Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin, Muhterem Milletvekilleri, Değerli Misafirler, Basınımızın Güzide Temsilcileri, Haftalık olağan Meclis grup toplantımıza başlarken hepinizi en içten duygularımla selamlıyor saygılarımı sunuyorum. Bahar aylarını adımladığımız şu günlerde, milletimiz yine pıtrak gibi çoğalan sorunlarla ve keşmekeş hale gelen olaylarla boğuşmakta ve boğulmaktadır. Huzur ve istikrar bayrağı çekildiği gönderden yarıya inmiş, belirsizlik ve emniyetsizlik her anlamda artış göstermiştir. Maalesef AKP’nin yönettiği ülke gerçeği içinde fırsatçılar, fesattan nemalananlar işbaşına geçmiş ve kolları sıvamışlardır. Fikri mikrop kapmış, insaniyeti kurumuş ve vicdanı körleşmiş karanlık emelli çevreler ve taraflar aramıza mayın döşemekte, milletimize zarar vermenin aşağılık hesaplarını yapmaktadır. Geçtiğimiz hafta, bu defa da Erzincan’da vuku bulan kirli tezgâh, tutuşturulmaya uğraşılan fitne ateşi bunlardan yalnızca ve en önemlilerinden birisidir. Nitekim bu ilimizin Üzümlü ilçesine bağlı Avcılar Köyünde yaşayan Alevi İslam inancına mensup vatandaşlarımızı hedefine alan, okul duvarına ve bazı evlere yazılan kin ve nefret içerikli yazılar, bildik oyunun tekrardan sahnelenmeye çalışıldığına işaret etmiştir. Alevi kardeşlerimize yönelik tehdit dolu sözlerin altına, partimizi zan ve töhmet altına alırcasına Üç Hilal simgemizin konulması bizim daha da nevrimizi döndürmüş ve öfkemizin kabarmasına neden olmuştur. Şerefsizce, “Pis Aleviler hepinizi yakacağız” ibarelerini duvarlara yazıp, altına da partimizin amblemini koymaya yeltenen soyu ve sopu meçhul ahlaksızlar bilsinler ki, ne yaparlarsa yapsınlar amaçlarına muvaffak olamayacaklardır. Alevi kardeşlerimizle bizi karşı karşıya getirmeye hiçbir faninin gücü de nefesi de Allah’ın izniyle yetmeyecektir. Bu alçaklığın müsebbipleri her kim ya da kimlerse, cesaret kaynağı neyse ve azmettiricileri nerelere gizlenmişse bunların ortaya çıkarılması ve hak ettikleri cezaya çaptırılmaları AKP hükümetinin siyasi namus ve haysiyet borcudur. Sayın Başbakan; kuldan utanmıyorsanız Allah’tan korkun ve bu tezgâhın faillerini bulun ve adalete teslim edin. Partimizin daha önce maruz kaldığı insaf ve izan dışı komplolarda olduğu gibi, bu olayın da faili meçhul kalmaması hükümetin sorumluluğu altındadır. Değerli arkadaşlarım, Erzincan’daki vakayı sıradan göremeyiz, bir densizin işidir deyip geçemeyiz. 26 Şubat tarihinde Adıyaman’ın Yenimahalle ve Karapınar mahallerindeki ev işaretlemelerinin, Gaziantep ve İzmir’deki benzeri hadiselerin üzerinden, malumunuz olacağı üzere çok zaman geçmemiştir. İfade etmek isterim ki, Adıyaman’daki Alevi kardeşlerimizin evlerine konulan işaretleri çocuk işi olarak yorumlayan bir bakış ve yaklaşımla, ortalıkta kol gezen provokatör ellerin tespit edilmesini bir hayli zor görüyoruz. 6 Mart 2012 tarihli Meclis grup toplantımızda, hiçbir şeyi tesadüflerin sürprizlerine, ihtimallerin seyrine bırakmamanın önemine değinerek, Adıyaman’daki vakanın bütün yönleriyle aydınlatılmasını, üzerine gidilmesini, sisli ve muamma taraflarının vuzuha erdirilmesini istemiştik. Ancak geçen zaman içinde bu mesele hakkında somut bir gelişmeye ve hepimizin yüreğine su serpecek bir tespite henüz rastlayabilmiş değiliz. Alevi İslam inancına mensup kardeşlerimizi tedirgin ve rahatsız eden bu son olayların üzerindeki esrar ve gizem perdesini aralamak ve gerçekleri ortaya çıkarmak