Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin, Değerli Milletvekili Arkadaşlarım, Muhterem Misafirler, Sayın Basın Mensupları, Az sonra da değineceğim gibi, Afganistan’da şehit olan kardeşlerimiz bizim ciğerimizi yakmıştır. Milletimizin güzide evlatları dün itibariyle vatan topraklarına emanet edilmişlerdir. Bu nedenle haftalık olağan Meclis grup toplantımızı bir günlük tehirle gerçekleştiriyoruz. Konuşmama başlarken, hepinizi en içten duygularımla selamlıyor, saygılarımı sunuyorum. Yoğun ve bir o kadar da iç içe geçmiş olaylarla harmanlanmış bir haftayı geride bıraktık. Klişeleşmiş ifadelere, şablon beyanlara, ezbere dayalı sözlere, malumu ilan eden demeçlere yeniden şahit olduk. Yapay ve temelsiz iddiaları gıdası yapmış, yalan ve hezeyanı heybesine iliştirmiş siyaset bezirgânlığının, kararan yüzünü değişik olaylar vesilesiyle tekrar gördük. Bu ortam içinde, 18 Mart Şehitleri Anma Günü’nü ve Çanakkale Deniz Zaferi’nin 97’nci yıldönümünü andık ve geçmişin anılarını kalplerimizde dalgalandırdık. Vatanımız uğruna can veren, kan döken, baş koyan, ama taviz vermeyen millet iradesini gururla ve dualarla hatırladık. Biliyor ve teyit ediyoruz ki, Çanakkale elleri öpülesi bir neslin, rengi kıpkırmızı olan inanç ve iman mürekkebiyle yazdığı fedakârlık manifestosudur. Ürkmeyen, çekinmeyen, korkmayan ve yenilmeyi aklından bile geçirmeyen millet kudretinin uyanışı ve şahlanışıdır. Mermiye karşı sevdanın, gülleye karşı tutkunun, esarete karşı bağımsızlık ruhunun galip gelmesi ve üste çıkmasıdır. 97 yıl önceki destan; adanmışlığın emperyal bileği bükmesi, kahramanlığın çelikten kuleleri eritmesi, inanmışlığın sömürge hevesini devirmesi ve azmin işgali tepelemesidir. Çanakkale’den yükselen şuur, arşa ulaşan cesaret örneği; hamd olsun ki tuzakları boşa çıkarmış, saldırıları püskürtmüş ve hesapları tümüyle bozarak geleceğimizi aydınlatmıştır. Türk milleti, üzerine gelen yedi düveli, boğazına çöken düşman unsurları, kalbine hançer vurmak için pozisyon almış kirli emelleri şehitliğe koşar adım giden evlatları sayesinde def etmiştir. Alayına gününü göstermiş, Çanakkale’nin geçilmezliğini, son yurdumuzun teslim alınamayacağını imrenilecek bir özveriyle ispatlamıştır. Cephelerde millet fertleri yekvücut olmuş, kimse kimsenin mezhebiyle, yöresiyle, kökeniyle ve dünya görüşüyle ilgilenmemiş, üstelik bunları da merak etmemiştir. Bu itibarla, Çanakkale farklılıkları teşvik ederek, bizi birbirimizden koparmaya çalışan AKP zihniyetine ders olmalıdır. Herkesin kimliğini tanıma, kültürünü kabul etme ve dilini benimseme arayışında ve utanmazlığında olan gafillere ibret vesikası olmalıdır. Milletimizi 36’ya ayırma konusunda ayak direyen, etnik kimlikleri birer birer sayarak bu konuda gözünü hırs bürüyen Başbakan Erdoğan’a da bir sonuç vermelidir. Çanakkale; birliğin ve beraberliğin şehit kanlarıyla bestelenmiş ve gönüllere emanet edilmiş nağmesidir. Kardeşliğin, kadirşinaslığın, kader ortaklığının ve bin yıllık kadirliğin ete ve kemiğe bürünmüş halidir. Yozgatlı’nın, Iğdırlı’nın, Erzurumlu’nun, Diyarbakırlı’nın, Rizeli’nin, Sinoplu’nun, Antalyalı’nın, Balıkesirli’nin, Sakaryalı’nın göz nuruyla, alın teriyle ve kefensiz bedeniyle bir araya gelip hiç düşünmeden tutuşturduğu bağımsızlık meşalesidir. İşte bunun içindir ki Türkiye’nin yeni bir Çanakkale ruhuna ihtiyacı, muhtaçlığı bulunmaktadır. Yeniden silkinmesine, derlenip toplanmasına, kutsalları etrafında buluşmasına, deyim yerindeyse iman tazelemesine acilen gerek vardır. Doğudan batıya, kuzeyden güneye; bu topraklara vatanım diyen, geleceğini burada gören, dünün müşterek hatıralarını hürmetle anan herkesin; büyük bir aile olan Türk milletini sahiplenmesi, yaşatması ve ilelebet var etmek için üzerine düşeni yapması şüphesiz manevi ve ahlaki bir vecibedir. Unutmayınız ki, millet olarak