Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma. 8 Mayıs 2012
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma
8 Mayıs 2012 



 

Değerli Milletvekilleri,

Saygıdeğer Misafirler,

Sayın Basın Mensupları,

Bir haftalık aradan sonra bugün tekrar birlikteyiz.

Sözlerimin başında hepinizi en kalbi duygularımla selamlıyorum.

İçinde bulunduğumuz Mayıs ayı birçok özel gün ve kutlama haftasına tekabül etmektedir.

Bunlardan birisi de, her Mayıs ayının ikinci pazar günü idrak ettiğimiz Anneler Günü’dür.

İnşallah bu hafta sonunda annelerimizi saygıyla ve şükranla hatırlayacağız.

Onların üzerimizdeki hiç bir şeyle ölçülemeyecek emeklerini, hiçbir dünyevi değerle mukayese edilemeyecek sevgilerini bu özel gün vesilesiyle tekrar yaşayacağız, bir kez daha bu manevi hazzı tadacağız.

Biliyoruz ki, her anne bir dua, bir bağlanış ve bir sabırdır.

Yardımdır, dayanmadır, destektir ve korunaktır.

Annelerimiz zorluklara göğüs geren metanet ve cesaret timsalleridir.

Yüce dinimiz cenneti annelerin ayaklarının altında olduğunu müjdelerken, onların ne kadar önemli ve aziz olduğunu hepimize göstermiştir.

Karşılığı hiç beklenmeyen bir özveriyi, çıkara dayanmayan şefkati, hesabı yapılmayan merhameti annelerimizde görmek, derinlerimizde duymak ve hissetmek bizim için en büyük nimetler arasındandır.

Annelerimiz mis kokulu amberlerdir. Solmayacak çiçeklerimiz, gölgelenmeyecek ufkumuzdur.

Bu itibarla onların kıymetini bilelim, fazlasıyla layık oldukları saygı ve sevgimizi onlardan hiç eksik etmeyelim.

Unutmayalım ki, millet olarak da annelerimize çok şey borçluyuz.

Türk milletini muzaffer yapan ecdadımızın her birini dünyaya getiren, büyütüp arkasında duran onlardır.

Sultan Alparslan’ı bize hediye eden, Osman Gazi’nin yolunu hayır duasıyla açan, İstanbul’un fatihini yetiştiren ve milli mücadeleyle bağımsız yaşama kararlılığını cihana haykıran Mustafa Kemal’in beşiğini sallayan önlerinde tazimle eğildiğimiz Türk analarıdır.

Çanakkale’de ölüme meydan okuyan kahramanları Türk anaları yetiştirmiştir.

Sakarya’da, Dumlupınar’da düşman prangasını kıran ve işgal kefenini yırtan nesli Türk anaları büyütmüştür.

“Ya istiklal ya ölüm” diyen iradenin ninnisini ve masalını Türk anaları söylemiştir.

Emin olun ki, bugünkü bulanıklığı ve buhranı aşacak, çöküşü ve çürümeyi durduracak azmi de Türk anaları doğurmuştur ve bunu da er ya da geç herkes görecek ve bizatihi yerine getirmek de Milliyetçi Hareket Partisi’ne nasip olacaktır.

Ayrıca bir yanda analar ağlamayacak diyen, diğer yanda ağıtları yurdumuzun dört bir tarafına teşmil eden vicdansızları annelerimizin gözyaşlarından doğacak öfke dalgası silip süpürecektir.

Davul zurnayla vatan görevine gönderdikleri evlatlarını, bayrağa sarılı tabutla karşılayan anaların biriken ahları ve bedduaları istismarcıları ve gıdası kan olan canileri yerin dibine batıracaktır.

Teröristle müzakere, terörle mütareke ve Türk askeriyle mücadele eden BOP memurlarının, anladıkları dilden ve üsluptan Türk anaları ve babaları konuşacaktır.

25 Nisan’da Bingöl’deki üç şehidimizden birisi olan Jandarma Komando Er Sinan Şen’in, Kemerburgaz’da yaşayan annesi Maviş Şen’in “Niye hep bizim çocuklarımız ölüyor, vatan sağolsun demeyeceğim” çırpınışı ve haykırışı herkese, bilhassa AKP’ye ders olmalıdır.

Son bir ayda 11 eve düşen ateşin alevi; İmralı’da şerefini, kandil’de haysiyetini ve peşmergenin kucağında itibarını kaybedenleri mutlaka yakacak ve siyaseten kül edecektir.

Biliyorsunuz ki, daha birkaç gün önce;  Tunceli Alacık Köyü’nün Zel Dağı eteklerinde üç ana yavrusu maalesef bölücü terörün kanlı saldırısı sonucunda ebediyete intikal etmiştir.

Jandarma Astsubay Kıdemli Çavuş Yıldırım Akbulut’un İzmir’in Bergama’daki evine, Jandarma Onbaşı Mehmet Coşkun Kılıç’ın Ankara Keçiören’deki hanesine ve Jandarma Er İlhan Zerender’in Hakkâri Şemdinli’deki yuvasına acı ve feryat çığ olup düşmüştür.