hükümetin en temel ve vazgeçilmez görevidir. Zira mezhep aidiyeti ve etnik kimlik ekseninde yapılan yığınakların ve cepheleşmelerin, Allah korusun çok acı sonuçlara meydan verme riski bulunmaktadır. Biz konusu kabus olan bu filmi daha önce defalarca görmüş ve bire bir muhatap olmuş bir tecrübeye sahip siyasi partiyiz. Kahramanmaraş’ta, Çorum’da ve Sivas’ta üzerimize sıçratılmaya çalışılan çamuru hala unutmadık ve unutmaya da niyetli değiliz. Milliyetçi-ülkücü hareketi kanın, gözyaşının ve kavganın tarafı yapmak için sürekli mesai harcayan rezillikleri, kumpasları ve şer kampanyalarını hiç hatırımızdan çıkarmadık. Alevi-Sünni kutuplaşmasından kimlerin istifade ettiğinin, böylesi bir kaosun kimlerin işine yaradığının da farkındayız. Her bulanık devirde ve dönemde; hassasiyetleri kaşıyarak, kalabalıkları ajite ederek ve inançlarımızı tersten yorumlayarak kargaşaya düşmemizi bekleyen şeref ve edep fukaralarını fazlasıyla gördük. Bizi, çirkin hesaplarına alet etmeyi aklında geçirenler; Türk-Kürt düşmanlığını bilemeye çalıştılar, ama başaramadılar. Mezhep kıvılcımını çakarak, son yurdumuzun ateşe verilmesini istediler, ama yapamadılar. Ülkücüleri sokağa çekmeye, “daha ne duruyorsunuz” sözleriyle kışkırtmaya, duygularıyla oynayarak sosyal barışımızın ve kalıcı uzlaşmamızın üzerini örtmeye niyetlendiler, ama muratlarına eremediler. İnşallah dünya durdukça da, bu küf tutmuş hastalıklı zihinler hayallerine ulaşamayacaklar, ya kahırlarından ya da girdikleri işbirlikçi ilişkilerden dolayı çürüyerek yok olup gideceklerdir. Alevi kardeşlerimiz müsterih olsunlar, biz yanlarındayız. Canlarımız, canımız bildiklerimiz rahat olsunlar, biz arkalarındayız. Biz muhabbet bağında birlikte açan gonca gibiyiz. Aşkla semaha açılan aynı vücudun iki eli gibiyiz. Çünkü biz biriz, beraberiz ve ilelebet de böyle kalacağız.
Değerli Milletvekilleri, Geçen haftaki grup konuşmamda, şehitlik üzerinde durmuş ve bu konu hakkındaki düşüncelerimi sizlerle ve aziz milletimizle paylaşmıştım. Bu kapsamda son bir haftadır gerek partimizin görüşleri, gerekse de şehitliğin manası etrafında hararet düzeyi yüksek tartışmalar yapılmıştır. Sivil şehitlikle ilgili meramımızı ve eleştirilerimizi ya anlamayan ya da anladığı halde bunu itiraf edemeyen kötü niyetli bazı kesimler, meseleyi çok farklı mecralara çekerek kutsallarımızı hırpalamaya ve ayrışma konusu haline getirmeye kalkışmışlardır. Yazılı ve görsel medya organlarının bazı temsilcileri bizimle manşetlerden polemiğe girişmiştir. Eli ve vicdanı kiralık bazı kalemler ise bu kapsamda bize laf yetiştirmeye, şehitlikle ilgili ahkam kesmeye ve hatta bu konuda bilirkişi rolüne dahi soyunmuşlardır. Bizim bunlara itibarımız ve ciddiye alacak halimiz yoktur. Şu kadar ki, şehitlikle ilgili değerlendirmemiz yüce dinimizin bir buyruğu ve üzerinde kuşku olmayan bir tebliğidir. Bizim, hatır veya siyasi çıkar uğruna AKP gibi şehitlik tanımına ilave yapmaya, birilerine keyfimizce şehitlik payesi vermeye veya almaya bırakınız teşebbüs etmeyi, kafamızın bir köşesinden dahi geçirmemiz tabiatıyla mümkün değildir. Biz sivil şehitlik üzerine konuşurken ve kabul edilemez yeni şehit tanımlamalarına karşı dururken, birden bire meselenin gayya kuyusuna itilmesi abesle iştigaldir. Biz geçen hafta ne dediysek, bugün ve gelecekte de aynı şeyi söyleyeceğiz ve haykıracağız. Aksini savunanlar varsa, tavsiyemiz, ulema olarak gördüklerine danışmaları ya da