17.04.2012 - Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin, 
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma. 
17 Nisan 2012


Muhterem Milletvekilleri,

Değerli Misafirler,

Sayın Basın Mensupları,

Haftalık olağan Meclis grup toplantımıza başlarken güzide heyetinizi en iyi duygularımla selamlıyorum.

Çok hayırlı ve manevi hayatımızın ihtişamlı dönemlerinden birisi olan Kutlu Doğum Haftası’nın içinden geçiyoruz.

14-20 Nisan tarihleri arasına tekabül eden ve peygamberimiz Hz. Muhammed’in rahmet elçisi olarak yeryüzünü şereflendirdiği bu zaman aralığının biz Müslümanlar için anlamı çok büyüktür.

Peygamber efendimiz bundan 1441 yıl önce insanlığın kuruyan, kanayan ve kararan vicdanına umut olarak doğmuş; sevginin, adaletin, şefkatin ve iyiliğin mana zirvesi olmuştur.

İki cihan güneşi efendimiz; rahmetin ve bağışlamanın müjdesi, bereketin ve hoşgörünün eşsiz nefesi olarak asırları tebliğiyle aydınlatmıştır.

Peygamberimiz güzel ahlakın, temizliğin ve doğruluğun örnek ve mümtaz bir temsilcisi olarak insanlık âlemini nuruyla ısıtmış, yön ve istikamet vermiştir.

Efendimiz ‘Tevhit’ çağrısı ile insanlara iman etmenin yolunu göstermiş, kalpleri hikmet ve hidayet dolu nasihatlerle huzura erdirmiştir.

Kardeşlik, yakınlık, muhabbet ve dostluk Peygamberimizin her sözüne ve her mesajına yansımış; ayrılık, dağılma ve kavga o’nun tarafından kararlılıkla reddedilmiştir.

Birlik ruhu, birlikte yaşama ideali o’nunla anlam ve derinlik kazanmış; ümmetinin sapkınlıklardan ve tefrikalardan uzak durması o’nun işaretiyle hayat bulmuştur.

Peygamberimiz kardeşliğin diliyle insanlığa seslenmiş, sevginin doyumsuz lezzetiyle ilahi buyrukları tebliğ etmiştir.

O’nun her davranışında, her yaklaşımında ve her beyanında nezaket, zarafet ve nefaset yer almıştır.

Nefretten beslenenler, öfke selinde kulaç atanlar, kin deryasında yelken açanlar o’nun manevi meziyetleri karşısında tükenmiş ve mübarek üslubuyla tarumar olmuştur.

Lütfun, keremin, mağfiretin ve rahmetin sahibi Cenab-ı Allah’a şükürler olsun ki, peygamberimizin takipçileriyiz ve şefaatini dileyenlerdeniz.

Onun kardeşliği öğütleyen üslubu, kötülüğü ve nifakı kovan azmi, küfre ve kabalığa sırt çeviren inanmışlığı, iman ve ihlâsı buyuran manevi rehberliği bizim yönümüz ve her şeyimizdir.

Kardeşlik fikriyatımızın, milletçe beraber yaşama idealimizin ve dargınlıklara prim vermeyen irademizin ilham kaynağı aziz peygamberimizin muhteşem varlığı ve bize miras bıraktığı yüce değerlerde saklıdır.

Bu itibarla idrak ettiğimiz Kutlu Doğum Haftası etkinliklerinde ana tema olarak; “Kardeşlik ahlâkı ve kardeşlik hukukunun” tayin edilmesini çok anlamlı ve yerinde buluyoruz.

Bize göre kardeşlik; bozulmak için kurulmuş, kırılmak için yapılmış, yüz çevirmek için inşa edilmiş geçici bir heves değildir.

Veya yapay bir ortaklık, yüzeysel beklentileri tatmin için kurgulanmış günü kurtarmaya dönük bir adım, menfaat ağlarıyla örülmüş bir bağ da değildir.

Kardeşlik; ümittir, diyalogdur, bağlanıştır, sığınaktır ve birbiri için çarpan kalplerin çift taraflı ete ve kemiğe bürünmüş halidir.

Kardeşlik; çiğnenmeyecek sözdür, bozulmayacak rabıtadır, inkâr edilmeyecek yemindir ve karşılıklı sadakatle sahip çıkılacak maddi ve manevi bir hukuktur.

