Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin,
Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım, Değerli Misafirler, Sayın Basın Mensupları, Sözlerimin başında hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum. Bildiğiniz gibi, önümüzdeki Perşembe ‘8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü kutlayacağız. Kadınlar Günü; musibetlerden ders ve ibret çıkaran, hakkın ve haklının yolunu bulan zihnin ürünü ve üstünlüğüdür. Hayatın müşkülatlarla çevrili güzergâhında, sadece içinde bulunulan zamanı değil, geleceğin ilkelerini ve idraklerini yoğun olarak tesir altına alacak hadiseler bulunduğu kuşkusuzdur. Esasen bu olayların sırrı ve içerdiği saygınlık düzeyi, geçtiği ve ortaya çıktığı dönemlerde bir türlü kavranamamıştır. Ancak zamanlarında görmezden gelinen çıkışlar, itirazlar ve istekler; sonraki yıllara ve asırlara yön ve ruh veren insanlık dönemeçleri olmuşlardır. Bu tarihi dönüm ve akış noktalarını; sıradan vakıalar zinciri olarak algılamayıp, yarınlarımızın mimarisi olan sorumluluk disiplini ve mücadele lezzeti halinde görmek lazımdır. İşte, “8 Mart Dünya Kadınlar Günü”, böyle bir anlayışın itirafı, tescili ve kabulüne dayanan vicdan platformudur. Başta aramızda bulunan muhterem hanımefendiler olmak üzere; yurdumun her köşesindeki kadınlarımızın Kadınlar Günü’nü kutluyor, en iyi dileklerimi sunuyorum. Bu tarih; kadınların eşit haklara sahip olmak için hangi badirelerden geçtiklerini, neleri göze aldıklarını net olarak bize göstermektedir. Aynı zamanda 8 Mart, geçmişte zor şartlar altında düşük ücrete, köleleştirmeye, insanlıktan bihaber uygulamalara ve ayrımcılığa karşı bir direnmedir ve semboldür. Kadın hakkının aslında bir insan hakkı olduğunu apaçık vurgulayan, cinsiyet farklılığını baz alan dar bakış açılarını etkisiz hale getiren bir görüş derinliğinin adıdır. Bu anlamlı tarih, kadına karşı Ortaçağ gözlüğüyle yaklaşan ve örümcek ağlarıyla örülmüş zihinlerle kategorileştiren eğilimlere iyi ve kalıcı bir cevaptır. Elbette biz de Dünya Kadınlar Günü’nün anlam ve önemi üzerine düşünceceğiz, görüşlerimizi paylaşacağız, fikirlerimizi ifade edeceğiz. Kadınlarımızın hayatın her alanındaki rol ve pozisyonları üzerine münazaralar, müzakereler ve muhtevalı tartışmalar içinde olacağız. Genellemelerin basitliğine ve aldatan tarafına meyletmeden, yapay ve zayıf algılamalara izin vermeden, düşüncelerin katılaşmasına ve hatta tortulaşmasına ortam hazırlamadan kadınlarımızın halini ve vaktini ele alacağız ve yorum testinden geçireceğiz. Biliyoruz ki, bir ülkenin ya da bir çağın medeniyet seviyesi, kalkınma düzeyi kadınların durumu ve sahip oldukları haklarla yakından ilgilidir. Kadının güçlü ve eğitimli bir seviyede bulunduğu, ekonomik yeterliliğe ulaştığı; eşit bir şekilde sosyal, siyasal, toplumsal ve ekonomik aktivitelere katıldığı bir yerde tabiatıyla dinamik ve diri bir sosyolojik varlık kendisini gösterecektir. Nitekim kadının var olan sorunları çözülmeden, karşılaştığı güçlükler halledilmeden, üstünkörü yapılan cinsiyet ayrımının sığlığı giderilmeden sağlıklı bir sonuca ve umut ettiğimiz gelişmişlik ufkuna varmamız doğal olarak mümkün olmayacaktır. Meseleleri ele almadaki savrukluk, sunulanı sorgulamadan inanma, bir fikriyatı mantıki bir neticeye götürmede gösterilen sebatsızlık ve tutarsızlık, elbette kadınların taleplerini karşılamada en büyük zihni engellerdendir. Bu muhkeme noksanlığının, analitik bakış eksikliğinin ve kavrayış yetersizliğinin kadın olmaktan kaynaklanan hak ve yükümlülükleri layıkıyla idrak etmesi ve çözüm yolunu inşa etmesi bize göre çok zordur. Kadınları sadece belirli gün ya da haftalarda hatırlamak, tutulmayacak ve yerine getirilmeyecek sözlerle onları avutmak her şeyden önce bizatihi taşıdıkları insanlık değerlerine haksızlık olacaktır. Kabul edilmelidir ki, kadın varlığının, hayatımızın her anında ve her kesiminde büyük bir etkisi ve payı vardır. Bir defa hepimiz, hayata gözümüzü açtığımız andan itibaren annemizle karşılaşır, onun şefkat ve merhamet dolu bakış ve dokunuşuyla