hoca bildiklerine ve çağın müçtehidi kabul ettiklerine müracaat etmeleri ve bu şekilde gerçekleri öğrenme arayışına girmeleridir. Nasıl olsa, bugünkü zaman diliminde, geçmişte milli mücadele kahramanlarına karşı fetvalar çıkararak, onlara karşı mücadele ederken ölenlere şehitlik unvanını babasının malı gibi dağıtan, Damat Ferit kontrollü Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi gibi tipler fazlaca mevcuttur. Bu şahıs 11 Nisan 1920 tarihli fetvasıyla, Anadolu’da bağımsızlık meşalesini yakan cesaret timsallerini hedef alarak; “Halifenin askerlerinden olup da eşkıyaları katledenler gazi ve eşkıyalar tarafından katlolunanlar da şehittir” diyerek şehitlik makamını istismar etmiş ve işgalcilerin ekmeğine o tarihlerde pişkince yağ sürmüştür. Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşlarını hain, katledilmelerini vacip olarak gören, milli direnişi eşkıyalık olarak tanımlayan, bunlara karşı girişilen mücadelede ölenleri şehit olarak kabul eden anlayışın bugün de belini doğrulttuğu görülmektedir. Ancak bizim Dürrizade’ye değil, milli mücadelenin yanında olmuş ve karşı fetvayla Hakk’a ve doğruya destek vermiş merhum Ankara Müftüsü Mehmet Rıfat Börekçi’ye saygımız ve hayranlığımız vardır. Kahramanla caniyi karıştıran, şehitle kelleyi bir gören, maktulle katili yer değiştiren AKP zihniyetinin Dürrizade benzeri bir tavır içinde olması, esasen dünün hangi mirasını devraldığını ve takip ettiğini de açıklıkla ortaya koymaktadır. Bizim için şehitlik muazzez ve ulvi bir makam olup, Cenab-ı Allah’ın lütfuna ve keremine nail olan fedakâr ruhların erişebilecekleri manevi bir yükseliş halidir. Bu çerçevede, şehitlik için Müslüman olmak şarttır. AKP’nin bu gerçekler ışığında hareket etmesi ve adımlarını bu paralelde atması mecburiyet ve manevi yükümlülüğüdür.
Değerli Milletvekilleri, Geçtiğimizin haftanın en önemli gelişmelerinden birisi de hiç şüphesiz milli eğitim sistemini yeniden düzenleyen kanun teklifinin TBMM Genel Kurulunda görüşülerek kabul edilmesidir. Buna geçmeden önce, hafta sonu yapılan YGS sınavında ter döken 1 milyon 837 bin 741 evladımızın istediği ve hedeflediği üniversitelere girmelerini içtenlikle temenni ediyorum. Artık çocuklarımızı, en taze yaşlarında esir düştükleri sınav zulmünden kurtarmak hepimiz için ihmal edilemeyecek bir vazifedir. Bu itibarla 2011 yılı Seçim Beyannamesinde de dile getirdiğimiz gibi, üniversite sınavını kaldıracağımızı ve sınavsız üniversiteye geçileceğini daha önce ilan etmiştik. Nihayetinde hükümeti gecikmeksizin, üniversite sınavlarını bütünüyle kaldırmak için harekete geçmeye davet ediyor ve bu konuda her desteği vermeye hazır olduğumuzu buradan bildirmek istiyorum. Başbakan Erdoğan ayrıca, dershane sisteminin kaldırılacağını da ifade etmiştir. Elbette milyonlarca ailemize mali külfet olan dershanelerin kaldırılması yerinde bir uygulamadır. Zira üniversite sınavının kalkacağı bir ortamda zaten dershanelere büyük oranda gerek ve ihtiyaç kalmayacaktır. Ancak binlerce dershaneyi kapatırken, önce buralarda çalışan ve hayatlarını kazanan öğretmen ve yardımcı personelin geleceğini garantiye almak ve bunları milli eğitim sistemine dahil etmek gerekmektedir. Bir diğer yandan da, dershane sahiplerini mağdur etmeyecek çare ve yolları bulmak lazımdır. Bu bakımdan, 2011 yılı Seçim Beyannamemizde yer bulduğu gibi, dershanelerin özel okullara dönüşmesi teşvik edilmeli ve buralardaki birikimin