27.03.2012 - Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin, 
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma. 
27 Mart 2012


Değerli Milletvekilleri,

Kıymetli Misafirler,

Sayın Basın Mensupları,

Bu haftaki konuşmama başlarken hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

AKP’nin üç dördün toplamıyla formülleştirdiği milli eğitim sisteminde değişiklik yapılması hakkındaki kanun teklifi, Meclis Genel Kurulu’nda görüşülmeye başlanacaktır.

Bu konuda partimizin değerli milletvekilleri gerekli çalışmaları yaparak, görüş ve eleştirilerimizi demokratik adap ve seviye sınırları içerisinde aziz milletimizin bilgisine sunacaklardır.

Dileğim AKP’nin inadından vazgeçerek uzlaşmaya yanaşması, ana muhalefet partisi CHP’nin sakin ve soğukkanlı bir şekilde demokrasinin ruhuna uygun hareket etmesidir.

Milletimizin geleceğini fazlasıyla etkileme niteliğine haiz olan söz konusu kanun teklifinin, aklıselimle ele alınması, duyarlılıkla harmanlanması ve diyalog kanallarını açık tutarak görüşülmesi millet iradesinin ve Meclisimizin saygınlığı bakımından elzemdir.

 

Muhterem Arkadaşlarım,

Malumlarınız olacağı üzere, ülkemiz risk ve tehditlerle çevrelenmiş ve tuzaklanmış bir darboğazdan geçmektedir.

İç ve dış gelişmelerin tetiklediği ağır sorunlar, çözüm bekleyen problem alanları gün geçtikçe katlanmakta ve maalesef kökleşmektedir.

Ne acıdır ki, aziz milletimiz kurulan taviz ve teslimiyet çarkının içinde törpülenmekte ve zaafa düşürülmektedir.

Sözde ileri demokrasiciler, okyanus öteciler, Kandilciler, İmralı havarileri, BOP’çular, peşmergeciler, teröristler, sıcak paracılar Türkiye’nin huzuruna ve millet varlığına adeta diş bilemektedirler.

Bunların amacı; birliğimizin felç olması, düzenimizin tahrip edilmesi, sükûnetimizin bozulması, ahengimizin zedelenmesi, beraberliğimizin sonlanması ve kardeşliğimizin bitmesidir.

Türkiye bu açıdan tertiplerin, tuzakların ve tahriklerin tam olarak merkezindedir.

Bu kapsamda hırpalanan aziz milletimiz; bilinçli bir siyasi stratejiyle cepheleştirilmeye, birbirine yabancılaştırılmaya ve geleceğe dair umutlarını kaybetmeye doğru aceleyle sürüklenmektedir.

İktidar partisi AKP’nin, sorunlu ve silik politikaları sonucunda uçurumun kenarına kadar taşınan ülkemiz; kaypak ve kaygan güç dengelerinin arasına sıkıştırılmıştır.

Bu itibarla gerçek gündemin ötelendiği bir zamanda, enerjisini ve gücünü heba eden Türkiye’nin içinde bulunduğu manzara içler acısı bir durumu resmetmektedir.

İhanet erbabının fazla mesai yaptığı ve AKP eliyle cesaretlendirildiği bu süreçte; eğitim sistemimiz tartışmaya açılmış, milli gün ve bayramlarımız saldırıya uğramış, üniter yapımız dört bir yandan aşındırılma girişimlerine maruz kalmıştır.

Etnik bölücü terörün vahşi eylemleri, insanlıkla bağdaşmayan kanlı saldırıları ve gelen şehit haberleri ülkemizin kritik bir yol ayrımında olduğunu bir kez daha teyit etmiştir.

En son olarak Şırnak’ta, teröristlerle girdikleri çatışmada şehit düşen özel hareketçi polislerimiz bunun bariz bir göstergesi olmuştur.

Yedi evladımız ne yazık ki vatan uğruna, bağımsızlık aşkına ve milletimizin hayat hakkını koruma yolunda Hakk’a yürümüşlerdir.

Bu itibarla yeniden analar ağlamış, ocaklar mateme gömülmüş ve milletimiz derin bir teessür halini yaşamıştır.

Afganistan’dan gelen şehitlerimizin sızısı yüreklerimizdeki tazeliğini muhafaza ederken, yeni şehitlerimiz şüphesiz hepimizin ciğerini dağlamıştır.

Kahraman polislerimiz gözyaşlarıyla ve dualarla vatan topraklarına emanet edilmişlerdir.

Hayatlarının baharında, millet ve vatan sevdasıyla yaptıkları görevlerinde Hakk’a ulaşan kardeşlerimize Cenab-ı Allah’tan rahmet; ailelerine, mesai arkadaşlarına, Türk polis teşkilatına başsağlığı ve sabırlar niyaz ediyorum.

Hali hazırda tedavi altında bulunanlara da geçmiş olsun dileklerimi iletiyor, acil şifalar temenni ediyorum.

Her bir şehidimiz gönlümüzde, kalbimizde hürmetle hatırlanıp anılarıyla yaşayacak ve dünya durdukça Türk milletinin ruhunda sancak gibi dalgalanacaktır.

Defnedildikleri yer yalnızca toprak olmayıp, aynı zamanda bizim yüreğimizdir.

Sadakatle, içtenlikle ve büyük bir sahiplenmeyle şehitlerimizin hakkını ve hukukunu savunmak bizim için onur ve milli bir vazifedir.