muhatap oluruz. Kulağımıza fısıldadığı ninnileriyle yetişir, sevgisiyle olgunlaşır ve böylelikle ruhumuzu dinginleştiririz. Annelerimiz karşılığı hiçbir zaman verilemeyecek bağlanışın, hakkı hiçbir zaman ödenemeyecek fedakârlığın, soluk alıp verdiğimiz sürece eskimeyecek tutkunun emsalsiz simgeleridir. Yüce Dinimiz İslam’ın cennetin, anaların ayaklarının altında olduğunu müjdelemesi bu kapsamda ilahi bir teyit olup, tartışma götürmez manevi bir ihtişama göndermede bulunmaktadır. Her şey bir kenara, bunlar bile başlıbaşına; kadına, kadınlığa ve kadın olana duyulacak hürmet için yeter sebeptir. Biz zarafeti, müşfikliği, inceliği, hassasiyeti, adanmışlığı, duygusallığı öncelikle onlarda gördük, onlardan tebarüz ettik. Çileye karşı sabrı, belaya karşı hayrı, zulme karşı bağışlamayı onların davranışlarında şahit olduk. Bilhassa Türk kadını; √ Yeri gelmiş cepheye taşıdığı mermiyi tülbendiyle korumuş, topun namlusuna bağımsızlık aşkını iliştirmiş ve kurtuluş mücadelemizdeki nabız atışı olmuştur. Yeri gelmiş evladının beşiğini sabaha kadar sallayan, erinin yolunu hiç bıkmadan gözleyen ve ailesini daldan budaktan sakınan özveri kisvesine bürünmüştür. √ Yeri gelmiş tarlasında, bağında, tezgâhında ter akıtmış, ömür tüketmiş ve emek sarfetmiştir. Yeri gelmiş gönüllerdeki eşsiz yeriyle erdem ve iffet zirvesinden karanlığa mum yakmıştır. √ Yeri gelmiş kağanın yanındaki mindere oturmuş, demokrasinin, katılımcılığın ve özgürlüğün sembolü olarak geleceğe yön vermiştir. Ve yeri gelmiş estetik cesaretin, üstün ahlakın ve vazgeçmeyen iradenin adı, şanı ve markası olarak kalplerimizde taht kurmuştur. İster kadınlarımız arasında; Ispartalı dokuma işçisi veya Afyonkarahisarlı tarım çalışanı olsun, isterse de Kırşehirli temizlik görevlisi, Erzurumlu şirket yöneticisi, Trabzonlu kamu çalışanı bulunsun hepsi bu söylediklerimin bir parçası ve ayrılmaz bir değeridir. Öte yandan bugün, kadınlarımızın artan sorunları, şiddet, taciz ve tecavüz iğrençliklerine maruz kalması da hepimiz açısından, en başta sözde ileri demokrasi şarlatanları bakımından ayıp ve utanç kaynağıdır. Nedeni olursa olsun, kadına yönelen vahşi saldırılar, işlenen cinayetler ciğerimizi dağlamaktadır. Hergün bir yenisini duymaktan, ekranlarda ve gazete sütunlarında görmekten bıktığımız vahşet manzaralarının, tahammül sınırımızı ve dayanma eşiğimizi çoktan aşındırdığı bir hakikattir. Hoşgörüsüzlüğün, caniliğin eli kanlı failleri, insanlıktan mahrum bir halde kadınların canına kıymakta, toplumumuzu tek kelimeyle terörize etmektedir. Bu kürsüden, kadınlara yönelik şiddet ve zulmü tüm gücümle reddediyor, bunun faillerini ve taraflarını kınıyorum. Artık bu eziyetin, eşkıyalığın ve hunhar saldırıların son bulmasını ve AKP hükümetinin de günü kurtarmaktan başka bir işe yaramayan duruşundan vazgeçmesini bekliyorum. Türk ailesinin temel direği, ağırlık merkezi olan kadının, huzura ve güvenceye kavuşmadan, kimden gelirse gelsin, gelişme ve ilerleme iddialarının hiçbir karşılığının ve inandırıcılığının olmayacağına yürekten inanıyorum. Parti olarak, milli ve manevi değerlerin korunmasında, yaşatılması ve gelecek kuşaklara aktarılmasında, milli bütünlüğün ve dayanışma ruhunun ilerletilmesinde aile kurumunun vazgeçilmezliğine içtenlikle bağlıyız. Bu nedenle, aziz millet varlığının gözbebeği olan ailenin, ekonomik ve sosyal gelişmelerin yol açtığı olumsuzluklardan muhafaza edilebilmesi için kadının layık olduğu yere gelmesi mecburidir. 