Bu kapsamda küslük, düşmanlık ve fitne kardeşler arasına giremeyecek, asırlar içinde vücut bulan bu üstün ahlakı zedeleyemeyecektir.

Hz. Peygamber’in; kardeşliği özendiren, barışmayı ve kucaklaşmayı referans gösteren buyrukları bunun bir işaretidir.

Yüce Allah katında herkes şüphesiz eşit ve birdir.

Üstünlük ise dünyevi ve biyolojik özelliklerde değil, sadece takvadadır.

Buradan feyzini aldığımız kardeşlik ruhu, bu topraklarda bin yıldır bizi birarada tutmuş; tasada ve kıvançta bir yapmıştır.

Bu itibarla kardeşliğin hak ve hukukuna herkesin samimiyetle destek ve gönül vermesi gerekmektedir.

Etnik ve mezhep temelli ihtilaf ve cepheleşmeye hiç kimsenin prim vermemesi hayati bir nitelikte olacaktır.

Kökeni, yöresi, mezhebi, kimliği ve inancı ne olursa olsun; Türk milletinin tüm fertleri kardeşlik hukuku içerisinde aynı kaderin yolcusu olarak bir araya gelmişler ve birlikte yaşamayı tercih etmişlerdir.

Söz konusu tarihsel ve manevi hakikati yıpratmaya, yaralamaya ve yarmaya çalışan her kim olursa olsun, öncelikle Cenab-ı Allah katında günahkâr, sonrada millet varlığı nezdinde bozguncu olarak değerlendirilecektir.

Bu itibarla, Türk milletini etnik kimliklere taksim eden vicdansızların kardeşliğimizi yıkmaya çalışan gafiller olduğunu görmek lazımdır.

Mezhep aidiyetini istismar ederek; karşıtlıkları bileyen, hizipleri tırmandıran ve duyguları taciz eden zihniyetleri iyi fark etmek ve niyetlerini açıkça anlamak son derece faydalıdır.

Şu kadarını ifade etmek isterim ki; Türk milletinin çözülmesi, yıkılması ve bölünmesi için var gücüyle uğraşanlar eninde sonunda besmele görmüş şeytanın durumuna düşeceklerdir

Bunu da aziz milletimizin kardeşlik ahlakına ve hukukuna sahip çıkan üstün karakteri gerçekleştirecektir.

Bu duygularla, Peygamberimizin insanlığa ulaştırdığı mesajların samimi bir şekilde benimsenmesini temenni ediyor, aranılan huzur ve hoşgörünün ziyadesiyle burada bulunacağına yürekten inanıyorum.

 

Değerli Arkadaşlarım,

6-10 Nisan tarihleri arasında Fransa ve Avusturya’da bulunarak, bu iki ülkedeki Türk federasyonlarımızın kurultaylarına katıldık.

 Avrupa Türklüğünün muhterem temsilcileriyle ve aziz dava arkadaşlarımla bir araya geldik ve bizleri onurlandıran heyecanlarına şahit olduk.

Bir kez daha gördüm ki, bayrağımızı kalplerinde dalgalandıran, Türkiye’yi sohbetlerinde yaşatan ve vatanımızı gittikleri her yerde sembolleştirerek yücelten Avrupa Türklüğü, Türk milletinin kutlu ve muhterem bir parçası olduğunu hiç unutmamıştır.

Ziyaretlerimiz esnasında onlarla hasret giderdik, vuslatımızı paylaştık.

Dertleştik, sohbet ve muhabbet çeşmesinden kana kana birlikte içtik.

Düşüncelerimizi paylaştık, görüşlerimizi ifade ettik ve beklentilerini dile getirdik.

Tarihimizi yargılamaya cüret edenlere, sözde soykırım yalanıyla bizi itham edenlere sesimizi ve itirazımızı bir kez de Fransa’dan duyurduk.

Nafile yere uğraşan sömürgeci kafalara, ısrarla ve kararlıkla Türk milletinin mazisinde veremeyeceği bir hesabının olmadığını vurguladık.

Bu kapsamda Ankara’da ne söylemişsem, neyi haykırmışsam milletimizi katliamcı gösterme istek ve arayışında olan Fransa yönetimine karşı da kendi ülkelerinde aynısını yüzlerine vurdum.

Zira biz tarihimizi biliyor ve büyük milletimize sonuna kadar güveniyor ve inanıyoruz.

Soykırım lafının Türk milletiyle yan yana getirilmesini küstahlık ve utanmazlık olarak değerlendiriyoruz.

