Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma. 15 Mayıs 2012
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
15 Mayıs 2012

 

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Muhterem Misafirler,

Kıymetli Basın Mensupları,

Hepinizi en iyi dileklerimle selamlıyor, saygılarımı sunuyorum.

Konuşmamın başında Türk sporunda yaşanan bazı açmazlarla birlikte, son günlerde yaşanan kaygı verici gelişmeleri özet olarak ifade etmeyi düşünüyorum.

Türk sporu bir süredir girdiği yoğun bakım şartlarından hala çıkamamış ve iyileşip ayağa kalkamamıştır.

Şiddet sahneleri, şike ve teşvik pirimi iddiaları, taraftarlığın düşmanlığa dönüşme emareleri şu an ki kara tablonun başlıca unsurları arasında yer almıştır.

Maalesef sporun centilmenliği, cömertliği, yardımseverliği, dayanışmacı niteliği darbe üstüne darbe yemiştir.

Türk sporunda; rekabetin ismi kavga, mücadelenin ismi kutuplaşma, hoşgörünün ismi ise taviz olarak anılmaya ve algılanmaya başlanmıştır.

Görülmektedir ki, fanatizmi büyütüp geliştiren, holiganizmi güçlendiren tüm dinamikler hareket halindedir.

Özellikle bahsetmeye çalıştığım bu hususlar, Türk futbolunda fazlasıyla yaşanmakta ve varlığını ispat etmektedir.

Geçtiğimizin yılın 3 Temmuz tarihinden bu tarafa Türk futbol hayatının çok ciddi iddiaların merkezinde olduğu tartışmasızdır.

Ne yazık ki sporun hoşgörüsü ve ahlakıyla bağdaşmayan türden gelişme ve olaylar hepimizin gözü önünde vuku bulmuştur.

Sporcuların, kulüp yöneticilerinin ve hatta asırlık kulüplerimizin suçlandığı, adli takibatlara konu olduğu vahim bir süreç yaklaşık bir yıla yakın bir süredir kendisini göstermiştir.

Bizim için asıl üzüntü verici konu ise, sporun böylesi bir açmaza sürüklenmesinin yanısıra, milyonlarca insanımızın gönül ve destek verdiği spor kulüplerinin tartışmaların merkezine yerleşmiş olmasıdır.

Şüphesiz yaşanan bunalım ve buhran hali, mazisi çok eskiye dayanan kulüplerimizi töhmet altında bırakmış ve taraftarlarını da endişeye sevk etmiştir.

Her zaman söylediğim gibi, elbette şikeyi kim yaptıysa, teşvik primini kim verdiyse gereken her düzeyde yapılmalıdır ve bu süreç hala da devam etmektedir.

Dileğim yürüyen yargısal sürecin bir an önce sonuçlandırılarak, Türk futbolunun üzerindeki sis bulutunun dağıtılmasıdır.

Bununla birlikte asırlık futbol kulüplerimizin suçlanmasına, haksız ve mesnetsiz ithamların hedefine koyulmasına da mutlak anlamda karşı çıkmak ve itiraz etmek esas olmalıdır.

Ne var ki, Türk futbolundaki olumsuzluklar zincirinin hem sahalara hem de saha dışındaki taraftar davranışlarına sirayet ettiği ve yönlendirdiği anlaşılmaktadır.

Futbolda biriken sorunların yönetimindeki basiretsizlikler, üste üste çakışan meselelerin üstesinden gelinmesindeki yetersizlikler ve zamanlamadaki zafiyetler sosyal ve toplumsal gerilimi bir hayli artırmıştır.

Bunun üstüne bir de AKP hükümetinin gerginlik politikaları, Başbakan Erdoğan’ın nifak ve hizbi özendiren beyanları eklenince, hali hazırda işlerin iyice sarpa sarması kaçınılmaz olmuştur.

Güvensizliklerin yaygınlaşması, ihtilafların keskinleşmesi, sinirlerin gerilmesi, öfkelerin kabından taşması toplumsal sağduyu ve olgunluğu örselemiş ve zarara uğratmıştır.

Şunu unutmayalım ki, futbolda yaşanan alaboraların siyasi, sosyal ve ekonomik çalkantıdan, istikrarsızlık sarmalından bağımsız ve bağlantısız olduğunu söyleyebilmek neredeyse imkânsızdır.

Statlardan yükselen siyasi içerikli sloganlar, belirli kişi ya da gurupları hedef alan lehte yâda aleyhte tezahüratlar, tahammülsüzlüklerin tek bir ağızdan seslendirilmesi hep bunun bir işaretidir.

En son olarak, iki güzide kulübümüz arasında hafta sonunda yapılan ve Türkiye Spor Toto Süper Lig şampiyonunu tayin eden müsabaka sonrasındaki vahim ve ibretlik hadiseler bize bunu yeniden göstermiştir.