Şehitlerimizin anaları gözyaşlarıyla dokuz ay karınlarında taşıdıkları kuzularının naaşlarını kucaklamışlar ve içleri kan ağlayarak dualar eşliğinde vatan toprağına uğurlaşmışlardır.

Olan analara, babalara, gelinlere, kundaktaki bebelere olmuştur.

Ne Başbakan Erdoğan’ın ne de ittifak halinde olduğu bölücülüğün hain simalarının yüzü kızarmamış ve olanlardan hicap duymamışlardır.

Buradan şehitlerimizi rahmet ve minnetle anıyorum.

İnanıyorum ki, Cenab-ı Allah onları en yüce mertebelerden olan şehitlik makamıyla taltif edecek ve Peygamber efendimize komşu yapacaktır.

Şehitlerimizin ailelerine, silah arkadaşlarına, milletimize sabır ve başsağlığı diliyorum.

Ve diyorum ki şehitlerimizin anneleri merak etmesin, her birimiz onların evladıyız ve sonuna kadar da yanlarındayız.

Onlar bize emanettir, bizim manevi sorumluluğumuz altındadır.

Bu vesileyle, en başta aramızda bulunan hanımefendiler olmak üzere, ülkemizin her köşesindeki annelerin Anneler Günü’nü içtenlikle kutluyorum.

Hepsine sağlık, sıhhat, huzur, mutluluk, afiyet diliyor ve en derin hürmetlerimi sunuyorum.

 

Muhterem Arkadaşlarım,

Takdir edeceğiniz üzere, parti olarak ülkemizdeki gelişmeleri titiz bir bakış ve değerlendirmeyle yakında takip ediyor ve sorumlu siyasetimizin gereğini büyük bir gayretle yerine getiriyoruz.

Bu bakımdan istişarenin, diyalogun ve fikir teatisinin önemine yürekten inanıyor, yürekten bağlı kalıyoruz.

Demokratik kanalların açık, tahammül ikliminin hâkim, pozitif nitelikli tartışma ve konuşma tarzının belirleyici olduğu bir ortamda geliştirici ve yararlı görüşlerin yeşereceğini de biliyoruz.

Bundan dolayıdır ki, partimizin 24. Dönem TBMM üyeleri olan siz değerli milletvekili arkadaşlarımla sekizerli gruplar halinde bir haftaya yakın süre içinde ülke, bölge ve dünya gündemi hakkında görüş alış verişinde bulunduk.

Hemen söylemeliyim ki, bu toplantılarımızda tam bir görüş birliği ve mutabakat oluşmuş ve çok faydalı sonuçlar elde edilmiştir.

Yemekli akşam toplantılarımız bildiğiniz gibi yaklaşık dört ila beş saat arasında gerçekleşmiştir.

Siz kıymetli arkadaşlarımın bilgi, birikimi ve tecrübeleri ışığında Türkiye’yi doğrudan etkileyen iç ve dış konu başlıklarını birlikte masaya yatırdık ve beraberce çözüm yolları inşa etmenin arayışında olduk.

AKP zihniyetinin kötürüm ve kötülüğü özendiren politikaları toplantılarımızın ağırlık merkezini teşkil etmiştir.

Yeni anayasa veya değişikliği süreci, komşu coğrafyalardaki manzara, bölücülüğün geldiği aşama, bölücü terörün hain eylemleri başta olmak üzere milletimizi doğrudan ilgilendiren her mesele hakkında geniş bir sohbet ve konuşma imkânı doğmuştur.

Bunlar arasında en başta değinmek istediğim hususlardan birisi anayasa hazırlığı veya değişikliğiyle ile ilgili süreçtir.

Öncelikle söylemek isterim ki, biz kesin olarak yeni bir anayasa yapılmasından ve yazılmasından yanayız ve bunun da tarafıyız.

Kaldı ki, 12 Haziran Milletvekilliği Genel Seçimi’nin propaganda döneminde sürekli buna vurgu yaptık ve Seçim Beyannamemizde de yer verdik.

Özellikle anayasa konusunu ele almamdaki maksat, yemekli toplantılarımızın özetini vermenin yanı sıra, partimizi anayasa etrafında kuşatmaya ve baskı altına almaya dönük sinsi bir tezgâhın varlığından dolayıdır.

Bununla birlikte partimizin yeni anayasa sürecinde nerede durduğu, görüşlerinin nelerden ibaret olduğu bazı mahfillerce çarpıtılmakta ve karartılmaktadır.

Zannedersiniz ki, bölücü nitelikli bir anayasa yazılmış ve MHP’de buna ortak olmuştur.

Dahası, Türk milleti etnik ve mezhebi olarak anayasa marifetince ayrıştırılmış ve Cumhuriyet tüm kazanımlarıyla tasfiye edilmiştir.

Henüz ortada hol yok yumurta yokken, partimizi suçlayan ve anayasa hazırlık masasından kalkmaya davet eden tariz dolu ifadelere her gün bir yenisi eklenmiştir.