kaybolmaması için gereken tedbirler hükümet tarafından alınmalıdır. Bildiğiniz gibi “İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” teklifi, geçen hafta salıdan cumaya dört günlük süre içinde yasalaşmıştır. Elbette kamuoyunda üç dördün toplamı olarak bilinen kanunun birçok eksiği, taşıdığı sakıncaları ve mahsurlu yanları vardır. Bir defa, bu denli hayati nitelikli bir kanun teklifinin aceleyle hazırlanmış olması, üstelik hiçbir müzakereye veya karşılıklı fikir alışverişine konu olmaması güvenirliğini olabildiğince sakatlamıştır. Bunun yanı sıra milli eğitim yapısındaki değişimin ve uygulaması planlanan yeni sistemin; sürecin başında Bakanlar Kurulunda ele alınmadan ve bir tasarı haline dönüştürülüp Meclis’e sevk edilmeden, yalnızca iktidar partisi grup başkan vekillerinin verdikleri kanun teklifiyle gündeme getirilmesi asıl sorunlardan birisi olmuştur. Geleceğimizi birebir etkileyecek, maddi ve manevi gelişmemize doğrudan tesir edecek eğitimin, dar ve kısıtlı bir alana indirgenmesi ve bu da yetmezmiş gibi geçmişten intikam alma heveslerine payanda yapılması AKP’nin samimiyetsizliğini açıkça gözler önüne sermiştir. Kabul edilen yeni eğitim sistemi, adeta 28 Şubat’ın rövanşını almak maksadıyla cephanelik olarak kullanılmıştır. Ne yazık ki iktidarın asıl gündemine evlatlarımızın ve ailelerinin beklentileri, geleceğin güçlü ve büyük Türkiye’sini inşa etmek için hangi metotların kullanılabileceği hususları bir türlü gelmemiş, gelememiştir. Yeni kanunla milli eğitim sisteminin ideolojik baskılardan kurtarıldığı ve demokratik bir aşamaya getirildiği Başbakan tarafından ısrarla vurgulanmıştır. Bu zihniyet halen yürürlükte bulunan eğitim sistemini; “darbe ürünü, dayatma, 28 Şubat uygulaması, faşist baskı” gibi sözlerle tanımlarken, amacının okul, eğitim veya gelecek nesiller olmadığını bir kez daha göstermiştir. İtiraf etmek lazımdır ki, 28 Şubatların izleri silinecek, açtıkları çukurlar kapatılacak ve diktikleri hendekler düzleştirilecekse, işe önce darbe dönemlerinin siyasi mahsullerinden başlamak sanıyorum son derece isabetli olacaktır. AKP, görülüyor ki; zihnen ve kalben donanımlı, analitik bakabilen, ezberi dışlamış, sorgulayabilen, bilimsel düşünme yeteneğini elde etmiş, milli ve manevi cevherle rabıtasını güçlendirmiş nesillerin yetişmesini değil, kendi siyasi egosunu tatminle ve tahkimle meşgul olmaktadır. Biz bunları sürekli dile getirdik ve yeni eğitim sistemine gerçekçi projeksiyonlar tuttuk. Söz konusu kanun teklifi görüşülürken, Meclis platformunda önergeler verdik, sürece müdahil olmaya ve iktidarı uyarmaya çalıştık. Ancak AKP, bunları Meclis çoğunluğu marifetiyle kabul etmedi ve geri çevirdi. İmam hatip liselerinin orta kısımlarının açılması, Kur’an-ı Kerim’in ve Peygamber Efendimizin hayatının seçmeli ders olarak okutulması yönündeki girişimlerimiz ise sonuç buldu ve AKP endişelenerek bu önerilerimize sessiz ve duyarsız kalamadı. Buna başta direnen, ancak daha sonra kendi önergesini sunmaktan başka çıkar yolu kalmayan AKP’nin, istismar alanları da daralmakta ve asıl yüzü her fırsatta ortaya çıkmaktadır. Şurası bir gerçektir ki, milli eğitim sistemindeki yeni düzenlemenin en hayırlı ve olumlu tarafı imam hatip liselerinin ortaokul kısmının açılması, Kur’an-ı Kerim ve Peygamberimizin hayatının seçmeli ders olarak kabul edilmesidir. Bunlar her şeyden önce siz değerli milletvekili arkadaşlarımın üstün gayret ve katkısıyla gerçekleşmiştir. Hepinize burada teşekkür ediyor, eğitim sistemindeki yeni uygulamanın aziz milletimize hayırlı olmasını Cenab-ı Mevla’dan niyaz ediyorum.