Bildiğiniz gibi, geçtiğimiz cumartesi günü yapılan karşılaşmayla Spor Toto Süper Ligi’nin 2011-2012 sezonunda şampiyon Galatasaray Kulübümüz olmuştur.

Buradan Galatasaray Kulübünün yönetimini, oyuncularını, teknik heyetini ve gönül veren milyonları başarılarından dolayı kutluyorum.

Ama tüm zorluklara rağmen şampiyonluğu kıl payı kaçıran Fenerbahçe Kulübümüzü de gösterdiği kararlılıktan ve mücadele ruhundan dolayı içtenlikle tebrik ediyorum.

Özellikle Fenerbahçe - Galatasaray maçından sonraki şiddet ve vahşet yüklü manzaralar, kupa töreninin bile karanlıkta yapılması, stat içindeki koltukların sökülüp atılması üzerinde herkesin çok dikkatli bir şekilde değerlendirme yapması elzem hale gelmiştir.

Şu kadarını ifade etmeliyim ki, saha içinde ve dışında yaşanan çirkin ve tehlikeli olayları asla Fenerbahçe Kulübümüzle ilişkilendirmemek gerekmektedir.

Bir avuç kendini bilmezin polise taşlı sopalı saldırması, sporu terörize etmeye kalkışması, kamu araç ve mallarına ahlaksızca zarar vermesi kesinlikle sarı lacivert ruha, vicdana ve edebe aykırı ve uzaktır.

Bu itibarla Türk sporunu kanser gibi saran husumet kuşatmasından kurtarmak, taraftarlıktan fanatizme kaymaya başlayan eğilim ve yönelimleri acilen tedavi etmek gerekmektedir.

Allah korusun, böyle giderse stadyumlardan çakılacak bir kıvılcımın telafisi çok zor olacak ortamlara ve olaylara neden olabileceğini görmek ve bilmek lazımdır.

AKP hükümeti konunun üstüne mutlaka eğilmeli, Türkiye Futbol Federasyonu tüm kulüplerimizin katılımıyla katlanan problemlere çözüm ve çare aramalıdır.

Başbakan’ın tribün mantığından ve yaklaşımında çıkarak, futboldaki faullü gelişmeleri ele alması ve kanayan yaraya merhem olması aciliyet arz etmektedir.

Konu o kadar önemli bir hal almıştır ki, gecikmeye, savsaklamaya ve ihmale kesinlikle mecali kalmamıştır.

Çağrım sporun bileyici değil birleştirici, dağıtıcı değil dayanışmacı, bölücü değil bütünleştirici, kışkırtıcı değil kucaklayıcı vasfının herkes tarafından sahiplenilmesi, savunulması ve benimsenmesidir.

Her neviden spor karşılaşmaları menfaat odaklarının güdümünden, siyasi telkinlerin hedefinden, şiddet yanlılarının hışmından çıkarılarak hepimiz için neşe, sevinç ve geliştirici rekabete dönüştürülmelidir.

Biz bu süreçte parti olarak elimizden ne geliyorsa, üzerimize ne düşüyorsa her zamanki gibi yapmaya niyetliyiz ve buna hazırız.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Bildiğiniz gibi, bu hafta sonunda, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nı kutlayacağız.

Ne yazık ki bu kutlamanın, AKP tarafından milli bayramların önemine ve manasına leke sürülmeye çalışıldığı bir döneme denk düşmesi son derece dikkat çekicidir.

AKP hükümetinin 19 Mayıs’a savaş boyaları sürerek saldırması sonucunda, bu kutlu bayram üçe bölünmüş ve gerçek zemininden koparılmıştır.

Ne büyük bir talihsizlik ve ne kadar mesafe almış bir garezdir ki, yapılacak törenler Atatürk’ün anma, Gençlik ve Spor olarak üçe ayrılmış ve dağıtılmıştır.

İntikamla yatıp, kinle kalkan iktidar zihniyetinin; 19 Mayıs’ın ruhuna, mesajına ve taşıdığı derin anlam hazinesine gösterdiği pervasızlık gerçek anlamda hastalıklı siyasi yapısından ve çarpık idrakinden kaynaklanmıştır.

AKP’nin milli kimliğe, milli gün ya da bayramlara yönelik iffetsiz ve edepsiz hücumu aslına bakılırsa Türk milletinin varlığına ve birliğine çevrilmiş bölücü namludan başka bir şey değildir.

Bilinmelidir ki, milli bayramlara yönelik yapılan karalama kampanyası MHP’nin iktidarında son bulacak, verilen tahribatların hepsi neye mal olursa olsun düzeltilecektir.

Bunlara rağmen Samsun’da atılan ilk adımın 93. yıl dönümünü iftiharla ve hayırla yâd ediyoruz.