Bastığımız yerleri yalnızca toprak olarak görmeyen, altında kefensiz yatanları aklından bir an olsun çıkarmayan, şehit nesli olduğumuzu unutmayan ve bu yüzden de hiçbir milli değerimizi incitmeyi aklından dahi geçirmeyen bir şuurun ve inanmışlığın temsilcileriyiz.

Eğer bugün buradaysak, bağımsız yaşamanın eşsiz tadını derinlerimizde hissediyorsak, geleceğimiz üzerinde tek başına söz ve yetkimizi kullanabiliyorsak, biliniz ki bunun yegâne nedeni şehitlerimizin mübarek mücadeleleri ve bedeli olmayan özverileridir.

Merhum şairimiz Mithat Cemal Kuntay’ın dizelerinde ifade bulduğu gibi; “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”

Şükürler olsun ki, Anadolu coğrafyası elleri öpülesi şehitlerimizin sayesinde, onların himmet ve hikmetleriyle, karşılıksız adanmışlıklarıyla vatanlaşmıştır.

Ve bizlere kutsal bir emanet olarak, yeri doldurulamayacak maddi ve manevi bir hazine halinde intikal etmiştir.

Biliyoruz ki, şehidini, şühedasını bilen, onların efsaneleşen vatan sevgilerini ve bayraklaşan azimlerini şartlar ne olursa olsun duasında ve kalbinde idrak eden bir millet varlığı, hiçbir güç karşısında tökezlemeyecek ve geri adım atmayacaktır.

Biz bu sorumluluk ve bilinçle hareket ettik, bunları kendimize rehber edindik.

Şehitlere duyduğumuz hürmet ve hayranlık, geride bıraktıklarına gösterdiğimiz yakın ilgi ve alaka hep bu düşüncemizin ve bağlılığımızın bir gereğidir.

Bizim aklımızdan şehitliği ve şehit cenazelerini siyasetin dar mahzenlerine sıkıştırmak ve istismar etmek asla geçmemiştir.

Onların son yolculuklarında dini ve milli vecibemizi yapmak dışında da bir eğilimimiz ve tercihimiz katiyen bulunmamıştır.

Bu çerçevede Başbakan Erdoğan’ın, geçtiğimiz hafta bizi hedefine alan mesnetsiz ve temelsiz sözleri aslında kendi çarpık zihniyetinin yansımasından başka bir anlama gelmemiştir.

Bizim şehitleri ve şehit cenazelerini siyasi protesto gösterisine dönüştürdüğümüz, bunun da milli, manevi değerlerimiz ve şehitlerimizin aziz hatırası adına son derece çirkin, sorumsuz, edep ve adap dışı bir davranış olduğu Başbakan’ın ağzından işitilmiştir.

Şu kadarını ifade etmeliyim ki, şehitliğin anlam ve önemini, onları Hakk’a uğurlarken son görevimizi nasıl yapacağımızı Başbakan Erdoğan’dan öğrenecek ve onun çizdiği sınırlarla bilecek değiliz.

Başbakan, şehitleri kelle olarak tarif ettiğini unutmuş ve düştüğü müfterilik çukurunun boyutu kendisinin aklını başından almıştır.

Milliyetçi ve ülkücü hareketin canı gönülden hissettiği derin kederi, aziz şehit naaşlarının kaldırıldığı mukaddes mekânlarda paylaşmaktan alıkoymaya ne Başbakan’ın iktidar gücü, ne de beyhude suçlamaları yetmeyecektir.

Bize edep, adap öğretmeye kalkışan Başbakan’ın, her şeyden önce, geçmişte şehitlere ve şehitliğe karşı sergilediği pervasızlığın ve saygısızlığın hesabını vermesi ahlaki bir tutarlık olacaktır.

Allah’a hamd olsun ki, Milliyetçi Hareket’in hiçbir mensubu şehide kelle, katile sayın diyecek bir çürümüşlüğün tarafı ve kesimi olmamıştır.

Ve şehit kanı üzerinden siyasi hesap yapacak bir düşüklüğün ve vicdansızlığın içinde de yer almamıştır.

İstismarcılık, milli ve manevi değerlerimizi siyasete alet eden gözü karalık aynısıyla, tıpkısıyla AKP’de karşılık bulan terbiye yoksunluğudur.

Biz şehitlerimizin yasını tutar, Fatihalarla ruhlarını yâd eder ve gözyaşlarımızla şehit analarının ve yakınlarının acılarını paylaşırız.

Bunun dışında bize yönelik her söz, yakıştırma ve itham müfterilikten dili dolaşanların, çamura batanların hezeyanları ve zırvaları olmaya mahkûm kalacaktır.

Bu konuda rüştümüzü ispatlamaya ve nerede durduğumuzu göstermeye esasen ihtiyacımız da bulunmamaktadır.

Herşey bir kenara, bugün bayrağa sarılı şehit cenazelerinin müsebbibi hiç kuşkunuz olmasın ki, yıkım projesinin uygulayıcısı Başbakan Erdoğan ve hükümetidir.

Nihayetinde Başbakan Erdoğan, şehit cenazelerindeki milli sahiplenişten ve uyanıştan rahatsız olmayı bırakmalı, şehitlerimizin kanına giren canilerle kurduğu ihanet masalarının ve karşılıklı dostane diyalogların bedeline katlanmak için bugünden hazır olmalıdır

 

Değerli Arkadaşlarım,

Konuşmamın bu kısmında, Başbakan Erdoğan’ın, geçen haftaki grup konuşmasında açıkladığı şehit ve gazilerimizin yakınlarını içine alan bazı düzenlemelerle ilgili görüşlerimi kısaca ifade etmek istiyorum.