Yine zannedersiniz ki, bu malum çevreler Türk milletini ve Türkiye Cumhuriyeti’ni savunan yegâne unsurlardır.

Vicdanları körleşmiş, kalemleri de tıpkı zihinleri gibi tutukluluk yapmış olanlar bizi yanlışın, yozlaşmanın ve yağmacılığın bir kolu şeklinde tanıtmaya ve göstermeye girişmişlerdir.

Ahkâm kesmekte ve bilirkişilik taslamakta bunların üstüne yoktur.

Allah nazardan saklasın, bunlar öyle mahirdirler ki, tek bilen onlardır, tek vatan ve millet sevdalısı kendileridir.

Sözleri, yayınları, yaptıkları haberleri ve dile getirdikleri düşünceleri bize başka bir şey düşünme ihtimali ne yazık ki bırakmamıştır.

Bir defa bizim anayasa konusundaki yaklaşımımız açık ve kafa karışıklığına neden olmayacak kadar nettir.

11 Temmuz 2011 tarihinde, 61. Cumhuriyet hükümetinin programı çerçevesinde yapmış olduğumuz konuşma bunun en açık kanıtlarından birisidir.

4 Ekim 2011 ve 25 Ekim 2011 tarihli Meclis Grup toplantılarımızda vurguladığımız görüşlerimiz meraklı ve ilgili herkesin ulaşabileceği mesafededir ve tümüyle partimizin internet sitesinde mevcuttur.

Bize akıl vermeye çalışanlar önce millet terazisinde tartılmalı ve kendilerini çek etmelidir.

Ve hiç kimse kendi projelerine MHP’yi alet edemeyecek, maşa olarak kullanamayacak ve siyasi operasyon vasıtası yapamayacaktır.

Şu kadarını ifade etmeliyim ki, MHP’yle bölücü nitelikli anayasayı yan yana getirmek, buna çanak tuttuğumuzu ve destek olduğumuzu ima etmek, haram aşa helal lokma doğrama şuursuzluğundan farksızdır.

 

Değerli arkadaşlarım,

Bildiğiniz gibi, TBMM’nde oluşturulan Anayasa Hazırlık ve Uzlaşma Komisyonu, gurubu bulunan partilerin üçer temsilcisinin iştirakiyle çalışmalarına 19 Ekim 2011 tarihinde başlamıştır.

Bu komisyon yaklaşık 6,5 aydır mesaisine yoğun bir şekilde devam etmiştir.

Değişik siyasi partiler, üniversiteler, meslek örgütleri, sendikalar, dernek ve vakıflar, sivil toplum kuruluşlarıyla temasa geçilmiş, bunların görüşleri alınmıştır.

Ayrıca Anayasa platformunca Ankara, Konya, Edirne, Diyarbakır, İzmir, Antalya, Samsun, Bursa, Trabzon, Gaziantep, Erzurum ve İstanbul’da “Türkiye Konuşuyor” toplantıları düzenlenmiş ve vatandaşlarımızın eğilimleri ve temennileri alınmıştır.

TBMM’nin değerli başkanının başkanlığında, anayasa hazırlığıyla ilgili çok gayretli bir süreç hepimizin gözü önünde vuku bulmuştur.

Biz bu çabaları takdirle karşılıyor ve mutlaka sonuca ermesini istiyoruz.

Ve 23 Nisan’da Meclis Genel Kurulundaki konuşmamda söylediğim gibi, biz elimizi taşın altına koymaya varız ve bunda da son derece kararlıyız.

Herkes bilmelidir ki, Milliyetçi Hareket Partisi sonuna kadar masada oturacak, tekliflerinde ısrarlı olacak ve milletimize yakışır, birlikte yaşamamızı teminat altına alan bir anayasa yapımı için üzerine düşen ne varsa yerine getirecektir.

Esasen bu, bizim milletimize verdiğimiz bir sözdür.

Bu görüşlerimizden kimin ne çıkaracağı ve ne gibi yorumlar yapacağı bizim meselemiz ve umurumuz değildir.

Anayasa hazırlık süreci yarından itibaren ikinci safhasına girmekte ve artık toplanan görüşlerin değerlendirme ve yazım aşamasına geçilmektedir.

Bundan sonra daha çetrefilli, zorlu ve hararet düzeyi yüksek günler bizi beklemektedir.

Uzlaşmaya dayalı, toplumsal talepleri merkezine almış, milli ilkelerden ve Türk milleti gerçeğinden ödün vermeden olabilecek en kısa zamanda yeni anayasanın tamamlanması bizim en samimi dileğimizdir.

Anayasa yapım veya değişiklik süreci kesinlikle milletimizin hizmetine odaklanmış, yararını ve yarınını gözeten güçlü bir idari ve hukuki perspektifle, geniş bir işbirliği zemininde hayat bulmalıdır.