2011 Seçim Beyannamemiz de yer bulduğu gibi kadınlarımızın; √ Her alanda saygınlığı arttırılmalı, √ Eğitim düzeyleri yükseltilmeli, √ Kalkınma sürecinde, iş hayatında ve karar alma mekanizmalarında daha fazla rol almaları sağlanmalı, √ Toplumsal konumları iyileştirilmeli, √ Yüksek öğretimde sunulan imkan ve fırsatlardan kızlarımızın yararlanmasını engelleyen antidemokratik ve insan haklarına aykırı uygulamalara son verilmeli, √ Pozitif ayrımcılık lafta bırakılmamalı, √ Siyasetten ticarete, ekonomiden sivil topluma, sanattan spora görünürlükleri ve kapladıkları alan daha çok arttırılmalıdır. Bunlara ilave olarak, kadınlarımızın temel hak ve özgürlüklerini kısıtlayan, istismara yol açan, toplumsal planda geri kalmalarına zemin hazırlayan çağ dışı uygulamalara süratle son verilmelidir. İstikrarı dillendirirken çürümenin farkına varamayan iktidar zaafı, kadınlarımızı propaganda öznesi yapmaktan uzaklaşmalı ve haklarını muhakkak teslim edecek dürüstlüğü göstermelidir. Kadın varlığını bir zenginlik ve problemlerini gidermenin insani bir vazife olduğu inancıyla, kadınlarımızın biriken ve çoğalan sorunlarını kökünden bitirmek hepimiz için vazgeçemeyeceğimiz ve öteleyemeyeceğimiz maddi ve manevi bir vecibedir. Her alanda daha çok kadın dokunuşu, kadın nefesi ve kadın müdahalesi bulunması için herkes sorumluluk almalı ve gereğini yapmalıdır. Milliyetçi Hareket Partisi bu anlayış ve yaklaşımın izdüşümünde; Türk kadınının yanında daha kararlılıkla ve samimiyetle duracak ve üzerine düşen ne varsa yerine getirecektir. Bundan herkes, özellikle kadınlarımız mutlaka emin olmalıdır.
Değerli Milletvekilleri, Hepinizin şahit olduğu üzere, Türkiye kritik olduğu kadar, sıkıntılı bir sürecin içinden geçmektedir. Sağlıklı, güvenli ve yaşanabilir bir ülke olmaktan hızla uzaklaşmaktadır. Aziz milletimiz, kuşkuların yoğunlaştığı, belirsizliklerin üst üste yığıldığı, şaibelerin yaygınlaştığı bir dönemin tüm sancılarını yaşamaktadır. Peşi sıra gündeme yansıyan vahim iddialar ve çapı genişleyen bunalım hali bize bunları işaret etmektedir. Bu kapsamda olmak üzere, bize göre üzerinde durulması ve mutlaka sübuta erdirilmesi gereken üç konu başlığı bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, belki de en önemlisi, “Pozantı M Tipi Çocuk ve Gençlik Cezaevi”nde yaşandığı iddia olunan ve kamuoyuna yansıyan akılları durduracak vakalar zinciridir. Hangi nedenden olursa olsun, cezaevinde bulunan çocuk mahkûmlara karşı işlenmiş suçlar, kaba güç gösterileri, taciz ve tecavüz haberleriyle ilgili ihbarlar haklı olarak tüm dikkatleri üzerine çekmiştir. İşiten herkesin kanını donduran, ciğerini parçalayan bu rezaletin, sözde ileri demokrasi altında gerçekleşmesi de meselenin bir başka kasvetli yönünü oluşturmuştur. Bugüne kadar, farklı zamanlarda gerek çocuk yetiştirme yurtlarında, gerekse de bakımevlerinde skandal olayların patlak verdiği hepimizin bildiği gerçekler arasındadır. Kimsesiz ve engelli kızlarımıza, devletin sevecen kollarına sığınan insanlarımıza en adi davranışların, alçakça muamelelerin yapıldığı aşikardır. Her ne hikmetse, bu çürümüşlüklerin ardı arkası kesilmemiş ve bu alanda gönülleri rahatlatan bir gelişmeye de tesadüf edilememiştir. Bu kirliliğe bulaşanlarla ilgili açılan idari soruşturmalar, görevden almalar ve görev değişiklikleri ya da adli takibatlar henüz caydırıcı ve önleyici olamamıştır. Konunun düşündürücü bir diğer yanı ise, yaşanan insanlık trajedilerinde adı geçenlerin AKP’nin yetkilendirdiği ve tayin ettiği kokuşmuş kişiler olmasıdır. Zinayı suç olmaktan çıkaran, suçluları taltif eden ve hukukun itibarına bıçak vuran bir hükümet etme anlayışı için aslında bunlar son derece normaldir. Bu itibarla “Pozantı M Tipi Çocuk ve Gençlik Cezaevi”nde meydana gelen ahlaksızlıklar ve utanç verici olaylar tablosu, bir bakıma iktidarın gevşek ve cesaretlendirici uygulamalarından feyiz almıştır. Ne var ki, sözü edilen cezaevinde bulunan bir grup çocuğun; tacize, tecavüze ve şiddete maruz kalması hiçbir vicdanın kabul edemeyeceği, göz ardı edemeyeceği ahlak faciası olarak AKP yönetiminin alnına kazınmıştır. Tecrit şartlarında işlediği suçun cezasını çeken herhangi bir kişinin, özgürlüğünün kısıtlanması dışında, hiçbir kötü temas veya müdahaleye uğramayacağı hususu, üzerinde tartışmanın bile abes olacağı bir gerçektir. Çetelerle, darbecilerle sözde mücadele edildiğini her ortamda ifade eden AKP hükümeti, sorumluluğu altında bulunan kurumların suçlulara ve sapıklara teslim olduğunu görmeyecek kadar bilincini kaybetmiştir. Tecavüzcüler ve cinsel suç nitelikli teşekküllerin tarafları AKP’nin yanında hizalanarak Türk