Takdir edersiniz ki, şehitlerimizin geride bıraktıkları annelerinin, babalarının, eşlerinin ve çocuklarının haklarını ödeyebilmemiz mümkün değildir.

Elbette yaptıkları fedakârlıkları hiçbir maddi değerle kıyaslamak da söz konusu olmayacaktır.

Şehitlerimizin aileleri milletimize emanettir, onların rahatını ve huzurunu temin etmek hepimiz için tartışılmaz bir zorunluluktur.

Anlaşıldığı kadarıyla, şehitlerimizin dul ve yetimleriyle, gazilerimizi ilgilendiren çeşitli kanun ve kanun hükmünde kararnamelerde 20 maddelik bir değişiklik öngörülmektedir.

Başbakan Erdoğan; şehitlik, gazilik ve malullük kapsamının daha da genişletileceğini, şehit yakınlarıyla gazilerimize sözüm ona geniş imkânlar sunulacağını iddia etmektedir.

Biz bu kapsamda atılacak her adımdan, yetersiz de olsa her girişimden memnuniyet duyarız ve seviniriz.

Ancak yeni diye takdim edilen hazırlıkların, eski uygulamanın lokal onarımından ve iyileştirmesinden başka bir manaya gelmediğini de bu vesileyle ifade etmek isterim.

Burada, bizim önemle vurgulamak istediğimiz konu ise şehit ve gazi sayılma kapsamının genişletilmesi hususudur.

Bir aşamaya kadar bunun olumlu bir niyet ve girişim olduğunu biz de inkar etmiyoruz.

Terör olayları sebebiyle göreve gidiş-dönüşler esnasında meydana gelen kazalar sonucu yaralananları, sakat kalanları ve hayatını kaybedenleri,

Trafik ve yol güvenliği ile birlikte, tutuklu ve hükümlülerin sevk ve nakillerinde görevliyken meydana gelen olaylara konu olanları,

Mülki idare amirleriyle ilgili dar kapsamın genişletilmesini,

Her derecede polis okulları ve askeri okullarda okumaya hak kazanıp geçici kaydı yapılan veya yaşları 18’in altında olan öğrencileri yapılacak yasal düzenlemelerle dikkate almak yerinde bir uygulamadır.

Bizim için şehit ve gazilerimizin aileleri ve bakmakla yükümlü oldukları yakınları çok büyük bir önemdedir.

Fazilet timsali şehitlerimize ahde vefa gereğince parti programımız ve 2011 yılı Seçim Beyannamemizde de ifade edilen şu ilave önerilerimizin, hükümet tarafından değerlendirmeye tabi tutulmasını istiyor ve bekliyoruz:

1-      Şehit ve gazi çocuklarının, anne veya babalarının mesleklerini icra etmek istemeleri halinde, gerekli şartları taşıyanların bu mesleklere sınavsız ve doğrudan intisapları sağlanmalıdır.

2-      Şehit ailelerine, gazilerimize, terörle mücadele ederken mağdur ve malul olanlara yapılan maddi desteğin onurlu bir hayat sürdürecek düzeyde olması gözetilmeli, sosyal konutlardan bedelsiz yararlanmaları temin edilmelidir.

3-      Gazilerimizin, şehit ailelerinin, terörle mücadele ederken mağdur duruma düşmüşlerin öncelikli olarak işe yerleştirilmeleri gerçekleştirilmeli, kamu hizmetlerinden yararlanmada eksiksiz bir şekilde avantajlı olmaları yerine getirilmelidir.

4-      Şehit ve gazi çocuklarının her kademedeki eğitim harcaması devlet tarafından karşılanmalı ve yüksek öğretime girişlerinde kendilerine kontenjan ayrılmalıdır.

5-      Harp malullerinin faizsiz konut kredisinden yararlanmaları için 2008 yılı başlangıç olarak alınmamalı, belirlenecek tarih bu yıldan en az 10 yıl geriye çekilmelidir.

6-      Şehit eşine verilecek faizsiz konut kredisinden aynı zamanda, şehit annesi veya babası da yararlandırılmalıdır.

7-      Şehit ailelerine tanınan işe yerleştirme hakkı iki kişiyle sınırlandırılmamalı, bu konuda esnek ve kolaylaştırıcı bir tutum takınılmalıdır.

Ayrıca, Başbakan Erdoğan tarafından dile getirilen; terör eylemlerinde hayatını kaybeden sivillerin şehit kategorisine alınması bir dereceye kadar doğru ve haklı bir düşüncedir.

Ancak ‘sivil şehitlik’ tanımlamasıyla basına yansıyan bu gelişme, bazı soru işaretlerini ve sorgulamaları da beraberinde getirmiştir.

Buna göre Uludere’de ölenlerle birlikte Hrant Dink’in de şehitlik kapsamına alınabileceği konuyla ilgili çalışmaları yürüten bakan tarafından duyurulmuştur.

Öncelikle şunu söylemek lazımdır ki, şehitlik hukuki bir terim veya içerik değil, dini ve milli bir kıymet hükmüdür.

Kimlerin şehit sayılacağını ve kimin şehitlik makamına yükseldiğini hukuki müdahalelerle tayin etme mezuniyeti kimsede yoktur.

İnancımız, şehitliğin hangi hallerde olacağını ve kime şehit denileceğini ifade etmiş ve bu konudaki sınırları kalın olarak çizmiştir.