üzerinde yaşadığımız coğrafyayı; Malazgirt’le vatanlaştırdık, Çanakkale’yle kilitledik ve milli mücadeleyle sonsuza kadar mühürledik. Bize kanlarıyla muhteşem bir miras bırakan kutlu ecdadımıza, başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere milli mücadele kahramanlarına, Çanakkale’yi destanlaştıran muhterem şehitlerimize bir kez daha Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyorum. Mekânları nur dolsun, kabirleri cennet köşesi olsun ve Allah hepsinden razı olsun. Muhterem Milletvekilleri, 18 Mart Şehitler Günü’nü idrak ettiğimiz sıralarda, Afganistan’dan gelen acı haberle milletimiz yasa boğulmuştur. NATO’nun Afganistan’da faaliyet yürüten Uluslararası Güvenlik Yardım Kuvveti bünyesinde, Türkiye’nin komuta ettiği Kabil Bölge Komutanlığı emrinde görev yapan bir helikopterimizin düşmesiyle, milletimizin 12 evladı ne yazık ki şehit olmuştur. Şehitlerimizin Türk bayrağına sarılı naaşları ülkemize getirilerek, memleketlerinde son yolculuklarına Fatiha’yla ve gözyaşlarıyla uğurlanmıştır. Hüznümüz tarifsiz, yürek acımız tanımsızdır. Şehitlerimize Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyor, kederli ailelerine, silah arkadaşlarına ve aziz milletimize sabır ve başsağlığı temennilerimi tekrarlıyorum. Afganistan’da şehit düşen kardeşlerimizi aziz milletimiz her daim minnet ve hürmetle anacaktır. Vatandan binlerce kilometre uzaklıkta Hakk’a kavuşan evlatlarımız geride bıraktıkları hatıralarıyla kalplerimizde yaşayacaktır. Aldıkları görevi layıkıyla yapan, milletimizi hakkıyla ve iftihar edilecek bir şekilde temsil eden şehitlerimiz bizim gurur kaynaklarımız arasında olacaktır. Bakınız, şehit ailelerinin gösterdiği vakar ve metanet de fazlasıyla dikkatimizi çekmiş ve bizi oldukça duygulandırmıştır. Bunlar arasında, şehit üsteğmenimiz Murat Yıldız’ın babası tarafından dile getirilen şu sözler hepimiz için düşündürücü ve hayranlık uyandırıcı vatanseverlik örneğidir: “Vatan sağ olsun, evladımızı şehit verdik. Allah'ım Sana binlerce hamdü senalar olsun ki ben şehit babası oldum. Ne mutlu bana, tek tesellim o." Bu ifadeler Türk milletinin gücünü, sabrını ve manevi olgunluğunu apaçık ortaya koymaktadır. Ancak bu yüksek ruhu ve tertemiz vicdanı artık zorlamamak, çileye ve feryada daha fazla katlanmasına müsaade etmemek hepimizin boynunun borcudur. Elbette şehitlerimizle övünüyoruz, onları şükranla yad ediyoruz. Ancak doğal ve doğru olanın da, önce insanı yaşatmak, güçlü, sağlıklı ve değerli kılmak olduğunu hiç aklımızdan çıkarmıyoruz. Açıktır ki, hem vatanımızdan hem de dışarıdan gelen şahit haberleri, milletimizin dayanma ve hazmetme gücünü sürekli aşındırmakta ve irtifa kaybettirmektedir. Afganistan’da meydana gelen elim helikopter kazası, üzerinde mutlaka durulması ve iyi irdelenmesi gereken bazı gerçekleri de gün yüzüne çıkarmıştır. Geldiğimiz bu aşamada, askerlerimizin şehit olmasına neden olan kazanın nedenlerini derinlemesine ve çok yönlü soruşturmak büyük bir zaruret ve ehemmiyet arz etmektedir. 12 evladımızı taşırken bir binanın üstüne çakılan helikopterin, teknik sorundan mı, yoksa kalleşçe yapılan saldırıdan mı böyle bir akıbete uğradığı hususu kısa süre içinde netleştirilmelidir. Zaman kaybına, ihmale ve işi ağırdan almaya müsaade etmeden, konunun gizemli tarafları açığa çıkarılmalı ve milletimiz mutlaka bilgilendirilmelidir. Dost ve kardeş ülke Afganistan’ın yaşadığı işgal ve esaret, özellikle son günlerde iyice gerilen sosyal ve siyasal yapısı bu kazanın tesadüfen olmadığı yönündeki kanaatimizi ister istemez belirginleştirmektedir. ABD askerlerinin Bagram hava üssünde yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’i yakmaları, arkasından Kandahar’da, aralarında çocukların ve kadınlarında da bulunduğu 16 sivil Afgan’ının katledilmesi provokasyona açık bir ortamı ziyadesiyle teşekkül ettirmiştir. Başbakan Erdoğan, bu izansızlığı ve yüz karası gelişmeleri nedense suya sabuna dokunmayan ifadelerle gündemine almış ve hemen geçiştirmeyi tercih etmiştir. Suriye’yi ezber yapan, Gazze istismarıyla beslenen bu zihniyetin, Afganistan’da Kur’an-ı Kerim’in yakılmasına ve 16 sivilin öldürülmesine birkaç söz dışında etkili cevap üretememesi; acziyetinin ve kimlerin paçasına tutunduğunun da bir bakıma göstergesi olmuştur. Gerçekten de Başbakan’ın ağzından Afganistan’daki olayları kınayan bir ifade çıkmamıştır. Çünkü Başbakan, işgalcilerin yanında hizalanmış olup, en az zayiatla ülkelerine dönmeleri konusunda istekli, ısrarlı ve ne hazindir ki kendi ifadeleriyle söyleyecek olursak, duacıdır. Anlaşıldığı kadarıyla, yüce kitabımızın yakılmasıyla Afganistan’daki gerilim düzeyi bir hayli artmış, toplumsal tansiyon haklı olarak alabildiğine yükselmiştir. Bu ahlaksızlığı, saygısızlığı, kabalığı, kural ve insaniyet tanımazlığı buradan tekrar kınıyorum. ABD’li askerlerin bu densizliklerine ve edepsizliklerine karşı, Taliban’ın misillemeyle cevap vereceğine dair tehdidi, helikopter kazasıyla ilgili şüphelerimizi doğal olarak artırmıştır. Şayet Afganistan’daki son olaylarla, evlatlarımızı aramızdan alan trajik kazanının bağ ve bağlantısı ortaya çıkarsa ve başkalarının diyetini ödediğimiz anlaşılırsa, biliniz ki bunun altından hiç kimse kalkamayacak ve şehitlerimizin hesabını ne AKP, ne de başkaları veremeyecektir. Bugün Afganistan’da, dünyanın gözü önünde cinayetler işlenmekte, işkenceler ve vahşi kıyımlar yapılmaktadır. Bu ülke 11 Eylül 2001 tarihinde gerçekleşen ikiz kule saldırılarından hemen sonra işgal altına alınmış, terörle mücadele amacıyla her hücresine girilmiş ve toplumsal dokusu tahrip edilmiştir. Afganistan’ın her karışında El Kaide militanları aranmış, her taşın altında Usame Bin Ladin taranmış ve araştırılmıştır. ABD’nin “Sürekli özgürlük harekâtı” ve demokrasi getirme propagandasıyla başlattığı operasyonlar doğrultusunda; Afgan halkı yaklaşık 11 yıldır kanın, şiddetin ve acımasızlığın kapanına kısılmış ve nefes alamaz hale getirilmiştir. Elbette Türkiye, terör gibi insanlık suçuyla mücadeleye katılabilmek ve destekleyebilmek maksadıyla oluşturulan uluslararası güce tutarlılık gereğince omuz vermiştir. Terör konusunda küresel ölçekte dayanışma ve yardımlaşmanın önemi büyüktür. Bu itibarla, TBMM’i 10 Ekim 2001 tarihinde aldığı bir kararla, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesi konusunda hükümete yetki vermiştir. Bu çerçevede de, Türk askeri Afganistan’a gitmiş ve üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmek için takdire şayan bir vazife şuuru sergilemiştir. Milletimizi temsilen dost ve kardeş ülke Afganistan’da bulunan Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarının, muharip bir niteliği olmadığından dolayı operasyonel faaliyetlere de iştirak etmemişlerdir. Ve yalnızca barışçı bir yaklaşımla; güvenliğin sağlanması kapsamında çalışmalar yürütmüşler, Afganistan’ın yeniden yapılandırılmasına yardımcı olmaya çalışmışlardır. Ne var ki, yıllarca terörist avı bahanesiyle esir edilen Afganistan’da istikrar ve toplumsal düzen bir türlü tesis edilememiştir. Bin Ladin’in öldürülmesi de işe yaramamış, Batı’nın kanlı emelleri ve karanlık niyetleri, Karzai yönetiminin çürümüşlüğü, Taliban’ın ilkelliği kâbus gibi Afganlı kardeşlerimizin üzerine çökmüştür. Yapılan açıklamalardan 2014 yılına kadar ABD’nin ve diğer ülke askerlerinin bu ülkeden çekileceği anlaşılmaktadır. Bu kapsamda Türk Silahlı Kuvvetleri mevcudiyetinin Afganistan’da stratejik bir önemi kalmamış, üstelik burada bulunmamız can ve mal kaybımıza neden olmaya başlamıştır. Her ne olursa olsun, Türk askeri Afganistan’a işgali meşrulaştırmaya değil, terörle mücadele için ülkeler arası kurulan dayanışma ve işbirliği sürecine