milletinin faziletini ve bin yıllık ahlakını nişan almışlardır. Buna dur demek lazımdır ve son vermek gerekmektedir. Pozantı’daki pisliğin, işlenen insanlık dramının; müfettiş soruşturmasıyla ve 200 çocuğun Ankara Sincan Çocuk Kapalı Cezaevi’ne nakledilmesiyle temizlenmesi ihtimal dâhilinde değildir. Peki, cinsel nitelikli suç ve saldırılar, bu kez de Sincan Cezaevi’nde vuku bulursa, AKP hükümeti ne yapacak ve burada bulunanları nereye sevk edecektir? Zira buna benzer adli ve hukuki yaptırımlara, daha önceki hadiselerde de müracaat edilmiş, ancak başarılı bir sonuç elde edilememiştir. Asıl mesele ise AKP’nin bozuk zihniyeti, gözü dönmüş ve aşağılık kişilere karşı sergilediği toleranslı yaklaşımıdır. Başbakan Erdoğan, “Suç örgütlerine aman vermedik, çetelerin hakkından geldik, göz açtırmadık”, türünden beyhude sözlerine son vererek, yönetimi altında bulunan insanlık müsvettelerine vakit geç olmadan başını çevirmeli ve hadlerini bildirmelidir. Pozantı’da çocuk mahkûmların ırzına, haysiyetine, şerefine, insan olmaktan kaynaklanan dokunulmazlıklarına kast eden soysuzların ve hastalıklı ruhların cezasız kalmaması için de her türlü tedbiri bir an önce almalıdır. Milliyetçi Hareket Partisi bu konunun takipçisi olacak ve asla peşini bırakmayacaktır.
Değerli Arkadaşlarım, Değerlendirmelerimizin ikinci sırasında da, Adıyaman’daki tehlikeli, provokasyon ihtimali yüksek ve hepimize alarm vermesi gereken bazı gelişmeler bulunmaktadır. Geçtiğimiz günlerde, bu ilimizin Karapınar Mahallesinde, 45 evin kapı ve bahçe duvarlarına işaret konulması, üstelik burada yaşayanların çoğunlukla Alevi kardeşlerimizden ibaret olması bizi de bir hayli endişelendirmiştir. Özellikle, komşu ülkelerdeki mezhep temelli bir kaosun ve kavganın sürekli ilerlemesi, ülkemizin hassasiyet derecesini de doğal olarak artırmış ve korkularımızı bilemiştir. Türkiye’nin yakın geçmişinde, maalesef bu kapsamda çok acı deneyimler ve hiç hak etmediğimiz olaylar yaşanmıştır. Kime ve neye hizmet ettiği az çok belli olan; Alevi-Sünni, ilerici-gerici, laik-anti laik kutuplaşmaları ve ideolojik düşmanlıklar, hem ülke hem de millet olarak telafisinde zorluk çektiğimiz ağır sonuçlara kapı aralamıştır. Ne yazık ki, sonu olmayan husumet dalgası bir dönemimizi heba etmiştir. Kışkırtmalar, tertipler, ajitasyonlar ve bir kaşık suda koparılan fırtınalar hepimizi olumsuz etkilemiştir. Bizim anlayışımızda, Türk milletinin hiçbir ferdinin, bir diğerinden üstünlüğü ve fazlalığı yoktur. Kökeni, kimliği, meşrebi, mezhebi ne olursa olsun; ay yıldızlı al bayrağımızın etrafında toplanan, milletimize ait olmaktan dolayı iftihar eden, vatanımıza evi gibi bakan, tarihimize toz kondurmayan herkes bizim için yeri dolmayacak bir değerdir. İster Alevi olsun, ister Sünni; ister Doğulu olsun, isterse de Batılı, biz herkesi bir gördük, eşitlik prensibi içinde beraber kabul ettik. Herkes eşittir Türkiye derken maksadımız buydu. Bu itibarla mezhep çekişmesinin fitilini ateşlemeye, bizi kümelere dağıtmaya; zihnen, fikren ve kalben ayırmaya ve bölmeye çalışanlara şüphesiz tahammülümüz yoktur ve hiçbir şart altında da olmayacaktır. Bundan dolayıdır ki, Adıyaman’da Alevi İslam inancına mensup kardeşlerimizin evlerine işaret konulmasının altındaki ve arkasındaki sır perdesinin titizlikle aralanmasını acilen bekliyoruz. İçişleri Bakanı’nın, ev işaretlenmesinin çocuk işi olduğunu, siyasi bir anlam taşımadığını belirtmesi de bizi fazla tatmin etmemiş ve acabalarımızı bertaraf edememiştir. AKP’li bu bakana göre, evlere konulan işaretler, ancak çocukların yapabileceği yüksekliktedir ve üç Alevi olmayan vatandaşımızın evi de işaretlenmiştir. Ancak bu sığ ve basit izahat ve tevil gayreti bizim açımızdan doyurucu ve teskin edici değildir. İşaretlemeler çocukça bir iş olsa bile, yine de konunun üzerine gidilmeli, varsa arkasındaki azmettirici unsurlar, kavga bekleyen mihraklar ortaya çıkarılmalı ve katiyen hafife alınmamalıdır. Kaldı ki geçmişte çocukları saldırılarında maşa ve suç vasıtası olarak gören kalpleri mühürlenmiş