Muhterem Arkadaşlarım, Önemli gördüğüm ve hepinizin de aynı ehemmiyeti verdiğinize inandığım bir konuyu huzurlarınızda dile getirmek ve görüşlerimi ifade etmek istiyorum. Bu yılın Ocak ayında, Ankara 12.Ağır Ceza Mahkemesi, 12 Eylül askeri darbesine ilişkin olarak hazırlanan ve 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile emekli orgeneral Tahsin Şahinkaya’nın da suçlandığı iddianameyi kabul etmiştir. Dava kapsamındaki ilk yargılama ise yarın yapılacaktır. Merhum Başbuğumuz Türkeş Bey’in vefatının 15’nci yıldönümünde, bu yargılamanın başlayacak olması ise son derece ilginç ve dikkat çekicidir. Biz başından beri AKP hükümetinin 12 Eylül üzerinden geçindiğini, gerçek bir hesaplaşma amacının olmadığını sürekli olarak vurguladık. Kaldı ki dava açılmış olsa da, 12 Eylül darbeci zihniyetinin ve görünür faillerinin yargılanmasından hukuken bir netice alınamayacağı baştan beri bellidir. Anayasa’nın 15’nci maddesi, suç ve cezaların geçmişe yürütülemeyeceğini, 38’nci maddesi de, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı kimsenin cezalandırılamayacağını belirtmiştir. Bu nedenle, Anayasa’nın geçici 15.maddesinin kaldırılması aşamasında, AKP’nin geçmişin acılarını istismar etmek için böyle bir yola başvurduğunu ifade etmiştik. Hukuken herhangi bir somut neticeye hizmet etmeyecek bu sürecin, aziz milletimizi ve 12 Eylül’le ilgili kötü anıları bulunan tüm çevreleri oyalayacağını sürekli gündeme getirmiştik. Bilinmelidir ki, 12 Eylül 1980 ihtilalı; öncesi ve sonrasıyla tarafsız, objektif ve sağlıklı bir değerlendirmeye ihtiyaç duyan kara bir dönemin adıdır. Ve o talihsiz ve cinnet döneminin en büyük zararını görmüş, çilesini çekmiş ve azabıyla yüz yüze kalmışların başında MHP ve ülkücü hareket gelmektedir. Başbakan Erdoğan sahalarda top koştururken aziz dava arkadaşlarım ihtilalın eziyetini, zulmünü ve gözü dönmüşlüğünü bütünüyle yaşamışlardır. Türkiye, 1960 sonunda içine girdiği sosyal şiddet ve toplumsal cepheleşmenin doruğunu 1980’den önceki puslu ve kanlı yıllarda yaşamıştır. 12 Eylül ihtilalına giden sürecin parke taşları 1970’li yılların tehlikeli ve tuzaklarla çevrili ortamında döşenmiştir. Ölümler, kavgalar, kinler, öfkeler sosyal ve toplumsal yapıyı yangın yerine çevirmiştir. İdeolojik ayrışma gönüllerin, duyguların ve müştereklerin altını oymuş; kurtarılmış mahalleler, işgal edilmiş okullar, bölünmüş şehirler, birbirine hasım kamplarda mevzilenmiş toplumsal kesimler yaşanan faciaların ve felaketlerin özeti olmuştur. Üstelik 12 Eylül öncesinin Soğuk Savaş şartlarında, Türkiye’nin stratejik pozisyonu, dönemin küresel iki bloğunun karşılaşma arenası ve oyun sahası olması ülkemizin sıkıntıya girmesinde önemli bir rol oynamıştır. Başkalarının nam ve hesabına çalışan ajan provokatörlerin ektiği fitne tohumları denetimsiz ve kontrolsüz büyüyen habis ur gibi toplum ve devlet bünyesine yayılmış ve tesiri altına almıştır. Bu nedenle yabancı ve yıkıcı emeller, tezgâhlar, oluşumlar, istihbarat düzenekleri aradıkları imkân ve iklimi kolayca bulmuşlardır. Biz bugüne kadar, ihtilal dönemi zorbalıklarının, baskılarının, cinayetlerinin yasını içten içe tuttuk ve gözyaşlarımızı hep içimize akıttık. Bu kesinlikle, korktuğumuzdan, çekindiğimizden veya veremeyeceğimiz