19 Mayıs; Ötüken’de güneş gibi doğan bir iradenin, Malazgirt’le Anadolu’ya mühür vuran cesaretin ve Mondros’la köşeye sıkışsa da pes etmeyen dizginlenemez inancın bağımsızlık vuslatıdır.

19 Mayıs 1919 tarihi bu itibarla, mütecaviz niyetlere, zillete ve dayatmalara dur diyecek olan Türk milletinin direnci, kazanılacak olan milli mücadelenin başlangıcı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Samsun’dan yükselen müjdesidir.

Bizim açımızdan 19 Mayıs ruhu, zedelenen, aşağılanan milli onurun dirilişidir.

19 Mayıs ruhu Türk milletinin doğruluşu ve bağımsızlık özlemidir.

Tüm bu kazanımların farkında olmayan aymazların, doğal olarak 19 Mayıs 1919’da çizilen bağımsızlık ve kurtuluş haritasını doğru okuması mümkün değildir.

En az dün kadar bugün de lazım olan 19 Mayıs 1919 şuurunun gençliğe kazandırılması milli varlığımız açısından da hayati derecede önemlidir.

Biliyoruz ki geleceğimiz, ancak vatan ve millet sevgisini taşıyan, yüksek ülküleri hedeflemiş bir gençliğin yetişmesi ile güvence altına alınabilecektir.

Bu bayram gününün gençliğe armağan edilmiş olmasının da anlamı burada aranmalıdır.

Gençlerimizin, yarınların sorumluluğunu üstlenebilecek ve her sorunun üstesinden gelebilecek ölçüde nitelikli, bilgili, milli kültürüne saygılı, bağlı ve en az milli mücadele kahramanları kadar ideal ve inanç sahibi insanlar olarak yetişmeleri bize göre şarttır.

Kindar olmak yerine; kudretli, kuvvetli ve kul hakkını gözeten bir şahsiyet kalitesiyle pişmiş gençlik hepimizin ümidi ve tek dileğidir.

Yüreği millet sevgisi ile dolu; erdemli, insanlığa, ülkesine, ailesine ve kendisine karşı sorumluluklarının bilincinde olan bir gençlik sayesinde Cumhuriyetimizin yüzüncü, 19 Mayıs’ın yüzdördüncü yıldönümünde, “Lider Ülke Türkiye“ hedefine ulaşmak imkan dahilinde olacaktır.

Ancak böyle yetişmiş bir gençlik kendisine emanet edilen değerleri koruyabilecek, daha ileriye ve yükseklere taşıyabilecektir.

Nitekim bizim de hedefimiz böyle bir gençliğe destek ve omuz vermektir.

Bu düşüncelerle, mukaddes vatanımızın birliği ve bütünlüğü uğruna kurtuluş mücadelesinin başlatıldığı bu çok anlamlı günün 93. yıldönümünde, büyük Türk milletinin ve geleceğimizin teminatı gençlerimizin bayramını kutluyor; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü, silah arkadaşlarını, tüm şehitlerimizi şükranla, minnetle ve rahmetle anıyorum.

 

Muhterem Milletvekilleri,

Ülkemiz AKP iktidarıyla birlikte hakikaten hayati riski fazla olacak kan ve derman kaybına uğramıştır.

Açıkça söylemek isterim ki, merkezi ve dengesi kaymış, başı ve sonu körleşmiş, ideal ve hedefi küflenmiş bir siyaset uygulamasıyla Türkiye içler acısı bir hali ve durumu yaşamaktadır.

Başbakan Erdoğan’ın yanlışa doğru maskesini giydiren, karayı ak diye yutturan kurnazlığı ve kuralsızlığı bugüne kadar ne hazindir ki sonuç almış ve foyasını gizlemiştir.

Bu kafa yapısı tereddüt ve ikilemlerle milletimizin ufkunu perdelemiştir.

28 Şubatla ilgili hukuki süreçleri önce teşvik edip, sonra da toplumun boğulduğunu dile getiren Başbakan Erdoğan’dır.

PKK elebaşlarının muhatap ülkelerden iadesini isteyen, ama bu ülkelerin kırmızı bültenle aradığı kişilere kol kanat gererek açığa ve çelişkiye düşen Başbakan Erdoğan’dır.

Suriye’nin içişlerine karışan, Şam yönetimini tam olarak karşısına alan, ama muhalif unsurların facia boyutundaki saldırılarını görmezden gelerek insanlık vicdanında sınıfta kalan Başbakan Erdoğan’dır.

Sütünde ve hamurunda sorun olanlara devletin imkânlarını peşkeş çeken, süt dağıtımındaki aksaklıkları siyasi kaygılarla kapatarak göle yoğurt çalmaya çalışan da takdir edeceğiniz üzere Başbakan Erdoğan’dır.

