01.06.2003 - AKP İktidarının Altı Ayını Değerlendirdiği Basın Toplantısı
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Genel Başkanımız Dr. Devlet Bahçeli'nin
AKP İktidarın Altı Ayını Değerlendirdiği Basın Toplantısı
1 Haziran 2003

Değerli Basın Mensupları ,

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidarda 6. ayını doldurması münasebetiyle düzenlemiş olduğumuz toplantımıza hoşgeldiniz.

Bu vesileyle, hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Bilindiği üzere, iktidarların ömründe ilk üç ay gibi, ikinci üç aylık dönem de çok kıymetli ve önemli bir süreci ifade eder. Diğer bir deyişle, iktidarların ilk altı ayı altın değerindedir. Tabi, öncelikle bu gerçeğin farkında olmak, iyi niyetli, kararlı ve sorumlu bir yönetim anlayışını içtenlikle benimsemek gerekir.

Fakat sürekli yalpalayan, kime ve neye hizmet edeceği konusunda ciddî tereddütler geçiren AKP zihniyetinin elinde çok önemli fırsatlar maalesef heba edilmiştir.

Bu kafa yapısıyla ülkemizdeki sıkıntıların giderek daha fazla artması kaçınılmazdır. Çünkü önümüzdeki dönem için de ümit var olmayı gerektirecek herhangi bir ciddî belirti yoktur.

AKP’nin 365 milletvekili desteğiyle tek başına iktidarda bulunduğu düşünüldüğünde, yaşanan gereksiz tartışmaların, kaybedilen zamanların ve ülkemizi teslimiyetçi politikalara mahkûm eden siyasî anlayışın makûl bir izahını yapmak imkânsızdır. Hazırlıksız ve beceriksiz bir iktidarın tüccar siyasetçi anlayışıyla gizlenmeye çalışılması beyhude bir çabadır.

Buna karşılık, AKP siyasî zihniyetinin ekran ve mikrofon müptelâlığı, rahat tavır değiştirme ve pembe tablolar çizme gayretkeşliği, ülkemizin içinde bulunduğu sorunların ve tehditlerin milletimiz tarafından yeterince algılanmasını engellemektedir. İktidara yandaş medyanın ciddî tutarsızlıkları göze alarak yaptığı canhıraş savunmanın yanında, bir kısım sivil toplum örgütü ve medyanın da dikkat çekici hoşgörüsü devam etmekte; bu da sağlıklı bir muhalefet zemininin gelişimini sınırlandırmaktadır.

Bu tür ittifakların ömrü uzun olmasa da, şimdilik etkili olduğu açıktır. Ancak, bu durum bir taraftan siyasî muhalefeti olumsuz etkileyip toplumsal duyarlılığı köreltmekte, diğer taraftan AKP iktidarının millî çıkarlarımızın ve demokrasimizin geleceği üzerindeki maliyetini giderek arttırmaktadır.

Ülkemizdeki teslimiyetçi ve ard niyetli unsurlar seçim öncesinde olduğu gibi, seçim sonrasında da çeşitli imkân ve araçlarla emellerine ulaşmaya çalışmaktadır. AKP’ye hâkim olan zihniyetin millî değer ve dava alerjilerinin ileri boyutlara varması, bu tür tehlikeli ittifakları maalesef kolaylaştırmakta ve etkin kılabilmektedir.

Hiçbir dönemde AKP iktidarında olduğu gibi, millî onurumuz ve hassasiyetlerimiz bir kenara itilmemiş, millî davalarımız sahipsiz kalmamıştır.

Bu durum çok düşündürücü ve endişe vericidir, ama hesabı er ya da geç sorulacaktır.

Sayın Basın Mensupları,

Son günlerde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin merkezinde yer aldığı çok ilginç gelişme ve tartışmalar yaşanmaktadır.

Bu gelişme ve tartışmaların, Kıbrıs başta olmak üzere, Ege, Musul ve Kerkük gibi millî hassasiyetlerimizin ve hayatî çıkarlarımızın çeşitli şekillerde gündeme geldiği bir süreçte alevlenmesi tesadüf olamaz.

Bugün, Hükümet ile Ordu arasında gerilim yaratıldığından şikayetçi olan ve hatta bu gelişmeyi “fitne fücur çıkarmak” şeklinde tanımlayan bir AKP Hükümeti bulunmaktadır. Buraya kadar her şey normaldir ve olması gerekenin bir ifadesidir.

Böyle bir beyanın sonucunda yapılması gerekenler bellidir. Her şeyden evvel, kendilerinin davranışlarıyla gerilimin kaynağı olmamaları gerektiğini iyi anlamaları lâzımdır.

Ancak, AKP iktidarının bu konuda da samimî ve kararlı olmadığı görülmektedir. Hükümetlerinin kurulduğu günden itibaren ortaya çıkan her fırsatı kullanmak ve istismar etmek açısından çok iştahlı davranmışlardır.