hesabımız olduğundan kaynaklanmamıştır. Türk devletini yıpratmamak, acılarımızı yeniden deşmemek amacıyla söz söylemedik ve şikâyetçi olmadık. Ancak hiçbir zaman zorbalıkları ve zalimlikleri unutmadık, dört duvar arasındaki insafsızlıkları ve canilikleri hatırımızdan çıkarmadık. Yeri ve zamanı geldiğinde canımızı alan, can evimizden vuran, zindanlarda süründüren, darağaçlarına çıkaran alçakların yakasından tutmak için sabırla ve metanetle bekledik. Şayet Kenan Evren’den ve o dönemin faillerinden bir alacaklı varsa, emin olun ki bu herkesten önce Milliyetçi Hareket’ten başkası olmayacaktır. Hakkı teslim edilmesi, kayıpları karşılanması, mağduriyetleri gecikmiş olsa da giderilmesi gerekenler, büyük bir inançla söylüyorum ki ülkücü hareketin mağdur, ama bir o kadar da mağrur mensuplarıdır. Bu yüzden, yarın başlayacak mahkeme safahatının sonuca ermeyeceğini düşünsekte; Milliyetçi Hareket Partisi olarak, yürüyen dava sürecine müdahil olmak maksadıyla müracaatımızı ilgili arkadaşlarımız aracılığıyla bugün gerçekleştirmiş bulunmaktayız. Çünkü biz; √ 12 Eylül işkencelerini, boğazına yağlı urgan geçirilip şehit edilen dokuz arkadaşımızı hiç unutmadık. √ Baskıları, tacizleri, küfürleri, buz kesmiş karanlık hücreleri hiç unutmadık. √ Ülkücülere yabancı, öteki, bu ülkenin zencisi gibi davranan ahlaksızları unutmadık. √ Tetikçi hâkimleri, savcıları, arkası önü ayarlanmış ara rejim mahkemelerini de hiç unutmadık. Dava arkadaşlarımızı ve kurucu genel başkanımız Türkeş Bey’i mahkûm edenlerin, milli yüreklerde müebbet cezaya çarptırılmalarını da hiç kimse unutmamalıdır. Bugünkü zaman diliminde 12 Eylül’ün sorumluluğunu doksanını geçmiş iki kişiye yıkmak asla doğru ve haklı bir uygulama değildir. 15 Ocak 2012 tarihli basın açıklamamızda da belirttiğimiz gibi, 12 Eylül zulmünün ve çilesinin faturası iki kişiye ihale edilemeyecek kadar derin ve kabarıktır. Kovuşturmaya, 12 Eylül döneminin adli ve idari görevlilerinin, hükümet üyelerinin, işkenceci canilerin, infaz ve kolluk memurlarının dâhil edilmesi gerekmektedir ve böylesi bir gelişme bir nebzede olsa millet vicdanını rahatlatacaktır.
Değerli Milletvekilleri, Dış politika alanında hararet düzeyi yüksek gelişmeler yaşanmakta ve bölgemizi içine alan gizli planlar adım adım ilerletilmektedir. Geçtiğimiz hafta sonunda “Suriye’nin Dostları” toplantısına bu defa da İstanbul ev sahipliği yapmış ve gelişmeler ele alınarak bir sonuca varılmıştır. 23-24 Şubat’ta Tunus’ta gerçekleştirilen Suriye’nin Dostları toplantısında, ufak bir isim değişikliğiyle sırayı ülkemizin alması düşündürücüdür. Şu işin garipliğine bakın ki, Suriye’nin dostları olarak kendilerini görenler, rejim ve yönetim terziliğine tevessül etmekte ve uzaktan uzağa bu ülkeye sömürgeciliğin siyah desenli elbisesini giydirmeye çalışmaktadır. Suriye’deki gelişmeleri yorumlarken, Başbakan Erdoğan’ın en son yaptığı dış temaslarda ortaya koyduğu tavırla ilgili bir şey söylemezsek, meselenin bir yönünü ihmal etmiş oluruz. Başbakan Erdoğan Güney Kore’nin başkenti Seul’de düzenlenen Nükleer Güvenlik Zirvesi’ne katılmış, muhataplarıyla bir dizi temaslar gerçekleştirmiştir. Nitekim yeni tanımlamayla söyleyecek olursak, Başbakan, muhteşem ortağı ABD Başkanıyla görüşmeler yapmış; Suriye’den İran’a kadar AKP’nin üzerine ve payına düşenleri liste halinde almıştır. Türkiye’nin temel sorunları, birkaç ezber söz ve yaklaşımdan başka gündeme gelmemiştir. Her