29.05.2012 - TBMM Grup Toplantısı Konuşması
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin
TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma.
29 Mayıs 2012

 

Muhterem Milletvekilleri,

Sayın Misafirler,

Değerli Basın Mensupları,

Bu haftaki Meclis Grup konuşmama başlarken hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Geçen hafta yurtdışı seyahatimizden kaynaklanan program yoğunluğu nedeniyle grup toplantımızı gerçekleştirememiştik.

Bu vesileyle yurtdışı temaslarımızla ilgili bazı tespitlerimi ve düşüncelerimi sözlerimin bu kısmında sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bildiğiniz gibi 18 Mayıs tarihinde önce Hollanda’ya giderek, bu ülkede başarılı çalışmalara imza atan Türk Federasyonumuzun 9.Büyük Kurultayını gerçekleştirdik.

Hollanda’daki kardeşlerimizle özlemlerimizi giderdik.

Aziz dava arkadaşlarımızla bir araya gelerek duygularımızı ve düşüncelerimizi paylaştık.

Gururla müşahede ettim ki, Hollanda Türk Federasyonu’nun gayretli çalışmaları, idealist çabaları ve milli kimliğimize sahip çıkan özverisi sürekli mesafe almakta ve ilerlemektedir.

Kim olduğunu unutmayan, nereden geldiğini hafızasından çıkarmayan ve hedeflerini aklından bir an olsun ayırmayan Avrupa Türklüğü’nün, Hollanda’nın her alanında artan bir ölçekte etkili ve belirleyici olmaya başladığını sevinç içinde bir kez daha gördüm.

Ne var ki yaklaşık 400 bin Türk vatandaşımızın yaşadığı bu ülkede yapılması gerekenler daha çoktur.

Köklerden kopmadan kaynaşmaya,  yabancılaşmadan bütünleşmeye, uzaklaşmadan uyuma önem vererek, Hollanda toplumunun her alanında söz ve karar sahibi olmak gerekmektedir.

Ben, Türk milletinin gönüllü kültür elçilerinin, gurbetin hüzün zincirlerini ümitleriyle eriten fedakâr kardeşlerimizin Türk milletini en iyi şekilde temsil edeceğine canı gönülden inanıyorum.

Hollanda’daki ziyaretimizin arkasından, 20 Mayıs tarihinde Belçika Türk Federasyonu’nun 12.Büyük Kurultayını gerçekleştirmek amacıyla heyet halinde bu ülkeye intikal ettik.

Avrupa Birliği’nin merkezinde ikamet eden, iş ve ekmeğinin peşinde olan muhterem dava arkadaşlarımızla ve aziz vatandaşlarımızla coşkuyla buluştuk.

Ancak bizim bu ülkeye yapacağımız ziyaret duyulduğu ve ilan edildiği ilk andan itibaren, sözde Ermeni soykırım lobileri harekete geçerek iğrenç bir iftira kampanyası başlatmıştır.

Bununla beraber Başbakan Erdoğan’ın her fırsatta bize ve partimize yönelik küfür ve hakaretlerinin bir benzerine yurtdışındaki soykırım diasporasının da başvurmuş olması, bizim tarafımızdan düşündürücü ve gerçekten dikkat çekici bulunmuştur.

Sözde Ermeni soykırım iftiralarına karşı bilhassa Fransa’dan sarfettiğimiz sözler ve milli kararlılık mesajları Taşnak zihniyetini ürkütmüş ve kıvrandırmıştır.

Demek ki attığımız taş yerini bulmuş ve hedef onikiden vurulmuştur.

Bizim Fransa’daki eğilmeyen ve bükülmeyen tavrımız, sözde Ermeni soykırım çetesinin kafasına balyoz gibi inmiştir.

Bundan dolayı Belçika Türk Federasyonumuzun kurultayını yapması için kiralamak istediği salona bin bir engel çıkarılmış, şahsımın gelmesini mazeret gösteren soykırım işportacıları itham ve iftira tezgâhlarını yanı başımızda açmaya kalkışmışlardır.

Elbette konunun yargıya intikal ettirilmesi neticesinde doğru ve haklı olan taraf, yani Türk milleti kazanmıştır.

 

Sözde soykırım nefreti bir kez daha kaybetmiş, inşallah bundan sonra da kaybetmeye devam edecektir.

İşte bu şartlar altında Belçika Türk Federasyonu’nun 12. Büyük Kurultayı şölen ve düğün atmosferinde gerçekleşmiştir.