Hem bazı ABD yöneticileri, hem de AB kurumları ve yetkilileri tarafından Türk ordusuna ve millî hassasiyetlerimize yönelik eleştiri ve hakaretler karşısında AKP yönetimi ve iktidarı suskun kalmıştır. İktidar, mevcut durumdan ne yazık ki rahatsızlık duymayan, bazen de haz alan bir görünüm sergilemiştir.

Her türlü konuda demeç verme yarışı içinde olan Hükümet üyeleri, bu meselede gerekli duyarlılığı ortaya koymamıştır.

Bilâkis Avrupa Birliği’nin arkasına saklanılarak vur kaç taktiği izlendiği dikkati çekmektedir.

AKP’nin bazen “millî irade”, bazen de muhtemel AB üyeliği havariliği yaparak ortaya koyduğu siyasî manevralar, sadece Türkiyemize, millî birlik ve dirliğimize zarar vermektedir.

Zaten sürekli millî irade kabadayılığı ve reklamı yapan AKP yönetiminin bu tavrı bile samimiyetten ve tutarlılıktan ne kadar uzak olduklarını kanıtlamak için yeterlidir. Meclis desteklerini ve millî iradeyi sık sık telâffuz eden bir siyasî iktidarın, samimî ve tutarlı olması için bu tavrın her alanda açıkça sergilenmesi şarttır.

AKP iktidarı, başta IMF olmak üzere birçok uluslararası kuruluş ve çevrenin politikalarını emir telâkki ederken, millî hassasiyetlerin dile getirilmesinden rahatsız olmaktadır. Aynı şekilde, muhalefetin eleştirilerine daha işin başındayken tahammülsüzlük gösteren AKP iktidarı, teslimiyetçi lobiler ve çıkar odakları karşısında suspus oturabilmektedir. Bu çok ilginç ve düşündürücü başkalaşımın tutarlı ve ahlâkî bir izahı da yapılmamaktadır.

Bu durumun bir diğer örneği, basına kapalı toplantılara atfen yapılan haber-yorumlarla ilgili olarak geliştirdikleri ciddiyetsiz ve samimiyetsiz tavırlardır. Çünkü, kamuoyuna kapalı zeminlerde yapılan toplantıların gelişi güzel bir şekilde açığa vurulması karşısında, hiç kimsenin önce işine geldiği gibi konuşmaya, daha sonra da bu durumdan şikayetçi olmaya hakkı yoktur. Hele Başbakanların hiç yoktur.

Bütün demokratik hukuk devletlerinde ülke yönetiminden hükümetler sorumludur. Bu hükümetler, aynı zamanda kurumlar arası işbirliği ve ahengin temininden de sorumludur.

Yine dünyanın bütün ülkelerinde, millî onur ve çıkarların gözetilmesi ve savunulması açısından hükümetler birinci derecede sorumlu ve yükümlüdür.

3 Kasım’da millî iradenin sandığa yansıyan bölümünün %34’lük kısmını temsilen iktidara gelen AKP yönetimi, millî iradenin bütünü adına konuşup hareket edemeyeceğinin de farkında ve bilincinde olmak zorundadır.

Bunun yanı sıra, millî iradenin, millî dava ve hassasiyetlerin aleyhinde ya da törpülenmesinde kullanılan bir silaha dönüştürülmesi mümkün değildir. AKP iktidarı ve yönetimi, buna sadece hakları olmadığını değil, güçlerinin de yetmeyeceğini çok iyi idrak etmelidir.

Sayın Basın Mensupları,

Buraya kadar yaptığımız değerlendirmeler bile AKP iktidarının genel bakış açısını, çarpık ve tehlikeli eğilimlerini ele vermesi için yeterlidir. Altı ay içinde ciddî siyasî ve fikrî zaaflarıyla dikkati çeken AKP iktidarının, bu özellikleri başta ekonomi ve dış politika olmak üzere temel devlet yönetimi alanlarında kendini göstermiştir.

AKP yönetiminin Türk Milleti’ne çok büyük sözler verdiği, ekonomiyi düzlüğe çıkartacağını vadettiği, hatta ülkedeki bütün sorunların tek kaynağı olarak zamanın hükümetini gördüğü bilinmektedir.

Bugünün Başbakanı dünün muhalefet lideri Sayın Erdoğan, partisi kurulduktan sonra verdiği bir beyanatta; “Bugün Türkiye’de siyasî krizin de, ekonomik krizin de, sosyal krizin de tek bir nedeni var. O da yönetimdir.” demiştir.

Şimdi Sayın Erdoğan’ın işaret ettiği yönetim yedi aydır yoktur ve partileri de altı aydır tek başına iktidardadır. Kendi sözlerine bakacak olursak bütün krizlerin tek nedeni olarak rahatlıkla AKP iktidarını göstermek mümkündür.

Topluma çok çeşitli vaatlerde bulunarak ve geçmiş hükümete haksız eleştiriler yaparak mesafe alan AKP yönetiminin, aslında yeni değil; ilkesiz, tutarsız ve seviyesiz siyasetin bir temsilcisi olduğu görülmektedir.

AKP’nin politika ve söyleminin, aslında milleti oyalama ve kandırma üzerine bina edildiğini, icraatları ve çelişkileri de açıkça ortaya koymaktadır.