defasında, ABD’nin bölücü teröre verdiği desteği gururla ifade eden Başbakan Erdoğan, insansız hava araçlarının sayısındaki artışı da diline pelesenk yapmıştır. Ne var ki bölücü terör kanlı saldırılarını yapmaya devam etmekte, bölücülük hız ve cüssesini her geçen gün kuvvetlendirmektedir. Gelin görün ki, Başbakan Erdoğan Obama’nın ağzına bakmakta ve ilgisine mazhar olmaktan başka bir kaygı taşımamaktadır. Terörle mücadele siyasi uzantılarıyla müzakere derken de, siyallaştırdığı PKK’yla masaya oturmanın alt yapısını oluşturduğunu herkesten gizlemeye çalışmaktadır. Zira dışarından alınan talimat bu yöndedir. İlave olarak Başbakan Erdoğan Seul’den Tahran’a arkadaşının düşüncelerini taşımış ve diplomatik ulaklık görevini büyük bir gönül rahatlığıyla ifa etmiştir. İran’ın nükleer programıyla ilgili okyanus ötesinin güncellenmiş fikirlerini bu ülkenin siyasi ve dini liderlerine ilk elden iletmiştir. Aba altından sopa gösterircesine, İsrail’in İran’a saldırması halinde bölgemizin yerle yeksan olacağını ifade eden Başbakan, nedense Arap Baharıyla zaten aynı durumun farklı ton ve metotlarla gerçekleştiğini görmeyecek kadar başkalarının peşine takılmıştır. ABD’nin Irak’ta 2 trilyon dolar para harcamasının ve bütçesinin hasar görmesinin derdine düşen bu zihniyet, ölen bir milyon Müslüman’ın acısını sözle bile hatırlamaktan ve anmaktan kaçınmaktadır. Bize göre asıl “One Minute” denilmesi gerekenlere karşı, AKP’nin sinmiş ve pusmuş bir halde bulunması milletimizin itibar ve kudretiyle asla bağdaşmamaktadır. Öte yandan Ahmedinecad’la medya karşısında elele pozlar veren Başbakan Erdoğan, ülkemize gelir gelmez İran’dan alınan ham petrolün miktarını azaltmaya gitmiş ve eksik kalan kısmı da Libya’dan takviye etmeye karar vermiştir. Meselenin bir başka hazin tarafı ise, ABD Ankara Büyükelçisinin telkininden sonra bu kararın alınmış olmasıdır. Buradan sormak isterim ki, ABD Büyükelçisi sömürge komiseri midir yoksa atanmış Türkiye valisi midir? Başbakan Erdoğan böylesi bir rezaletin ve acziyetin içine nasıl düşmüştür? Ve İran’dan geldikten hemen sonra, bu ülkeden alınan petrolü başkalarının bastırmasıyla nasıl kısıtlamaya karar vermiştir? Parmak işaretiyle hareket eden bakanların, sömürge güçlerine dua eden Başbakanların bulunduğu bir ülkede, bu sorulara verilecek makul cevaplar bize göre yoktur. Üzülerek görüyorum ki, Arap baharı hattındaki yüksek voltajın maliyeti bize fazlasıyla yansımaktadır. Dışarıdaki kavgaya taraf olan ve Türkiye’yi uçuruma sürükleyen Başbakan, içeride bu nedenle zamlanan doğal gaz ve elektrik fiyatlarını ciddiye almayacak kadar sorumsuzluğun ve duyarsızlığın içine gömülmüştür. Konutlarda yüzde 16,49’luk ve sanayide yüzde 18,72’lik doğal gaz zammını, evlerde kullanılan elektriğe yüzde 9,3’lük ve sanayide tüketilen elektriğe yüzde 8,7’lik zam bindirmesini şiddetle kınıyor ve AKP’nin bu kararından dönmesini bekliyorum. Zam yapılan maddeler, üretimin temel unsurları olduğu için kuşkusuz önümüzdeki günlerde iğneden ipliğe milletimizin ihtiyaç duyduğu her mal ve hizmete ilave zamlar gelecektir. Üstelik akaryakıta yapılan zamlar ise insaf ve dayanma ölçülerini çoktan aşmıştır. İran- İsrail soğukluğu ve gerginliği, Suriye’de süren kaos aziz vatandaşlarımızın kullandığı doğal gazına ve elektriğine olumsuz olarak yansımıştır. AKP’nin haçlı zihniyetinin yanında hizalanması, insanımızı perişan etmekte ve devamlı fakirleştirmektedir. İran’dan alınmayacak petrolün, Libya’dan alınması ve oradaki Fransız şirketlerinin kazanacak olması işin bir başka hazin ve tuhaf tarafı olmuştur. Aziz milletimiz bu gerçekleri iyice görmelidir. AKP’nin zam, zulüm ve zillet demek olduğunu artık anlamlıdır. Bu iktidarın, vatandaşın nafakasında gözü vardır. Bu iktidarın, Fatma ninenin kefen parasında, Mehmet amcanın rızkında eli vardır. Bu eli çekecek ve hatta kıracak da büyük milletimizin iradesi ve kararlılığıdır.