İnsafını düşürmemiş, izanını yitirmemiş ve ahlakını kaybetmemiş hiç kimsenin bizi katliamcılıkla aynı kareye yerleştiremeyeceğini, istese dahi buna gücünün yetmeyeceğini iyi biliyoruz.

Malumunuz olacağı üzere, nisan ayında bulunmamız hasebiyle yine sözde Ermeni soykırım ipine sarılmaya ve bununla ilgili suçlamaları Türk milletine yöneltmeye çalışanlar çıkabilecektir.

Ama bu beyhude çırpınışın ve uğraşın bizim açımızdan hiçbir değer ve hükmü bugüne kadar olmamış, bundan sonra da olmayacaktır.

Diaspora kini, soykırım lobileri ve bunlara payanda olan çevreler ya da ülkeler; özür, tanınma, tazminat ve toprak talebi konusuyla ilgili emellerine dünya durdukça erişemeyeceklerdir.

Bu konuda AKP’nin daha onurlu ve dik bir duruş göstermesi, tarihimizi ve milletimizin varlık haklarını daha gür bir şekilde savunması bizim en temel beklentimizdir.

Önümüzdeki hafta yapılacak olan Fransa Cumhurbaşkanlığı seçiminin birinci tur oylamasında da, Fransa’da yaşayan ve oy kullanabilecek durumda olan soydaşlarımızın, içinden çıktıkları Türk milletine katliamcı yaftası vurmaya çalışan Sarkozy’e gerekli dersi vereceklerini biliyor ve bunu bekliyorum.

Nihayetinde Avrupa Türklüğü, milletimizin faziletini, erdemini ve asırları aşan kutlu mesajlarını en iyi şekilde sahiplenecek, temsil edecek ve art niyetlileri de unutmayacaktır.

Avrupa Türklüğü’nün sosyal ve siyasal haklarına tam olarak kavuşarak, bu amaç doğrultusunda mücadelelerini sürekli vererek bulundukları ülkelerde sözü dinlenen ve belirleyici bir seviyede olmaları gerçekten de çok mühimdir.

Bunun gerek ülkemize gerekse de yaşadıkları toplumlara büyük değerler katacağını inanıyorum.

Aynı eğilimi ülkemizin siyasi hayatıyla ilgili kararlarında da göstermeleri, yanlışı doğrudan ayıracak ferasetlerini sergilemeleri Türkiye’nin istikrar kazanmasında çok etkili olacaktır.

Bu vesileyle Fransa ve Avusturya Türk federasyonlarının kurultaylarında seçilerek görev alan değerli dava arkadaşlarıma buradan başarılar diliyor, çalışmalarında Cenab-ı Allah’ın yar ve yardımcı olmasını niyaz ediyorum.

 

Muhterem Milletvekilleri,

12 Eylül ihtilalıyla ilgili mahkeme sefahati ve diğer darbe teşebbüslerini kapsamına alan kovuşturma süreçleri devam ederken; bu defa da 28 Şubat 1997 tarihinde cereyan eden post modern darbe girişimi hakkında hukuki takibat başlatılmış, gözaltılar ve tutuklamalar yaşanmıştır.

Bu kapsamda öncelikle diyeceğimiz; başlayan yargı süreçlerinin eksiksiz, hızlı ve tam olarak sürdürülmesi, herhangi bir gecikmeye meydan vermeden adaletin bir an önce tecelli etmesidir.

Muhakkak ki, milli iradeyi felç etmeyi bırakınız fiiliyatta gerçekleştirmeyi, aklından bile geçiren kim varsa hukuk harekete geçmeli ve bunların yakasından tutmalıdır.

Bu nedenle, en son olarak başlayan 28 Şubat’la ilgili soruşturmanın objektif ve adil bir şekilde sürdürülmesi ve arkasından da sonuca erdirilmesi büyük bir önem taşımaktadır.

İkazla belirtmek isterim ki, darbecileri hukuk karşısına çıkarırken, bu süreçten nemalanma ve siyasi kaygı gözetme kurnazlığı haksızlığın ve kuralsızlığın yerleşmesine ve güçlenmesine neden olabilecektir.

Bilhassa geçmişten kaynaklı tarafgir bakış ve hınç duygusu hukukun güvenirliğine zarar verecek ve vicdanların hüsrana uğramasına yol açacaktır.

