunus’ta düzenlenen “Suriye’nin Dostları Konferansı”nda alınan kararlar bir dönüm noktası olmuş ve işleyen süreci daha da hızlandırmıştır.

Hatırlarsanız, Libya’da Kaddafi’nin devrilmesine ve öldürülmesine giden kanlı süreç, yine böyle bir uluslararası dostlar konferansıyla başlamış ve bu ülke Haçlı pençesine teslim edilmişti.

Bugün de Suriye’nin dostu olduğunu iddia edenler, yeni bir zalimliğin, saldırının ve Şam’ın düşürülmesinin peşine takılmışlardır.

Ayrıca Tunus’taki konferans’ta, Suriye Ulusal Konseyi’nin meşru bir temsilci olarak tanınması da hedeflenmiş ve muhalefete şartsız destek verileceği duyurulmuştur.

Benzer gelişmeler aynısıyla Libya kaosunda da yaşanmıştı.

Ancak bizi endişelendiren hususlardan birisi ise muhalif sözcülerin, Suriyeli Kürtlere özerklik statüsü verme konusundaki vaatleri ve beyanları olmuştur.

Irak işgalinin ardından oluşan peşmerge yönetiminden sonra, Suriye’nin de benzer bir akıbete uğraması güney sınırımızda yeni bir özerk yönetimin ortaya çıkmasına neden olabilecektir.

Kamışlı, Cezire ve Halep bölgelerindeki Kürtlerin Irak’ın Kuzeyine eklenme istek ve çağrıları; Erbil’i, Lazkiye limanıyla denize bağlayacak koridoru açacak, bu kapsamda dört parçalı büyük Kürdistan’ın inşa faaliyeti tam kıvamına gelecektir.

Geçtiğimiz günlerde, Erbil’deki bir toplantıda, aralarında, siyasi bölücü BDP temsilcilerinin de yer aldığı bir ortamda dile getirilen görüşleri ve sözde güney-kuzey Kürdistan tasnifini bu minvalde ele almak gerekmektedir.

Gelişmelerden ortaya çıkan bir diğer netice, küresel operasyonların propaganda silahları arasına “dostluk” kavramının da girdiği görülmektedir.

Özgürleştirme, demokratikleştirme ve barış getirme iddialarından sonra şimdi de sırayı moda haline gelen “dostlar grubu” oluşturmak almıştır.

Esasen artık kimin dost kimin düşman olduğunun bir manası ve kıymeti harbiyesi kalmamıştır.

Önemli olan; BOP’a kimin sadık olduğu, Haçlı zihniyetine kimin dostluk gösterdiği ve emperyalizme kimin destek çıktığıdır.

AKP’nin bu alanda gözleri kamaştıran bir rolü ve çabası olduğu tüm çıplaklığıyla ortadadır.

Suriye’de rejimin yıkılmasından sonra doğabilecek otorite boşlukları, bölgesel hasar ve tahribatları enine boyuna öngörmeden şuursuzca hareket eden AKP zihniyeti, şayet böyle giderse ülkemizin başına büyük belalar açacaktır.

Ayrıca bölgemizde çıkacak bir savaş sonucunda, Türkiye’nin toprak bütünlüğü ve güvenliği aşırı risklerle karşı karşıya kalabilecektir.

Etnik ve mezhep temelli bir yangının, sınırlarımıza intikal ve sirayet etmesi de, Allah muhafaza ama, uzun sürmeyecektir.

Ayrıca Suriye’de yaşayan ve sayıları 2 milyona ulaşan Türkmen kardeşlerimiz, dağınık olduklarından dolayı her türlü saldırı ve mütecaviz eğilimlerin hedefindedir.

AKP zihniyeti Irak’ın işgal edilmesinin ardından; Kerkük’teki, Telafer’deki, Musul’daki ve Süleymaniye’deki Türkmenleri bir başına nasıl bıraktıysa, Suriye’de mukim soydaşlarımızı da aynı şekilde çaresizliğin ve yalnızlığın içine itmiştir.

Ancak Milliyetçi Hareket’in ilgisi, desteği ve eli Türkmen kardeşlerimize yöneliktir.

Onların derdi derdimiz, hüzünleri hüznümüzdür.

Bizim için toprak bütünlüğünü korumuş ve iç çatışmalarını aşmış bir Suriye’de; Türkmen kardeşlerimizin sorunları giderilecek ve geciken hakları kendilerine teslim edilecektir.

Bu sebeple AKP zihniyeti sonu görülmeyen maceraya atılmaktan vazgeçmeli, savaş naraları atmaktan uzaklaşmalı, Esad yönetimiyle muhalifler arasında diyalog kanalları oluşturmalıdır.

İki gün önce Suriye’de yapılan referandum sağlıklı ve sağduyulu bir başlangıca vesile olmalı; silahla, öldürmeyle bir sonuç alınmayacağını hem Esad yönetimi hem de muhalif güçler idrak etmelidir.

Türkiye için Bağdat’ın, Şam’ın ve Tahran’ın, istikrarı ve bütünlüğü tartışmasızdır.

Başkalarının çekim alanına kapılan AKP’nin, ülkemizi ateşe atacak, vatanımızın tekliğini, milletimizin birliğini uçuruma götürecek her yaklaşım ve adımı bizim için gayri meşrudur ve bunun karşısında tavır almakta milletimizin bize yüklediği en temel milli sorumluluktur.

Bu duygu ve düşüncelerle, konuşmama son verirken haftalık olağan Meclis grup toplantımıza katılan herkesi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Sağ olun, var olun.