Sayın Erdoğan’ın 16 Kasım 2002 tarihinde Acil Eylem Plânıyla ilgili olarak; “Bunları takip edin, yapamazsak hesap sorun” dediği ve bu ifadeleri bile propaganda amacıyla kullandığı hatırlardadır.

Ancak, bir, üç, altı ve on iki aylık hedefler belirleyip kamuoyuna açıkladıkları “Acil Eylem Plânları”nı ellerine yüzlerine bulaştırmışlardır.

Bugün, Acil Eylem Plânı, ülkemize ve milletimize yararlı hususlar açısından “Acziyet Plânı”na dönüşmüş, plânda yer almayan kadrolaşma fiiliyatta eylem plânının gizli ama aslî unsuru haline gelmiştir.

Kamuoyunun gözünü boyamak için takdim ettikleri plânı, zamanla sessiz sedasız revize etmek zorunda kalmışlardır.

Hükümetin 6. ayı dolmasına rağmen daha hâlâ 3 aylık hedefler arasında ulaşılamayanlar bulunmaktadır.

Büyük bir çoğunlukla tek başına iktidarda bulunan bir partinin yine seçim sonrasında açıkladığı kendi plânındaki bu yetersizlik ve gecikmenin hesabı mutlaka sorulmalıdır. Bu hesabın, sadece muhalefet partilerince değil, sivil toplum örgütlerince ve medya tarafından da sorulması gerekir.

AB ve demokratikleşme şampiyonu çevrelerin demokrasi anlayışı içinde, iktidarın denetlenmesi ve eleştirilmesinin, küçük de olsa bir paya sahip olduğuna inanmak istiyoruz. Bu tür çevreler, Kıbrıs, AB ve etnik ayrımcılık konularıyla uğraşmaktan vakit bulduklarında iktidarın izlenmesi ve denetlenmesine daha fazla kafa yormayı herhalde düşüneceklerdir.

Sayın Basın Mensupları,

Daha önce IMF destekli ekonomi politikalarına karşı çıkan ve bu politikaları değiştirmeyi taahhüt eden AKP’nin, iktidardaki IMF yaklaşımları ibret verici bir seyir izlemektedir.

Başlangıçta sergiledikleri milletin gözünü boyama taktikleriyle ekonomiye ve ülkeye zaman kaybettiren AKP, iktidarlarının tam 5. ayında en başa dönmüşler ve eleştirdiği ekonomi programına sarılmaya başlamıştır.

AKP zihniyetinin millete başka, kapalı kapılar ardında başka konuşma alışkanlığının ileri boyutlara vardığı görülmektedir.

Hem muhalefette hem de iktidarda iken dünün hükümetlerine her türlü eleştiriyi yönelten, yeri geldiğinde enkaz edebiyatı yapan AKP yönetimi ve iktidarı değil midir?

Aynı AKP iktidarı, 5 Nisan 2003 tarihinde IMF’ye gönderdiği “Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık” başlıklı Niyet mektubunda aynen şunları söylemektedir:

“2002 yılındaki ekonomik performans, Türk Ekonomisi’nin hızlıca toparlanma kabiliyetini ve ekonominin iyi politikalara karşı ne kadar tepki verdiğini göstermiştir. 2002 yılına ilişkin yıl başında belirlenen makro-ekonomik hedeflerin hepsi beklenenden çok daha iyi gerçekleşmiştir.”

Görüldüğü gibi, AKP iktidarı milletin karşısında kötüledikleri 2002 yılı ekonomik performansını, IMF’ye gönderdikleri niyet mektubunda 57. Hükümetin bile övmediği kadar övmektedir.

Bütün bunlar, millete başka lobilere başka, meydanlarda başka medyada başka konuşan bir siyasî zihniyetin eseri değil ise nedir?

Bu anlayış yeni ve doğru siyaset ise; tutarlı, dürüst ve samimî siyaset nedir?

AKP iktidarının IMF’yle ilişkileri, geçmiş hükümetlerle karşılaştırıldığında çok daha ileri boyutlara varmıştır. Çünkü, iktidarın IMF’ye gösterdiği hürmete rağmen;

1) Kredi dilimleri taksitlendirilerek,

2) Programla ilgili konularda Hükümete IMF’yi “önceden bilgilendirme şartı” getirilerek, Türkiye ekonomisi ve AKP iktidarı üzerindeki vesayet çok ileri bir noktaya taşınmıştır.

Kamu İhale Kanunu’nu değiştirmek için çırpınan ve IMF ile bu konuda sıkı pazarlığa oturan AKP iktidarı, aynı duyarlılığı ve kararlılığı Türkiye’nin ekonomik iradesi ve sosyal kesimlerin sıkıntıları konusunda sergilememiştir.

AKP’ye hâkim olan zihniyet açısından kamu ihalelerinin, toplum kesimlerinden ve millî davalardan çok daha önemli ve öncelikli bir mesele olduğu anlaşılmaktadır.