Tarihsel ve kültürel cevherimizi yaralayan iktidarın başında yine bu kişi vardır.

Bu kapsamda Başbakan haddinden fazla şımarmış ve kendisini dev aynasında görmeye başlamıştır.

Türkiye, işin açıkçası adı konulmamış bir otoriter sistemi yaşamaktadır.

Sanki Türkiye Cumhuriyeti Recep Tayyip Erdoğan’ın deney tüpüdür ve aklına ne eserse, keyfi neyi öngörürse ve zat-ı şahaneleri neyde karar kılarsa yerine getirilmekte veya bu yönde girişimlerde bulunulmaktadır.

Kaldı ki, AKP’nin demokrasiyi yağma eden ve budayan zihniyeti, millet iradesini çarpıtan sinsiliği bugün üstesinden gelinmesi gereken en ciddi tehditlerden birisi haline gelmiştir.

“Takiye demokrasisi, tramvay demokrasisi, etnik demokrasi, kelle demokrasisi, keyfi demokrasi, tarafgir demokrasisi ve boyalı demokrasi” AKP’nin hizmetine koşulmuş ve deyim yerindeyse demokratik ruhun canına okunmuştur.

Başbakan Erdoğan gözünü diktiği her değer ya da kurumu istismarla beslenmiş hamasi üslubuyla taciz etmekte, arkasından da görevli tellalları ortalığı velveleye vererek işi daha da ileriye götürmektedir.

Parlamenter sisteminin tahkir edilerek başkanlık sisteminin kamuoyuna taşınmasıyla ilgili son gelişmelerde de böyle olmuştur.

Başbakan Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerdeki Slovenya ve İtalya seyahatleri esnasında başkanlık sistemi ülkemiz gündemine tekraren görevli ve uzaktan komutlu beyanatçılar tarafından getirilmiştir.

Bildiğiniz gibi, Başbakan’ın her yurtdışı seyahati, her uluslararası teması ülke gündemini sarsan tartışmalara da kapı aralamaktadır.

Bu yüzden milletimizin huzur ve sükûneti açısından bu zihniyetin ayaklarını biraz yerde tutması ve uçaklardan uzak durması son derece yerinde ve hayırlı olacaktır.

Başbakan Erdoğan’ın başkanlık hayalleri, başkan Erdoğan olma emelleri, tek adamlık hevesleri yeni ve sürpriz bir gelişme değildir.

Bunun evveliyatının, fikri hazırlık evrelerinin ve yavaş yavaş kamuoyu oluşturma uyanıklığının olduğu öteden beri net ve bellidir.

Özellikle Başbakan Erdoğan Ortadoğu ülkelerine gide gele ve küresel siyaset labirentlerinde özenle imal edilen sultanlarla, emirlerle, şahlarla ve krallarla düşüp kalktıkça kendisi de bunlara özenmiştir.

Bunun için önce; plan ve projelerini savunup icazet aldığı ABD’yi örnek almayı tercih etmiş ve telaşla bu ülkeye yaranmaya çalışmıştır.

Önemle hatırlatmak isterim ki, daha iktidara gelişinin üzerinden bir yıl bile geçmeden; “Siyasetteki tek arzum başkanlık ya da yarı başkanlık modelidir. Bunun ideali de Amerika'da uygulanan sistemdir" sözlerinin sahibi Başbakan Erdoğan’dır.

Arkasından ise başkanlık sistemiyle ilgili tartışmaların Türkiye için yararlı olacağını, buna karşılık konunun gündemlerinde olmadığını ifade eden de Başbakan Erdoğan’dır.

Başkanlık sistemini istediğini, ancak şartların müsait olmadığını söyleyen yine Başbakan Erdoğan olmuştur.

Bu sözlere ilave olarak;

√       “Sistemin rahat çalışması için başkanlık sistemine sıcak bakıyorum.”

√       “Bir önyargımız yok, nihayetinde bununla ilgili gerekirse halk oylamasına gidilir.

       “Ben bu konuyu tartışılsın diye açtım.”

√       “Demokratik parlamenter sistem içinde halk tartışmalıdır.” sözleri, Başbakan Erdoğan’ın başkanlık sistemi konusundaki ısrarlı tutumundan kaynaklanmıştır.

AKP’nin iktidar yıllarında bu sözler Başbakan’ın ağzından çıkmıştır.

Ancak 1993 yılında, “İkinci Cumhuriyetçi” koronun içinde fikirleriyle yer alan ve başkanlık sistemiyle ilgili görüşleriyle de bugünkü beyanlarına ters düşen Başbakan Erdoğan’dan başkası olmamıştır.