lekeli zihniyetlerle ilgili bilgi ve tecrübemiz bir hayli fazladır. Eline tutuşturulan suç aletleriyle sokakları, caddeleri savaş alanına çeviren, polisi taşlayan çocukların arkalarında kimlerin durduğu ve nasıl yönlendirildikleri herkesin malumudur. Bunun yanı sıra, yaşlarının küçük olmasını fırsat bilen ebeveynleri tarafından; namus cinayetlerinde tetik çeken el olarak çocukların nasıl kullanıldıkları da üzücü yanlarıyla hafızalarımızdadır. Öyle istismar ve vicdansızlıklarla karşılaşılmıştır ki, küçücük çocukların; eline molotof kokteyli verilmesi, başörtüsü takılarak güvenlik güçlerine taş atmalarının sağlanması ve kadın kıyafetleri giydirilerek bölücü emellere alet edilmeleri adeta sıradanlaşmıştır. Temenni ederiz ki Adıyaman’daki ev işaretlemeleri bir çocuk işi olsun ve yalnızca oyundan ibaret kalsın. Ancak hiçbir şeyi tesadüflerin sürprizlerine, ihtimallerin seyrine bırakmamak, “tespit yapayım derken testiyi kırmamak” çok ama çok önemlidir. Konunun; bütün yönleriyle aydınlatılması, üzerine gidilmesi, sisli ve muamma taraflarının vuzuha erdirilmesi ve tüm ayrıntılarının dikkate alınması kaçınılmaz bir sorumluluk olarak ortadadır. Diğer taraftan, ev işaretlemeleriyle ilgili sürecin seyri ve ilerleyişi ne olursa olsun; Alevi İslam inancına mensup kardeşlerimiz şunu bilsinler ki; Can bildiklerimizi, canımız olarak gördüklerimizi; biz kendimizden ayrı tutmayız, kendimizden farklı değerlendirmeyiz. Hiçbir zaman endişeye, korkuya kapılmalarını istemeyiz, çünkü biz Alevi kardeşlerimizin hakkını her şart altında savunuruz, sahipleniriz ve Alevileri bağrımıza basarız. Gelin canlar bir olalım, iri olalım, iyi kalalım ve ilelebet birlikte diri duralım. Etnik ve mezhep huzursuzluğundan ganimet uman küstahlara, birbirimize düşmemizi gözleyen hıyanet simalarına el ele, gönül gönüle vererek Türk milletinin kudretini birlikte gösterelim.
Değerli Milletvekilleri, Üzerinde durmak istediğim üçüncü konu ise, Diyarbakır İçkale’de yapılan kazılar ve bu çerçevede farklı bir boyut kazanan gelişmelerdir. Bilindiği üzere, İçkale’de restorasyon çalışmaları nedeniyle yapılan kazılar sonucunda, kemik ve kafataslarına ulaşılması ucu Başbakan’a kadar uzanan tartışmanın ve cepheleşmenin fitilini ateşlemiştir. Hatırlarsanız, 31 Ocak 2012 tarihli Meclis Grup konuşmamda, toprak altından kendilerine çıkış yolu arayanlarla ve suçlamalarına kafatası avcılığı yaparak dayanak bulmaya çalışanlarla ilgili görüşlerimi ifade etmiştim. Ve o konuşmamda; faili meçhul olarak görülen tüm kuşkuların kararlılıkla irdelenmesi ve sonuçlandırılması gerektiğine vurgu yapmıştım. Bu karmaşanın çözülmesini, belirsizliğe mahkûm edilen cinayetlerin ve ilişki ağlarının açığa çıkarılmasını AKP hükümetinden beklediğimi duyurmuştum. Devamla, Türk milletinin bu kazı siyasetinden ve anormal boyutlara ulaşan dengesiz ve kontrolsüz gelişmelerden yorulduğunu konunun tüm taraflarına ikazla bildirmiştim. Başbakan Erdoğan ise bu kazılardan rahatsız olduğumuzu söyleyerek bizi, kendince ve sığ aklınca zan altına almaya çalışmıştı. Şurası bir gerçektir ki, Diyarbakır’daki arkeolojik kazılarda rastlantı eseri ortaya çıkan kemik ve kafatasları, AKP ile birlikte yapışık ikizi BDP’ye altın tepsi içinde istismar ve kara çalma fırsatı vermiştir. Bulunan kemikler üzerinden ileri derecede duygu sömürüsü yapılmış, siyasi ve ideolojik rant kapısı oluşturulmaya gayret edilmiştir. Manşetler yoluyla, sanki Diyarbakır’da toplu kıyım olmuş gibi yayın yapılmış ve yalan haberlerle iktidarın ekmeğine yağ sürülmüştür. “Topraktan ceset fışkırıyor, İçkale’nin altı kemikten geçilmiyor, çukurlar kafatası ve kemiklerle dolup taşıyor, faili meçhul mezarlığı ortaya çıkıyor” gibi ipe sapa gelmez birçok asılsız ve mesnetsiz ithamlar hepimizin gözü önünde yapılmıştı. İşi kafatası sayacı icadına kadar götüren, Diyarbakır’ı da kemik borsasına çeviren acımasız ve düşmanca yaklaşımlar sergilenmişti. Bu konuyu paravan yaparak, terörle mücadeleye çelme takmak için ellerinden geleni arkalarına koymayan çarpık zihinler, etnik temelli