Hepsinden de önemlisi, Cumhuriyetin ruhuna ve lafzına zarar vermeyecek, verdirmeyecek bir güvence sunmalı, Türk kimliğini katiyen aşındırmayacak bir milli özellikte olmalıdır.

Bununla birlikte, etnik ve mahalli dillerin tanınmasına müsamaha göstermeyecek donanımda bulunmalı, değiştirilmesi dahi teklif edilmeyecek maddelere sadakat esas olmalıdır.

Üniter yapımızı hırpalayacak, Cumhuriyet’in temel niteliklerini aşındıracak, ana dilde eğitim ve anayasal statü taleplerine sonu ne olursa olsun itiraz edeceğiz, direneceğiz ve pozisyonumuzu bozmayacağız.

Biz anayasada Cumhuriyete, Türk vatandaşlığının tanımına, Türk milletine ve Türk kimliğine şartlar ne olursa olsun sahip çıkacağız.

Şüphesiz fikriyatımızın, milliyetçi siyasetimizin gereği neyse onu gönül rahatlığıyla yerine getireceğiz.

Değerli Milletvekilleri,

Genelde insanlık tarihi, özelde Türk tarihi gözünü hırs bürüyen, kibir ve küstahlık hastalığına yakalanmış yöneticilerin hazin sonlarıyla doludur.

Ellerine geçirdikleri fırsatları adaletsizliğin hizmetine, tarafgirliğin menfaatine ve kendi egolarının tatminine sevk ve seferber eden nice muhteris simalar her zaman var olmuş ve olmaya da devam edecektir.

İşte bunlardan birisi de Başbakan Erdoğan’dır.

Bu zihniyetin besini kavga, siyasi maması gerilim ve neması çatışmadır.

Huzur Başbakan’ın düşmanıdır, istikrar hasmıdır, nezaket ise ötekisidir.

Toplumun her kesimiyle itişen, iktidar gücünü vicdansızca dürtülerine ve düzeysizliklerine alet eden bu anlayışın şimdi de hedefinde tiyatro ve tiyatrocular vardır.

 29 Nisan 2012 tarihindeki AKP Genel Merkez Gençlik Kolları 3. Olağan Kongresi'nde ve 4 Mayıs 2012 tarihli Kahramanmaraş İl Kongresinde tiyatroya ve tiyatro sanatçılarımıza saldırmış ve kabaran öfkesini göstermiştir.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı “Şehir Tiyatroları”nın, yönetmelik değişikliğiyle siyasi müdahalelere uğramasına ve repertuar oluşturma görevinin genel sanat yönetmeninden alınarak belediye yöneticilerinin de bulunduğu Edebi Kurul’a devredilmesiyle sorunların ortaya çıktığı malumlarınızdır.

İşte buna tepki gösteren ve itiraz eden tiyatro sanatçıları Başbakan’ın hışmına uğramıştır.

Başbakan Erdoğan açmış ağzını, yummuş gözünü ve salvolarıyla tiyatrocuları sanki milletimizin kamburu ve karşıtı gibi gösterme bedbahtlığına soyunmuştur.

Tiyatroculara yönelik olarak; “despot, kibirli, mürebbiye, seçkinciler, tepeden bakanlar, elitistler, jakobenler, yarım porsiyon aydınlar, kast sisteminin temsilcileri, ellerinde viski olanlar” ifadeleri Başbakan’ın ağzından kurşun gibi çıkmıştır.

Başbakan Erdoğan’a göre; milletin en masum talepleri sanatçılar tarafından yok sayılmış, bir kaşık suda boğulmuş, tahkir edilmiş, küçümsenmiş, azarlanmış ve hizaya sokulmuştur.

Merak etmekteyiz ki, tiyatrocular halkın parasıyla halkı bu zamana kadar nasıl aşağılamışlardır?

Asıl vatandaşa takla attırmak, “artistik yapma lan”  demek ve “gözünüzü toprak doyursun” ifadelerini kullanmak vahşi bir aşağılama değil midir?

Meğerse tiyatrocular ne kadar kötülük yapmış ve ne kadar milletimize hakaret etmiştir de bizim haberimiz olmamıştır.

Sormak lazımdır ki, sanatçılarımıza dönük olarak, sanatı sanat için yapıyorlar suçlamasını reva gören bu mantık garabeti, acaba siyaseti kimin ve hangi mihraklar için icra etmektedir?

Gelin görün ki, Başbakan Erdoğan burada da ikirciklidir, burada da çelişkiler batağına saplanmıştır.

İşine gelince sanatı ve sanatçıyı yücelten, işine gelmeyince bu çevrelere ağzından kaba sözlerle saldıran yine kendisi olmuştur.

Hatırlatmak isterim ki, 2010 yılının Mart ayında, Dolmabahçe’deki Başbakanlık Çalışma Ofisi’nde ‘Yıkım Projesi’ anlatılırken tiyatrocular el üstünde tutulmuş, iltifata layık görülmüş ve kendilerine takdir hisleri bizatihi Başbakan tarafından iletilmiştir.