Sayın Başbakanın ve ilgili bakanların açıklamalarına rağmen, ekonomide sağlıklı bir iyiye gidiş bulunmamaktadır. Ortada iktidarın politikalarına bağlı herhangi bir kayda değer gelişme yoktur. Ekonomik istikrar ve güven ortamı hâlâ tesis edilememiştir.

2002 ile mukayese edildiğinde ülke ekonomisinin 2003 yılında çok daha iyi durumda olması, güven ve yatırım ikliminin çok daha ileri noktalarda bulunması gerekirdi.

Hükümet ise mesaisini, önce “savaş kurtul” daha sonra da “ne varsa sat kurtul” politikalarına harcamaktadır.

Sayın Başbakan, bugün, kriz ortamından çıkış mücadelesinin verildiği 2002 yılında tahakkuk eden vergi gelirleriyle övünmektedir. Böyle bir durum, övünmeyi değil, ancak avunma ve avutmayı akla getirmektedir.

2003 yılının ilk dört ayında yatırımlar geçen yıla oranla %150 civarında azalarak 266 trilyon liraya gerilemiştir. 2002 yılının aynı döneminde krizin olumsuz etkisine rağmen yatırım tutarı 665 trilyon lirayı bulmuştur.

Bugün iktidarın reklamını yapmaya soyunduğu ya da kendisine mâl etmeye çalıştığı yatırımların çoğu, daha önce plânlanmış veya başlamış yatırımlardır. Önümüzdeki dönemde toplu temel atma ve kurdele kesme törenleriyle, “AKP klasiği filmlerin” vizyona gireceği kesindir.

AKP iktidarının, her şeyden önce, ortaya kararlı, tutarlı ve güven verici bir ekonomi politikası koyması gerekmektedir. Bunun için de, günübirlik konuşma ve göz boyama alışkanlıklarından kurtulup ne yapmak istediklerine açıkça karar vermeleri şarttır.

Daha dün TOBB Genel Kurulu’nda konuşan sayın Başbakan bu huylarından kolay kolay vazgeçmeyeceklerini göstermiştir. Sayın Erdoğan’ın konuşmasından, diğerlerinde de olduğu gibi altı ayı aşkın bir süredir tek başına iktidarda bulunduklarının farkında olmadıkları anlaşılmaktadır. Sayın Başbakan kamu çalışanlarının sosyo-ekonomik durumunda kayda değer hiçbir iyileştirmede bulunmayan, buna karşılık yeni ek vergiler koyan, sanki başka bir partinin iktidarıymış gibi konuşabilmektedir.

Daha da önemlisi, yatırım ve üretim iklimini geliştirip iyileştirecek dolayısıyla işsizliği azaltacak tedbirlerin şimdiye kadar çoktan hayata geçirilmiş olması gerekirdi. Bu konuda da maalesef çok geç kalınmıştır.

Türkiye’deki “döviz kuru istikrarsızlığı” orta vadede kriz işareti vermektedir. Ülkemizde verimlilik artmadan ve ekonomik istikrar pekişmeden dövizde hızlı düşüşlerin, TL’de ise hızlı yükselişlerin yaşanması, doğal ve sağlıklı bir gelişme belirtisi değildir. Merkez Bankası’nın verilerine göre TL’nin değerlenme oranı %27’yi bulmaktadır.

Unutmamak gerekir ki, parası olması gerekenden değerli bir ülke, dünya piyasalarından daha fazla mal satın alıp tüketmek, bunun karşılığında daha az satmak durumunda kalır. Bu da, orta vadede bütçe dengelerini daha çok bozup yeni bir krizin tetikleyicisi olabilir.

Zaten, AKP iktidarı döneminde yatırımlar azalırken carî işlemler dengesi süratle bozulmaktadır. 2003 yılının ilk üç aylık döneminde dış ticaret açığı, maalesef %237 artarak 2 milyar 699 milyon doları bulmuştur.

Bu eğilimin aynı şekilde devam etmesi, ekonomimiz açısından çok riskli bir gidişin habercisidir ve vakit geçirmeden önlem alınmasını gerektirmektedir.

Değerli Basın Mensupları,

AKP Hükümeti’nin ekonomik politikalarda olduğu gibi, sosyal ve idarî konulardaki icraatları da tutarsızlık ve beceriksizliklerle doludur.

İktidarın her türlü karar ve politikayı doğru dürüst plânlamadan ve hazırlık yapmadan uygulamaya çalışması çok kısa süre içinde ya geri tepmesine ya da sürüncemede kalmasına yol açmaktadır.

Hükümetin kamu görevlilerinin NEMA meselesine yaklaşım biçimi, bu durumun en tipik örneklerinden birini oluşturmaktadır.

İlk önce Sanayi Bakanı’nın 16 Aralık 2002 tarihinde yaptığı açıklamada, Nema hesabında biriken 12 katrilyondan 3 katrilyonunun Şubat veya Mart 2003 aylarında ödeneceği sözü verilmiştir. Daha sonra Sayın Başbakan, 11 Nisan 2003 tarihinde TESİŞ Kongresinde yaptığı konuşmada Nemanın ana parasının Nisan ayı içinde ödeneceğini ilân etmiştir.