Şu sözler bundan tam 19 yıl önce aynısı ve tıpkısıyla Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan işitilmiş ve ilan edilmiştir:

“Başkanlık sisteminin ortaya çıkışı bir özentinin sonucu ya da Amerikan emperyalizmin bize bir tavsiyesidir.”

Şimdi soruyorum; Sayın Başbakan, sen başkanlık sistemini savunarak emperyalizmin tavsiyesini, taşeronluğunu benimsediğini kabul ediyor musun?

Nasıl bir tuzağın içindesin ve dünkü düşüncelerinden nasıl bu kadar kolayca savrulabildin?

Bu oyuna nasıl düştün, emperyalizmin dümen suyuna ne ümitlerle kapıldın?

Bu kadar çark etmeni sağlayan ve aklını başından alan nedir? Hangi vaatler yörüngeni kaybettirmiştir?

Biz hangi Erdoğan’a inancağız? Hangi Erdoğan’ın sözlerini ciddiye alacağız?

Ülkemizi de böyle bulanık ve dengesiz bir tutumla mı yönetiyorsun?

Bunun için mi geçmişimize hakaret ediyor, tarihimizi ufalıyorsun?

Türk milleti bu siyasi çelişki abidesini, güvensizliğin zirvesini mutlaka fark etmeli ve gerekli notlarını almalıdır.

Her şey tüm netliğiyle ve çarpıcılığıyla ortaya çıkmış, küresel kamuflaj sahibini koruyamamıştır.

Geçmişiyle taban tabana zıtlıklar taşıyan Başbakan; Türkiye’yi dürtülerinin, hezeyanlarının ve günü birlik değişen heveslerinin kayyumuna devretmenin sınırında ve eşiğindedir.

Buna dur demek, mani olmak hepimiz için vazgeçemeyeceğimiz bir millet ve vatan görevdir.

 

Değerli Milletvekilleri,

Bu çerçevede diyebiliriz ki, Başbakan Erdoğan’ın geçmişte kendi partisi içinden bile başkanlık sistemiyle ilgili farklı görüşlerin olduğu bilinen bir husustur.

Hatta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün mesafeli tavrı ve meseleye soğuk bakışı hepimizin hafızalarındadır.

Önemle ifade etmek isterim ki, tam veya yarı başkanlık sistemi; demokrasisi yaralı, ekonomisi azgelişmiş, hukuku tarafgir ve siyasi müdahalelere açık bir ülkede çok büyük sorunlara neden olabilecektir.

Uzlaşma kanallarının kapalı ve ağır aksak işlediği, tahammül ve diyalog kültürünün gittikçe irtifa kaybettiği bir ortamda başkanlık sisteminin açılacağı tek kapı diktatörlük ve otoriteryen eğilimlerin güçlenmesidir.

Geçen haftaki çağrımızdan bir müddet sonra konuşan ve zannederim bu tehlikenin kısmen de olsa farkına varan Sayın Cumhurbaşkanı; “Bu konu enine boyuna tartışılmalı ve derin analizler yapılmalıdır” diyerek bize göre çekincelerini ve uyarılarını usulü dairesinde gerçekleştirmiştir.

Ayrıca sistem değişikliği her şeyi baştan sona alt üst edebilecek ve muazzam bir siyasi ve hukuki erozyonun oluşmasına zemin teşkil edecektir.

Başbakan Erdoğan içten içe yanan federasyon özlemini ve hedefini başkanlık sistemiyle hayata geçireceğini hesap etmekte ve bunun düşünü kurmaktadır.

Ancak evdeki hesap Allah’ın izniyle millet iradesine uymayacaktır.

Fren ve denge mekanizmaları yetersiz çalışsa da, parlamenter sistemi reforma tabi tutmak, güçlendirmek ve etkinleştirmek hepimizin elindedir.

Nihayetinde başkanlık sistemi maceralarla ve belirsizliklerle dolu olup, Başbakan’ın baskıcı yönetimini kuvvetlendirmeye temel teşkil edecek bir özelliği bulunmaktadır.

Şu an itibariyle en istikrarlı model olarak ABD gösterilse de, bu ülkede de sistemin işleyişinden kaynaklanan birçok mahsurlu yön olduğu ortadadır.

Hatta ABD’de, sistemdeki tıkanıklıklardan ve kilitlenmelerden dolayı aylarca devlet memurlarına maaş dahi ödenemediği bilinen bir gerçektir.

Başkanlık sistemiyle yönetilen bazı Latin Amerika ülkelerinin hemen hemen hepsinde çok ciddi karışıklıklar, karmaşalar ve kaoslar yaşanmış ve yaşanmaya da devam etmektedir.

Her şeyden evvel parlamenter sistemi ıslah ederek, eksik ve gediklerini hep birlikte düzelterek yola devam edilmelidir.