Avrupa Türklüğünün birlik ve kardeşlik içinde bulunmasına katkı ve destek verecek olan Hollanda ve Belçika Türk Federasyonlarının seçilen başkan ve yönetimlerini bir kez daha kutluyorum.

Avrupa’da yaşayan her bir kardeşime de anavatandan en kalbi duygularımla selam ve sevgilerimi gönderiyorum.

Allah hepsinin yar ve yardımcısı olsun.

Unutmasınlar ki Milliyetçi Hareket Partisi Avrupa Türklüğü’nün kader ortağı ve arkasında duran millet kudretidir.

Değerli Arkadaşlarım,

Bugün gururla andığımız tarihi bir yıldönümün içindeyiz.

İstanbul’un fethedilişinin 559. yıldönümünü göğsümüz kabararak ve iftiharla kutluyoruz.

Yaklaşık 5,5 asır önceki kutlu fetih, yalnızca bir dünya kentinin el değiştirmesi gibi basit bir olay olmayıp, ortaya çıkardığı neticeleri bakımından devrin ve sonraki yüzyılların küresel dengelerini bozarak, Türk milletine yeni bir ufuk açacak stratejik ve muhteşem bir silkiniştir.

İstanbul’un fethi, Türk milletini muzaffer bir güç yapmak üzere Söğüt’ten yola çıkan 400 çadırlık Türkmen ruhunun 154 yılda ulaştığı muazzam bir başarı ve ileriye dönük hamlesidir.

O güne gelesiye kadar 1932 yıldır kuşatılan, ama bir türlü alınamayan bu tarihi kente, milletimizin gönlünde saklı duran muazzam ülkünün ve heyecan dalgasının Bizans surlarını yerle bir etmesiyle ulaşılmıştır.

Fetih; aziz milletimizin yüzyılları aşan milli hedeflerinin, inancının, imanının ve sabrının kılavuzluğunda gerçekleşen destansı eser ve sonuçtur.

1058 yıllık Doğu Roma İmparatorluğu son nefesini böylelikle vermiş, Rumeli Hisarı ile Anadolu Hisarı’nın ayrılığı aynı idealin hilallerle süslenmiş gökyüzünde sona ermiş ve bütünleşme bu şekilde sağlanmıştır.

Zafer, çağ açıp çağ kapatan bir insanlık ihtişamı olarak Dünya’ya da efsane bırakmış ve yüzyıllarca silinmeyecek Türk mührü İstanbul’dan cihanın alnına vurulmuştur.

Türk milletinin ulaştığı bu büyük başarı, tarihin yatağını değiştirerek insanlığın önüne yeni yollar, çıkışlar ve kapılar açmış;  aşkla bağlanılmış bir ülkünün, şevkle takip edilen bir disiplinin ve şiddetle arzulanan hedefe varma isteğinin neleri başarabileceğini göstermiştir.

Bu sayede fethin hamuru; iman dolu kalplerde yoğrulmuş, asırların mirasıyla mayalanmış, tutkunun ateşiyle pişirilmiştir.

Fedakârlığın ve cesaretin zirvesine çıkan muhterem ceddimiz, karadan yürütüp Haliç’te suya indirdikleri umutlarıyla Bizans burçlarına Üç Hilal’li asmışlar ve İstanbul’un sonsuza kadar Dünya’nın en büyük Türk kenti olduğunu herkese göstermişlerdir.

Geri adım atmayan inancın, düşmeyen inadın ve amacına kitlenmiş iddianın ürünü olarak gerçekleşen fetih, İstanbul’u yeniden bir kültür, inanç ve medeniyet merkezi haline getirmiştir.

Büyük hükümdar II. Mehmet, bundan sonra Fatih unvanını almış ve genç yaşına rağmen ulaştığı bu başarıda, yenilikleri yakından izleyen vizyonu önemli rol oynamıştır.

Şeyh Edebalıyla Osman Gazi’ye edilen dua ve verilen manevi destek, Akşemsettin Hoca’nın, Molla Gürâni’nin Fatih’e hayır duasıyla birleşmiş ve cihan İmparatorluğu böylesi mukaddes bir iklimde hayat bulmuştur.

 

Peygamber Efendimizin yüzyıllar öncesinden övgüsüne mazhar olmuş bu fetih hareketi ile Osmanlı İmparatorluğu yeni bir başkente kavuşmuş ve bu kent ile birlikte Türkler dünyanın siyaset, ekonomi ve yönetim yapısına yön veren, tayin eden ve belirleyen küresel bir kuvvet haline gelmiştir.