Dün yapılanları misliyle ödetmek, benzer mağduriyetleri muhataplarına yaşatmak, meseleyi alacak-verecek mertebesine kadar indirmek bu defa da sivil nitelikli balans ayarı olacaktır ki, bu da tabiatıyla büyük bir yanlışlık olarak AKP’nin karanlık siciline işlenecektir.

Ayrıca Türk Silahlı Kuvvetleri’ni bütünüyle darbeci göstermeye niyet ve teşebbüs etmek, terörle mücadele eden kahramanları terörist olarak göstermek ahlaksızlık ve edepsizlikle eşdeğer görülecektir.

Evet, doğrudur; 28 Şubat sürecinde zulüm ve eziyet fazlasıyla yaşanmıştır.

İnançlarından, siyasi tercihlerinden dolayı mütedeyyin vatandaşlarımız zan altında bırakılmış, maalesef suçlamalara maruz kalmışlardır.

Fişlemeler, işten el çektirmeler, adli ve idari zorbalıklar, dayatmalar hepimizin bildiği vahim hadiselerdir.

Ama eziyet, zorbalık ve haksızlıklar sadece 28 Şubatta yaşanmamıştır.

Biz ki, ihtilal ve müdahale dönemlerinin acısını, işkencesini, tokadını, hakaretini, darağacını ve insanlık dışı muamelelerini yaşamış bir maziden buralara kadar geldik.

Gencecik fidanlarımızı görevli cellâtlar aramızdan alırken; vatan, bayrak, millet ve bağımsızlık diyen dava arkadaşlarımızı vahşiler katlederken vakarımızdan sesimiz dahi çıkmamıştı.

Şimdi soruyorum sizlere, 28 Şubatta yaşananlar zulümse, milliyetçi-ülkücü hareketin yaşadıkları nedir ve nasıl tanımlanacaktır?

Konuyu; “işte 12 Eylülcüler yargılanıyor, daha ne olsun” çıkmazına sürüklemek bizim açımızdan basiretsizlik olduğu kadar da yanlı bir tutum olacaktır.

Peki, bugün 28 Şubat’ın ahlaksızlıklarını, baskılarını fazlasıyla telafi etmeye çalışan hükümet ve yandaş çevreler, yağlı urganla şehit edilen ülkü devleri; Selçuk Duracık’ı, Halil Esendağ’ı, Cevdet Karakaş’ı, Cengiz Baktemur’u, İsmet Şahin’i, Fikri Arıkan’ı, Ali Bülent Orkan’ı, Ahmet Kerse’yi ve Mustafa Pehlivaoğlu’nu tekrar geri getirebilecekler midir?

Bu nedenle hiç kimse çekilen çileleri ve katlanılan mihnetleri yarıştırmaya kalkmamalıdır.

Nitekim bu alanda hiç kimse yanımıza bile yaklaşamayacaktır.

Şayet demokrasinin istikrar kazanması ve bir daha böylesi dönemlerin ortaya çıkmaması dürüst bir şekilde isteniyorsa adalet müessesi herkesi tatmin edecek bir çabukluk ve etkinlikle yürümeli ve kim ne yaptıysa sonucuna katlanmalıdır.

12 Eylül, 28 Şubat ve her türlü darbe girişimi mutlaka hukuki anlamda neticeye kavuşturulmalı ve Türkiye bu yükten artık kurtulmalıdır.

Zira sürekli darbeyi konuşmaktan, darbeci isimlerini telaffuz etmekten ve geçmişe saplanıp kalmaktan aziz milletimiz bunalmış ve yorulmuştur.

AKP zihniyeti meseleyi kaşıyarak kendisine siyasal rant elde edeceğini düşünüyorsa, bilsin ki dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan da olacaktır.

Diğer taraftan hala muamma olan ve 22 Temmuz 2007 seçimlerinden önce vuku bulmuş 27 Nisan bildirisi ve sonrasında ki gelişmeler hala aydınlanmış değildir.

Kaldı ki bu internet muhtırası AKP’yi sıçratmış ve seçimlerden açık ara galibiyetle çıkmasına neden olmuştur.

Bildiğiniz gibi, Başbakan Erdoğan 4 Mayıs 2007 tarihinde dönemin genelkurmay başkanıyla Dolmabahçe’de bir araya gelmiş ve gizemini hala koruyan bir görüşme yapmıştır.

√       Bu görüşme şaibelidir.

√       Bu görüşme soru işaretleriyle doludur.