Unutmayanız ki, AKP’nin sözde gelişme, büyüme, zenginleşme iddiaları bildiğiniz gibi parlamenter yönetim altında gerçekleşmiştir.

Ne kadar ilginçtir ki, Başbakan’ın ABD özentisi ve hükümetini uydu gibi bu ülkenin etrafında döndürmesi başkanlık konusunda da etkilenmesine neden olmuştur.

Bununla yetinmeyen bu zihniyet, şimdi de işi merhum Başbuğumuz Alparslan Türkeş Bey’in kaleme aldığı “Dokuz Işık” isimli kitaba kadar götürmüştür.

İtalya seyahati dönüşünde önceden kurgulandığı belli olan senaryo gereğince, şahsımın başkanlık sistemi hakkındaki sözleri bir muhabir tarafından Başbakan’a soru olarak yöneltilmiş, kendisi de eline apar topar tutuşturulan Dokuz Işık kitabının “Tek Başkan-Tek Meclis Sistemi” bölümünü istihza yüklü yüz hatlarıyla okumuştur.

Kabul etmek lazımdır ki, Başbakan Erdoğan için bu ciddi bir gelişmedir.

Arınması, paklanması ve fikren temizlenmesi bakımından arayıp da bulamayacağı bir fırsattır.

Yakında Sayın Başkan’ın eski ülkücü olduğunu duyarsak ve bununla ilgili aslı astarı olmayan iddialar kamuoyuna düşerse bizim açımızdan hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.

Ne var ki Orhun Anıtları’nın yolunu yaptırmak, örsde demir dövmek ve bayrak taşımak şahsını nasıl milliyetçi yapmayacaksa, Dokuz Işık’tan işine gelen pasajları okuması da kendisine bir fayda sağlamayacaktır.

Çünkü Başbakan Erdoğan ve zihniyeti zehir ise, bunların panzehiri biliniz ki Dokuz Işık ve taşıdığı yüksek ruhtur.

Merhum Başbuğumuz Türkeş Bey’in, dönemsel olarak gerekli bulduğu, Türk devlet geleneğine uygun olarak; milli, üniter ve güçlü bir yapı içinde başkanlık sistemiyle ilgili görüşlerinin mevcudiyeti aşikârdır.

Ancak bundan daha çok parlamenter sistemin önemi ve değeriyle ilgili düşünce ve yaklaşımları da bulunmaktadır.

Başbakan’ın bunları da açıp okumasında kendi gelişimi açısından faydalar bulunmaktadır.

Her devrin kendisine ait özellikleri ve beraberinde getirdiği sosyal ve siyasal şartları olduğu kuşkusuzdur.

Başbakan Erdoğan’ın, kendisini haklı çıkarabilmek pahasına ve düşüncelerini kabullendirmek adına, mesela Dokuz Işığın içinde bir bölümü cımbızlaması bu itibarla abesle iştigaldir.

Sürekli çark eden, dün söylediğinden bugün dilim sürçtü diyerek dönen, tek vatan derken iki defa ve ısrarla tek din diyerek iyice şuurunun kapandığını gösteren bu anlayışın, Dokuz Işığın özüne ve bütününe nüfus etmesi bize göre mümkün değildir.

Biliyoruz ki, Başbakan kırk fırın ekmek yese de; ülkücülerin çağları aşan idrakini, Türk milletini bir bütün olarak ele alan derin fikri zenginliğini ve bozkurdun eğilmeyen onurlu başını anlaması asla mümkün olmayacaktır.

İkazla söylemek isterim ki,

√       “Dokuz Işık” BOP yayınlarından çıkmamıştır.

√       Eşbaşkanların editörlüğüyle yayımlanmamıştır.

√       Küresel zalimliliğin kanlı mürekkebiyle yazılmamıştır.

Her satırında Türklük, İslamiyet, vatan, bayrak, Türkçe, millet ve milli kimliğe duyulan hayranlık ve hürmet vardır.

Hele hele Müslüman düşmanlarının ve Türklük hasımlarının bırakınız bu gerçekleri özümsemesini, istifade etmesi dahi söz konusu değildir.

Bu vesileyle dikkatimizi çeken bir şey daha olmuştur.

Bir zamanlar aramızda olup, şimdi ise AKP’de yer tutmuş bazı simalar anlaşıldığı kadarıyla faaliyet halindedir ve üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmekte de son derece gayretli ve iştahlıdırlar.

Bu zevatla birlikte Başbakan Erdoğan şu gerçeği hiçbir zaman aklından çıkarmamalıdır.

Tarihin hiçbir döneminde kopya ve suret; aslının ve gerçeğinin yerini tutamamış, yerine geçememiştir.

İnşallah bundan sonra da bu böyle olacaktır.