Fetihle birlikte farklı dinlere ve mensubiyete sahip unsurlar, hiçbir dönemde karşılaşmadıkları kadar şefkatli, merhametli, bağışlayıcı ve adil bir yönetimle tanışmışlar, Türk medeniyetinin özünü ve özelliğini tanıma fırsatı bulmuşlardır.

Tam bir hakkaniyet içinde ve bir arada yaşama ideali fetihle bugünlere de örnek olacak bir biçimde ortaya çıkmıştır.

Osmanlı Barışı olarak hâlâ anılan bu üstün yönetim ve paylaşma zihniyetini sağlayan unsur şüphesiz ki Türk milletinin asalet ve kudreti olmuştur.

Birlikte yaşama idealimizin sarsıntı geçirdiği, bir arada olma isteğimizin sekteye uğradığı günümüzde; 559 yıl önce ortaya konulan yüksek erdeme, uzlaşma ve hoşgörü anlayışına her zamankinden daha fazla ihtiyacımız vardır.

Dikkatlerinizi çekmek isterim ki, maalesef AKP hükümetinin milli bayram ve özel günlere yönelik şaşı bakışından fetih kutlamaları da nasibini almıştır.

Bu kapsamda Belgradkapı'daki tarihi birliğin surlara hücumu ve sancakların surlara dikilmesi ile Fatih'in gemileri karadan yürütmesinin canlandırıldığı törenlerin bu yıl yapılmayacağı anlaşılmıştır.

İktidar zihniyeti ne yaparsa yapsın İstanbul’un fethi gönüllerde ilelebet yaşayacak ve ebediyete kadar Türk milletinin onuru ve menkıbesi olmayı sürdürecektir.

İnanıyorum ki, 559 yıl önceki fetih ruhu gün gelecek yeniden dirilecek, Milliyetçi Hareket bu defa da iktidar burçlarına milletimizin himmetiyle Üç Hilali bir kez daha asacaktır.

Bu düşüncelerle İstanbul’u bir Türk-İslam kenti yaparak çağı değiştiren, Dünya’ya yeni bir başkent armağan eden, başta büyük hakan Fatih Sultan Mehmet olmak üzere fetihte yer alan ecdadımızın hatıralarını minnet ve şükran ile anıyor hepsine Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyorum.

Değerli Milletvekilleri,

Kaygıyla izliyoruz ki, son beş aylık süredir Türkiye yüksek voltajlı bir gerilim hattında tutulmaktadır.

Tarafları herkesçe malum olan şer ittifakı, bilinçli bir strateji kapsamında Türk milletine durmadan fitne aşılamakta ve cepheleşmeleri körüklemektedir.

Doğru ile yanlış yer değiştirmekte, haklı ile haksız birbirine karışmakta, yalan ile gerçek ne yazık ki karıştırılmaktadır.

Uludere vakasıyla ilgili ileri sürülen görüşler, yaklaşımlar ve yapılan yakıştırmalar bu çerçevede ele alınmalıdır.

Görülmektedir ki, ülkemiz düştüğü Uludere kumpasından ve açmazından çıkamadığından dolayı tehlikeli bir süreci tüm boyutlarıyla yaşamaktadır.

Uludere’de vuku bulan olayın, enine boyuna ve isabetli teşhisi yapılmadan, hakkın ve haklının ne olduğu itiraf edilmeden, suçlu avına çıkılması ve ithamların şirazesinden ok gibi fırlaması çok ciddi gelişmelere de davetiye çıkarmaktadır.

Uludere etrafında kurulan kan borsasında bölücülük yatırımı yapan, bölünme hisselerine varını yoğunu yatıran çevreler ateşle oynadıklarını göremeyecek kadar şuurlarını askıya almışlardır.

Şu talihsizliğe bakınız ki; neredeyse herkes Uludere sözcüsü kesilmiş, Uludere bilirkişiliğine soyunmuş ve Uludere’den rant elde etmenin kurnazlığından medet ummuştur.

AKP, CHP, BDP ve PKK aynı ihanet masasının dört ayağını oluşturarak akbabalar gibi Uludere’ye üşüşmüşler ve kendi paylarına ne düşeceğinin derdinde olmuşlardır.