Buradaki konuşmasında, tiyatro konusunda hem hükümet hem de yerel yönetimler olarak önemli çalışmalar yaptıklarını anlatmış, Muhsin Ertuğrul Sahnesi’ni çok modern, estetik, kullanışlı ve sağlıklı bir yapıyla tiyatro dünyasına kazandırdıklarını bugünlerle ters düşercesine ortaya koymuştur.

Hatta sanatçıların güzel eserleriyle ortaya koyduğu dramların, trajedilerin, sorunların sağır duvarları aşıp gerçek adresine ulaşamadığını üzülerek belirtmiş ve milletimizi bu kapsamda zan altında bırakmıştır.

Başbakan Erdoğan özellikle son zamanlarda tiyatroculardan rol çalan, oyunculuğa soyunan, tek kişilik performansıyla güldürü alanında ve kara mizahta komedi dükkânı açan bir tercihin ve temponun içindedir.

Aslında bizatihi kendisi BOP’un gölge oyununda dublör oyunculuk yapan; CHP genel başkanıyla Hacivat-Karagöz rol paylaşımıyla itişen yeni dönem siyaset meddahıdır.

Grup toplantılarında İncili Çavuşu aratmayan, İsmail Dümbüllü’ye rahmet okutan, orta oyununda kenarı kürklü kaftan ve külah giyip, elinde şak şak taşıyan kavuklu Pişekârcıyı bile kıskandıran bir şahsiyettir.

Kendisini kenar, köşebaşı ve sokak tiyatroları sahnelerinde komedyan olarak parlak bir gelecek beklemektedir.

Maske ve vahşet tiyatrosundaki becerisiyle aktörlüğe terfi etmiş ve bu alanda fazlasıyla göz doldurmuştur.

Milletimizi panayır ve parçalı tiyatroyla meşgul etmiş, küresel projeleri bölücülük aksesuarı yardımıyla adapte etmeye kalkışmış, kan dekorunu, haçlı diksiyonunu Okyanus ötesinin repliğiyle içinde bulunduğumuz coğrafyaya taşımıştır.

Bunun yanı sıra; tiyatroyu özelleştirmeye dönük düşüncesi, tiyatro sanatçılarını hafife alan ve suçlayan ifadeleri sözde ileri demokrasinin tükendiğinin ve iflas ettiğinin de en açık göstergesidir.

Devleti kömürcü, erzakçı, inşaatçı, beyaz eşyacı, peynirci, makarnacı yapan; devleti yönetenler arasından da yumurtacı, mısırcı, gemici, doğal gazcı, medyacı, faizci, tefeci, hortumcu çıkmasına önayak olan Başbakan’ın, tiyatroyla devletin yollarını ayırmaya karar vermesi bize göre ucube ötesi bir hezeyandır.

Sanatçının korumasız ve himayesiz bırakılması aynı zamanda yürürlükteki Anayasa’nın 64. Maddesinde ifade edilen; “Devlet, sanat faaliyetlerini ve sanatçıyı korur. Sanat eserlerinin ve sanatçının korunması, değerlendirilmesi, desteklenmesi ve sanat sevgisinin yayılması için gereken tedbirleri alır” hükmüne aykırılık oluşturmaktadır.

Tiyatronun özelleştirmeyle tehdit edilme yanlışına son verilerek, bu alana yönelik destek ve yardımın artırılması, tiyatrocuların cesaretlendirilmesi, aynı zamanda ihtiyaçlarının giderilmesi sanata ve sanatçıya duyulan saygının bir gereği olarak görülmelidir.

Detaylı inceleme ve değerlendirme yapıldıktan sonra, gerekirse özerk bütçeli ve hayatını sanatın gelişmesine adayan değerli isimlerden oluşacak bir Sanat Yüksek Kurulu oluşturulmalı ve faaliyete geçirilmelidir.

Sonuç ve özet olarak, Başbakan Erdoğan ve zihniyetinin; tiyatroya ve tiyatro sanatçılarına gösterdiği kaba ve ölçüsüz davranışları son bulmalıdır.

Yoksa zaman gelip de AKP’nin son perdesi indiğinde Başbakan’ın etrafta bakacak yüzü ve ileri sürecek mazereti bu gidişle kesinlikle olmayacaktır.

 

Değerli Milletvekilleri,

AKP hükümeti tiyatroyu partizanca kuşatarak, saray dalkavukluğuna dönüştürme ve içini boşaltma adımlarını hızla atarken, hassas ve özellikli milli kıymetlerle de uğraşmakta ve didişmektedir.

Milli günler, bayramlar ve kutlama haftaları Başbakan öncülüğü ve talimatlarıyla AKP tahribatına ve yarma harekâtına uğramıştır.

Bu kapsamda 5 Mayıs 2012 tarihli Resmi Gazete’de; “Ulusal ve Resmi Bayramlar ile Mahalli Kurtuluş Günleri, Atatürk Günleri ve Tarihi Günlerde Yapılacak Tören ve Kutlamalar” hakkındaki Yönetmelik yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.