Mayıs ayının sonuna gelinmiş olmasına rağmen Nema ödemeleri ve tartışmaları hâlâ devam etmektedir. Bu durum, sözünde duramama, acelecilik ve beceriksizlik değilse nedir?

Yenilenen İş Yasası da çalışma hayatımızda derin yaralar açacak hükümler içermektedir. Başbakanın “iş güvencesinden önce işyeri güvencesi gelir” anlayışı, çok kaba bir piyasacı mantığın tezahürüdür.

İşsize iş vaadiyle iktidara gelen AKP, sözünde durmadığı gibi, işi olanı da işsiz bırakacak bir yaklaşımı benimsemiştir.

Yatırımı ve sanayiciyi desteklemenin yolu, çalışanları çalışamaz hale getirmek değildir. Sosyal barışı zedelemeden işçi ve işveren dayanışmasını korumak mümkündür.

AKP iktidarı, dış politikada olduğu gibi, sosyal ve ekonomik konularda da kulağına fısıldananlarla yetinmeyi ve tüccar siyasetçi mantığıyla hareket etmeyi terk etmelidir. Ülkeye ve sosyal dokuya zarar verdiğini artık görmeli ve anlamalıdır.

Hükümetin kadrolaşma anlayışı ve takıntısı da AKP’nin çarpık zihniyet yapısını tamamlayan bir mahiyete sahiptir.

Mesele, şaibeli bazı isimlerin üst düzey görevlere getirilmesi, AKP atamalarının kıyım boyutuna ulaşması ile sınırlı değildir. Mesele, kıyımın daha önce MHP’nin uhdesinde bulunmuş bakanlıklarda ve kurumlarda yoğunlaşmış olmasıyla da sınırlı değildir.

AKP’nin kadrolaşma icraatlarının yanında, kadrolaşma söylemi ve mantığı da sakattır. Her konuda olduğu gibi, iktidara yönelen eleştirilere cevap yetiştirmek ve o andaki durumlarını kurtarmak için ürettikleri gerekçelerde bile tutarlılık ve samimiyet yoktur.

Hatırlanacağı üzere, kadrolaşma eleştirisi karşısında sürekli yeni gerekçeler üretmişlerdir. İlk önce, her iktidarın kendi kadrosuyla çalışmasının doğal olduğunu ve zaten konuyu partizanlık boyutuna vardırmadıklarını ileri sürmüşlerdir.

Daha sonra ise, 3 Kasım seçimlerinde Meclis dışında kalan partiler gibi, Türkiye’deki sıkıntılardan sorumlu olan bürokratların da değişmesi ve mutlaka hesap vermesi gerektiğini tekrarlamaya başlamışlardır.

Kadrolaşma ile ilgili bu “büyük icadı”, ilk önce 22 Nisan 2003 tarihinde Başbakan Yardımcısı Sayın Şener dile getirmiştir. Bunu takiben Sayın Erdoğan, 29 Nisan tarihli Meclis Grup Toplantısı’nda aynı görüşleri tekrarlamıştır.

Sayın Başbakan şu ifadeleri dillendirmekte bir beis görmemiştir: “Halkımız 3 Kasım seçimleri ile sorumlu siyasileri tasfiye etti. Peki sorumlu bürokratlar ne olacak? Hem yanlışa ortak olacak, hem hesap vermeyecek, hem de onlar köşe başlarını tutacaklar. Bunlara yeter artık denmeyecekse seçimler niye yapılıyor? Bu demokrasi ve millî irade kavramı ile dalga geçmedir?”

Sayın Başbakan bürokraside yaptıkları kıyımı ve gelişigüzel kadrolaşmayı bu şekilde savunmakta, “millî irade”yi bu konuda da bir silah olarak kullanmaya çalışmaktadır.

Şimdi Sayın Başbakana sormak lazımdır:

Sizin partinizin Meclis Grubu’nda 3 Kasım öncesinden kalma ne kadar eski bürokrat milletvekili ve bakan bulunmaktadır?

AKP mensubu bu eski bürokrat milletvekili ve bakanların suçu ve sorumluluk derecesi nedir?

Millete karalayıp IMF’ye övdüğünüz 3 Kasım öncesinin siyasî sorumluluğunu paylaşmış partilerden gelen milletvekili ve bakanlarınız bu suçlama ve hakaretlerinizden rahatsız mıdırlar?

Meclis Grubunuzda ve Hükümetinizde birçok eski bürokrat ve siyasetçi yer aldığına göre, AKP Genel Başkanı ve Başbakan olarak millî irade kavramıyla dalga geçmiş olmuyor musunuz?

Görüldüğü gibi, AKP, kadrolaşma konusunda kendi içinde tutarlı bir mazeret bile üretememiştir. Bunun için herkes haddini iyi bilmeli, iğneyi önce kendisine batırmalıdır.