 

Bu fırsat ve ganimet düşkünlerinin tahrik edici üslubu, husumet ve hiddeti özendiren beyanları milletimizin karşı karşıya kaldığı en vahim ortamlardan birisine kapı aralamıştır.

Bildiğiniz üzere, geçtiğimiz yılın 28 Aralık akşamı Irak’ın kuzeyindeki Sinat-Haftanin bölgesine; sınır ötesinden terörist sızma şüphesiyle alınan istihbarat ve yapılan teknik analizler doğrultusunda Türk Hava Kuvvetleri operasyon düzenlemiştir.

PKK terör örgütünün saldırı ve misillime amacıyla, sınır ötesinde Sinat-Haftanin’e takviye maksatlı olarak militanlarını sevk ettiği yapılan açıklamalarla ortaya çıkmıştır.

Bu çerçevede, içlerinde örgüt elebaşlarının da yer aldığı terörist kafilelerin bu bölgede toplanarak sınır hattındaki karakol ve üs bölgelerimize yönelik olarak saldırı hazırlığı yaptıkları güvenlik birimlerinin ifadelerinden anlaşılmıştır.

Başta Dağlıca, Hantepe ve Aktütün karakollarına yapılan canice eylemlerde olduğu gibi; PKK’lı ölüm mangalarının kullandığı ağır silahların, cephanelerin ve patlayıcıların yük hayvanları vasıtasıyla Irak’tan sınırlarımıza sokulduğu bilinen bir gerçektir.

Çoban diyerek görmezden gelinen, kaçakçı diyerek ihmal edilen ve zamanında önlem alınmadığından büyük diyetlerin ödendiği saldırılarda çok sayıda Mehmetçiğimiz şehit düşmüş ve milletçe ağır bedeller ödenmiştir.

Bu nedenle, bölücü terör örgütü mensuplarının, Irak’ın Kuzeyinden sınırlarımıza geçerek yakın askeri birlik ve üs noktalarına eylem yapacağına dönük bilgi ve istihbaratlar sonucunda, 28 Aralık 2011 günü Irak sınırları içinden hudutlarımıza doğru bir gurubun hareketliliğine müdahale edilmiş ve hiçbir şey tesadüfe bırakılmamıştır.

Üstelik sınır bölgemizdeki yük hayvanlı kalabalık, insansız hava araçları tarafından da tespit edilmiştir.

Söz konusu gurubun bulunduğu ve geçtiği bölgenin teröristler tarafından sıkça kullanılan bir yer olması ve daha önceki acı tecrübelerin bilinciyle hareket edilmesi neticesinde bölge Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından ateş altına alınmıştır.

Bunun sonucunda ise 34 kişi ölmüş ve son tahlilde de ülkemiz hala tazeliğini muhafaza eden bir dizi sorunla yüz yüze kalmıştır.

Daha sonra yapılan açıklamalardan da, bu 34 kişinin kaçakçılıkla meşgul olan bölge insanı olduğu ifade edilmiştir.

Bunun ne kadar doğru olduğu, gerçekten ölenlerin kaçakçı olup olmadığı hususu daha sonraki günlerde bir türlü sübut bulmamış, bulamamıştır.

Her şeye rağmen, 3 Ocak 2012 tarihli Meclis Grup konuşmamda, konunun hükümet tarafından çok yönlü araştırılarak gerçeklerin bir an önce ortaya çıkarılmasını istemiş ve bunu beklediğimizi muhataplarına duyurmuştum.

Halen aynı noktada ve aynı görüşte olup, Uludere üzerindeki sis perdesinin kaldırılmasını önemle beklediğimizi belirtmek istiyorum.

Ancak o günden bugüne kadar, Uludere vakası siyasetin ve bölünmeyi planlayanların geçim ve ekmek kapısı olmuş ve bu uğurda onursuzca bir rekabete girilmiştir.

Bu aşamada bir an için düşünmenizi ve şu sorular çerçevesinde etraflıca yorum yapmanızı istiyorum:

Şayet sınırda görülen kalabalık kaçakçı diyerek görmezden gelinseydi ve sonrasında da herhangi bir karakol ya da askeri varlığımıza saldırı düzenlenip analar ağlasaydı; şehitler bayrağa sarılı şekilde baba ocaklarına ateş gibi düşseydi bunun hesabını kim ya da kimler nasıl verebilecekti?

Daha önceki karakol baskınlarında gerekli tedbir alınmadığı gerekçesiyle bugünün Uludere havarileri, insan hakları azmanları Türk askerini yine hedef tahtası yapmayacaklar mıydı?