Ayağı yerden kesilen hükümet, işi gücü bırakmış, milletimizin başta ekonomik sorunlarını hasıraltı yaparak milli kimliğimizin bileşenlerine ve milletimizin göz bebeği özel gün ve bayramlara kirli elini uzatmıştır.

AKP barut fıçısına elinde körüklediği ateşle gittikçe yaklaşmakta ve sinsice Cumhuriyet’in başına çökmektedir.

Türk milletine mal olan ne kadar değer varsa altından girip üstünden çıkan iktidarın, her şeyi allak bullak etme konusunda sanki birilerine verilmiş sözü ve senedi vardır.

Milli kutlama günleri ya da haftalarının, belirli kurumların organize ve sorumluluğu altında bugüne kadar ifa edilmesinden, millet değerlerine içten içe alerji duyanlar dışında kimse rahatsız olmamıştır.

23 Nisan’ın çocuklarımızla ve milli egemenlikle bütünleşmesi, 19 Mayıs’ın gençlerimizle kucaklaşması, 30 Ağustos’un Türk askeriyle birleşmesi ve 29 Ekim’in milletimizle örtüşmesi AKP hükümetinin bizce bilinen nedenlerden dolayı kimyasını bozmuştur.

Yapılan yeni düzenlemeyle; soğuk, soluk, renksiz, heyecansız ve milli bayramların alanını daraltan değişiklikler her şeyden önce Türkiye Cumhuriyeti’nin hayat damarlarını tıkamak ve cansız düşmesini temin etmeye dönük hıyanet hamlesinden başka bir anlama gelmemektedir.

AKP’ye ve yandaş basına göre; daha düne kadar statlarda tek tip kutlanan resmi bayramlar artık halka inmiştir.

Askeri tören havasından çıkmış ve halkın katılımına açılarak meydanlara ulaşmıştır.

Sözüm ona 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos ve 29 Ekim’de devlet değil, halk resmi geçit yapacaktır.

Burada kasıt Türk askeridir, hedefte millet değerlerine bıçak darbesi vurmak vardır.

Peki, bugüne kadar milli gün ya da bayramları kutlayan, coşkuyla benimseyen, caddeleri, alanları, sokakları şenlik yerine çeviren kim ya da kimlerdir?

Türk askerinin bayram kutlama hakkı yok mudur?

Yeri gelince TSK’ya darbeci, demokrasi karşıtı, vesayetçi, statükocu sözleriyle saldıran; yeri gelince de sözde savunmak maksadıyla bazı çevrelere küfürler yağdıran çelişki yumağının temsilcileri bayramlarımızdan ne istemektedir?

Önümüzdeki hafta kutlanacak 19 Mayıs’ı sıkıcı olarak tarif eden Başbakan’ı ve ihanet çetesini gerçekte rahatsız eden nedir?

30 Ağustos Zafer Bayramı onlara hangi yenilgiyi ve ezilmişliği hatırlatmaktadır?

29 Ekim bu zavallılar için hangi kara günü ve bitişi ima etmektedir?

Sayın Başbakan, nedir senin amacın?

Nereye varmak, neyi ispatlamak ve ne yapmak istiyorsun?

Amacın rejim ve sistem değişikliğini yavaş yavaş hayata mı geçirmektir?

Bunun için mi, geçmişte ne kadar hain varsa el üstünde tutuyorsun ve özürler diliyorsun?

Dün milli mücadeleye başkaldıran, bağımsızlık kararlılığına direnen isyan elebaşlarını alkışlamak, itibar iadesinde bulunmak, adlarına anıtlar yaptırmak ve onlardan özür dilemek, Türk milletini yok sayan ve vatanı faraziyeye indiren kepazelikle eş değerdir.

AKP yeni Türkiye derken, Cumhuriyet’e çıkaracağı kırmızı kartın hesabını ve alt yapısını kurgulamaktadır.

Yine bunlara göre, 1930’lu yılların faşist devlet modellerinden alınan tören ve geçit merasimleri ileri demokrasi vuruşlarıyla normale ve olması gerektiği yere getirilmiştir.

Hatırlatırım ki, Gazi Mustafa Kemal’i faşist diktatörlerle aynı kefeye koymak, dolaylı olarak aynı sıfatı layık görmek ayıp ve büyük vebali olan çirkefliktir.

Asıl führer özentisinin, duce sevdalısının kim olduğunu bugünlerde milli vicdanlar görmekte ve şahit olmaktadır.

AKP zihniyeti böyle iftiralardan, nefret ve ihtilafı yaygınlaştıran icraatlarından sonuç almayı hesap ediyorsa, bilsin ki okyanuslar kurumadıktan, güneş sönmedikten, dünya ikiye parçalanmadıktan ve milletimiz yer yarılıp içine girmedikten sonra amaçlarına ulaşamayacaktır.

Ayrıca Türkgücü Ülkü Spor’un açılışında şahsımın sarfettiği; “Biz de eskiyiz otomobilimiz de eski” sözünü diline dolayan Başbakan; bu sözleri eğip bükerek partimizin durumunu özetlediğini yine zırvalayarak duyurmuştur.