Başbakan Erdoğan eğer ne konuşulduğunu açıklamazsa, internetten yayınlanan bildirinin danışıklı dövüş bir ilişki içinde tanzim edildiği kanaatine ulaşmamız kaçınılmaz olacaktır.

Tekraren sormak isterim ki, Dolmabahçe’de hangi vaatler verilmiş, hangi sözler karşılıklı olarak iletilmiştir?

Genelkurmay Başkanlığının sitesinden yayımlanan 27 Nisan bildirisi, AKP’nin siyaseten ivme kazanması için planlı, sistemli ve sinsi bir hamle midir?

Bunlar reddediliyorsa, 12 Eylül’e kadar uzanan AKP zihniyeti, neden kendisine karşı yapılan bu demokrasi dışı müdahaleye sessiz durmayı tercih etmiştir?

Üstelik internet bildirisinin failine toleranslı davranılarak ve iltifat gösterilerek son model zırhlı otomobilin tahsis edilmesini Başbakan nasıl açıklayacak ve neyi bahane olarak ileri sürecektir?

Darbelerden hesap sorulurken, 27 Nisan’ın pas geçilmesi bize göre tesadüf değildir.

Bu işin içinde bir bit yeniği ve açığa çıkarılması gereken taraflar vardır.

İster istemez aklımıza; 27 Nisan’ın, AKP’nin mağdur kisvesine bürünebilmesi için yapılan bir tezgâh olduğu hususu gelmektedir.

Bu nedenle her şey netleştirilmeli ve şüpheler giderilmelidir.

Başbakan Erdoğan’ın, siyasi yasağının kaldırılmasına kadar geçen 116 günlük karanlık süreç gibi, Dolmabahçe görüşmesi de belirsizliğe mahkûm edilmemelidir.

Bununla birlikte, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a suikast iddiası ve arkasından kozmik odanın altını üstüne getiren arama ve tarama faaliyeti gibi hiçbir konu sümen altına itilmemelidir.

Yeri gelmişken muhataplarından cevabını duymayı isterim ki, bu kozmik odada neye ulaşılmıştır?

Her ilişki ağı çarşaf çarşaf basına yansırken, kozmik odayla ilgili sırlara ne olmuştur? Bu alanda ne gibi gelişmeler ortaya çıkmıştır?

Ülkemiz darbe dönemlerini geride bırakmalı, sandığın ve demokrasinin itibarı ve devamlılığı sağlanmalıdır.

Sosyal, toplumsal ve siyasal uzlaşmayla geniş bir konsensüs temin edilmeli ve Türkiye bir daha alacakaranlık devirleri yaşamamalıdır.

Parti olarak, TBMM’nde darbelerle ilgili kurulan araştırma komisyonuna destek vermemizin başlıca sebeplerinden birisi de bu düşüncemizden ilhamını almaktadır.

AKP artık sahte mağdurları oynamayı bırakmalı, darbeden geçinen istismarcı özelliğini terk etmelidir.

Dileğimiz, Türkiye’nin artık hiçbir zaman hak ve hukukun çiğnenmediği, kanunsuzlukların olmadığı, karşılıklı saygı ve uzlaşma esasına dayanan birlikte yaşama idealinin kökleştiği bir ülke haline gelmesidir.

Nitekim biz bu uğurda üzerimize ne düşüyorsa yapmaya hazır ve kararlıyız.

 

Değerli Milletvekilleri,

Başbakan Erdoğan 7-11 Nisan tarihleri arasında Çin Halk Cumhuriyeti’nde bulunarak, bazı temas ve görüşmeler gerçekleştirmiştir.

Bu ziyaretin ilk ayağı olarak Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nin seçilmesi bizim açımızdan dikkat çekici olmuştur.

Yüreğimizde kor gibi sevdası duran bu Türk yurduna Başbakan’ın adım atması ve Urumçi’de şeklen de olsa bulunması bizim açımızdan sevindirici bir gelişmedir.

Kaşgarlı Mahmud ve doğduğu yerler program kapsamına alınmadıysa da, Başbakan’ın Doğu Türkistan’ı gecikmeyle hatırlaması şahsı açısından ümit vericidir.

Bu büyük Türk düşünürünün Başbakan’a yine de ilham kaynağı olması bizim en içten dileğimizdir.

Ne var ki, yandaş basın ve AKP şakşakçılığı yapan çevreler, bu Türk iline 27 yıl aradan sonra Başbakan düzeyinde ilk kez gidildiği iddiasını dillerine dolamışlar ve bu ziyareti siyasi propaganda malzemesi haline dönüştürmekten inatla vazgeçmemişlerdir.