katkıda bulunmak niyetiyle gitmiştir. Ve bu kararın alındığı tarihte ülkemiz huzur ve sükûnet altına alınmış, terör neredeyse sıfırlanmış ve İmralı canisi ömür boyunca yatacağı cezaevine tıkılmıştır. Şimdi ise asıl terör Kabil’de, Ferah’da, Gazni’de, Herat’da, Kunduz’da, Lagman’da olmayıp; Ankara’dadır, İstanbul’dadır, Şırnak’tadır. Bizim sorunumuz zaten çok fazladır ve kendi derdimiz bize yetmektedir. Bu yüzden nafile yerlerde, sonu olmayan işlerde ve yüksek riskli coğrafyalarda zaman geçirmenin ve buralarda can kaybına göz yummanın makul ve mantıklı hiçbir yanı yoktur. Deneyimlerimizden anlaşılmaktadır ki, Tora Bora ve Beyaz Dağlarında terörist izi sürenlerin gayesi ne Afganistan’ı özgürleştirmek ne de bu ülkeye huzur ve istikrar getirmektir. Hedef bu ülkede işgali derinleştirmek, yağma ve talanı genişletmek, kaynakları vakumlamaktır. Bu nedenle, Türkiye artık Afganistan defterini kapatmak için harekete geçmeli, buradaki sayıları 1850’e yaklaşan askeri varlığımızı geri çekmek amacıyla AKP hükümeti gerekli girişimleri ve hazırlıkları bir an önce başlatmalıdır. Ayrıca AKP hükümetinin, Afganistan’daki askeri varlığımızın tekrar gözden geçirilmesi yönündeki çağrımız karşısında rahatsızlık duyduğu görülmektedir. AKP’nin sulu gözlü başbakan yardımcısının, bizi Afganistan üzerinden rant elde etmeye çalışmakla suçlaması ise komedi olduğu kadar basiretsiz bir siyasetçinin zavallılığından başka bir manaya gelmemiştir. Bununla yetinmeyen ilgili başbakan yardımcısı, Türk askerinin bulunduğu her yerde huzur bulunduğunu ileri sürerek vahim bir çelişkinin altına imza atmıştır. Madem Türk askerinin bulunduğu her yerde huzur vardır; o halde AKP 9 yılı aşkın bir süredir darbeci diyerek kiminle mücadele etmektedir? Dışarıda itibar, içeride itham altında bulunan Mehmetçiği, yan gelip yatmakla suçlayan bu hastalıklı siyaset anlayışı değil midir? “Vesayetten kurtuluyoruz, darbecilerden temizleniyoruz, kirlerden arınıyoruz, yükleri atıyoruz, demokrasiye kavuşuyoruz ve eski Türkiye’yi geride bırakıyoruz” diyen AKP yönetimi, acaba bu sözlerin birinci dereden muhatabı olarak, Türk ordusunu gördüğünü itiraf edecek midir? Bizim tavsiyemiz, gözlerinden yaş eksik olmayan başbakan yardımcısının, “Söz gümüşse sukut altındır” nasihatinden nasiplenmesi, biraz dilini tutması, fakat bundan dolayı bunalırsa da, dizine vurarak hıçkıra hıçkıra ağlamayı sürdürmesidir. Değerli Arkadaşlarım, Milli kültürümüzün ve toplumsal hayatımızın ışıldayan arasında bulunan, bizler için özel anlamı büyük olan Nevruz Bayramı’nı bugün hep birlikte kutluyoruz. Bu mutluluk ve bahtiyarlıkla, sizlerin ve aziz milletimizin Nevruz Bayramı’nı tebrik ediyor; her vatandaşıma sağlık, huzur ve başarıyla geçecek bir ömür diliyorum. Nevruz; baharın habercisi ve doğanın uyanışıdır. Sıcaklığın toprakla kavuşması, neşenin gök kuşağı gibi gönüllerde açması, ümidin yıldız gibi bakışlarımızda parlamasıdır. Ertelenmiş vuslatlar Nevruzla saadete ermekte, gecikmiş ve rötar yapmış beklentiler Nevruzla karşılık bulmaktadır. Aziz milletimiz asırlarca, Nevruzla birlikte yeni ve umut dolu günlerin geleceğine inanmış ve bu çok önemli kültürel gerçeği bugüne kadar samimiyetle muhafaza etmiştir. Balkanlardan Sibirya bozkırlarına kadar geniş bir coğrafyada birliği, dirliği, esenliği, barışı ve kardeşliği simgeleştiren bugünün; coşku ve heyecan içinde kutlanması Türk milletinin en önemli hasletlerinden birisidir. Nevruz binlerce yıllık süre içinde; milletimizi müşterek kıvanç ve duyguda, ortak amaç ve birlik ruhunda buluşturan köklü bir kaynaşma fırsatı ve yüzyılların imbiğinden süzülerek bugünlere gelen bir bayram günüdür. Ne var ki, milletimizin birliğini ve beraberliğini simgeleyen Nevruz Bayramı, zaman zaman bölücü mihraklarca kasıtlı bir şekilde yorumlanmış ve ihanet gösterilerine alet edilmek istenmiştir. Hafta sonunda, Diyarbakır ve İstanbul’daki olaylarla buna yenileri eklenmiş, saldırganlığın ve kana susamışlığın isyan provaları gösterime sokulmuştur. Gözü dönmüş bölücüler meydanları, sokak aralarını ve caddeleri savaş alanına çevirmiştir. Nefret ve kinle Nevruz’u kirleten, bu tarihi bayramı lekelemeye çalışan çapulcular, çapsızlar ve çürümüşler; kaldırım taşlarını sökmüşler, cam ve çerçeveleri indirmişler, kamu araçlarını taşlamışlar ve dikili ağaçlara dahi zarar vermişlerdir. Şu kadarını söyleyebilirim ki, ortalıkta maskeyle zehir saçan bu güruha insan denilmesi en başta insanlığa hakaret ve vefasızlık olacaktır. Bunlar Cenab-ı Allah’ın her lütfuna ve nimetine yan bakan kemgözlerdir. Dağda ve şehirde canımıza, yol kenarlarında ağacımıza, cadde üzerinde işyerimize, sokak içlerinde evimize kast eden cani ve canavarlardır. PKK’lı maşaların, Nevruz Bayramı’na daha birkaç gün varken, kutlama bahaneleriyle 18 Mart Şehitleri Anma Günü ve Çanakkale Deniz Zaferi’nin 97’nci yıldönümünü zehir etmeye ve gölgelemeye yeltenmeleri iblisçe bir taktik ve yöntemdir. Maalesef bölücü çevrelerin azmasında ve zıvanadan çıkmasında AKP’nin yönlendirmesi ve cesaretlendirici tutumu etkili olmuştur. Yıkım projesinin her hamlesi, bu kapsamda atılan her adımı ve kurulan her müzakere masası terörist odakların suyu, ekmeği ve oksijeni haline dönüşmüştür. Başbakan Erdoğan kuvvetle muhtemel bu olayları değerlendirecek ve eleştirecektir. Bununla da yetinmeyecek siyasi bölücü BDP’yi sözde hedef tahtası yapabilecektir. Ancak bu uygun ortamı bölücü ve kanlı yüzlere hazırlayan elbette ve kesinlikle Adalet ve Kalkınma Partisi Hükümetinden başkası değildir. Mutlaka gördünüz ve izlediniz; günlerdir bahar ayları üzerinden Türk milletine meydan okunmaktadır. Terörün Meclis kadrosu, işbirlikçiler ve dağdaki çete başları koro halinde aynı ihanet nakaratlarını tekrarlamışlar ve dayatmaları kabul edilmezse baharda kan akacağını alçakça ilan etmişlerdir. Gerilmiş sinirler, mevzi almış kızgınlıklar, pusuya yatmış nefretler bir araya gelmiş, güneşli günlerde milletimizin donacağını ve buz keseceğini iddia etmişlerdir. Lütfen şu sözlere dikkat ediniz ve bölücü küstahlığın ulaştığı seviyeyi vicdan terazinizde tartınız: √ “Müzakereler başlasın, şayet bir şeyler yapılmazsa bahar geliyor.” √ “Devlet adım atmazsa, tecrit bitmezse, haberiniz olsun bahar geliyor.” √ “Hakkımızı verin, kimliğimizi verin, anadilimizi tanıyın; yoksa bahar geliyor” √ “Demokratik özerkliği kabul edin, anayasal hakkımızı verin; aksi halde bahar geliyor.” Ne geliyorsa gelsin, kim neyi getiriyorsa getirsin, büyük Türk milleti hepsini karşılamaya ve hıyanetin başını ezmeye Allah’a şükürler olsun ki mukadderdir. Bu sözler, baharın muazzamlığına, güzelliğine ve hepimizi büyüleyen ihtişamına mayınlı, kaleşnikoflu, bombalı ve mermili saldırı planlarıdır. İnsanlığı iflas etmiş, vicdanını ve hissiyatını küresel bölücülük lobilerine tutsak bırakmış ne kadar rezil varsa, güneşimizin önüne geçmek için sabırsızlık duymaktadır. Bazı sözde aydınlar da bahar sendromundan bahsetmişler, sabotajların, terör saldırılarının ve arkası arkasına menfur eylemlerin olabileceğine işaret etmişlerdir. Hâsılı, önüne gelen baharla gözümüzü korkutmaya, huzurumuzu kaçırmaya ve endişeye sevk etmeye matuf hareket ve tutum içinde bulunmuştur. Kararlılıkla söylemek isterim ki, bölücünün, BOP’çunun, içimizdeki Kandil ve İmralı şakşakçılarının bir bildiği varsa, Türk milletinin azametli şamarı ve korkusuzca duruşu vardır. Baharda kanlı dereler, barut kokan çiçekler, kurşun sesleriyle kuşatılmış ovalar, tuzaklarla doldurulmuş dağlar ve şehit anasının feryadını görmek isteyen hainler, inşallah milletimizin kahrı karşısında çaresiz kalacaklardır. Etnik teröre karşı tedbiri elden bırakmamak ve bölücü terörün menhus eylemlerini ve hunhar saldırılarını engellemek adına gerekli önlemleri almak lazımdır. Nihayetinde Türkiye’nin en ciddi sorunlarının başında bölücülük ve terör musibeti gelmektedir. Bilhassa yeni anayasa hazırlık sürecinde artniyetli mihraklar ellerinden geleni arkalarına koymayacak ve Türk milletinden taviz koparmak için her yolu deneyecektir. Güçlü bir ihtimalidir ki, siyasi iktidarın tolerans ve göz yummasıyla Türk milletini hedefine alan ihanet kumpasları ve bölünme kampanyaları önümüzdeki süreçte etkinlik kazanacak ve yaygınlaşacaktır. Türkiye bir karara zorlanacak, Türk milleti bir seçeneksizlikle imtihan edilecektir. Ve bunların denetim, yönetim ve kontrol eşbaşkanlığının bir ucunda AKP, diğer ucunda ise yapışık ikizi BDP yerlerini almış olacaktır. Yıkım projesini yeni seferlerle, entrikalarla devam ettirme iddiası bunun bir göstergesi ve belirtisidir. AKP ile BDP’nin aynı çanaktan beslenmeleri, birbirlerini doğrulayan ve tamamlayan farklı sözleri buna dair bir emaredir. İnancım odur ki, beraber ağlayıp, birlikte gülen; bayram günlerinden, yas tutulan dönemlere kadar her şeyi birlikte paylaşan ve yaşayan aziz milletimiz hiçbir şart altında Allah’ın izniyle ayrılıkçı emellere geçit vermeyecektir. Değerli Milletvekilleri, AKP’nin eğitim sistemini bütünüyle ele alan kanun teklifi, tartışmaların ve karşılıklı atışmaların odağı olmayı sürdürmektedir. Meselenin aşırı siyasileştirilmesi, üstelik hınç ve intikam duygularıyla hareket edilmesi milli eğitimde umut ettiğimiz değişim ve reform hamlelerinin yapılamayacağını göstermektedir. AKP’nin uzlaşmaz, bencil, diyaloga ve işbirliğine kapalı siyaseti eğitim hayatımızı yeni ve daha büyük sorunların ortasına sürükleyecektir. Üzülerek ifade etmek isterim ki, milyonlarca evladımız ve ailesi, AKP’nin neden olduğu kavga ve gerginlik halinden dolayı bezgin ve kaygı içindedir. Başbakan’ın akşam yatıp sabah kalkmasıyla şekil bulan, üç dördün toplamıyla somutlaştırdığı ve adına eğitimde reform denen teklifin her şeyden önce temelsiz bir içeriğe sahip olduğu meydandadır. İdeolojik endişeler, siyasi hesaplar eğitimdeki ihtiyaçların önüne geçmiş, çocuklarımızın ve gelecek nesillerin nasıl ve ne durumda olacakları esas olarak hiç gündeme getirilmemiştir. Bizim açımızdan, Başbakan Erdoğan’ın “Yaptığımız reform, ideolojik değil, pedagojik reformdur” sözleri de, bir hüküm ve inandırıcılık tonu içermemektedir. Eğitim sistemiyle ilgili görüşlerin 28 Şubatla ilişkilendirilmesi ve imam hatipler özelinde yürütülmesi tabiatıyla AKP istismarının bir başka sonucudur. Parti olarak, 28 Şubat’ın tarafgir ve dikte ettirici yaklaşımını ne kadar çirkin ve kabul edilemez buluyorsak, AKP’nin de siyasi uygulamalarını aynı ölçü ve ayarda değerlendiriyoruz. AKP zihniyeti açıkça kendi 28 Şubat’ını oluşturmakta ve bunu da insafsızca sürdürmektedir. Başbakan tarafından geçtiğimiz günlerde sarf edilen “Topla, tankla, Sincan'da yürütülen tanklarla gelen bir uygulamayı, biz millet iradesiyle düzeltiyoruz” beyanı bu çerçevede son derece manidardır. Başbakan Erdoğan gerçekte bu ibareleriyle yanlışa düşürülmüş ve kılavuzları tarafından bir kez daha yanıltılmıştır. 28 Şubat’ın telafisi; demokrasi standardının yükseltilmesiyle ve çeşitli görüşleri saygı prensibiyle ele alarak hepimizi yakından ilgilendiren bir konuda karar oluşturulmasıyla mümkün olacaktır. Vesayetin panzehiri, darbeci zihnin ilacı toleranstan vazgeçmek değil, dinlemek, konuşmak ve iletişim kurmaktır. Oysaki Başbakan Erdoğan; demokrasi karşıtı bir siyasi tutumla hareket etmiş ve partisinin 28 Şubat’ın hormonlu bir ürünü olduğunu yeniden tescil etmiştir. Dün demokrasinin kafasında tank geziyordu, bugün AKP’nin balyozu durmaktadır. İmam hatipler dün hedefti, bugün de istismarın merkezindedir. Biliniz ki 28 Şubat neyse, AKP zihniyetinin yönetimi ve iktidar