Bizim eskiliğimiz olgunluk, sadelik, tecrübe ve görmüş geçirmişlikle ilgilidir.

Biz, dününü ve içinden çıktığı milletinin mazisini inkar eden gömlek değiştirenlerden Allah’a hamd ederim ki hiç olmadık.

Biz de eskiye hayranlık; geleceğe, gerçek yeniliğe umut ve çağrı vardır.

Merhum Cemil Meriç’ten feyzini alarak söyleyecek olursam; murdar ve tiksindirici bir halden muhteşem bir geçmişe kanatlanmak eskilik ise herkes gibi sonuna kadar eski olmaya ve eski kalmaya inşallah devam edeceğiz.

Başbakan varsın yeni diye peşmergenin eteğinden tutsun, varsın BOP’çulukta sınır tanımasın, varsın İmralı’da şeref kartını düşürsün ve varsın dün söylediklerini bugün çiğneyen siyasi bezirgân olmayı sürdürsün.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Son olarak iki konu hakkındaki düşüncelerimi sizlerle paylaşarak bu haftaki konuşmama son vermek istiyorum.

Birinci olarak temas etmeyi düşündüğüm husus; okullarda dağıtılan sütlerle ilgili gündeme damgasını vuran hadiseler zinciridir.

Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın işbirliğiyle gerçekleştirilen “Okul Sütü-Akıl Küpü Projesi” dahilinde Türkiye genelinde okullarda verilen sütlerde bazı sorunlar olmuş ve yurdumuzun dört bir yanında sütten kaynaklanan rahatsızlıklar görülmüştür.

AKP hükümeti süt dağıtımını başlangıçta yalnızca kendi döneminde yapılan ve uygulanan bir proje olarak sunmaya kalkışmış ve yalanda yine rakipsiz olduğunu göstermiştir.

Oysaki okullarımızda süt dağıtımının yeni bir uygulama olmadığı bilinen bir gerçektir.

1984 yılından beridir değişik dönemlerde okul çağındaki çocuklarımıza süt dağıtılmış ve dengeli beslenmelerine destek olunmuştur.

En son olarak da, bizim hükümet olduğumuz dönemde “Okul Sütü Projesi” hayata geçirilmiş ve yaklaşık bir milyon öğrencinin süt içmesi sağlanmıştır.

Ne var ki, AKP hükümeti bu uygulamayı 2003 yılından sonra yürürlükten kaldırmış ve sütü kesmiştir.

Şurası açıktır ki, süt dağıtım projesi son derece hayırlı ve faydalı bir uygulama olup, mutlaka devam ettirilmelidir.

Ancak içinde bulunduğumuz günlerde, çok sayıda evladımızın süt içtikten sonra hastanelik olması üzerinde de mutlaka durulmalı ve konunun tüm boyutları acilen aydınlatılmalıdır.

Dikkat etmemiz gereken en temel mesele ise, çocuklarımızın sağlıklı ve güvenli bir şekilde gıdalara erişebilmesidir.

Sütlere bakteri karışıp karışmadığı, bozuk sütün verilip verilmediği, firmaların verdikleri numune ürünlerin laboratuarlarda tam olarak incelenip incelenmediği netleştirilmeli; evlatlarımıza temiz, hijyenik, günlük ve taze sütlerin sunulması mutlak anlamda temin edilmelidir.

AKP’li bakanların ve yöneticilerin yaptıkları açıklamalarda ileri sürdükleri; “Çocuklar fazla laktoza dayanamadı, zehirlenme psikolojik, bazı çocuklarda süt alerjisi var” bahaneleri ve saçmalıkları bir tarafa bırakılmalı, vakit kaybetmeksizin süt dağıtımındaki belirsizlikler ve riskler giderilmelidir.

Süte su katmaya heves eden ve tarihi geçmiş sütleri fırsattan istifade ederek elinden çıkarmaya çalışan hükümet yönlendirmeli sütü bozuklar varsa adalet bunların yakasına yapışmalı ve gereğini mutlaka yerine getirmelidir.

Zira bahse konu yarınlarımızın teminatı sevgili yavrularımızın sağlıklarıdır.

İkinci olarak temas etmek istediğim husus ise dış politikadaki gelişmeler ve bazı ülkelerde seçimlerle ortaya çıkan neticelerdir.

Bildiğiniz gibi Fransa’daki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turu geçtiğimiz pazar günü yapılmış ve sözde soykırım yardakçısı Sarkozy yenilerek oturduğu koltuğu rakibine bırakmıştır.

17 Nisan 2012 tarihli grup konuşmamda temennisinde bulunduğum husus gerçekleşmiş, Türk milletine katliamcı yaftası vurmaya çalışan Sarkozy lazım gelen dersini almıştır.

Şimdi muhasebe yapma sırası patavatsızlıklarıyla meşhur olan Sarkozy’dedir.

Buna rağmen, yeni seçilen Fransa Cumhurbaşkanı’nın da Türkiye dostu olmadığı hepimizce bilinmektedir.