Yüce Allah’ın isimlerinden birisi olan şehit; ölmeyen, aksine Rabbimizin katında diri olan ve O’nun ikram ettiği nimetleri gören, kıyamet günü inkarcıların aleyhine Peygamber efendimizle birlikte şahitlik yapacak ayrıcalıklı ve mukaddes bir kimsedir.

Her hal ve şart altında vefat eden birisinin şehit olabilmesi için Müslüman olması mutlak anlamda gerekliliktir.

Bunlara aldırmadan, AKP hükümetinin savurganca ve düşüncesizce şehit tanımını genişletme çabası abesle iştigal olduğu kadar, Allah ve vatan uğruna hayatlarından olan kahramanların ruhlarına haksızlık ve saygısızlıktır.

Şehitliği sulandırmak, şehitlerimizi ayağa düşürmek hiç kimsenin haddi değildir.

Başbakan Erdoğan’ın, şehit yakınlarımızı ellerde ve gönüllerde yüceltmek yerine, şehit tanımıyla oynaması ve bu manevi kavramı dünyevileştirmesi büyük bir gaflet ve basiretsizliktir.

Mesela Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeniyken, uğradığı silahlı saldırıyla hayatını kaybeden Hrant Dink’i nasıl ve hangi yetkiyle şehitlik mertebesine çıkarmak mümkün olacaktır?

Ya da kaçakçılık yaptıkları sabit ve net olan kişileri, şehit olarak görmek hangi aklın ve mantığın ürünü olarak değerlendirilecektir?

Unutulmamalıdır ki, şehitlik makamı ve payesi, birilerini teskin ve taltif etmek için verilecek rüşvet değildir.

Sus payı, maddi imkânlardan yararlandırmak için peşkeş çekilecek ekonomik bir vasıta, önüne gelene dağıtılacak ulufe olarak da kesinlikle görülmemelidir.

Şehitlik; kanını, canını, fani bedenini vatan, bayrak, millet ve Allah yolunda hasredenlerin buluştukları kutlu ve mukaddes bir ilahi dergâhın adıdır.

Yeri gelmişken sormak isterim ki, Başbakan kafasına göre şehitlik ehliyeti dağıtacak, önüne gelene bu değeri lütuf olarak verecek cüreti ve yetkiyi nereden almaktadır?

Kendisini; şehitliği tescil eden ve onay veren bir konumda nasıl görebilmektedir?

Bu şirk, maneviyat tüccarlığı, inanç karaborsacılığı ve manevi değer stokçuluğu değil midir?

Açıktır ki, rahmani kılığa girmiş siyasi nifak; dinimizi, diyanetimizi ve kutsallarımızı yıpratmaktan ve çarpıtmaktan en ufak bir çekinme ve hicap duymamaktadır.

Bu gelişmeler şehitliğin anlam kaynaklarına, geniş manevi ihtişamına AKP etiketli vurulan siyasi darbe ve kelepçedir.

Haçın gölgesini şehitliğin üzerine düşürmeye çalışanlar titreyip kendilerine gelmeli, hilalin gök kubbemizde parladığı sürece, Malazgirt’in, Çanakkale’nin, İzmir’de denize dökülenlerin, Sakarya’nın, Sevr’in ve Lozan’ın intikamını alamayacaklarını iyi bilmelidirler.

Tarih boyunca vatan ve millet sevgisiyle toprağa düşmüş ecdadımıza; gerek vatan sınırları içinde, gerekse sınır ötesinde milletimizin birliğinin ve kardeşliğinin devamı için bugün de can veren aziz şehitlerimize Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyor, hepsini hürmetle anıyorum.

 

Muhterem Milletvekilleri,

Az önce de ifade ettiğim gibi, ülkemiz iç ve dış gelişmelerin yükü ağır meseleleriyle cebelleşmekte ve uğraşmaktadır.

İçeride etnik terör ve bölücülük çıkmazı, dışarıda istikrarsızlık ve isyan dalgası iki taraflı çalışan pres makinesine dönmüş, dişlileri arasına güvenliğimizi ve ümitlerimizi alarak ezmeye başlamıştır.

Sürecin yönü ve işleyişi bu nedenle içaçıcı olmadığı gibi, tehditlerle doludur.

AKP hükümetinin terörle mücadeledeki zafiyeti, bölücülüğe verdiği siyasi krediler ve küresel hesaplara uydu olması, millet ve devlet bekası için önemli sıkıntılara yol açmıştır.

Hükümetin vizyonsuzluğu, birbirini tutmayan beyanları, sürekli çark eden politikaları, dün doğru dediğine bugün yanlış diyen tutarsızlıkları Türkiye’nin dokuz yılını aşan bir zamanına mal olmuştur.

Diyebiliriz ki;

AKP israf ve heba olmuş yılların, gölgesi boyundan büyük olan markasıdır.

Boşa kürek çekmenin, çölde nafile yere vaha aramanın, düz yolda yönünü şaşırmanın ve ses çıkarmaktan başka bir işe yaramayan vızıltının bizatihi kendisidir.

Yalan rüzgârı, aldatma fırtınası ve hamaset sağanağıdır.

Bunun için izlediği siyasetinde sürekli yama yapması, dikiş tutmaz çizgisinde kırıklıklar bulunması son derece normal ve kendi tabiatıyla uyumludur.

Hükümetin bilhassa, bölücü teröre karşı takındığı tutum, gösterdiği sarsak duruş ve takip ettiği şaibelerle dolu metot bize bunu göstermektedir.