uygulamaları aynısıdır. Bu kapsamda, getirilen yeni eğitim sistemine dengeli ve omurgalı muhalefetimizden dolayı AKP’nin kıvrandığını ve klasik silahı olan iftira ve çamur atmaya bir kez daha müracaat ettiğini özellikle geçtiğimiz hafta fazlasıyla gördük. Önce şunu söylemeliyim ki, Milliyetçi Hareket Partisi’nin imam hatip liselerinden rahatsız olduğunu söylemek için bir insanının ya beyninde ileri düzeyde hasar ya da Recep Tayyip Erdoğan olması yeterlidir. Bizim rahatsız olduğumuz tek konu, böylesi kıymetli liselerimizden AKP’nin yönetiminde bulunan zevatın çıkmış olmasıdır. İmam hatiplerin varlığı tıpkı diğer liseler ve eğitim kurumları gibi memnuniyet vericidir. Bu okullardan mezun olan kardeşlerimizin ihlâs sahibi kişiler olarak, ülkemize çok hayırlı hizmetler yaptığı bizim açımızdan berraktır. Buradan, Başbakan Erdoğan’a samimi bir çağrıda bulunmak ve kendisine partimizin teklifini duyurmak istiyorum: Sayın Başbakan; muğlâk ifadelerle konuşma, muallâk duruş sergileme, bin dereden su getirerek niyetini gizleme. Toplama ve çıkarmalarla uğraşma, bizi tariz yollu eleştirdiğin aritmetik işlemlerden asıl sen vazgeç. Samimiysen, içtensen, yüreğin varsa gel her şeyi bir kenara bırakalım ve imam hatip liselerinin orta kısmını birlikte ve güç birliği yaparak açalım. Biz hazırız ve buna varız. İmam hatipte okumak isteyen çocuklarımızın önünü açalım ve bir hakkı teslim edelim. Kur’an-ı Kerim’i okullarda seçmeli ders yapalım ve çağın manevi hastalığına evlatlarımızın yakalanmaması için önlem alalım. Ayrıca, Başbakan Erdoğan geçtiğimiz haftaki grup toplantısında partimizi CHP’nin vagonu olmakla itham etmiş, bayatlamış ve modası geçmiş söz oyunlarına yüzü kızarmadan yeniden başvurmuştur. Esasen hem lafın ciddiyeti, hem de söyleyenin kalitesi fazlasıyla bulanıktır. Geçmişte, kimi zaman AKP’ye koltuk değneği olmakla, kimi zaman da CHP’nin yanında durmakla eleştirildik. Velâkin bunda da bir hayır vardır dedik, güldük ve yürüdük geçtik. Ancak unutulmasın ki, Milliyetçi Hareket; büyük Türk milletinin haricinde herkese eşit uzaklıkta duran bir partidir. Aynı zamanda 43 yılın emeği, çilesi ve vatan mücadelesiyle duvarlarını ören; bir asrı aşan fikri çizgisinin olgunluğuyla iktidara talip bulunan; şehidiyle, gazisiyle, millet hizmetine feda edilmiş ömürlerin üzerinde yükselen milli ve manevi hilaller terkibidir. Aslı astarı olmayan bir şekilde, bizi CHP’nin vagonu olmakla suçlayan Başbakan Erdoğan, acaba BOP’un yol çavuşu, zalimliğin makasçısı, işgalin kondüktörü olduğunu ne zaman anlayacaktır? Kendi partisinin; okyanus ötesinin filikası, haçlıların muhbiri, küresel operasyonların furgonu ve vahşi Batı’nın sureti haktan görünen çakma Redkiti olduğunu ne zaman fark edecektir? Başbakan bizimle uğraşmayı bıraksın da kendi derdine yansın. İki cihanda da vereceği hesap için, bugünden zahmet edip biraz vicdan muhasebesi ve nedamet gösterisi yapsın. Zira yenilen kul haklarının, söndürülen umutların, münafıklık alametlerinin, yalan, dolan ve kibrin Yüce Dinimizde hangi cezalara ve yaptırımlara bağlandığı da malumlarınızdır. Ümit ederim ki, Başbakan Erdoğan ve yakın çevresi de bunları biliyor ve idrak ediyor olsun.
Değerli Arkadaşlarım, Suriye’deki olaylar 15 Mart tarihinde bir yılını geride bırakmıştır. Bu süre zarfında kanlı saldırılar, çatışmalar ve iç savaş görüntüsü Suriye’yi perişan etmiş, Suriye halkını canından bezdirmiştir. Bir yıl önce, Deraa kentinde Esad yönetimini protesto etmek amacıyla toplanan küçük bir kalabalıkla başlayan olaylar, etkileri itibariyle hem bölgesel hem de küresel ölçekte hissedilir bir seviyeye ulaşmıştır. Arap Baharı’na hâkim olan sokak dilinin, kavga ve kutuplaşma üslubunun, muhalif tezgâhlama sürecinin Suriye’yi de kuşattığı ve soluk alamaz hale getirdiği ortadadır. Çıkan ayaklanma ve isyan dalgaları, komşu