bölücülük zehrini durmadan kusmuşlardı. Ne var ki tüm bu ihanet seferberliği, kazılarda bulunan kemiklerin en az yüz yıllık olduğunu gizleyememiş, ortaya çıkan gerçeğin ışığını bastıramamıştır. Madem bulunan kafatası ve kemiklerin bir asrı aşan mazisi vardır, bu durum karşısında, Başbakan Erdoğan mahcubiyetten, erken konuşarak düştüğü bölücülük tuzağından bundan sonra nasıl çıkacak ve nasıl bir pişmanlık emaresi gösterecektir? Bu kapsamda Başbakan Erdoğan özür dileyecek midir? Yoksa başka faili meçhul kazı işine girerek; elinde kürek, sırtında kazma, arkasında iftiracı ve yaygaracı yandaşlarıyla birlikte, her karışında şehit olan vatan topraklarını kazmaya devam edecek midir? Demin de ifade ettiğim gibi, kendisi 2 Şubat 2012 tarihinde, Genişletilmiş İl Başkanları toplantısında bizi hedef alarak; İçkale’de toprağın altından çıkan kemiklerden bile rahatsızlık duyduğumuzu söyleyerek; “Ya bunlar çıkmayacak mı ortaya? Hani sen haktan bahsediyorsun, hukuktan bahsediyorsun, adaletten bahsediyorsun, niye bunlar ortaya çıkmasın? Tabii çıkacak.” Sözleriyle bizi köşeye sıkıştıracağını hesap etmiştir. Sayın Başbakan kemikler çıktı, kafatasları bulundu, seni tebrik ediyoruz. Ama bu kemikler senin umduğun, düşündüğün, propaganda malzemesi yaptığın ve beklediğin kemikler değildir. Bütün bunlara rağmen, izleyen süreçte sen kemiğin derdinde ol, biz doğruların ve gerçeklerin peşinde olalım. Sen inanç tacirliği yaptığın gibi kemik tüccarlığına da soyun, biz ise milletimizin birliğini ve kardeşliğini savunmayı sürdürelim. Ve sen kemik bulmaya çok meraklıysan, çok değil, Afyonkarahisar’ın Kocatepe’sine kadar toprağı kaz ve altında sere serpe yatan kahramanları gör ve haklarını teslim et. Bunların faillerini merak ediyorsan tavsiyemiz uzağa bakmaman; sağına, soluna ve kol kola girdiğin emperyalistlerin yüzlerine odaklanmandır. İşte o zaman Müslüman Türk milletinin kanını döken; sömürgecilikten ve yamyamlıktan sabıka giymişleri böylelikle fark edebilmen mümkün olacaktır. Aklından bir an olsun çıkarma ki, sen Türk milletini toprak altı etmeden, bu büyük millet; zihniyetini ve hükümetini gün gelecek inşallah sandık altı yapacaktır.
Muhterem Milletvekilleri, Bölücü mihrakların, ayrılmadan, kavgadan taraf olan kanlı suratların haddi aşan beyan ve sözlerine çok sık olarak rastlanmaya başlanmıştır. Ne büyük bir densizliktir ki, PKK’nın dağdaki militanları, şehirlerdeki uzantıları, siyasetteki elebaşları hainliklerine ara vermeden devam etmektedir. Geçtiğimiz hafta İstanbul Sütlüce’de polis midibüsüne yapılan saldırıdan sonra, şimdi de Ankara’da, Başbakanlığın hemen yanıbaşında, Yargıtay binasının önünde bomba patlamıştır. Milletimizi kaygılandıran bu iki hadiseyle ilgili tek tesellimiz de can kaybımızın olmamasıdır. Buradan İstanbul’daki hain pusuda yaralanan 15’i polis, biri sivil olmak üzere 16 kardeşimize ve Ankara’da yaralanan vatandaşımıza geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum. Bu gelişmelerden, şehirlerimizin terörist saldırıların hedefine tam olarak yerleştiği anlaşılmaktadır. Başbakan Erdoğan İmralı canisiyle müzakere edip, Kandil’e haberleşme hatları inşa ederken eşkıya şehirlerimizi bombalarla doldurmuştur. Bununla birlikte kanlı eller, hükümete bombayla mesaj vermekte, dayatmalarının, ihanet tekliflerinin kabul edilmesini ve dikkate alınmasını istemektedir. Ve daha da acısı, her an her yerde hunhar saldırılarını yapabileceklerini; gerekirse yürütmeyle yargı binaları arasını bile tuzaklamaktan çekinmeyeceklerini kanıtlamaya çalışmaktadırlar. Bundan sonra sivil ve masum insanımızın birinci dereceden ve direkt terör tehdidinin yörüngesine girdiği görülmektedir. Ancak devletin güvenlik birimleri, PKK’lı katillerin şehirlere taşıdıkları bombaları bilmelerine rağmen; hükümetin bu konuda kılını bile kıpırdatmaması ve deyim yerindeyse saldırılara göz yumması affedilecek bir durum değildir. Altını kalın olarak çizmek isterim ki, şehirlerimize bombaların yerleştirildiği Oslo’da kurulan ihanet masasında, MİT’in emekli olmuş bir müsteşar