“Eş-dost kapitalizmi”nin yanında “Eş-dost bürokrasisi”ne bel bağlamaktan bir an önce vazgeçilmelidir. Unutmamak gerekir ki, bu eğilim ve mantık ile Türk devlet geleneğinde ve demokratik hukuk devleti anlayışında derin yaralar açmak kaçınılmazdır.

Sayın Basın Mensupları,

Son olarak dış politikada yaşanan hızlı ve dramatik gelişmelere temas etmek istiyorum.

Irak politikası gibi Kıbrıs ve Avrupa Birliği meselesinde de ciddî sorumsuzluklar, duyarsızlıklar ve çelişkiler yaşanmaktadır.

Aslında, Türkiye’nin Irak politikasının doğru ve başarılı olduğunu söyleyen bir iktidara söylenecek söz bulmak zordur. Çünkü, ortada tartışılıp değerlendirilecek bir Irak politikası bile yoktur.

Musul ve Kerkük kendi kaderine terkedilmiş, Türkmen kardeşlerimiz ihmal edilmiştir. Şimdi de, talancı peşmerge unsurlarına ziyaretler yapılmakta, eşkıya başları muhatap kabul edilmektedir. Bu da yetmezmiş gibi Türk dışişleri heyeti aşiret başlarına övgüler düzmekte, Kuzey Irak’ta “demokrasi kahramanları” icat etme işgüzarlığına soyunmaktadır.

Bu tarihî bir hatadır ve bu hatadan derhal geri dönülmelidir.

AKP iktidarının, Kıbrıs davamızın tarihi önemi ve anlamını daha hâlâ kavrayamadığı, ver kurtulcu lobilerin etkisinde kalmaya devam ettiği açıktır. Aynı şekilde, Avrupa Birliği meselesini de bütün boyutlarıyla değerlendirip buna göre bir politika geliştirememektedir.

Bilakis, başta Dışişleri Bakanı olmak üzere AKP Hükümeti gerçekçilikten ve akılcılıktan uzak bir şekilde AB üyelik sürecini “dönüşü olmayan bir yol” olarak tanımlamaya başlamıştır. Yine, AB serüvenini “tartışmaya bile açık olmayacak kadar hayatî ve belirleyici” gören Millî Savunma Bakanı, “Avrupa için tam yol ileri” diyen bir Başbakan bulunmaktadır.

Türkiye’nin millî varlığını tehdit eden düzenlemeleri göze alan, millî birliği ve onuru tartışmaya açtıran bir iktidarın AB meselesine kutsallık atfedip tartışılmaz görmesi, aslında derin bir zafiyetin ve teslimiyetin ifadesidir.

AB yönetiminin her türlü talep ve dayatmasını sorgulamadan kabul eden, hatta durumdan vazife çıkartmaya güçlü eğilimi olan AKP iktidarının, üyelik perspektifini süratle gözden geçirmesi zorunludur.

Çünkü, AB üyelik sürecini “dönüşü olmayan yol” olarak tanımlayan bir siyasî iktidarın ilişkileri sağlıklı yürütmesi ve millî çıkarlarımızı koruması imkânsızdır.

AKP Hükümeti’nin AB heyecanı ve aşkının bazı AB bürokratlarının 2011-2012 yılında Türkiye’nin üye olabileceği yönündeki açıklamasından sonra şiddetlendiği dikkati çekmektedir. Fakat bu da, sancılı adaylık sürecinin aşamaları hakkında yeterli bilgiye sahip olmadıklarını ve AB yönetiminin Türkiye’ye ilişkin özel stratejisini gözardı ettiklerini ortaya koymaktadır.

2011-2012 tarihinin telâffuz edilmesi çok daha eskidir. Aralık 2000 tarihinde toplanan Nice Zirvesi’nde AB’nin genişleme stratejisi belirlenmiş ve 2011 yılına kadar olan gelişmeler plânlanmıştır. AB’nin bu plânları içinde Türkiye’nin adı bile geçmemektedir.

Bu gelişmeleri yakından izleyen MHP, bütün gelişmeler çok olumlu seyrettiği ve AB yönetimi iyi niyetini ortaya koyduğu takdirde, Türkiye’nin üyeliği ancak 2012 yılından itibaren gündeme gelebilir demiştir.

Gözlerini AB bürümüş olan teslimiyetçi lobiler, gerçeklerin bütün boyutlarıyla anlaşılmasını engellemiştir. Meseleyi AB karşıtlığına indirgeyerek doğruları ve gerçekleri Türk Milleti’nden gizlemişlerdir.

Yine Milliyetçi Hareket, Kıbrıs ve Ege konusunun önümüze bir ön şart olarak dayatılacağını, AB yönetiminin ön yargılardan arınmadığı sürece Türkiye’nin işinin çok zor olduğunu defalarca ifade etmiştir.

Dün bizim haklı görüş ve eleştirilerimizin karşısına dikilenler, “Kıbrıs ön şart değildir” diyenler bugün gerçeklerle tanışmışlar, ancak duyarsız ve ard niyetli yaklaşımlarını terk etmemişlerdir.

Artık, AB yönetimi Türkiye’nin önüne Kıbrıs’a ilave yeni dayatmalarla çıkmakta, AKP iktidarının zaaflarını çok iyi algılamakta ve kullanmaktadır.