Şu tesadüfe bakın ki geçmişini inkâr eden, gömlek çıkarmak şöyle dursun, fikrini bile beyninden kovan ne kadar inkârcı, ideolojik itirafçı varsa bir araya gelmiş ve hep birlikte milletimize, partimize ve kutlu tarihine cephe açmıştır.

Bu yüzden başkanlık sistemi hakkındaki tartışmaların göbeğine merhum Başbuğumuzun ve fikirlerinin getirilmesi katiyen tesadüf görülmemelidir.

Başbakan Erdoğan’ın başkanlık sistemiyle ilgili düşüncelerinin meşrulaştırılması amacıyla Dokuz Işığa müracaat etmesi takdir edersiniz ki istismarcı bir bakışın son oyunu ve tertibinden başka bir anlama gelmemektedir.

Kimi zaman ülkücü harekete ağır hakaretler yağdıran, kimi zaman da bölücü siyasetine alet etmek için tezgâhlar kuran sefalet içinde kıvranan bir bakışın, aziz dava arkadaşlarım nezdinde zerre kadar itibarı ve değeri bulunmayacaktır.

Zira MHP düşmanlığı, ülkücü alerjisi AKP’nin her hücresine hakimdir ve Başbakan’ın siyasi duruşu ve ifadesi bunun sayısız örnekleriyle doludur.

 

 

Değerli Milletvekilleri,

Bildiğiniz gibi dün, “14 Mayıs ‘Dünya Çiftçiler Günü’nü kutladık.

Rızkını toprağından, bağından ve bahçesinden temin eden çiftçilerimizin meseleleri gerçekten oldukça fazlalaşmıştır.

 Maruz kaldıkları sorunlardan dolayı tahammüllerinin sonuna geldiğini bildiğim ve bunları yakından takip ettiğim bütün çiftçi kardeşlerimin 14 Mayıs ‘Dünya Çiftçiler Günü’nü tebrik ediyorum.

Çiftçilerimiz doğaldır ki, yalnızca bir günle hatırlanmamalı, sadece sandık görününce akıllara düşmemelidir.

Üzülerek görüyorum ki, AKP iktidarı süresince tamamen görmezden gelinen ve hatta dışlanan tarım kesiminde çalışan milyonlarca vatandaşımızın feryatları artık dayanılmayacak bir noktadadır.

İçinde bulunduğumuz günler hasat mevsiminin geldiğine işaret etmektedir.

Ancak bu süreç, alın terlerini toprakla yoğuran çiftçi kardeşlerimiz için sorunların büyüyeceği, yeni problemlerin ortaya çıkacağı bir zaman olarak da görülmelidir.

İnsanca yaşamanın dahi çok görüldüğü çiftçilerimiz için tarlalarında maalesef ürettikleri ürünlerin bir değeri kalmamıştır.

Ürünlerinden elde ettikleri gelirler, borçlarını bile karşılayamaz bir durumdadır.

Tarım kesiminde çalışan vatandaşlarımız en temel ihtiyacını teminden uzak olup, AKP iktidarına olan bütün güvenlerini ve ümitlerini yitirmiş bir halde hayat kavgası vermektedirler.

Gözünü toprak doyursun denilerek hor ve hakir görülen çiftçi kardeşlerimiz, hasat dönemini kazanç elde etmek için değil, mahkûm oldukları borçlarını ödeyebilecekleri bir zaman olarak görmektedirler.

Ortalama 50 günlük bir hasat süresiyle, 315 gün boyunca Türkiye’yi doyuran bu fedakâr ve çalışkan insanların, maalesef kendileri doymamaktadır.

Yıllardan beri aracıya, vurguncuya, tefeciye, komisyoncuya ezdirilen çiftçi kardeşlerimizin yapabildiği ise sadece borcunu borçla çevirmekten ibarettir.

Sıcak para tacirini palazlandıran, tefeciyi heyecanlandıran, sermayeyi sevindiren, ancak sıra dar gelirli vatandaşımıza gelince ekmeğini elinden alan AKP hükümeti; çiftçiyi unutmuş, mağduru kaderine terk etmiş, fırsatçılara ve vurgunculara kucak açmıştır.

Zor şartlar içinde, sabahın erken saatlerinden akşamın geç saatlerine kadar ekmeğinin derdinde ve amacında olan çiftçi kardeşlerimizden hükümetin haberi bile yoktur.

Toprağında çift süren, umutla biçerdöverin tarlasına gelmesini bekleyen, sabırla her türlü çaresizliklere direnen çiftçilerimiz, ne hazindir ki hükümetin ilgi ve desteğinden mahrumdur.

Tarımsal üretimdeki girdi fiyatlarının yüksekliğine bağlı sorunların gün geçtikçe büyümesi köylülerin, çiftçilerin unutulduğunun en açık göstergesidir.