Bildiğiniz üzere, büyük bir gürültü ve beklentiyle 2009 yılında, önce Kürt sorunu olarak lanse edilen, arkasından demokratik açılım olarak düzeltilen ve bu da yetmezmiş gibi milli birlik ve kardeşlik süreci olarak tadil edilen yıkım projesi, Türk milletinin karşı karşıya kaldığı çok ciddi sorunlardan birisi olmuştur.

Başbakan Erdoğan’ın “Kürt sorunu sanaldır” sözünden geçtiğimiz yıl ki “Kürt sorunu artık yoktur” noktasına kadar geçen süre içerisinde şahit olunanlar, hiçbir milli vicdan tarafından tasdik edilemeyecek ve kabullenemeyecektir.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, aynı zihniyetin değişik bir versiyonu olarak 2007 yılının Kasım ayındaki Gürcistan ziyareti esnasında; sözde Kürt sorunuyla ilgili gerçekçi, akıllı, soğukkanlı, dikkatli, uzman görüşüyle hareket etmenin önemine vurgu yapmış ve terörün doldur-boşalt ile bitmeyeceğine değinmiştir.

Ne tesadüftür ki Sayın Gül, 2008 yılının Mart ayında yine bir dış seyahat öncesinde, sözde Kürt sorununun Türkiye’nin meselesi olduğunu gündeme getirmiştir.

Bu tarihlerde basına yansıyan haberlerden, AKP’nin; ABD merkezli bazı düşünce kuruluşlarında tanzim edilen ve sonrasında Senato’da onaylandığı iddia olunan “Kürtlerle Büyük Uzlaşı Planı” paralelinde adım attığı yazılmış, bununla ilgili yerli ve yabancı gazetelerde değerlendirmeler yapılmıştır.

Ve tam bir yıl sonra da, Cumhurbaşkanı’nı Gül, “önümüzdeki günlerde çok iyi şeyler olacak” ve “çok ümitliyim” diyerek yıkımı adeta müjdelemiştir.

O tarihlerde, bir yanda hemen hemen her gün şehit verilmiş, öte yanda Kandil’den Meclis koridorlarına kadar herkes diyalogdan bahsetmiş, çözüm diye tempo tutturmuş, ellerin tetikten çekilmesi gerektiğine atıf yapılmış, sonuç olarak bölücülük hiç olmadığı kadar mesafe kaydetmiş ve mevzi elde etmiştir.

AKP zihniyeti sorumluluk çeperini genişletmek maksadıyla yıkım ve parçalanma projesine devleti de ortak etmiş ve yanına kim yanaştıysa PKK açılımının senaryosuna ortak etmeye çalışmıştır.

Hatta 1 Ağustos 2009 tarihinde Polis Akademisi’nde 12 kötü adamın iştirakiyle yapılan yıkım toplantısı da bu minvalde tarihi bir dönemeç olmuştur.

Öyle ki, Habur rezaletine kadar AKP-şimdiki BDP’nin o günkü temsilcisi DTP, bölücülüğün loş odalarında birlikte imal ettikleri zehri azar azar milletimize içirmek için yola koyulmuşlardır.

Yıkım projesinin toplumsal kabulünü sağlamak amacıyla her türlü yalana müracaat edilmiş, her türlü kirli ilişki ağına girilmiş; “Gözyaşları dinecek, analar ağlamayacak, kan akmayacak, ölüm olmayacak” kandırmalarıyla vicdanlar istismar edilmiştir.

Bugün bir kez daha net olarak anlaşılmıştır ki, sözde demokratik açılım denen küflü ve paslı süreç, AKP’nin taşeronluğuyla uygulamaya koyulan, senaryo yazarı ABD olan bir düşmanlık projesi ve açılımıdır.

Habur’dan Oslo’ya kadar bu kirli tezgâhın türlü rezaletleri deşifre olmuş ve bu doğrultuda aziz milletimiz tam olarak küresel nişangâha yerleştirilmiştir.

Bugün daha iyi fark edilmiştir ki yıkım projesi; Mondrosçu zihniyetin aynen devamıdır.

Sevr’in belini doğrultması, Paris Konferansı’nın hayat bulması, 96 yıl önce yapılan gizli pazarlıkların ve yok olmamız üzerine tutuşulan bahislerin yeniden dirilmesidir.

Zira mütareke yıllarında ihaneti sineye çeken, kafasıyla gönlü sömürgeleşmiş ve işgalin pençeleriyle vicdanları kararmışların benzerlerine ne acıdır ki bugün de rastlanmaktadır.

Başbakan Erdoğan’ın “terörle mücadele, siyasi uzantısı ile müzakere” sözünün etrafından şekillenen gelişmeler bize bunu kanıtlamaktadır.

Dikkatinizi çekmek isterim ki, AKP zihniyetinin eline yabancı çevrelerce tutuşturulan ve yeni diye basına sızdırılan ne olduğu belirsiz olan uydurma güvenlik konseptinin muhteviyatı, öz ve içerik olarak daha öncekilerden farksızdır.

Geçtiğimiz hafta, tartışmaların odaklandığı bu sözde 10 maddelik yeni planın ortaya çıkışına bize göre üç gelişme etkili olmuştur:

Birinci olarak, MİT-KCK-AKP-Kandil ve İmralı irtibatlarının açığa çıkmasıyla gizlilik kaybolmuş, karanlık emeller gün yüzüne çıkmış ve hükümet zora girmiştir.

Özellikle İmralı’yla yapılan görüşmeler, yabancı memleketlerde boyun eğilen PKK dayatmaları, meselenin rengini ve istikametini yakından etkilemiştir.