Bizim için Doğu Türkistan davası her türlü siyasi mülahazanın üstünde ve önündedir.

2001 yılında, Başbakan Yardımcısı sıfatımızla, bu Türklüğün hazinesini ziyaret etmiş, Urumçi ve Kaşgar’da soydaşlarımızla bir araya gelmiştik.

Başbakan Erdoğan, haritada Doğu Türkistan’ın yerini dahi bilmezken, biz kardeşlerimizle birlikteydik, onların dertlerini ve sorunlarını kalbimizde taşıyorduk.

Doğu Türkistan’daki mezalimi, cinayetleri, şiddet ve saldırıları lanetliyor ve kınıyorduk.

2009 yılında 150 Doğu Türkistanlı kardeşimiz Pekin yönetiminin acımasızlıklarına kurban gittiğinde bizim ciğerimiz dağlanmıştı.

Bugün Başbakan’ın Urumçi pazarında gezmesi, birkaç esnafla sohbet etmesi, kaftan giyip kuzu çevirmesini kesmesi kendisi açısından bir anlam ifade etse de, Doğu Türkistan milli davası için hiçbir kıymet hükmü içermemektedir.

Esasen Başbakan Erdoğan’ın amacı Urumçi’yi gezmek veya Doğu Türkistanlı kardeşlerimizi kucaklamak değildir.

Bu Türk yurduna geçerken şöyle bir uğramış; aklı Suriye’de, gönlü okyanus ötesinde ve hedefin de Çin’in Büyük Ortadoğu Projesinin eylem planına katılması yer almıştır.

Başbakan Erdoğan görevli olarak Çin’e gitmiştir.

Oraya Suriye konusunda küresel çevrelerin mesajını götürmüş ve ikna turları atmıştır.

Ülkemizde bir zamanlar kurulan ikna odalarından rahatsız olan Başbakan, sonunda bu yöntemden kendisi de istifade etmiş ve uluslararası alanda BOP eşbaşkanlığından sonra “iknacıbaşı” sıfatını da üzerine almıştır.

Devlet başkanı başta olmak üzere, Çin yönetiminde sözü geçen şahsiyetlere Suriye’yle ilgili vetonun kaldırılma talebini iletmiş ve bu konuda ricacı olmaktan gocunmamıştır.

Bu kapsamda da Doğu Türkistan alet ve istismar edilmiştir.

Başbakan Erdoğan küresel kuryeliğe göz göre göre soyunmuş, bunu da heyecan ve arzuyla yerine getirmiştir.

Amaç Suriye’nin yalnızlaştırılması ve uluslararası müdahale için şartların olgunlaştırılmasıdır.

Başbakan Erdoğan’ın bu görünümü, ne yazık ki haçlı hesapları lehine faaliyet gösteren siyasi ulaklıktan başka bir anlama gelmemektedir.

Kendisine vaat edilen her ne ise, Başbakan gece demeden gündüz demeden başkent başkent gezmekte ve ödülüne ulaşmak için canını dişine takmaktadır.

√       Bu süreçte İran, Çin ve Suudi Arabistan arkası arkasına ziyaret edilmiştir.

√       BOP’un mekik diplomasisinde sırayı şimdi de Rusya almıştır.

√       Başbakan’ın beyanları da buna işaret etmektedir.

Suriye’ye karşı blok oluşturmak ve verilen görevleri harfiyen yerine getirmek için çırpınan bu kafa yapısının, Türkiye’yi kaosa doğru hızla sürüklediği görülmektedir.

Bu doğru bir yol değildir.

Sınırlarımızda yaşanan müessif bazı silahlı çatışmadan dolayı NATO’ya görev hatırlatması yaparak davette bulunması da büyük bir aymazlık ve düşüncesizliktir.

Suriye tarafından açılan ateş sonucu vuku bulan yaralanma ve ölüm vakaları elbette çok üzücüdür.

Ancak sınırlarımızdaki bu sarsıcı hadise ne ilktir ne de son olacaktır.

Yıllardan beridir Irak’ın kuzeyinden topraklarımıza sızarak eylem yapan PKK’lı caniler AKP’nin gözü önünde ölüm kusmaktadır.

Madem Başbakan, sınırlarımızın ihlalinde bu kadar hassastır, o halde peşmerge başına bugüne kadar neden haddini bildirememiştir?