“Türkiye bağırsaklarını temizliyor, Patagonya ordusunun zavallı generalleri, Yunan ordusu gibi, Sırp katillerinden farksız, Allah’ın evini bombalayacaklar, millete ateş açacaklar, lağvedilsin, muz cumhuriyetinin paşaları” sözleriyle Türk ordusuna kin kusan bereketsiz ve hamiyetsiz simalar yine ayağa kalkmayacaklar mıydı?

Samimiyet fukaraları, insaf yoksunları, ahlak kaçkınları, şeref mahrumları ve millet hasımları bu sorularımıza acaba ne diyecekler ve ne cevap vereceklerdir?

Görüyoruz ki; Uludere’yi diline dolayanlar, timsah gözyaşı döküp kan tacirliği yapanlar millet ve vatan yolunda kaybolan canları ağızlarına dahi almaktan imtina etmektedir.

Neredeyse şehit ve şühedayı anmamak amacıyla; akılları durmakta, gözleri kapanmakta, vicdanları tatile çıkmaktadır.

Sormak isterim ki, Uludere’nin yasını tutanlar, ölenlere methiye düzenler acaba geçtiğimiz yılın 19 Ekim’inde Yüksekova ve Çukurca’da şehit edilen 24 kahraman Mehmetçiği nasıl izah edecekler bu fedakârlık timsali yürekleri nereye koyacaklardır?

Uludere’de ölenlerin ailelerine 123 bin lira tazminatı hemen yetiştirenler, şehidin, gazinin hakkını neyle ödeyecekler, yetim yavruların, dul kalan gelinlerin ve gözyaşlarına boğulan elleri öpülesi anaların, babaların yüzüne nasıl bakacaklardır?

Gerçi nasıl olsa bu kafa yapısına göre şehit kelle, Uluderedekiler mağdur ve hatta şehit, teröristler gerilla, terörist başı ise sayın diyerek taltif görmektedir.

Bu haksızlıktır, zülümdür, cinayettir ve olduğu gibi ihanet emareleridir.

Bakınız bize göre açılım ve yıkım bakanından son derece başarılı performans gösteren mevcut İçişleri Bakanı, Uludere’de ölenler için PKK’nın figüranları diyerek özre gerek olmadığını açıklıkla söylemiştir.

AKP’nin içinden bu düşünceyi insani bulmayan zavallılar ise öncelikle kuruyan ve kararan kendi insaniyetlerine baksalar iyi edeceklerdir.

Bu şahsiyetlerin, PKK’ya duydukları saygının ve gösterdikleri toleransın bir benzerini kendi bakanlarından sakınmaları çirkefliğin ve çifte standartlı bölücü bakışın ta kendisidir.

Bölücü terörü bırakarak İçişleri Bakanıyla uğraşmak PKK’nın değirmenine su taşımaktan farksızdır.

Uludere’ye giden AKP’li milletvekillerinin PKK’yla aynı üslubu takınmalarından rahatsız olmayan güruhun, İçişleri Bakanı’nın çıkışından gocunması neye ve kime hizmet ettiklerini açıkça kanıtlamıştır.

Samimiyetle söylemek isterim ki söz konusu bakanın çıkışları yüreklere su serpmiş ve takdir toplamıştır.

Bizim açımızdan zaman zaman üslup hataları görülse bile, Sayın İçişleri Bakanı görevini beklenen kadar olmasa da iyi niyetle yerine getirmektedir.

Kaldı ki, Başbakan Erdoğan’ın dil sürçmeleri, üslup konusunda defalarca pot kıran sicili kimsenin baş edemeyeceği kadar fazladır.

Bunun yanı sıra Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül, Uludere’de ölenler için özrün de ötesi bir durum var diyerek kendi üzüntüsünü dile getirmiştir.

Unutulmasın ki, özrün ötesi olduğu gibi, ihanetin de ötesi bulunmaktadır.

İçişleri Bakanı’nın açıklamalarından sonra, AKP’nin bu sınırı geçtiği ve aldığı millet emanetine leke sürdürdüğü ayan beyan netlik kazanmıştır.

AKP, Uludere’de PKK’nın tuzağına düşmüş ve burada kapana sıkışmıştır.

Bunun için Başbakan’ın, sözde uluslararası karalama kampanyalarını gerekçe göstererek işin içinden sıyrılmaya çalışması ve bugün dile getireceği bahanelerle avunacak olması ileri düzeyde abesle iştigaldir.

Muhterem Milletvekilleri,

Baştan beri Uludere konusuna nasıl yaklaşacağını bilmeyen iktidarın, değerlendirme ve beyanları da bulanık ve bunalımlıdır.

Nitekim AKP’nin bu zamana kadarki sözleri arasında özet olarak:

“Operasyon kazası, kendi firkateynimizi vurmadık mı? Herkesin acısı, kimden ne istihbarat geldiği araştırmalar sonucu ortaya çıkacak, dikkatle takip ediyoruz, ciğerimiz parçalandı, istismarın peşinde değiliz, adli ve idari süreç başladı”, ifadeleri hepimizin hafızalarındadır.

Başbakan Erdoğan’ın çelişkili tavrı, sarsak duruşu, konuyu farklı mecralara çeken sinsiliği ve operasyonu sahiplenmeyen mesajları Uludere girdabını gittikçe büyütmekte ve derinleştirmektedir.

Diğer taraftan, Wall Street Journal Gazetesi’nin, Uludere'de meydana gelen ve 34 kişinin hayatını kaybetmesine neden olan hava operasyonunun, ABD'nin verdiği istihbarat üzerine gerçekleştirildiğini bildirmesi Başbakan’ı bir hayli tedirgin etmiştir.

Bunun üzerine bu gazete yayının, Amerika’daki seçimler sebebi ile Obama’nın iktidarını zora düşürme gayreti içerisinde olduğunu Başbakan Erdoğan yüzü kızarmadan ifade etmiştir.

Bu pişkinliğin sonucunda kendisinin, ABD’deki seçim atmosferine ve propaganda ortamına Obama lehine müdahil olması şaşırtıcı olmayacaktır.

İşi buraya kadar getiren Sayın Başbakan’ın, bundan sonra, mesela Teksas’da bir miting yaparak Obama’nın Türkiye temsilcisi olduğunu tescil ve kayıt altına alması mümkün olabilecektir.

Geldiğimiz bugün süreçte, Başbakan Erdoğan’dan beklentimiz Türk devletinin itibarını yıpratmaması ve sorumluluğunun gereğini yaparak elim Uludere hadisesini tüm yönleriyle kamuoyuna açıklamasıdır.

Bundan korkmamalı ve çekinmemelidir.

Bu ülkede meşru olmayan yollardan para kazananlara, kaçakçılıkla uğraşanlara göz açtırmayacağını duyurmalı ve tavır göstermelidir.

Nihayetinde sınır ötesinden gelen her kaçak mal; kurşun, mayın, bomba, havan topu, roketatar olarak Mehmetçiği ve polisimizi vurmaktadır.

Bilinmelidir ki, PKK’nın yasa dışı yollardan sağladığı finansman kaynaklarını meşru bir hale getirmek, kaçakçıları masum görmek ne pahasına olursa olsun kimsenin haddi değildir.

Elbette biz kimsenin suçsuz yere ölmesini istemeyiz ve dilemeyiz.

Aksi bir durum ortaya çıkarsa üzülür ve burkuluruz.

Ancak şehit kanlarıyla hudutları çizilen Türkiye Cumhuriyeti’nin de yolgeçen hanı olmadığını, elini kolunu sallayarak hiç kimsenin sınırlarımızı ihlal ve iğfal edemeyeceğini herkese haykırır ve cesaretle ileri süreriz.

Değerli Milletvekilleri,

Uludere tartışmaları sürerken Türk milleti şehitleriyle ağlamakta, yürekler şehitlerle yanmaktadır.

2012 yılının ilk beş ayında 23 evladımız vatan ve millet yolunda şehit düşmüştür.

En son olarak Şırnak’ın Besta bölgesinde Teğmen Korhan Kuruçay menfur bir saldırı neticesinde şehit olmuştur.

Bu acı hadiseden birkaç gün önce de Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesinde canlı bomba faciası yaşanmış ve Ahmet Geben isimli polisimiz şehit, birisi polis olmak üzere 18 kardeşimiz de yaralanmıştır.

Saldırganların Suriye’den geldiği ve ikmalini de ülkemizde yaptıkları anlaşılmaktadır.

Ancak yine de bu mesele ayrıntılarıyla incelenmeli ve asıl hedefin ne olduğu aydınlatılmalıdır.

Terörün hain eylemlerini buradan bir kez daha lanetliyorum.

Şehitlerimize Cenab-ı Allah’tan rahmet, ailelerine ve aziz milletimize başsağlığı diliyorum.

Bölücü eylemler artık milletimizin sabrını taşırma noktasına kadar getirmiştir.

Gerçekten de bıçak kemiğe dayanmış ve millet vicdanı infial haline geçmiştir.

Türkiye’nin her yanı terörün meşum hedefi haline gelmiştir.

Şehirlerimiz tehdit, milletimiz risk altındadır.

Canlı bombalar seyir halinde, iblisin yol arkadaşları faal durumdadır.

31 Ekim 2010 İstanbul Taksim, 20 Eylül 2011 Ankara Kumrulardaki canlı bomba faciaları hepimizin hatırındadır.

Biz 18 Eylül 2011 tarihinde Kızılcıhamam’daki basın toplantımızda ve 20 Eylül 2011 tarihli yazılı basın açıklamamızda Başbakan Erdoğan’a Oslo’da PKK-MİT görüşmelerinde gündeme gelen ve hala cevabını alamadığımız önemli bir soruyu ısrarla sormuştuk.

Bu kapsamda mezkûr sorumuzu tekrarlamak ve milletimizin verilecek karşılığı acilen beklediğini kararlılıkla ifade etmek istiyorum:

 “MİT eski müsteşar yardımcısının dile getirdiği, metropollere PKK tarafından yerleştirilen ve vatandaşlarımızı vahşice öldürmeye ayarlı bombalar hangi şehirlerimizdedir? Bu konuda bir tedbir alınmış, failler yakalanmış mıdır?”

Eğer Başbakan Erdoğan ve hükümeti; zerre kadar millet sevgisi ve Allah korkusu taşıyorsa bu sorunun cevabını bir an önce vermelidir.

Beklemeye tahammülümüz, gecikmeye hoşgörümüz asla yoktur.

Bize göre bölücü terörün beli kırılmadan, dağdaki eşkiyanın son ferdine ve silahına kadar teslimi sağlanmadan Türkiye’nin huzuru ve güvenliği temin edilemeyecektir.

Teröre karşı Türk devleti çaresiz ve çözümsüz değildir.

Terörle mücadele ciddiye alınmalı, güvenlik güçlerinin sevk ve idaresi eşgüdüm içinde sağlanmalıdır.

Türkiye coğrafyasının ortasına kadar gelerek zehir kusan bölücü militanlara göz açtırılmamalı ve terörle mücadeleyi savsaklayacak her tür kayıtsızlıktan kaçınılmalıdır.

Başbakan Erdoğan sözde Kürt sorunu paralelinde bir ileri, bir geri adım atmayı bırakmalı; bu ülkenin vahşi bir terör ve bölücülük sorunu olduğunu kabul etmeli ve politikalarını buna göre oluşturmalıdır.

İnanıyorum ki, gerekirse canilerin başına Kandil Dağı yıkılır, terör inleri yakılır, bayrak dikilir ve millet iradesi şiddetli bir deprem gibi taş üstünde taş bırakmayana kadar nifakın üstesinden gelir.

Bunun için AKP terörü bitiremeyeceğini, bu işi çözemeyeceğini, üstelik bölücülükle ilgili şaibeli ve şüpheli siyasetini terk etmeyeceğini itiraf ediyorsa emaneti sahibine teslim etmelidir.

Milliyetçi Hareket Partisi bölücü terörün kökünü kazımak ve Türk milletini aradığı huzura kavuşturmak konusunda azimli ve son derece de hazırlıklıdır.

Muhterem Arkadaşlarım,

Konuşmamın bu son bölümünde, memurlarımızın sıkıntılarıyla birlikte, toplu sözleşme görüşmelerinde uğradıkları olumsuz ve vicdansız iktidar davranışlarına değinmek istiyorum.

AKP iktidarları döneminde memurlar ezilmiş, dışlanmış, hakir görülmüş ve eziyete maruz kalmışlardır.

Hak arama çabaları, geçim zorluklarını hafifletme arayışları her defasında iktidarın duvarına çarpmış ve sonuçsuz kalmıştır.

Sürgünler, tayinler, müfettiş baskıları, uydurma disiplin cezaları, haksız muameleler, mesnetsiz görevden almalar memurlarımızı canından bezdirmiştir.

Yandaş sendikaya tehditle üye yapma alçaklıkları, buna karşı direnenlere ise her türlü pervasızlığı gösterme edepsizlikleri yaşanan ve halen devam eden çirkinlikler arasındadır.