Bu sebeple AKP kendince tedbir almaya ve temkinli olmaya karar vermiş, zaten yaptığı “satıhta mücadeleyle, saplantılı müzakereye” devam edeceğini yeniden ilan etmiştir.

Kaldı ki Başbakan Erdoğan’ın bu sözlerinde de herhangi bir yenilik olmadığı gibi, yalnızca yapılan bazı rötuşlar dikkate çekici bulunmuştur.

İkinci olarak, Türk askerinin başına çuval geçiren şahsiyetin Ankara’daki temasları ve Başbakan Erdoğan’ın doğrudan muhatabı olmamasına rağmen MİT müsteşarının da olduğu bir ortamda kabul görmesidir.

Görüldüğü kadarıyla, Irak’ın kuzeyindeki peşmerge unsurunun devreye girmesiyle birlikte İmralı ve Kandil ayakları sözde kızağa çekilmiş, ihtiyatta bekleyen Barzani sürecin içine küresel yönlendirme neticesinde doğrudan girmiştir.

Bir defa gündeme düşen son beyanlar, AKP’nin teröre tam teslim olduğunu; Kandil’de yüzsüzce, İmralı’da onursuzca milletimizin haysiyet ve itibarını iki paralık ettiğini göstermiştir.

Ve İmralı canisiyle, görüşme yapıldı yapılmadı çerçevesinde gelişen şerefsizlik damgası da muhataplarının alnına yeniden ve derin olarak kazınmıştır.

Özellikle peşmerge yönetiminin bağımsızlık mesajları, Haziran ayında Erbil’de toplanması planlanan Kürt Konferansının boyutu ve burada alınması muhtemel rezil kararlar, hükümetin yeni diye sunulan planına şekil ve yön tayin etmiştir.

AKP’nin yapışık ikizi BDP’yle Meclis zemininde mutabakat arayacağı dile getirilmiş olsa da, bu iki zihniyet zaten bir ve beraber olup, bölünme projesinin kökü dışarıda iki figüranı olarak siyasetin karanlık sayfalarında yerlerini almışlardır.

Başbakan Erdoğan’ın BDP’ye yönelik sarfettiği hakaretimiz sözleri, BDP’nin AKP’ye yönelik küfürleri; bahçede kavga eden, ancak evde kucak kucağa oturan iki kardeşin göstermelik evcilik oyunuyla yakın benzerlik göstermektedir.

Bu iki zihniyet geçmişte de birçok defalar bir araya gelmiş, mutlu ve mesut bir şekilde, umutlu ve heyecanlı olarak toplantılarını sürdürmüşler ve iyi niyet temennisiyle saadetlerini herkese ispat etmişlerdir.

Üçüncü olarak ise, Suriye’deki meydana gelen vahim hadiseler zinciri bulunmaktadır.

Görüldüğü kadarıyla bu ülkedeki olayların durulma ve dinme imkânı gün geçtikçe zayıflamaktadır.

Başbakan Erdoğan’ın Güney Kore’de buluştuğu ABD Başkanıyla, Suriye konusunda hemen hemen görüşlerinin bire bir örtüştüğünü ifade etmesi de yapılan işgal hazırlıklarının ve Suriye’yi dilimleme sinsiliğinin fikri açıdan olgunlaştığını göstermektedir.

Sözüm ona “Nükleer Güvenlik Zirvesi”ne giden Başbakan, gerçekte sırtını dayadığı ve projelerine eşbaşkanlık yaptığı ülkeye hem danışmaya hem de verilecek ev ödevlerini almaya gitmiştir.

Arkadaşlık kurduğu ABD Başkanıyla’da son derece uyumlu ve eşgüdüm içinde hareket ettiklerini göstermiştir.

Başbakan Erdoğan geçen haftaki grup konuşmasında, “Kişi, arkadaşının dinindendir; bunu unutmayın. Söyle bana arkadaşını, söyleyeyim sana kim olduğunu” diyerek önemli bir tespit yapmıştı.

Şimdi biz kendisinin ne olduğunu rahatlıkla ve şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde söyleyebilir ve hükmümüzü kolaylıkla verebiliriz.

AKP, okyanus ötesinin alarm zili ve küresel operasyonların ara istasyonu ve üstelik ikmal tesisidir.

Suriye’ye yönelik beyanlar, tampon bölge kurma istekleri, diplomatik temsili en aza indirme çabası ve uluslararası müdahaleye yeşil ışık yakılması bunun bir işaretidir.

Geldiğimiz bugünkü süreçte nasıl ki, Irak’ın toprak bütünlüğü korunamadıysa, Suriye’nin de aynı akıbete uğrama riskiyle yüz yüze kaldığını görmek ve anlamak gerekmektedir.

Irak’ın kuzeyine benzer bir Kürt yönetiminin kurulması ve bir nevi peşmerge yönetiminin bu kez de Suriye’de ilan edilmesi kaçınılmaz gibi durmaktadır.

Ve titizlikle üzerinde düşünülmesi gereken konu, Irak’tan sonra Suriye’nin doğusunda ve ülkemizin güney sınırında ortaya çıkabilecek bir özerk Kürt idaresinin nelere mal olacağı hususudur.

Bundan sonra büyük Kürdistan’ın inşa edilmesi için çözülmesi gereken iki ülke sıraya girecektir: Bunlar da hepinizin bileceği üzere İran ve Türkiye’den başkası olmayacaktır.

Bu itibarla Arap Baharı’nın küresel mahfillerce tutulan gizli namlusu önce İran’a ve arkasından da ülkemize çevrilmiş durumdadır.