Bunun karşılığında, AKP yönetimi ve iktidarı ise, AB’yi ülke sorunlarından ve millî davalardan kaçışın bir aracı olarak görmektedir.

Bizleri daha da düşündüren ve endişelendiren husus ise, iç siyasî hesaplaşmalarını Avrupa Birliği üzerinden yürütme isteklerinin giderek belirginlik kazanmasıdır. Bu durum, ister istemez AKP’nin “gizli gündemini” AB’nin arkasına sakladığı iddialarını kuvvetlendirmektedir.

Hangi amaç ve niyetle olursa olsun mevcut iktidarın, AB ve Kıbrıs politikası gerçeklerden çok uzak ve sakıncalıdır. Aslında iktidara ait somut ve tutarlı bir AB politikasından bahsetmek de mümkün değildir.

Unutulmamalıdır ki, AKP iktidarının teslimiyetçi lobilerle işbirliğinin sonucu, AB yönetiminin her türlü dayatmasını Türkiye’nin yaklaşımı ve politikası olarak uygulamaktır. Bu tercihin ülkemizi sürükleyeceği nokta, Allah korusun millî duruşu ve duyarlılıkları kaybolan bir “uydu devlet” konumu olacaktır.

Dolayısıyla AB yönetimiyle eşit, dürüst ve akılcı bir ilişki zemini oluşturulması mümkün olmayacak; Türkiye millî duyarlılıktan yoksun olanların elinde savrulmaya başlayacaktır.

Ancak, işine geldiğinde manevî değerlerimizi ve millî irade kavramını istismar eden, bazen de silah olarak kullanmayı deneyen AKP iktidarının akıldan çıkarmaması gereken hususlar vardır.

Öncelikle, AB’nin millî birliğimizi ve inanç sistemimizi tahrip edecek taleplerini büyük bir iştahla ve acelecilikle uygulamaya çalışmaktan vazgeçmelidir.

Bilinmelidir ki, en son hazırlanan Uyum Yasası paketinin içinde yer alan düzenlemeler etnik ve dinî ayrımcılığı körüklemekten ve misyonerlik faaliyetlerini kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bunların çağdaşlıkla ve demokratikleşme ile de herhangi bir ilgisi yoktur.

AB yönetiminin “Türkiye’de din özgürlüğü yok” yaygarasıyla kastedilen, azınlık vakıflarına ve her türlü ayrımcılığa hareket serbestisinin tanınmasıdır. Millî devlet yapımızı ve sosyal dokumuzu parçalayacak adımların, demokratik hukuk devletine de telafisi imkânsız zararlar vereceği açıktır.

Türk Milleti’nin oylarıyla iktidara gelen bir partinin bütün bunların farkında olmaması mümkün değildir.

Bu çerçevede, Türkiye’nin AB üyelik kriterlerine uyması gerektiğinin ileri sürülmesi gerçekleri değiştirmemektedir. AB yönetiminin Kopenhag siyasî kriterlerini önce kendi içinde uygulaması ve ülkemize yönelik farklı kriterler geliştirmemesi, ilişkilerin sağlıklı gelişmesinin asgarî şartıdır.

Birlik yönetimi, Türkiye’yi hiçbir zaman gelecekteki ortağı olarak kabul eden bir anlayış içinde olmamış, politikalarını buna göre belirlememiştir. Bilakis Türk milletini sürekli oyalamış ve kandırmıştır.

AB yönetiminin ülkemize karşı çifte standart uyguladığı ve dürüst davranmadığı artık bazı Avrupalı yetkililer tarafından bile itiraf edilebilmektedir. Bu durum da, meseleye hem gülünç, hem de vahim bir nitelik kazandırmaktadır.

Hiçbir Türk Hükümeti de Türkiye-AB ilişkilerine Birlik yönetiminin "siyasî taşeronu" gibi yaklaşamaz.

AB yönetimi, Türk Milleti’nin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ne amiridir, ne icazet makamıdır. Türkiye’nin üyelik perspektifinin içini mahkumiyet ve mecburiyet psikolojisiyle doldurmak yanlış olduğu gibi, kimsenin üstüne vazife de değildir.

İlişkilerin tek temel ölçüsü, açıkça tanımlanmış kurallar çerçevesinde medenî ve dürüst bir işbirliği yöntemidir. Bu gerçeği ve temel ilkeyi, sadece AB yönetimi değil, AKP iktidarı da kabul etmek ve gözetmek mecburiyetindedir.

Aksi takdirde, başkalarının çekim ve cazibe alanına girmiş bir iktidarın, Türkiye üzerine hesap yapanların payandası olması kaçınılmazdır.

Seçimlerden bu yana ortaya konulan Kıbrıs politikası, Rum yönetiminin kazandığı yeni mevziler ve Yunan yönetiminin zafer çığlıkları, AKP iktidarında gelinen noktayı ve tehlike sinyallerini çok iyi özetlemektedir.