Ve işin daha da kaygı verici yanı seçim propaganda döneminde Ermeni lobilerine verdiği sözlerinin hala tazeliğini korumasıdır.

Seçildiği takdirde sözde soykırım iddialarının tanınmasını, Türkiye'nin AB üyeliği için ön koşul haline getirilmesini sağlayacağını ve Paris'te 1915 olaylarıyla ilgili bir müze kuracağını vaat eden şahıs bugün Fransa Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmuştur.

Sosyalistlerin iktidarda olmasının bir başka mahsurlu tarafı da, bölücü militanların bu ülkede daha fazla rahatlığa ve kolaylığa ulaşabilecek olmalarıdır.

Bizim beklentimiz Türkiye-Fransa ilişkilerinin istikrara ve dengeye kavuşması, hassasiyetlerimize karşılıklı olarak saygı ve riayet edilmesidir.

Bir diğer seçim ise komşumuz Yunanistan’da yapılmıştır.

Ekonomik kriz ve sosyal çalkantılarla boğuşan Yunanistan’da, siyasetteki iki büyük partinin eridiği ve hezimete uğradığı görülmektedir.

Kemer sıkma politikaları, IMF ve AB baskısı anlaşıldığı kadarıyla komşu ülkede ters tepmiş ve Yunan halkı faturayı siyasetin iki büyük aktörüne kesmiştir.

Bundan sonra bu ülkede koalisyonlar dönemi başlayacak ve doğabilecek yeni sorunlar Türkiye’yle ilişkileri de olumsuz etkileyebilecektir.

Ege Denizi kıta sahanlığı problemi, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’de petrol-doğalgaz aramalarından kaynaklanan sancılı süreç Türkiye-Yunanistan ilişkilerini daha da pamuk ipliğine bağlayacaktır.

Başka bir seçim gündemi de Suriye’de görülmektedir.

Bir taraftan Annan Planı delinirken, diğer taraftan yüzeysel demokratik sürecin nasıl bir sonuca kapı aralayacağı yakında daha da net olarak anlaşılacaktır.

Başbakan Erdoğan’ın da Suriye konusundaki ısrar ve inadı, bu ülkeye müdahale edilmesini davet eden beyanları da sürekli ivme kazanmaktadır.

Kilis’te Suriyelilerin geçici olarak ikamet ettiği Öncüpınar Konteyner kentini ziyaret eden Başbakan’ın,  Suriye yönetimine muhalefet eden tavrı devam etmiş ve ne anlama geldiği muamma olan bir zafer vaadi verdiği görülmüştür.

Suriyelilere zulmedenlerin hesabının sorulacağını ifade ederken, açıktan Esad’a muhalif tutumunu bir kez daha gözler önüne sermiştir.

Esad’ın her geçen gün kan kaybettiğini ve mazlum Suriyelilerin ahının yerde kalmayacağını beyan etmiştir.

Suriye muhalefetinin yanında fütursuzca yer alan Başbakan, NATO müdahalesinde hala ısrarlıdır.

İlave olarak Birleşmiş Milletler, Arap Ligi ve İslam İşbirliği Teşkilatı nezdinde de girişimlerde bulunduklarını tekraren duyurmuştur.

Suriye'deki olayları sona erdirmenin uluslararası bir sorun olduğunu, ve bu sorunun gerek Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde gerek Arap Ligi'nde gerekse de İslam İşbirliği Teşkilatı'nda müştereken ele alınması ve bitirilmesi Başbakan’ın görüşü ve kanaati şeklinde vasat bulmuştur.

Bize göre, Başbakan Erdoğan geri dönülmez bir yola girmiştir.

Esad düşmanlığıyla adeta Suriye’nin içindeki muhalif gurupların görevli sözcülüğüne küresel çevrelerin teşvikiyle soyunmuştur.

Bir başka ülkenin, hele hele en uzun sınır komşumuz olan bir ülkenin içişlerine bu kadar müdahil olmak musibetleri ve tehlikeleri eninde sonunda üzerimize çekecektir.

Tüm gelişmelerden, Başbakan Erdoğan’ın Suriye’yle savaşı göz aldığı anlaşılmaktadır.

İşin püf noktası ise bunun NATO şemsiyesi altında mı, yoksa Birleşmiş Milletler ya da bölgesel piyonlarla mı yapılacağı noktasında düğümlenmektedir.

Başbakan Erdoğan eski dostu ve yakın arkadaşıyla düşman ikiz kardeş haline gelmiş ve milletimizi çok tehlikeli bir mecraya getirmiştir.

Öyle ki, Başbakan’ın dönemsel ve anlık buhranlı tercihleri ülkemizin sırtına büyük yükler bindirecektir.

Buna da kuşkusuz BOP eşbaşkanının asla hakkı yoktur ve olmayacaktır.

Bu düşüncelerle konuşmama son verirken muhterem heyetinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyor, hepinize Cenab-ı Allah’tan başarılarla dolu bir hafta diliyorum.

Sağ olun, var olun.