Yıkım projesinin de, BOP’un hizmetine koşulmuş, küresel çevrelerin kabaran iştahını doyurmaya yönelik yeni bir Sevr oyunu olduğu bu açıdan net ve ortadadır.

 

Değerli Arkadaşlarım,

AKP’nin yıllardır yaptığı yanlışlar ve ayrımcığı körükleyen politikaları, teröristlere “dağdaki yurttaşlar” ve “kardeşlerimiz” diyerek PKK sözcülüğü yapan, Türk Silahlı Kuvvetlerine dil uzatacak kadar ihanet içinde bulunan mihrakların Meclis Çatısı altına kadar gelebilmelerine imkân tanımıştır.

Hükümetin sonuçsuz ikili görüşmeleri, karşılıklı ziyaretleri, stratejik vizyon belgesi adı verilen oyalanma metinleri ve sözde koordinatörlerle geçen sürenin ardından terörle mücadelede maalesef hiçbir tedbir alınamamış, hiçbir mesafe kat edilememiştir.

AKP, teröristin insafa gelmesini bekleyerek yıllarını heba etmiş, zayıflatmak bir yana PKK’nın cüret kazanmasına ve peşmergenin elini güçlendirmesine neden olmuştur.

ABD himayesinde cesaret kazanan Irak’ın kuzeyindeki peşmergenin PKK’yı, Türkiye’ye karşı bir tehdit vasıtası olarak kullanmak ve Kuzey Irak’taki federe devlet modelini Türkiye’de de uygulatmak istediği artık netleşmiştir.

Irak’a barış ve özgürlük propagandası adıyla başlatılan Amerika Birleşik Devletleri askeri müdahalesi, günümüzde Arap Baharıyla birlikte yeni devletlerin kurulması ile sonuçlanmak üzeredir.

Irak’ı önce federasyona ve sonra üç devletli ayrışmaya götürecek bu süreç şekillenirken, Türkiye ağırlığını koyamamış, AKP hükümeti Türkmenleri, Irak’ın kurucu ve asli unsuru olarak tanıtamamıştır.

Ve doğal olarak Türk dış politikasının kırmızı çizgileri birer birer çökmüş ve dün ne söylendiyse bugün inkar edilmiştir.

Hiçbir vatanseverin artık hareketsiz ve tepkisiz kalamayacağı bu tablo karşısında, devletin adli ve kolluk gücünün kullanımı da dahil olarak acilen tedbirler alması ve stratejik kararını yüksek sesle kamuoyu ile paylaşması bir beka meselesi haline gelmiştir.

Bunun yanında, ihmal ve kayıtsızlıkla AKP’nin kucağında büyüyen bölücülük, bugün yalnızca terör boyutu ile algılanır hale gelmiştir.

Bölücülük bütün cepheleriyle ortadan kaldırılamazsa muhtemelen yeni taviz reçeteleri özgürlük ve siyaset adına önümüzdeki dönemde Türkiye’nin önüne arkası arkasına konulacaktır.

Geçmişte de ısrarla vurguladığımız gibi, bu taleplerin ilk işaretleri her ortamda ve platformda açıkça dile getirilmeye başlanmıştır. Bunlar;

Bölücülere yönelik olarak adı maskelenmiş siyasi bir af,

Barzani devletinin tanınması ve Irak’ın Kuzeyi ile diplomatik temasın yoğunlaştırılması,

Yeni anayasayla üniter yapı ve milli kimliği zayıflatan maddelerin dayatılması,

Federatif bir yapılanmanın idari mekanizmalar içinde sinsice yürürlüğe konulması olarak karşımıza çıkacaktır.

Şayet içine girilen taviz ve tahribat döngüsü bu kıvamında ilerlerse;

Anadilde eğitim,

Demokratik özerkliğin kabulü,

Devlet yapısının yeni esaslara bağlanması,

Anayasal teminat altında yeni bir ortaklık devleti kurulması,

Türkiye’nin idari yapısının yeniden tanzimi,

Genel siyasi af ve İmralı canisine özgürlük talepleri,

Etnik kimliklerle bölücü siyaset yapılması, AKP eliyle gerçekleştirilecek ve karşılık bulacaktır.

Bu vesile ile tekraren ifade etmek isterim ki, önce Allah’ın izniyle arkasından milletimizin kudretiyle hiçbir kuvvetin ve mihrakın, bizi bölmeye ve Türk devletini parçalamaya gücü yetmeyecektir.

Milliyetçi Hareket Partisi olduğu sürece hiçbir fani çözülmeyi, dağılmayı ve hüsrana düşmemizi göremeyecektir.

Kutlu mazimizin aziz anıları, Türk milletinin muazzam gücünü sınamaya kalkışanları nasıl bir sonun beklediğini anlamaları açısından ihtar ve ikazlarla dolu olup, bu fitne ve kötülük yuvalarının geçmişten ders çıkarmış olmaları elbette kendi hayırlarına olacaktır.

 

Muhterem Milletvekilleri,

Konuşmamın bu aşamasında ekonomideki son gelişmeleri değerlendirmek ve görüşlerimi özet olarak sizlerle paylaşmak istiyorum.

Türkiye ekonomisinde temel sorun alanları, kredi hacminin düzeyi, büyüme seviyesindeki akıbetin ne olacağı, dış ticaretteki büyüyen gediğin nasıl kapatılacağı ve cari açığın aşağı çekilip çekilmeyeceği noktasında düğümlenmektedir.

Ayrıca bölgesel tansiyondaki artışlar ve Arap Baharıyla ortaya çıkan puslu hava, özellikle ithalatımızda çok önemli harcama kalemi olan enerjinin toplam maliyetini etkilemekte ve faturamızı yükseltmektedir.

Tasarruf noksanlığı nedeniyle başkalarının birikimine bel bağlayan ekonomik sistem, faizin cazibesiyle hareket eden sermayeye aşırı bağımlı hale gelmiş, bu da bir aşamadan sonra cari açığın artmasına yol açmıştır.

Türkiye ekonomisinin bu sorunu çözülmeden, üretim temelli bir yapı inşa edilmeden bize göre hiç kimse ekonomik gelişmişlikten ve güçten bahsedemeyecektir.

İç tasarruf miktarımızın zayıflığı düşündürücüdür ve oran olarak milli gelirimizin yaklaşık yüzde 12’si düzeyindedir.

Buna göre, başkalarının ödünç verdiği paralar olmazsa iş kurulamayacak, yatırım yapılamayacak, çocuklara harçlık verilemeyecek ve evlere ekmek götürülemeyecektir.

Yani AKP; yabancıların insafına, para tacirlerin merhametine ve küresel sermaye çevrelerin keyfine aziz milletimizi terk etmiştir.

Üreten bir ekonomik sistemde böylesi bir garabetin görülmesi tabii olarak ihtimal dâhilinde değildir.

İnsanımızın refahı yatırıma, teknolojik değişmeye ve verimlilik artışına bütünüyle bağlıdır.

AKP hükümeti ne kadar görmezden gelse de bugün Türkiye;

Yoksulluğun giderek yaygınlaştığı,

Açlık sınırı altında yaşayan insanımızın arttığı,

Yolsuzluk ve usulsüzlük sarmalanın kuvvetlendiği,

Hayat pahalılığının şiddetlendiği, işsizliğin sosyal yapıya yerleştiği,

Gelir dağılımındaki adaletin devamlı bozulduğu,

Ekonomik güvenliğin ve adaletin alabora olduğu bir ülke haline gelmiştir.

AKP’nin sakat ve hatalı ekonomi politikaları yoksulu ezmekte, dar ve sabit gelirli vatandaşlarımızı zora sokmaktadır.

Ekonominin sıcak para ve faiz lobisinin güdümüne girmesi, dışarı doğru kurulan kaynak ve varlık nakillerini hızlandırmaktadır.

AKP döneminde zenginlerin ve milli gelirden pay alan zümrelerin etkinliği ve hâkimiyeti daha da hissedilir olmuştur.

Türkiye’de sayıları 100’ü bulan zenginlerin kişisel serveti 110 milyar doları aşmıştır.

Nitekim milli gelirimizin yaklaşık sekizde biri küçük bir azınlığın elinde toplanırken, geri kalanı nüfusun büyük çoğunluğu arasında paylaşılmaktadır.

Mevcut ekonomik zihniyet ve uygulamalar ise bunu temellendirmekte ve iyice sağlamlaştırmaktadır.

AKP’nin 13 milyon yoksul kardeşimizi, yüzbinlerce aç ve sefil bir halde yaşayan çaresizleri hatırına ve gündemine getirmediği tüm çıplaklığıyla ortadadır.

Ülkemiz iğneden ipliğe, ekmekten mutfak tüpüne kadar her alanda fahiş fiyat artışlarına sahne olmaktadır.

Hemen hemen her hafta akaryakıta zam gelmektedir.

Dünyanın en pahalı benzini ve mazotu ne üzücüdür ki Türkiye’de satılmaktadır.

Akaryakıt satış fiyatları içindeki vergi oranları adeta zulüm haline dönüşmüş ve sabırları zorlamaya başlamıştır.

Geliştiği, büyüdüğü ve kalkındığı iddia edilen Türkiye ekonomisi aslına bakarsanız vatandaşımızı perişan eden ve reayaya dönüştüren maliye ve para politikalarıyla güç bela ayakta durmaktadır.

Görüldüğü kadarıyla geçen yıl yüzde 1,2 olarak gerçekleşen bütçe açığı bu yılın başında artmaya ve borç stoku, özellikle özel kesim borç hacmi yıkarı doğru çıkmaya başlamıştır.

Ekonomik göstergelerde inişler çıkışlar, vatandaşlarımızın geleceğe dönük beklentilerinde sarsıntılar görülmektedir.

Artık kimsenin kemer sıkacak hali ve gelir kaybına daha fazla tahammülü kalmamıştır.

AKP zihniyeti, ülkemizin başta milli ekonomisi olmak üzere, vazgeçilmez milli menfaatlerini, gelecek projelerini ve hatta milli varlığını, yabancı güçlerin kurguladığı senaryoların bir parçası haline getirmekten uzaklaşmalı ve milletimizin ekonomik beklentilerini acilen karşılamalıdır.

Çiftçimizin, esnafımızın, işçimizin, memurumuzun, emeklimizin, dul ve yetimimizin talebi kuşkusuz budur, buna yöneliktir.

Mali yapımızın kapısı uluslararası tefecilere küreselleşme adına sonuna kadar açan hükümet, yandaşlarını, hanedanlarını zengin etmekten vazgeçmeli ve vatandaşlarımızın hakkı olan ne varsa bir an önce vermelidir.

Bu düşüncelerle konuşmama son vermeden önce hepinizi bir kez daha sevgi ve saygılarımla selamlıyor, başarı ve esenlik dolu bir hafta geçirmenizi Cenab-ı Allah’tan diliyorum.

Sağ olun, var olun.