Yoksa bu konuda arkasında duran küresel güçten icazet ve izin mi alamamıştır?

Bu çelişki yumağının neresinden tutarsak tutalım elimizde kalmaktadır.

Şu anda da, Suriye’yle olan sınır bölgemizde Irak’ın kuzeyine benzer bir yapılanma için geri sayım başlamıştır.

Esad’sız bir Suriye’den başka tüm seçeneklerin üzerini çizen Başbakan Erdoğan, bu haliyle Türkiye’yi kördüğümün içine sokmuştur.

Annan Planı dâhilinde, 12 Nisan’dan itibaren uygulamaya geçilen ateşkes kararına rağmen AKP hükümeti sürekli arayış içindedir.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 14 Nisan 2012’de Suriye’ye 30 kişilik bir silahsız gözlemci heyetini gönderilmesini karara bağlamıştır.

Ne var ki ateşkesin başladığı 12 Nisan ile 16 Nisan arası yine ölümlerin ve saldırıların olduğu anlaşılmıştır.

Bunu fırsat bilen AKP zihniyeti, taciz ve tahrik edici siyasi tarzını sürdürmüştür.

Suriye konusunda; başta Birleşmiş Milletler olmak üzere, Arap Ligi ve İslam İşbirliği Teşkilatı gibi bölgesel kuruluşların aktif olarak rol aldığı bir düzlemde, barışçı bir çözüm için her yol denenmeli, ateşkes ihlal edilmemeli ve AKP’de savaş çığırtkanlığı yapmaktan tamamen uzaklaşmalıdır.

Zira sorunlar büyümekte ve ülkemizi tehdit eder bir hüviyete bürünmektedir.

Türkiye’nin bölünmesini, Türk milletinin parçalanmasını bekleyenlere bu kapsamda gün doğmuş, dört parçalı Kürdistan için başkent isimleri bile gündeme getirilmiştir.

AKP, musibetleri başımıza sarmıştır.

Bölücülük kanserini enjekte etmiş ve batılı dostlarının yanında dağılmamızı seyretmek için ön sıralardan rezervasyon yaptırmıştır.

Bu kelimenin tam anlamıyla hıyanettir, melanettir ve rezaletin daniskasıdır.

Ancak Türk milleti buna izin vermeyecektir.

Milliyetçi Hareket’ten buna onay çıkmayacaktır.

Başbakan Erdoğan, BOP eşbaşkanlığına aldanmamalı ve kendisini kaptırmamalıdır.

Türkiye sevdalıları var oldukça, milletimizin belini kıracak, başını vuracak operasyonlara geçiş ve müsamaha Allah’ın izniyle asla gösterilmeyecektir.

 

Değerli Milletvekilleri,

Son olarak iki konu hakkında daha düşüncelerimi paylaşıp, bu haftaki konuşmama son vermek istiyorum.

İlk olarak; Başbakan Erdoğan’ın Çin’den gelirken yaptığı ibretlik bazı açıklamalar, tarafımızca son derece önemli bulunmuştur.

Başkan Erdoğan, MİT Müsteşarı için “sır küpüm” diyerek değerlendirme yapmış, bu kamu görevlisini Oslo ve İmralı’ya bizzat kendisinin gönderdiğini itiraf etmiştir.

Bizim için bu demeçte bir sürpriz taraf yoktur.

Zaten gerçekleri biliyorduk ve her fırsatta da bunu aziz milletimizin bilgisine sunduk.

Ancak sonunda, açıkça PKK’yla görüşenin, İmralı canisiyle pazarlık yapanın kendisi olduğunu belirtmesi ilginç ve skandal bir durumu ortaya çıkarmıştır.

Bu elbette ilgili kamu görevlisini sorumluluktan da alıkoyamayacak ve muaf hale getiremeyecektir.

Böylelikle Başbakan Erdoğan’ın, gelecekte Yüce Divan’da ifadesinin alınmasına bile gerek kalmamış, gerçekler tüm çıplaklığıyla ortaya dökülmüştür.

Şehitlerimizin kanına giren, milletimizi bölmeye çalışan, statü ve özerklik talebinde bulunan, üniter yapımıza suikast düzenleyen teröristlerle Başbakan Erdoğan masaya oturmuş ve anayasa suçu işlemiştir.

Unutmasın ki, Kenan Evren hakkında 31 yıl sonra işlediği suçtan dolayı dava açılmıştır.