Her geçen gün zamlanan üretimdeki maliyetlerin çiftçi kardeşlerimizi dayanamayacakları, katlanamayacakları bir darboğaza itmiştir.

Bilindiği üzere, Başbakan Erdoğan, her fırsatta 2002 yılıyla bugünü karşılaştırmakta, kendisine göre, yıllar içinde “nereden nereye” gelindiğini yalan edebiyatıyla sıralamaktadır.

Bizce “nereden nereye” gelindiği malumdur.

Bunu en iyi bilenler de şüphesiz henüz zamlı maaşını alamayan memurumuzdur, işyerini borçla açık tutan esnafımızdır, hakkı gasp edilen işçimizdir, hayat pahalılığına ezdirilen emeklimizdir ve toprağında ömür tüketen çiftçimizdir.

Bilhassa çiftçi kardeşlerimizin üretimlerinde girdi maliyetlerindeki, düşündürücü ve tehlike sinyalleri veren yüksek artışlar köyleri, çiftlikleri perişan hale getirmiştir.

Gübre pahalıdır, mazot cep yakmaktadır.

Mazota yapılan zamlar köylere ateş gibi düşmekte, tarlaların bereketini bitirmektedir.

Traktöre; ipotekle ve ağır banka borçlarıyla veya yenisinin satılıp eski modelinin alınmasıyla ancak ulaşılabilmektedir.

Bu durumun ise traktör üretimiyle övünen AKP hükümetinin gündeminde ve umurunda olmadığı artık ortaya çıkmıştır.

Tohumluk, sulama bedelleri ve ilaç fiyatları almış başını yürümüştür.

Elektrik fiyatları çiftçimizi zorlamakta, tarlalardan kaldırılan hasat banka faizlerine ancak yetmektedir.

Bahçesinde sebze ve meyve yetiştirerek geçimini sağlayan vatandaşlarımızın yanı sıra, suya bağımlı şekerpancarın, pamuğun ve çeltiğin sulama faturasındaki artış da karşılanamayacak düzeylere çıkmıştır.

Ancak düne nazaran ürünlerin satışından elde edilen gelirde gözle görülür bir iyileşme bulunmamaktadır.

Bu dayanılmaz manzara, çiftçi kardeşlerimizi üretim yapamaz, karınlarını doyuramaz bir noktaya getirmiştir.

Başbakan Erdoğan bu utanılacak tablonun neresinde istikrar bulunduğunu mutlaka açıklamak durumundadır?

Bilinmelidir ki; terk edilen köylerin, bırakılan toprakların, dökülen gözyaşlarının, tükenen umutların ve haciz kıskacında olanların tek ve yegane sorumlusu Başbakan Erdoğan ve hükümetidir.

Ancak, kimse yanlış bir hesabın içinde olmamalı, mağdurluğunda dolayı eziyet çeken çiftçilerimizi görmezden gelerek dışlamaya yeltenmemelidir.

İnancım odur ki, çiftçilerimiz mutlaka makûs talihlerini değiştirecek, demokrasi hasadında AKP’yi mutlaka haciz altına alarak sandıktan çıkarmayacaktır.

Temennim, AKP hükümetinin, ‘Çiftçiler Günü' münasebetiyle, tarım alanındaki sorunlar üzerine düşünmesi ve gerekli olan tedbirleri mutlaka harekete geçirerek alın terleriyle toprağı işleyen cefakar çiftçilerimizin yüzünü güldürmesidir.

Her şart altında çiftçi kardeşlerimizin yanında bulunacağımızı, dertlerinin ortağı olacağımızı ve elimizi uzatacağımızı ifade ediyor, hepsinin bir kez daha ‘Çiftçiler Günü'nü" kutluyorum.

Konuşmama son vermeden önce bir konuyu daha huzurlarınızda gündeme getirmek istiyorum.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin her biri birbirinden kıymetli uzman çavuşları ve astsubaylarıyla birlikte, emniyet teşkilatımızda fedakârca hizmet veren polislerimizin özlük hakları, çalışma şartları ve ekonomik problemleri kapsamlı olarak ele alınmalı ve samimi olarak çözüme kavuşturulmalıdır.

Bu meslek mensuplarının gerek kariyerlerindeki derece yükselmesiyle ilgili engellerin kaldırılması, gerekse de maaşlarındaki iyileştirilmelerin süratle sağlanması parti olarak başlıca talep ve temennimizdir.

Biz bu konuda üzerimize düşen ne varsa yapmaya varız ve AKP’yi acilen Meclis zemininde harekete geçmeye davet ediyoruz.

Bu düşüncelerle konuşmama son verirken hepinizi bir kez daha saygılarımla selamlıyor, başarılarla dolu bir hafta geçirmenizi diliyorum.

Sağ olun, var olun.