yardımcısı tarafından açıklanmıştır. Parti olarak, her defasında AKP zihniyetinden bununla ilgili bir izah beklemişsek de, aradığımız ve aziz milletimizin güvenliğini çok yakından ilgilendiren makul bir cevabı hala alabilmiş değiliz. Bu vesileyle Başbakan Erdoğan’a tekrar sormak istiyorum. Vereceği cevabı aziz milletimiz duymak istemektedir; can ve mal emniyeti için bunu çok acil görmektedir: Sorum net ve açıktır: “MİT eski müsteşar yardımcısının dile getirdiği, metropollere PKK tarafından yerleştirilen ve vatandaşlarımızı vahşice öldürmeye ayarlı bombalar hangi şehirlerimizdedir? Bu konuda bir tedbir alınmış, failler yakalanmış mıdır?” Sayın Başbakan buna cevap vermelisin. Sorumuzu sümen altı, hasır altı yapmaktan kesinlikle uzak durmalısın. Senin için nasıl olsa bir mesele yoktur. Sultanlar gibi gezmekte, onlarca araba ve koruma ordusuyla dolaşmaktasın. Ancak vatandaşlarımızın; bulundukları yerlerin her an neresinde ve hangi köşesinde patlayacağı meçhul olan bombalarla, daha fazla yaşamaya zorlanması büyük bir insafsızlık ve merhametsizliktir. Bir tarafta terörist faaliyetler ve menfur eylemler sürerken, diğer yanda konferans salonları bölünme ve ayrılma çağrılarıyla inlemektedir. Bölücülüğün fitne merkezlerinden birisi olan ‘Demokratik Toplum Kongresi’nin geçtiğimiz hafta Diyarbakır’da düzenlenen bir toplantısında, sözde Kürt marşı diye bir kepazeliğe tekrar tanık olunmuştur. Huşu içinde bölücülüğün mısralarını seslendirenler, Türk milletine açıkça meydan okumuşlardır. Benzer bir rezalet 24 Ekim 2010 tarihinde de cereyan etmiş, AKP’nin bir yöneticisi utanmadan, sıkılmadan ve yüzü kızarmadan bu sözde marş eşliğinde ayağa kalkmış ve saygı duruşunda bulunmuştu. “Çözüm federasyon, Kürtçe eğitim dili olsun, her şey özgür Kürdistan” türünden melun ifadelere AKP çanak tutmuş ve bunu da hürmette kusur etmeyerek ispatlamıştı. Hükümetin ağlayan siması da bu maskaralığın ve tükenmişliğin boy verdiği salona bir mesaj göndererek kalbinin kimlerle birlikte attığını göstermişti. Geçtiğimiz hafta sonunda, yine Diyarbakır’da, düzenlenen bir konferans esnasında, kendilerine “Dicle-Fırat Diyalog Grubu” adını veren bir grup tarafından, bulundukları salona Türk bayrağı asılmamış, bunun yerine sözde peşmerge paçavrası açılmıştır. Ne ilginçtir ki bu namertliklerin hepsi AKP’nin iktidar, Recep Tayyip Erdoğan’ın da Başbakanlığı sırasında gerçekleşmektedir. Başbakan Erdoğan, eğer biraz milli gururu ve irfanı varsa, bu sefil bölücü bataklığını kurutmak amacıyla aldığı millet yetkisinin gereğini yerine getirmelidir. Şu kadarını söylemek isterim ki adına Türkiye Cumhuriyeti denen bu aziz ülkede; Millet tektir, devlet tektir, vatan tektir, dil tektir ve bayrak tektir ve o da ilhamını şehit kanından almış, uğruna her fedakârlık yapılmış Türk bayrağıdır. Ülkü birdir, tarih birdir, marş birdir ve bu da bağımsızlığımızın mısralarını barındıran milli seslenişimizdir. Vatanımızın şafaklarında dalgalanan al sancağımız, dillerde arşa uzanan istiklalimizin dizeleri, Allah’ın izniyle, en son ocağımız tütene kadar baki kalacaktır. Türk milleti varlığını korumak, devamlılığını temin etmek amacıyla bedel ödedi, şehit verdi ve her şeyini bağımsızlığı için ileri sürdü. Bilinsin ki, gerekirse bunları tekrar yapmaktan da kesinlikle geri durmayacak ve korkmayacaktır.
Değerli Arkadaşlarım, Konuşmamın bu son kısmında, ekonomik gelişmeleri kısaca yorumlamak ve Türk lirasının yeni sembolü hakkındaki düşüncelerimi ifade etmek istiyorum. Malumlarınız olacağı üzere, Türk lirasına bulunan yeni sembol geçtiğimiz haftaya damgasını vurmuş, tartışmaların seyri daha çok bu konu etrafında yoğunluk kazanmıştır. Böylelikle Merkez Bankası’nın düzenlemiş olduğu “TL Simge Yarışması” sonuçlanmış, paramızın başına ucube bir remiz iliştirilmiştir. Belirlenen simge sözüm ona güvenin ve paranın artan değerinin sembolü olarak takdim edilmiştir. Açıklıkla söylemeyim ki, yeni para simgemizin hiçbir estetik yanı, hızlı algılanabilir ve göze hoş gelen bir tarafı ve kolayca benimsenecek bir içeriği