ülkelerin, yakın coğrafyaların hayat damarlarını tıkamış ve cinnet manzaralarını vizyona sokmuştur. BOP’un planları bu minvalde saat gibi işlemekte ve mesafe almaktadır. Saddam’ı idam edenler, Bin Ali’yi kaçırtanlar, Hüsnü Mübarek’i idamla yargılayanlar, Kaddafi’yi linç edenler aynı kirli ve küresel planlamanın tarafları ve aktörleridir. Sıkıntı ve sorunun hiç eksik olmadığı yakın coğrafyalar ve eski hâkimiyet havzalarımız esasen bitmeyen bir paylaşım ve güç mücadelesinin merkezinde yer almaktadır. Kabil’den Sana’ya, Şam’da Mogadişu’ya, Bağdat’tan Bosna’ya kadar zalimliğin, zorbalığın ve otoriter idarelerin etkinlik kazanması, aslına bakarsanız buralardaki ekonomik varlıkların Batı’ya çok düşük maliyetlerle aktarılmasını güvenceye almıştır. Çevremize kuş bakışı odaklandığımızda zalim yüzleri, sindirilmiş halkları ve yüzyıllardır doymak bilmeyen emperyalist iştahı açıklıkla görebiliriz. Bu itibarla Arap Baharı, her zaman söylediğimiz gibi, toplumsal ihtiyaçlardan ilhamını almış, bir fikre dayanmış, taleplerinin farkına varmış içsel bir uyanış değildir. Dış tazyikli olduğu için, yönetimler veya yöneticiler değişse de, hatta rejimler çökse de, değişim dalgası sosyolojik yapıdan feyzini almadığı için aynı düzen, aynı mantık farklı yüzlerle devam edecektir. Sıkılmış yumrukların açılması kalıcı sosyal, siyasal ve ekonomik uzlaşma sağlanamadığı müddetçe, bir şeyi değiştirmeyecektir. Arap Baharı; Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya, BOP kılavuzluğunda yerleştirilmiş zaman ayarlı bomba olup, arkası arkasına patlamaktadır. Bunun sürecin sorumlusu ve gece bekçisi de şu feleğin işine bakın ki, Adalet ve Kalkınma Partisidir. Suriye, kışa dönen Arap Baharı’nın son uğrak yeridir. Bu ülke hala çözülememiş, yönetim ile halk arasındaki bağ kırılamamıştır. Arap Liginin cephe alması, izolasyonları, Batı’nın baskıları, Başbakan Erdoğan’ın hamasi nutukları henüz bir netice doğurmamıştır. Ayrıca Dışişleri Bakanlığının, Suriye’de bulunan vatandaşlarımıza bu ülkeden ayrılmaları konusundaki ikazı da, küresel bir planın ayak sesleri olarak yorumlanmalıdır. Başbakan Erdoğan’ın “Türkiye, Suriye’deki duruma ilişkin her tür olasılığı masaya yatırdı” sözleri, AKP’nin geri dönüşü olmayan bir yola girme düşüncesi olarak okunabilecektir. Öte yandan sınırlarımıza yönelik mülteci göçü hareketlenmiştir. En son veriler kapsamında diyebiliriz ki, bugüne kadar ülkemize gelen Suriye vatandaşı 29 bin 301 kişi olmuş, ülkelerine geri dönenlerin sayısı da 13 bin 322 düzeyinde kalmıştır. Ancak Suriye’den göç edenlerin sayısı her geçen gün artış göstermektedir. Biz geçmişte, göçlerden kaynaklanan sorunları bir hayli yaşadık. Bugün PKK kamplarından birisi olan Mahmur, Saddam baskısından kaçarak önce ülkemize sığınan, sonra da tekrar sınırötesine gidenler tarafından kurulmuştur. Bununla birlikte 1990’lı yılların başında, yine dönemin CIA başkanının ülkemizde, tıpkı bugünkü en üst düzeyde ağırlanması ve arkasından ABD planlarının devreye sokulması bugünle paralellik ihtiva etmektedir. Türk askerinin başına çuval geçirenler, acaba şimdi de Başbakan ve hükümetinin başına, Suriye’den göç edenleri mazeret yaparak yeni bir çuval mı geçirecektir? Bu kapsamda, AKP hükümeti son derece dikkatli yaklaşmalı, şaibeli ilişkilere taraf olmaktan ve Türkiye’ye ek külfetler yükleyecek irtibatlardan mutlaka kaçınmalıdır. Suriye meselesine aklıselim ve sağduyu içinde bakmalı, tarihi ve akrabalık bağlarını gözetmeli, komşuluk hukukunu çiğnememeli ve aziz milletimizi riske atacak her adımdan uzak durmalıdır. Hala haber alınamayan iki gazetecimizin bulunması için de her temas ve girişim acilen gerçekleştirilmelidir. Bu düşüncelerle konuşmama son verirken, muhterem heyetinizi saygılarımla selamlıyor, mutlu ve başarılı bir hafta geçirmenizi diliyorum. Sağ olun, var olun. |