Kanun Hükmünde Kararnamelerle taş üstünde taş bırakılmayan bürokrasi hallaç pamuğu gibi atılmış ve AKP’li olmayan hiç kimseye hayat ve varlık hakkı tanınmamıştır.

En alttan en üste kadar memurlar tırpanlanmış ve resmen işgale uğramışlardır.

Zannedersiniz ki AKP yabancı bir ülkenin sömürgeci gücüdür ve memurlarımızı sindirmek için özel talimatla gelmiş gibidir.

 

Memurlarımız hiçbir iktidar döneminde bu kadar zulüm görmemiştir.

Hiç bu kadar insanlıklarıyla, haysiyetleriyle oynanmamıştır.

Şimdi de hak ettikleri ekonomik imkânlar esirgenmiş, istedikleri zam oranları verilmemiştir.

Milyonlarca memur AKP’nin kabalığıyla, cimriliğiyle, merhametsizliğiyle yüz yüze kalmıştır.

Hükümetle memur sendikaları arasında yürüyen toplu sözleşme görüşmeleri anlaşmazlıkla sonuçlanmış ve konu Hakem Kurulu’na intikal etmiştir.

Bugün zam oranlarıyla ilgili kararın açıklanması gündemdedir.

Hükümetin, başta memur ve emeklilere yönelik olarak 2012 yılı için yüzde 3+3’, 2013 yılı için ‘yüzde 2+3’ zam önerisi daha sonra yeniden gözden geçirilmiş ve sırasıyla ‘yüzde 3,5+4’ ve ‘yüzde 3+3’ şeklinde düzenlenmiştir.

Ancak teklif edilen bu zam oranları memurlarımızın talep ettiklerinin çok gerisinde kalmış ve umutlar geçim zorluklarının bataklığına saplanmıştır.

Bu itibarla memurlarımız 23 Mayıs günü iş bırakmış ve demokratik tepkilerini göstermişlerdir.

Ancak AKP’nin biber gazlı saldırısı da hepimizi öfkelendirmiş ve kızdırmıştır.

Ayrıca memura gelince mali disiplini, Orta Vadeli Program dengelerini, bütçe ve cari açığı hatırlayan hükümetin, sıra hortumculara, yandaşlara ve küresel projelere gelince bir hayli cömert olduğu bizim gözümüzden kaçmamıştır.

Alan değil veren el olmakla her fırsatta övünen Başbakan memurun hakkını bile bile gasp etmiştir.

Öğretmen perişan, mühendis üzgün ve tüm memurlarımız bungundur.

Hala bu yılın ilk yarısındaki zamlı maaştan ses ve soluk yoktur.

Çalışma Bakanı’nın geçtiğimiz Şubat ayındaki bir beyanında; memur zamlarının Nisan ayına sarkması mümkün olmayacak sözleri ise bizce teneke gürültüsünden ibaret kalmıştır.

Memurumuzun yüzde 11,14 oranına ulaşan enflasyon canavarına ezdirilmemesi, beklediği sosyal ve ekonomik imkânların mutlaka ulaştırılması AKP’nin siyasi namus ve vefa borcudur.

Öğretmenlerimizin ve diğer memurlarımızın maaş dengesizlikleri de düzeltilmeli ve adalet yerini mutlaka bulmalıdır.

AKP’nin acımasızlığını, gaddarlığını ve sevimsizliğini memurlarımız hiçbir zaman unutmayacak, ilk fırsatta milyonlarca memur, emekli ve aileleri iktidarın hakkından gelecektir.

Bu demokratik imkân ve güç memurlarımızda fazlarıyla vardır.

Ben hepsine güveniyor ve tüm memurlarımızın yanında olduğumuzu bir kez daha tekrarlıyorum.

Son söz olarak diyeceğim şudur:

Yeter ki memura zam verilsin, namı AKP’de kalsın.

Yeter ki memur rahat olsun, gamı kaybolsun, bunun şeref payesi de hükümete düşsün.

Memurlarımızın sesine kulak verilmesini, feryatlarının duyulmasını hararetle istiyor ve tüm gücümle yanlarında olduğumu belirtmeyi bir görev addediyorum.

Bu duygularla konuşmama son verirken muhterem heyetinizi saygılarımla selamlıyor, başarılı ve bereketli bir hafta geçirmenizi Cenab-ı Allah’tan diliyorum.

Sağ olun, var olun.