yoktur. Milli kimliğimizle, kültürümüzle, bizi biz yapan değerlerle bu remizin uzaktan yakından bir bağı bulunmamaktadır. Hepsinden önemlisi paranın gücü ve itibarı simgelerle değil, güçlü ve üreten ekonomik yapıyla birebir bağlantılıdır. Şayet Türk lirasıyla dünyanın her köşesinde alış veriş yapılıyorsa, rezerv ve değer saklama aracı olarak görülüyorsa, bu takdirde mesele yoktur ve paramız hak ettiği yere gelmiş olacaktır. Ancak Merkez Bankasında yabancı para biriktirmekle övünen AKP hükümeti, bu hedefin yanından bile geçememiştir. Ayrıca duyurulan simgenin hangi yandaş mahzeninde projelendirildiği, bunun karşılığında nelerin vaat edildiği, bu işten kimlerin menfaat elde ettiği soruları da belirsizliğini korumuştur. Kaldı ki, kullanım külfeti bir yana; yeni para simgesiyle evlere daha fazla ekmek girmeyecek ve eriyen maaşlar bu bağlamda artmayacaktır. Buzdolapları dolmayacak, mutfaklarda daha çok aş kaynamayacak, kabaran ihtiyaçlar asla giderilemeyecektir. İlan edilen yeni para simgesi çiftçimize, esnafımıza, emeklimize, işçimize, sanayicimize ve memurumuza en ufak bir katkı sağlamayacaktır. Bakınız istikrar abidesi olarak sunulan Türkiye ekonomisinde sayıları yaklaşık 2,5 milyon olan memurumuz ile birlikte 1,8 milyon memur emeklimiz hala bu yılın ilk yarısına ait zamlı maaşı alamamıştır. 12 Eylül Referandumunda kabul edilen toplu sözleşme hakkı ve bununla ilgili yasal düzenleme ihtiyacı duyarsızlığa terk edilmiş ve sürüncemede bırakılmıştır. Ancak çalışanını, emeklisini zamsızlığa, hayat pahalılığına mahkûm eden Başbakan Erdoğan, eline tutuşturulan simgeyle övünmekte ve bunu bir marifetmiş gibi göstermektedir. Ekonomide mucize iddiaları, çizilen pembe tablolar, yalan ve aldatma hikâyeleri eğer başarısı ise, AKP bu durumda ülkemizi zirveye çıkarmıştır ve sahtekârlık dalında altın madalya almaya hak kazanmıştır. AKP hükümeti her şeyden önce; Türkiye ekonomisinin, bir yandan IMF’nin satın alma gücü paritesiyle yaptığı tahminlerde dünyanın 16. büyük ekonomisi olmasına rağmen, diğer yandan nasıl oluyor da küresel toplam milli gelir içinde yüzde 1,5’lük bir paya sahip olduğunu izah etmelidir? İstikrar adasından bahseden bu zihniyet, kişi başına düşen gelir sıralamasında ülkemizin, IMF Raporu’nda 65.konumda bulunmasını nasıl değerlendirmektedir? Beşeri gelişme alanında 83.sırada olmayı, cari açıkta ise dolar bazında, ABD ve İtalya’dan sonra rekor kırılmasını nasıl görmekte ve bunu nasıl açıklamaktadır? Hükümetin; fren tutmayan ithalatı, teknoloji üretemeyen ekonomik sistemi, artan borç miktarını ve bilgi üretemeyen geri ekonomik zihniyeti telafi etmek için bizim bilmediğimiz hangi değerli fikirleri vardır? Paraya bulunan simgeyle dış ticaretin artacağını zanneden evlere şenlik bir bakış açısıyla, enflasyonla faiz arasındaki ilişkiyi tersinden okuyan bir mantık garabetiyle, spekülatif paraya bağımlı hale gelen ekonomik sistemle, Türkiye’nin; bırakın istikrarlı olmasını, ekonomik mahvoluşun eşiğinde durduğunu sağduyulu, objektif ve iktisat mürekkebi yalamış her bilim adamı itiraf edecektir. Özet olarak diyeceğim şunlardır: Bulunan para simgesi maliyet ve yeni masraf kapıları demektir. Tedavüldeki paraların çekilmesinin getireceği yeni sorunlar demektir. Konyalının, Giresunlunun, Sinoplunun, Manisalının, Şırnaklının ve Mersinlinin kaybetmesi anlamına gelmektedir. AKP yandaşlarının ise kazanması ve bunun üzerinden banka hesaplarını daha da kabartmaları mümkün olacaktır. Simge olarak tayin edilen çıpa yolsuzluğa demir atmak, usulsüzlüğe kılıf hazırlamak ve AKP’ye yeni gemi almaktır. Üstü örtülemeyecek kadar açık bir gerçektir ki, paranın başına simge getirmek, milletimizin başına çorap geçirmekten farksızdır. Fakat bunun da hesabı bir gün sorulacak, simgenin ışığıyla gözleri kamaşanlar, millet iradesinin ateşiyle ayılacaklardır. Bu haftaki konuşmama son verirken, grup toplantımıza katılan herkesi bir kez daha en içten sevgi ve saygılarımla selamlıyor, başarılılarla dolu bir hafta geçirmenizi Yüce Allah’tan niyaz ediyorum. Sağ olun, var olun. |