Muhterem Milletvekilleri, 1 Nisan’da İstanbul’da yapılan ve yeni ismiyle “Suriye Halkının Dostları” toplantısına 82 ülkeden katılım sağlanmış ve bir sonraki toplantının Fransa’da yapılması için uzlaşmaya varılmıştır. Rusya ve Çin toplantıyı boykot etmiş, Annan gelmemiş ve Arap Birliği’nin dönem başkanı Irak bulunmamıştır. Sonuç bildirgesinde malum nakaratlar tekrarlanmış ve bu ülkenin yere düşmesi için geniş bir konsensüs sağlanmıştır. Alınan kararların Suriye’nin mevcut sorunlarını bitirebilecek veya hafifletecek bir yanı gerçek anlamda bulunmamaktadır. En dikkat çeken sonuç ise, Esad yönetiminin kabul ettiği Annan Planı’nın ucu açık görülmemesi ve Suriye Ulusal Konseyi’nin, bütün Suriyelilerin temsilcisi ve Suriyeli muhalif grupların altında toplandığı şemsiye bir organizasyon olarak tanınması ve ilanıdır. Birleşmiş Milletler ve Arap Birliği Özel Temsilcisi Kofi Annan’ın planından; çatışmaların durmaması, tutuklananların bırakılmaması ve demokratik haklara izin verilmemesi hallerinde, sürecin Güvenlik Konseyi ayağının çalışmaya başlayacağı anlaşılmaktadır. Bu da açıkça müdahale ve bölgemizde yeni bir yangın demektir. Bundan sonra Esad yönetiminin sözlerinden daha çok eylemlerine bakılacağı ve bunun dikkate alınacağı ifade edilmiştir. Başbakan Erdoğan’ın, Kofi Annan’ın girişimine başta mesafeli durması, sonra da olumlu yaklaşması uluslararası toplumun etkisi ve yönlendirmesi altında olmuştur. ABD’nin ve yanında duran ülkelerin Annan Planına odaklanması mecburen Başbakan’ın tarz ve söylem değiştirmesine sebebiyet vermiştir. Suriye rejiminin planı kabul etmesini zaman kazanma olarak gören ve değerlendiren bu siyasi anlayışın, Suriye Halkının Dostları toplantısındaki şu sözleri zihni ve fikri melekelerini yitirdiğini açıkça göstermektedir: “Uluslararası toplum net bir tavır almalıdır. Bu noktada söylem birlikteliği de yeterli değildir, eylem birlikteliğini de sağlamalıyız” Buna göre Başbakan Erdoğan’ın istediği haçlı müdahalesidir. Bu konuda adeta yalvarırcasına konuşmaktadır. Ve bir taraftan Suriye muhaliflerinin silahlandırılarak bu ülkede akan kanın çağlamasını istemektedir. Merak etmekteyiz ki, Başbakan’ı Suriye konusunda kapalı kapılar ardında kışkırtan kim ya da kimlerdir? Yakın bir gelecekte etnik bölücülüğün ilerlemesi halinde, herhangi bir Avrupa ülkesinde Türkiye’nin Dostları toplantısı için zemin oluştuğu takdirde Başbakan ve hükümeti ne yapacaktır? Kısaca diyebilirim ki, Suriye’deki gelişmeler ülkemizin aleyhine seyretmektedir. AKP hükümetinin Suriye politikası çökmüş ve ters tepmiştir. Unutulmamalı ki, yanlıştan dönmek bir erdem göstergesidir. Ve Başbakan’ın, tek değişkenli ve seçeneksiz bir dış politika tercih etmesinin ülkemizin jeopolitik yapısıyla uyumlu olmadığını da bu münasebetle bildirmek istiyorum. Bu düşüncelerle konuşmama son verirken muhterem heyetinizi saygılarımla selamlıyor, başarılarla dolu bir hafta geçirmenizi temenni ediyorum. Sağ olun, var olun.
|