İktidar yılları bir gün bittiğinde, kendisinden ve işlenen suçlara iştirak eden AKP yöneticilerinden mutlaka hesap sorulacak ve hepsi adaletin önünde ip gibi dizileceklerdir.

Küpünü dolduran yandaşlardan, sır küplerinin içinde saklanan şahsiyetlerden, gemicik yüzdüren sonradan görme armatörlerden, devletin hazinesine nakil hattı bağlayan hırsızlardan yetim ve gariban hakkını söke söke almak inşallah bize nasip olacaktır.

İkinci ve son olarak değinmek istediğim konu; 149 yıllık geçmişi bulunan Darrüşşafaka Cemiyeti Tüzüğünün ikinci maddesine yapılan bir değişiklikle ilgilidir.

Bu hayırlı kuruluşun amacı; yetim ve yoksul yetenekli Türk-İslam çocuklarını, yurt içinde ve yurt dışında çağdaş eğitim esaslarına göre okutarak yetiştirmektir.

Bu Tüzüğün beşinci maddesine göre de cemiyetin başkanı Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’dır.

Buna göre Başbakan Erdoğan, geçtiğimiz günlerdeki bir konuşmasında, Tüzüğün ikinci maddesinde yer bulan ve kayıt olabilmek için Türk ve İslam şartını ihtiva eden ibarenin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıyla değiştirildiğini açıklamıştır.

149 yıldır kimsenin aklına gelmeyen bir konu Başbakan tarafından gündeme taşınmış, Türk ve İslam olma ifadeleri sonuçta kaldırılmıştır.

√       Başbakan Erdoğan Türk ve İslam olmanın nesinden rahatsızdır?

√       Her şey bitmiştir de, bir tek Darüşşafaka’nın yıkıma alet edilmesi mi kalmıştır?

Bizim için her Türk vatandaşı bu tarihi kuruluşumuzdan kökeni ve inancı ne olursa olsun faydalanabilmelidir.

Bunun için Başbakan’ın yönetim kuruluna bir talimatı veya Tüzüğe ilave bir maddenin koyulmasıyla bu meselenin kolaylıkla çözülmesi mümkün ve imkân dâhilindedir.

Hem inançlarımız hem de kültürümüz, kimseyi ayırt etmeden elinden tutmayı, yardımlaşma ve dayanışma duygusuyla yetimin, öksüzün ve mağdurun yanında olmayı zorunlu kılmaktadır.

Bu ülkede yaşayan çaresiz her vatandaşımıza her türlü desteği vermek elbette hepimizin görevi ve sorumluluğu altındadır.

Bunlara bir diyeceğimiz olmadığı gibi, bizim de görüşümüz bu yöndedir.

Ancak Türk ve İslam değerleriyle oynamanın ve bunları sabote etmenin mantıkla izah edilebilir hiçbir yanı da yoktur.

Sayın Başbakan; bu akılları kimden almaktasın?

Milletimizin Türk ve İslam değerlerini ilmik ilmik ayırma konusunda kimlerin telkini altındasın?

Seni kimler yönlendirmekte ve nasıl bir kumpasın içindesin?

Dini ve etnik köken itibariyle çocuklarda bir ayrıma gidilmeyeceğini söylerken hiç mi vicdanın sızlamamıştır?

Bugüne kadar senin hükümetin dışında, etnik ve dini herhangi bir ayrımı gündeme getiren mi olmuştur?

149 yıldır bu muhterem kurum ayrımcılık mı yapmıştır?

Bu yaklaşımın ceddimizi suçlayan yabancı ve emperyalist anlayışıyla ne farkı vardır?

Türk ve İslam olmanın neresi ayrımcı, neresi dışlayıcıdır?

Bu sakat mantık Türklüğü etnik kimlik mertebesiyle, İslam’ı da küresel bir oyun olan dinler arası diyalog mantığıyla ele almaktadır.

Bu alınan karar Türk ve İslam olmaya duyulan tedavisi olmayan alerjinin bir yansımasıdır ki, bunu da şiddetle reddediyoruz.

Ve iktidar olduğumuzda geçmişin bu muhterem emanetini aslına döndüreceğimizi ve herkesi kucaklayacak bir niteliğe büründüreceğimizi bu vesileyle duyurmak istiyorum.

Konuşmama son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyor; başarılı ve verimli bir hafta geçirmenizi diliyorum.

Sağ olun, var olun.