Kıbrıs’ta çözüm için önce “Belçika modeli”ni, daha sonra “Sırbistan-Karadağ modeli”ni öneren Sayın Başbakan aynı şahıs değil midir?

“Çözümsüzlük çözüm değil” sloganıyla Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin varlığını ve onurlu duruşunu statükoculuk ile karalayıp zayıflatmaya çalışan AKP iktidarı değil midir?

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni kerhen ziyaret edip çeyrek asırdır uygulanan ambargonun insanlık dışı olduğunu ancak farkedebilen Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı değil midir?

Kıbrıs davamızı teslimiyetçi lobilerle paralel şekilde AB’ye engel görüp, Yunanistan’a şirin gözükme siyasetini hiç utanıp sıkılmadan uygulayan AKP Hükümeti değil midir?

Hiç şüphe yok ki, AKP Hükümeti’nin millî duyarlılığı ve direnci zaafa uğratmakta oldukça maharetli olması, Rum-Yunan yönetimlerinin işini kolaylaştıran bir sonuç doğurmuştur.

Bugün, Rum-Yunan ittifakının uyguladığı stratejide büyük mesafe aldığı ve bunun yarattığı havanın da Rum-Yunan yetkililerini daha çok şımarttığı bir vakıadır.

AKP iktidarı Kıbrıs Türklüğünü kararlı bir şekilde desteklemekten kaçınarak, millî davaları millî yük olarak görerek ülkemizin saygınlığını ve etkinliğini sürekli azaltmaktadır. Hatta, Yunan Hükümeti’nin AB aracılığıyla izlediği Rauf Denktaş’ı önce yalnızlaştırma, daha sonra da tasfiye etme plânına AKP iktidarınca çanak tutulmaktadır.

AB yönetimi ise, insanlık dışı ambargoyu kaldırmak yerine, Kuzey Kıbrıs Türk Halkı arasında kamplaşmayı körüklemekte ve teslimiyetçi lobileri desteklemeyi tercih etmektedir. Birliğin malî yardım paketinin, Kıbrıs Türk Halkını ve Cumhuriyetini Rum yönetimine tabî kılmak amacı taşıdığı yeterince açıktır.

Bütün bu olup bitene rağmen, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti arasındaki ilişkiler en alt seviyede seyretmekte, ciddî bir koordinasyon ve işbirliği eksikliği yaşanmaktadır.

Son günlerde Rum ve Yunan yöneticiler bu durumdan cesaret alarak küstahça açıklamalar yapmaktadır.

Rum ve Yunan yönetimleri kendi hedef ve çıkarlarının ısrarlı takipçisi iken; Türkiye’deki iktidar ve onun lobici akıl hocaları ülkemizi güçsüz ve savunmasız bırakmanın cambazlığıyla meşgul olmaktadır.

Ülke içinde millî hassasiyetlerle ters düşmeyi marifet zanneden, dışarıda ise uluslararası odaklara şirin gözükerek aferin alma peşinde koşan AKP zihniyetinin mutlaka değişmesi gerekmektedir.

Çünkü, AKP iktidarının ana kurtuluş reçetesi “dış politikada ver kurtul”, “ekonomide sat kurtul”dan ibarettir.

Millî irade kavramını bu çarpık zihniyete alet edenlerin sadece samimiyetleri değil, millîlikleri de temelden sakat ve tartışmalıdır.

Mevcut iktidarın Türkiye-AB ilişkilerini, Bölge ve Dünya gerçeğini çok iyi çalışması ve bütün boyutlarıyla öğrenmesi bir zorunluluktur. AKP iktidarı ülkemizin millî menfaatlerini ve hassasiyetlerini sulandırarak veya gözardı ederek kurtulamayacağını artık kavramalıdır.

Unutulmamalı ki, ne Türkiye tüccar siyasetçi mantığıyla yönetilebilecek bir ülkedir, ne de Türk vatanı pazarlanıp satılacak müflis tüccar malıdır.

Türkiye’nin ve Türk Milleti’nin çıkarlarına ve onuruna hizmet etmeyenleri tarihin nasıl andığı, yakın geçmişimizin şanlı sayfalarında açıkça bellidir.

AKP iktidarına düşen temel görev, yeni gerilimlere ve kutuplaşmalara fırsat vermeden ülkemizin ve milletimizin karşı karşıya bulunduğu sosyal ve ekonomik sorunları çözmektir.

Unutulmamalı ki, Türk Milleti AKP’yi iktidara kavga etmek ve millî davalarda tavizler vermek için getirmemiştir. İktidara, yoksulluğu, işsizliği ve yolsuzluğu önleme vaatlerini dikkate alarak getirmiştir.

Tek başına iktidara gelen AKP’nin ülkeye zaman kaybettirmeye, sorunları çözmek yerine çoğaltmaya hakkı yoktur.

AKP iktidarının önünde sadece iki seçenek vardır:

Ya milletin sorunlarını çözecekler, ya da ülkemize daha fazla zaman kaybettirmemek için milletten özür dileyip gideceklerdir.

Sözlerime burada son verirken, hepinizi bir kez daha saygıyla selamlıyorum.

Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı