Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma. 05 Haziran 2012
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.  
5 Haziran 2012

 

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Muhterem Misafirler,

Sayın Basın Mensupları,

Konuşmama başlarken hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Son günlerde, Türkiye’nin içine girdiği gündem karmaşası ve istismar enflasyonu, milletimizin enerjisini ve heyecanını bir hayli zayıflatmış ve zaafa düşürmüştür.

Bir mesele çözülmeden, makul ve kabul edilebilir bir noktaya getirilmeden; yeni sorunlar, yeni girdaplar ve yeni muammalar hemen varlığını göstermiştir.

Başbakan Erdoğan’ın fantezi fikirleri, provakatif düşünceleri, kışkırtıcı beyanları ülkemizi maalesef çıkmaza sürüklemiş ve fazlasıyla da meşgul etmiştir.

Hezeyanları, bulanık suda balık avlama merakı, çapsız ve düzeysiz konulardan fayda uman kurnazlığı artık kaldırılamayacak ve tahammül edilemeyecek bir aşamaya ulaşmıştır.

Sözlerle niyetler arasındaki terslik, icraatlarla vaatler arasındaki uyumsuzluk ve amaçlarla araçlar arasındaki uygunsuzluk bugün çok daha fazla görünür, fark edilir ve hissedilir bir hale gelmiştir.

Bu zihniyet milletimizi kısır bir döngünün içine sokarak, gerçek sorun alanlarının üzerini perdelemekte ve küstahça da kapatmaktadır.

Nitekim asıl üzerinde durulması, konuşulması ve çareler aranması gereken ne varsa ötelenmekte ve unutturulmaya çalışılmaktadır.

İşin aslına bakarsanız, öncelikle Türkiye bir AKP sorunuyla kavrulmakta ve kıvranmaktadır.

Görülmektedir ki;

√    İşsizlik almış başını gitmektedir; ama AKP kürtajı diline dolamıştır.

√    Yoksulluk derinleşmektedir; ama AKP sezaryene kafayı takarak vakit kaybetmiştir.

√    Hayat pahalılığı azmakta ve artmaktadır; ama AKP 1930’lu yıllara saplanmış kalmıştır.

√  Memurlarımız perişanlığa mahkûm edilmektedir; ama AKP kindar gençlik yetiştirmenin derdine, öfke dilinin pençesine düşmüştür.

Esnafımız infial ve patlama sınırına yaklaşmaktadır; ama AKP milli bayramlarla cebelleşmiş, İstanbul’un fethini kundaklamıştır.

√  Çiftçimizin feryadı, işçimizin ahı, emeklimizin şikâyeti sel haline gelmektedir; ama AKP Dersimdeki isyancılara kucak açmış, milli mücadeleye karşı gelenleri yüceltmiştir.

√   Terör ve bölücülük sabırları zorlamaktadır; ama AKP geçmişin tozlu sayfalarına takılmıştır.

√  Şehit anaları ağlamakta, hanelerden ağıtlar yükselmektedir; ama AKP şehitliğin tanımını değiştirmeye kalkışmıştır.

√  Türkiye’nin geleceği kararmakta, ama AKP suya yazı yazmakla ve havanda su dövmekle zamanı israf etmiştir.

Biliyor ve tüm çıplaklığıyla fark ediyoruz ki AKP hükümeti;

√  Bağlanan umutları heba etmiştir.

√  Talepleri kırmış geçirmiş, dilekleri uçuruma atmıştır.

√  Özlemleri karartmış, ümitleri dağıtmıştır.

√  Beklentileri boşa çıkarmış, hayalleri yıkmıştır.

√  Dertlerine derman bekleyen, ağırlaşan meselelerine çare gözleyen milyonları yüz üstü bırakmıştır.

Adalet ve Kalkınma Partisi tümüyle; işi gücü bırakmış, şimdiden Başbakan Erdoğan’ın bireysel hedef ve çıkarlarına yönelik seferberlik içine girmiştir.

Başkanlık veya yarı başkanlık hesap ve arzularını gerçekleştirmek için yoğun bir çaba göstermiştir.

Sanırsınız ki, Türkiye tek kişilik çadır tiyatrosunun sergilendiği bir ülkedir ve Recep Tayyip Erdoğan’dan başka dikkate alınacak ve önemsenecek kimse de kalmamıştır.

Sanki bu ülke Başbakan’a miras bırakılmış; keyfi neyi isterse, canı neyi çekerse, aklına ne düşerse yapmak kendisine hak ve helal olarak sunulmuştur.

Düzmece methiyeler, gelip geçici iltifatlar ve temelsiz övücü sözler ona yöneliktir.

Şovmen gibi takdim edilmekte, yeni yetme pop müzik ikonları gibi tezahürat görmektedir.

Başbakan Erdoğan kendinden geçmiş, gözünü hırs bürümüş ve akli melekeleri işlemez bir duruma gelmiştir.

Basiret pınarları kurumuş, feraset ışığı sönmüş ve doğruyu yanlıştan ayıracak zihinsel fonksiyonları körleşmiştir.

Varsa da yoksa da şahsi ikbali ve siyasi kariyerini tek adamlıkla çakıştırma dürtüleri ön plana çıkmıştır.

Ne yazık ki ülkemiz;

√       Tek kişinin izansızlıklarına, tahripkâr yaklaşımlarına ve bölücü üslubuna kilitlenmiştir.

√       Tek kişinin ağına düşürülmüş, tek kişinin heveslerine teslim edilmiş ve tek kişinin bencilliklerine emanet bırakılmıştır.

Şişirilmiş bir benlik, kibir gergefinde işlenmiş bir ego, kendi sözünden başkasını duymayan bir kendini beğenmişlik Başbakan’a endişe verici şekilde hâkim olmuştur.

Kabalaşmasının, kötü ve zehirli dilinin, otoriterleşen, zorbalaşan yönetim anlayışının altında başkaca bir neden bize göre yer aranmamalıdır.

Başbakan Erdoğan hakaret etse de duyulmamakta, nefret yıldırımlarını savursa da kimse üzerine almamaktadır.

Demokrasinin sahte âşıkları, özgürlüğün uzaktan kumandalı robotları, insan haklarının ve barışın yapay sözcüleri Başbakan ve partisinin kabul edilemez ithamları karşısında sessiz, tepkisiz ve dut yemiş bülbül gibidirler.

Bunlar arasında bizim açımızdan en dikkat çekeni de, Başbakan Erdoğan’ın partisinin İstanbul İl Başkanlığı kongresinde basın ve yayın organlarında yer bulmuş kalem ve düşünce sahiplerini hedefine alan yaklaşımıdır.

Şu sözler aynısıyla Başbakan’ın ağzında çıkmış ve işitilmiştir:

“Siz, daha düne kadar, birileri karşısında hazırola geçip, selam çakıp, aldığınız emir doğrultusunda köşe yazısı yazıyordunuz. Bunları bu tasmalarından kurtaran biz olduk. Ama bunların boynundaki tasma dün ulusaldı, bugün terfi ettiler, uluslararası tasmaları boyunlarına taktılar.”

Tasmanın kime takıldığı, hangi canlıyla ilgili olduğu hepimizce bilinmektedir.

Bizim için mühim olan öncelikli husus, bu ağır sözlere kimsenin çıtının dahi çıkmamış olması ve kimsenin üzerine almamasıdır.

İşin daha da acı yanı, bu ifadelerin sarfedildiği günün ertesinde, gazete manşetlerinin başka telden çalması ve köşe sahiplerinin karanlıkta ıslık çalan bir ruh haliyle hareket etmeleridir.

Hatta bazı gazete manşetlerinde;

√       Arena’ya sığmadı,

√       İlk stadyum Kongresi,

√       Arena’da çift vuruş,

√       Arena’nın fethi,

√       Arena’da ak şov,

√       Arenaya bayrak dikti,

√       Olağanüstü,

√       Arenayla barıştı,

√       Bitmeyen coşku, dinmeyen heyecan,

√       Kardeşlikten geri adım yok,

Başlıkları hepimizce görülmüş ve okunmuştur.

Dikkat ederseniz tasma sözünden ortada rahatsızlık duyan yoktur.

Bize göre bu itham ve iğrenç benzetme medyanın kucağına atılmıştır.

Biz beklerdik ki, Başbakan’ın sözlerine taraflı tarafsız tüm basın ve yayın organları ve kalem sahipleri aynı anda refleks ve tepki gösterebilseydi.

Hatta gazete manşetleri simsiyah bir renkle ve yazısız olarak hazırlanıp, bu çerçevede itirazını ve infialini ortaya koyabilseydi.

Ancak tasmadan alınganlık göstermeyenler, birbirini işaret etmeye ve “ben değil sensin” yarışına girmişlerdir.

Bizim sözümüz ve mesajımızın kapsama alanı, elbette Başbakan’ın attığı tasmayı havada kapmak için sıraya geçenlerle ilgili değildir.

Üzülerek şahit olmaktayız ki, dünün mütareke basını neredeyse yeniden belini doğrultmuş, bugünün kalemşörları gurur ve izzet-i nefsin iflas sınırına dayanmıştır.

Kim olursa olsun tasmayla gazeteciyi aynı kalıba sokmak, insanlık değerlerine ve insan vasıflarına yapılan büyük bir yanlış ve hakarettir.

İşte nefret dilinin sonu budur.

Korkunun, çekimserliğin, haysiyet aşınmasının ulaştığı hazin manzara buradadır.

On paraya on takla atanların Türkiye’yi sürüklediği yer de burasıdır.

Başbakan Erdoğan’ın hiddetten, husumetten ve hakaretten beslenen siyaset tarzı herkesi köşeye sıkıştırmış ve kıstırmıştır.

İnsanlığın bugüne kadar ki tecrübelerine baktığımızda; tüm diktatör ve baskıcı rejimlerin böylesi bir anlayıştan beslendiği ve feyizlendiği net olarak görülebilecektir.

İkazla belirtmek isterim ki, Türkiye’nin de içine girdiği bugünkü kulvarın sonunda; tahammül vanalarının kapatılması, hoşgörü kapaklarının indirilmesi, çok sesliliğin kısılması, demokrasi direklerinin sökülmesi, özgür yorum ve değerlendirmelerin hüsrana uğratılması bulunmaktadır.

Ve doğal olarak Türk milletinin ayrılması, Türkiye’nin parçalanması ve son vatanımızın taksim edilmesi bu sürecin refakatçisi olacaktır.

Bunun için AKP hızla yol almakta ve büyük usta diye takdim edilen Başbakan ise amacına emin adımlarla gitmenin rahatlığı içindedir.

Yeri gelmişken ifadeyi zaruri görüyorum ki, bizim açımızdan bu anlayış; çıraklığını Okyanus ötesinin yanında, kalfalığını BOP’un eşbaşkanlığında, ustalığını ise bölücülük tezgâhında ve kanlı senaryolarda heyecanla herkese sergilemiştir.

Şayet yıkım yolunun, bölünme istikametinin inşası ustalık olarak değerlendiriliyorsa, o zaman İmralı’da yatan cani, Kandil’deki fitne ve Irak’ın kuzeyindeki yılan ustalar kurulunun birer üyesi olarak tanımlanmalıdır.

Bu durum karşısında Başbakan’ın değil usta, baş usta unvanıyla taltif ve hakkının teslim edilmesi de doğru ve yerinde bir karar olacaktır.

Zira Başbakan’a ustalık tanımı ve sıfatı dahi az ve yetersiz gelecektir.

Durum bizce bu kadar net ve berraktır.

Ayrıca AKP’nin Başbakan için koltuk siparişi, birkaç yıl sonrası için makam oluşturma ısrarı Türkiye’nin içine girdiği ortamı daha da koyulaştırmaktadır.

Başbakan Erdoğan başkanlık hülyasına dalarak; tek bilen, tek tayin eden, tek seçen ve tek belirleyen olabilmek için çırpınmaktadır.

Bu itibarla yarı başkanlık sistemi ve atamayla başbakan tayini bu kapsamda dillendirilmekte ve Başbakan’ın icazetiyle kamuoyuna servis edilmektedir.

Gelişmeler böyle giderse, bu kafa yapısının kendisinden sonra başbakanlık makamını marjinalleştireceğini ve ufalayacağını işaret etmektedir.

Üstelik Türkiye’yi ve devletin varlığını şahsına direk bağlamak ve bu yolla tiranlaşmak için her yolu deneyeceğini göstermektedir.

Atamayla oluşturulması planlanan başbakanlık fikrinin başkaca bir izahı bize göre bulunmamaktadır.

Şurası açıktır ki, böylesi bir projeyi başka ülkelerde uygulanıyor diyerek ısmarlamak Başbakan Erdoğan’ın demokrasiye ve millet iradesine suikastı, saygısızlığı ve saldırısıyla izah edilebilecektir.

Tüm emareler bu zihniyetin kendisinden sonra geriye hiçbir şeyi bırakmayacağının, talanı ve yağmayı siyasetin her tarafına sıçratacağının delilleriyle doludur.

Fakat buna Allah’ın izniyle önce Türk milleti, arkasından da Milliyetçi Hareket Partisi izin vermeyecektir.

BOP eşbaşkanlığına atamayla gelen zihniyet, Başbakanlığı atama makamı yapamayacaktır.

Başbakan Erdoğan, çoban kulübesinde padişahlık rüyası görmekten kısa sürede pişmanlıklarla uyanacak ve önünde yaptıklarının vebaline katlanmaktan başka bir şansı da inşallah olmayacaktır.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Bölücülük ve terör sorunu gün geçtikçe içinden çıkılmaz bir hal almakta ve milletimizi beka düzeyinde kuşatmaktadır.

Ne yazık ki şehitler yine gelmeye devam etmekte, milli vicdanlar sarsılmayı sürdürmektedir.

Dün Diyarbakır’dan gelen iki şehit haberi ise bir kez daha ciğerimizi yakmıştır.

Lice’nin Tapantepe mevkiinde arama tarama yapan jandarma özel hareket timinde görevli Uzman Çavuş Abdullah Acıcı, PKK’lıların araziye döşediği mayına basarak şehit olmuştur.

Bunun üzerine Lice İlçe Jandarma Komutanı Jandarma Kurmay Binbaşı Ercan Kurt’un da operasyon bölgesine gitmesi ve PKK’lıların araziye döşediği mayına basarak şehit düşmesi acılarımızı katlamıştır.

Buradan, bu iki kahraman evladımıza Cenab-ı Allah’tan rahmet, geride bıraktıkları muhterem ailelerine, silah arkadaşlarına ve milletimize başsağlığı diliyorum.

Dicle Nehri’nin kenarındaki koyundan bile sözde sorumlu olduğunu söyleyen Başbakan Erdoğan şüphesiz şehitlerimizin akan kanının da yegane sorumlusu ve suçlusudur.

Başlattığı yıkım ve bölünme projesi ülkemizin dağlarını kana bulamış, yollarını mayınlamış, karakollarını kuşatmış ve hain emelleri teşvik etmiştir.

AKP hükümetinin ihanete varan kasıtlı ve ısrarlı adımları neticesinde bölücü terör örgütü PKK, belki de ilk defa vurdukça sonuç alacağını, katlettikçe amacına ulaşacağını görmüştür.

Verilen tavizler, kurulan müzakere masaları, yapılan pazarlıklar Türk milletini etnik kimliklere indiren gafletle birleşince ülkemiz adeta terör cehenneminin ortasına göz göre göre düşürülmüştür.

2002’de sıfır terörden, 2012’de zirveleşen teröre bu şekilde gelinmiştir.

Canlarımız bundan dolayı yanmış, analarımızın gözyaşları bu kapsamda oluk oluk akmıştır.

Şehit Binbaşımız Ercan Kurt'un annesi Sayın Zehra Kurt Hanımefendi’nin “yüreğim yanıyor” çığlıkları yıkımın eseri ve içimizi burkan ibretlik sonucudur.

Başbakan’ın; “ölü seviciler, ceset avcıları, kalleşler, arkadan vuranlar” diyerek sanal çıkışlar yaptığı kesimlerle derin ittifakı, terör sorunuyla sözde Kürt sorununu aynı havuzda toplaması büyük badirelerin doğmasına neden olmuştur.

Bildiğiniz gibi 2009 yılında önce Kürt açılımı, sonra demokratik açılım, arkasından da milli birlik ve kardeşlik adıyla gündeme getirilen yıkım projesi, Türk milletinin birliğine vurulan en büyük darbelerden birisi olarak akıllarda kalmıştır.

Terör sorununu geri plana itip, sözde Kürt sorununu öne çektikçe ayrımcılık, farklılık ve bölücülük iyice zıvanadan çıkmış, bendini aşmıştır.

Türk milletini oluşturan eşit, saygın ve onurlu fertleri başka aidiyetlere konumlandırmak ve buralarda tanımlamak en başta millet varlığını alenen görmezden gelme ve içini boşaltma eylemine öncülük etmiştir.

Bununla beraber başta etnik kimlik veznedarlığına soyunarak millet kavramının anlamına hançer vururcasına üst ve birleştirici kimliği yıkmaya çalışan sefil bakış, bu sayede teröre sığınacağı bir kimlik limanı açmış ve eline de yıkım haritasını tutuşturarak Türk milletinin sahillerine çıkarma yaptırmıştır.

Üstüne üstelik Irak’ın kuzeyindeki terör hamisiyle Okyanus ötesi yönlendirmeli kardeşlik bağları ve dostluk köprüleri kurmak, sınır ötesinde katil girişlerini emniyete ve sağlama almış, AKP bu kapsamda Türk milletine bölücü namlunun çevrilmesine gönül rahatlığıyla mevzi açmıştır.

Her şeyden önce, bölücü terörün teşhisinde bugün çok yoğun bir kargaşa ve kaos yaşanmaktadır.

Konunun Başbakan tarafından 2005 yılında Kürt sorunu olarak tevili ve bu sürecin 2011 yılına kadar sürüklenerek getirilmesi tek kelimeyle felaketi tetiklemiş, hainlerin suyu ve ekmeği haline dönüşmüştür.

Bakınız Başbakan Erdoğan’ın, geçtiğimiz hafta sonunda partisinin Diyarbakır il kongresindeki konuşmasında, geçmişteki sözlerinin aynen arkasında olduğunu söylemesi, zaman zaman sözde Kürt sorunu bitmiştir ifadeleriyle de zıtlıklar içermiştir.

Kuşkusuz, bölücü terörle Kürt kökenli kardeşlerimi ilişkilendirmeye kalkışmak teröre rehber tayin edip insanlık düşmanı mücadelesine ruh katacaktır ki, buna ne AKP’nin, ne de CHP’nin hakkı ve salahiyeti asla bulunmamaktadır.

Bu çerçevede, sözde Kürt sorunu etrafında maskaralıklar ve şarlatanlıklar sergilemek bundan 100 yıl önceki olaylardan ders ve sonuç çıkarılmadığını da göstermektedir.

Başbakan Erdoğan’ın yanlış tutum ve yönelimleri, teröre Kürt sorunu olarak bakan şuursuzluğu bugün bölücülüğün dip akıntısını hızlandırmış ve yüzeye çıkarmıştır.

Ne büyük bir tesadüftür ki, CHP’de AKP’nin peşi sıra gitmekte, BDP’yle de birleşerek bölücülüğün şeytan üçgenini oluşturmaktadır.

Görüldüğü kadarıyla, anamuhalefet partisinin genel başkanı sözde Kürt sorununu çözmek maksadıyla ortaya atılmış ve her zaman olduğu gibi acele ve şaşkınlıktan dolayı foyası dökülmüştür.

İşin ilginç tarafı ise AKP, BDP ve CHP’nin aynı bölücülük havzasından ve havasından nasıl istifade ettiklerinin bu vesileyle ortaya çıkmasıdır.

Sanki ellerine tutuşturulmuş müşterek metin ve her derde deva reçete vardır da bundan bir bizim haberimiz gecikmeyle olmaktadır.

CHP, 31 Mayıs 2012 tarihinde TBMM Başkanlığı’na; sözde Kürt sorununun Meclis çatısı altında çözümü için bazı önerilerini iletmiştir.

Bu kapsamda, sözde Kürt sorunun ülkemizin gündeminde sürekli olarak ve üst sıralarda yer almaya devam ettiği, meselenin çözülememesinin bir sonucu olarak da şiddet ve terör olaylarının sürdüğü ifade edilmiştir.

CHP önerilerinin merkezinde de; TBMM bünyesinde bir “Toplumsal Mutabakat Komisyonu”, sivil alanda da TBMM bağlantılı ve koordineli şekilde faaliyet gösterecek “Akil İnsanlar Grubu” oluşturulması yer almıştır.

Bir defa CHP’nin Meclis’e sunduğu metnin yalnızca iki yerinde teröre dolaylı atıf yapılmış ve her şey sözde Kürt sorununa bağlanmıştır.

Dikkatimizi daha da fazla çeken bir başka husus ise,  CHP’ye göre ülkede bölücü terör diye bir sorunun olmadığıyla ilgilidir.

Kısacası, öneri setinde sözde Kürt sorunu her şeyin başına koyulmuş ve böylelikle CHP bu konudaki niyet ve kalitesini gözler önüne açıkça sermiştir.

Şurasını hemen söylemek isterim ki, CHP’nin yaklaşım ve önerileri PKK maşalarıyla ve İmralı canisinin saçmalıklarıyla neredeyse bire bir aynıdır.

PKK ağzı, bölücü lügati, bölünme parolasının şifreleri CHP tarafından sahiplenilmiştir.

Kandil ve İmralı’nın akil adamlar önerisi Sayın Kılıçdaroğlu’nda cevap bulmuş ve kendisini harekete geçirmiştir.

Bizim bu tespitimizin ve iddiamızın dayanakları ve kayıtları geçmişin raflarında görmesini bilenlere her şeyiyle açıktır:

Şöyle ki, İmralı canisi 30 Aralık 2006 tarihinde Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu kurulmasını istemekle birlikte, Aralık 2007 ile Ocak 2008 tarihlerinde avukatlarıyla yaptığı görüşmelerde “Akil Adamlar Komisyonu” için tekliflerde bulunmuştur.

Benzer görüşünü 15 Ağustos 2010 tarihli sözde yol haritalarında vurgulamış ve gündeme taşımıştır.

1999 yılının Mayıs ayında, ceviz ağacının altında zihniyeti hepimizce bilinen bir gazeteciye demeç veren Kandil elebaşısı terörist Murat Karayılan’ın; “Diyalog için gerekirse ortak bir komisyon kurulur bir yerde, akil adamlar bir araya gelir.” sözleri de hepimizin hatırındadır.

Ardından Eylül 2009 tarihinde bugünün BDP’si, o dönemin DTP’si olan bölücü siyaset yapılanmasının bir eşbaşkanı da “Akil Adamlar Komisyonu” için fikir ileri sürmüş ve teklifte bulunmuştur.

Bizce niyetleri belli olan Okyanus ötesi bazı uluslararası enstitülerin ve oluşumların da bu yaklaşımların tarafı ve savunucusu olduğu her şeyiyle bilinmektedir.

Anlaşılmadır ki, İmralı canisinin düşünceleri, PKK terör örgütünün görüşleri yeni diye takdim edilen CHP’de karşılık bulmuştur.

Yeni CHP’nin sözüm ona terörle mücadele diye sunduğu teklifler aslında PKK’nın dünden razı olup benimsediği bölünmeye çanak tutacak şirretlikler ve ihanet hazırlıklarıdır.

Yeni CHP bölücülüğün sığ sularında demir atmış, burada teröristlere filika ve can simidi imal etmeye yönelmiştir. 

Cumhuriyet’i kurmakla övünen CHP, şimdi de çöküşe giden süreci hızlandırmaktan kıvanç duymaktadır.

Bu gelişmeler karşısında herhalde Gazi Mustafa Kemal’in kemikleri sızlamış, ruhu da ziyadesiyle incinmiştir.

Hali hazırda CHP’nin Genel Başkanı siyasi partileri ziyaret edeceğini ifade etmiş, ilk olumlu cevap da doğal olarak aynı derin ve karanlık sularda birlikte kulaç attığı, aynı bölücülük takımında beraber oynadığı Başbakan Erdoğan’dan gelmiştir.

Ne acıdır ki, AKP, CHP, BDP ve PKK el ele vermiş, Türk milletine ölüm tarlaları açmak amacıyla amansız bir yarışa girmişlerdir.

Ne kadar olumsuz bir manzara olsa da, Allah’a şükürler olsun ki, Milliyetçi Hareket hala geçilememiş, hala yenilememiş ve hala etkisizleştirilememiştir.

Bu açıdan bizim hiç kimseyle sözde Kürt sorunu bağlamında görüşecek ve fikir alışverişinde bulunacak bir niyetimiz ve merakımız yoktur.

Bu itibarla biz geçmişte AKP’yle yıkım projesini konuşmadık, bugün de CHP’yle çöküş planını konuşmayacağız.

Parti olarak bölücülüğe ve teröre nasıl baktığımız bellidir ve duyarlı herkes tarafından da bilinmektedir.

Bunun haricinde, bizim nezdimizde Kürt sorunu diye bir şey asla olmayıp, bunun konuşulması dahi sakat, mahsurlu ve tehlikeli bir durumdur.

Herkes bilmelidir ki, terörle mücadelede en büyük manevi gücümüz ve asla vazgeçmeyeceğimiz hedefimiz bağımsız yaşama ülkümüz ve kararlılığımızdır.

Terörü yok etmeye yönelik azim ve direncimizin merkezinde; şahadete ulaşmış vatan evlatlarına yönelik sevgimiz, saygımız ve bağlılığımızla birlikte, Türk milletinin bin yıllık kardeşliğine duyduğumuz hayranlık tam anlamıyla belirleyicidir.

Bütün bu mukaddesatı yıpratacak, sorgulatacak, terörle mücadelenin ilke ve inancını zedeleyecek açıklama, açılım ve yorumlardan mutlaka ve acilen uzak durulmalıdır.

Millet kavramını tartışmaya açmaktan ve mensubiyet üzerinde kuşku uyandırmaktan, alt kimlikleri etnisite temelinde inşa etmekten, ayrışmış bir toplum oluşturmaktan, millete ait değerleri eleştirerek, milli tarih ve ecdadımız üzerinde tereddüt meydana getirmekten ısrarla kaçınılması tarihi bir sorumluluk olarak siyaset kurumunun omuzlarındadır.

Bin yıldır bu topraklarda Türk milleti kimliğinde buluşarak muazzam eserler oluşturan beşeri beraberlik Türkiye'nin varlık ve bekasının temel dayanağı ve vazgeçilmez kudreti olmuştur.

Milli kimliğin tartışmaya açılması ve bu kimliği oluşturan maddi ve manevi alt yapının adım adım tahrip edilmesine yol açacak tahrikler kesinlikle terk edilmelidir.

Sürekli olarak ülkemizin bir yöresini, milletimizin bir bölümünü hatırlatan ve zihinlere sınırlar ve hatlar çizdirmeyi hedefleyen yıkıcı söylemlere süratle son verilmelidir.

Vatandaşlarımızın bazılarını milli ve etnik azınlık olarak gören ve kültürel hakların da ötesinde onlara etnik farklılıklara dayalı siyasi statü kazandırılmasını öneren her türlü çözüm ve dayatmaya engel olunmalıdır.

Biliyorum ki, siyasetin niteliği milli ve kararlı olduğu sürece terörün kökü kazınacak, bölücülüğün ocağına da incir ağacı dikilecektir.

Bugün bu gerçeğin farkında olan ise sadece ve sadece Milliyetçi Hareket Partisi’nden başkası değildir.

Girdikleri bölücülük katarında arka arkaya dizilen AKP’nin, CHP’nin, BDP’nin ve PKK’nın eninde sonunda raydan çıkıp devrileceklerine inanıyor ve bunu yapacak aziz milletime sonuna kadar da güveniyorum

 

Muhterem Milletvekilleri,

AKP’nin yavan, yaralı ve yırtık ileri demokrasi propagandasının kalan boyaları da dökülmüş, gerçek kara tablo kapatılamayacak kadar meydana çıkmıştır.

Özgürlük, demokrasi ve adalet kavramları iktidarın elinde oyuncak haline gelmiştir.

Demokratik itirazlar, hak arama çabaları her defasında AKP’nin biber gazlı müdahalesine çarpmaktadır.

Tolumun her kesimi hükümetin uygulamalarından, ilkel ve hoşgörüsüz yönetim anlayışından rahatsız ve endişelidir.

Başbakan ve hükümetine göre kimse AKP’nin kararına karşı gelmemeli, karşı çıkmamalıdır.

Uysallık, itaat, kayıtsızlık, dağınıklık, komutla hareket ve sürü psikolojisi herkese hâkim olmalıdır.

Başbakan Erdoğan’ın hikmetinden kuşku duyulmamalı, tam bir adanmışlıkla “2012 Model Führer” alkışlanmışlı ve onaylanmalıdır.

Özellikle Türk Hava Yolları personeline gösterilen zalimlikler, kürtaj konusunda tepkisini dile getiren hanımefendilere yönelen şiddet sahneleri ileri demokrasinin uydurmadan ibaret olduğunu yeniden tescillemiştir.

Havacılık hizmetlerine grev yasağını öngören yasanın Meclis’te görüşülmesine itirazlarını dile getiren Hava İş Sendikası mensuplarına tahammülsüz ve acımasız uygulamalar AKP’nin insafsızlığını ve merhametten nasibini almadığını bir kez daha göstermiştir.

Hatta telefon mesajları ile işten çıkartılan yüzlerce Türk Hava Yolları personelinin ise ekmeğine resmen el konulmuştur.

Havacılık hizmetlerinde grev hakkı hemen hemen dünyanın her yerinde mevcuttur.

Ayrıca grev yasağının bulunması için bir kanun maddesine de ihtiyaç bulunmamaktadır.

Bakanlar Kurulu karar verilmiş veya başlanmış olan kanuni bir grev veya lokavtı; genel sağlığı veya milli güvenliği bozucu nitelikte görür ise bir kararname ile altmış gün süre ile erteleme yetkisine haizdir.

Bu nedenle havacılık alanındaki uygulama doğru olmamıştır.

Türk Hava Yolları personelinden mağdur olanların sorunları çözülmeli, işten çıkartılanlar bir an önce eski görevlerine iade edilmelidir.

Hükümet bu konuda gerekli girişimleri başlatmalı, uçağın tekerine taş koymamalıdır.

Diğer taraftan hepinizin yakından izlediği gibi, bir süredir ülkemiz gündemi kürtaj ve sezaryen konularıyla çalkalanmaktadır.

Başbakan gündem kaydırmak ve saptırmak sinsiliğiyle yaptığı ipe sapa gelmez benzetmeleri maalesef her şeyin önüne geçmiş durumdadır.

Bilhassa “Her kürtaj bir Uludure’dir” teşbihi hiçbir şekilde izah edilemeyecek ve her tarafa çekilebilecek sakıncalarla ve garabetlerle doludur.

Bu tartışmanın ortasında İstanbul’daki üçüncü köprü ihalesi gözle kaş arasında yapılmış ve yine yandaşlar abat edilmiştir.

Şurası bir gerçektir ki, Başbakan’ın kürtaj ile Uludere’yi eşitlemesi ve aynı hizaya getirmesi, değirmende yoğurt öğüten zekâ noksanlığıyla bir ve aynı anlama gelmektedir.

Madem her kürtaj bir cinayettir, bu durumda sormak lazımdır ki; Başbakan Erdoğan 9,5 yıldır nerededir ve bu cinayete neden göz yummuştur?

Eğer her şeyden sorumlu olduğu konusunda ısrar ediyorsa, bugüne kadar kürtajla işlenen cinayetler neden hatırına gelmemiş ve niçin geçit vermiştir?

Kürtaja cinayet diyen Başbakan, 2004 yılında serbest bıraktığı zinayı nasıl açıklayacak ve bu konudaki sicilini nasıl temize çıkaracaktır?

İfade etmek isterim ki, biz parti olarak İslami, insani, hukuki ve tıbbi olarak yaptığımız değerlendirmeler neticesinde kürtaja karşıyız ve onaylamıyoruz.

Ancak tıbbi gerekçelerle birlikte, ruhsal ve psikolojik gerekler hayat ve varlık meselesi haline gelmişse elbette belirli bir süreyi aşmamak kaydıyla kürtaja izin verilmesi mümkün olabilecektir.

Öte yandan sezaryen ise bambaşka bir bakış açısıyla ele alınmalı ve kürtajla aynı kategoride değerlendirilmemelidir.

Bununla birlikte, bu konunun esasını uzmanlarımıza ve bu işin erbabına bırakılması, kadın bedeninin ve sağlığının tartışma malzemesi yapılmaması bizim en temel tercihimizdir.

Başbakan, Nazi bakışıyla topluma şekil ve biçim vermeyi bırakmalı, ayakkabısı olmayan, anasıyla çöplüklerden ekmek toplayan ve yarınları kararmış hayatta olan bebeklerimize ve çocuklarımıza başını çevirmelidir.

Anne karnındaki yavrunun hakkını savunduğu kadar, gözlerini dünyaya açmış yavruların hakkını ve güvenliğini gözetmeli ve sorumluluğunun mutlaka idrakinde olmalıdır.

 

Değerli Milletvekilleri,

Dış politika alanında gergin bir bekleyiş ve körüklenmiş cepheleşmeler gittikçe yaygınlık kazanmaktadır.

Suriye’de katliamlar ve şiddet sahneleri korkutucu boyutlara ulaşmıştır.

Humus’a bağlı Hula bölgesinde çoğu çocuk ve kadın 108 kişinin katledilmesi Suriye’nin vahşet kapanına iyice sıkıştığını göstermiştir.

Bu insanlık dışı cinayeti kınıyor, artık kanın ve kaosun durması için Suriye yönetiminin ve tarafların daha samimi ve iyi niyetli hareket etmesini bekliyorum.

Konunun kritik tarafı ise bu ülkeye yönelik uluslararası müdahalenin ayak seslerinin gittikçe duyulur hale gelmesi olmuştur.

Esad için gündeme gelen ve ABD tarafından önerilen Yemen formülü de henüz bir karşılık ve cevap bulmamıştır.

Suriye lideri Beşar Esad Ocak 2012’den itibaren ilk kez geçtiğimiz günlerde halka hitaben bir konuşma yapmıştır.

Bu konuşmasında reformlara rağmen terörizmin devam ettiğini, terörün fark gözetmeden herkesi vurduğunu ifadeyle dış kaynaklı olmadığı sürece muhaliflerle görüşmeye hazır olduğunu beyan etmiştir.

Aslına bakılırsa Suriye’deki muhaliflerin de masum olmadığı aksine her geçen gün Esad’ın ileri sürdüğü gibi dışarıdan destekli terör gruplarının arttığı da bir gerçektir.

Suriye’de hiçbir çareye şimdilik merhem olamayan Annan Planı her şeye rağmen uluslararası toplumun Suriye konusundaki sığınacağı liman olmayı sürdürmektedir.

ABD ile Rusya arasında henüz Suriye’nin geleceği konusunda da bir anlaşma sağlanamadığı görülmektedir.

Bu gelişmeler karşısında Suriye’de önümüzdeki yaz mevsiminin kanlı geçeceği anlaşılmaktadır.

Bu durum Türkiye’ye sığınanların sayısını da şüphesiz yoğunlaştıracaktır.

Bunun yanı sıra komşu ülke Irak da istikrarsızlık sarmalının içinde olup, bu ülkedeki Türkmen kardeşlerimiz büyük sıkıntılarla boğuşmaktadır.

Bildiğiniz gibi, ABD’nin Irak’ı 2003 yılında işgal etmesi, bu ülkenin dengelerini ve düzenini altüst etmiş, geçtiğimizin yılın Aralık ayındaki çekilmesiyle de ciddi dalgalanmalar meydana gelmiştir.

Irak’ta karşımıza çıkan buhran en başta bizi kaygılandırmaktadır.

Özellikle son birkaç aydır Irak’la yaşanan sürtüşmeler geri dönüşü zor bir sürece kapı aralamıştır.

Hemen hemen bütün siyasi grupları içeren Irak hükümetindeki derin yarılmalar ve çatlaklar bu ülkenin toprak bütünlüğünü de tehlikeye sokmuştur.

Sorunlar bitmediği takdirde ise, peşmergenin önümüzdeki Eylül ayında bağımsızlığını ilan edeceği anlaşılmaktadır.

Bize göre Irak’taki temel sorunlardan birisi, bölgesel federasyon kurulma hakkının anayasada tanınmış olmasıdır.

Buna AKP zihniyeti ne yazık ki ilgisiz kalmış, Duhok, Erbil ve Süleymaniye şehirlerini kapsayan ilk federal yönetim geçmişte kurularak adına Kürdistan denilmiştir.

Bu durum karşısında ise sayıları 200 bin civarında bulunan Türkmen kardeşlerimiz yaşadıkları Erbil’de azınlık statüsüne indirilmiş, kurulan federal parlamento ve hükümette göstermelik birkaç sandalyeyle avutulmuştur.

AKP hükümeti, 2008 yılına kadar bütün siyasi ilişkilerini merkezi hükümetle yürüterek, Kuzey Irak yönetimini meşru bir idare olarak görmemiştir.

Ancak bu karardan kısa zamanda vazgeçilerek, peşmerge muhatap kabul etmiş, Erbil’e yanlış bir yaklaşımla konsolosluk açmıştır.

Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Irak’ın kuzeyine belirli aralıklarla ziyaretler düzenlemiş, ancak sıra Türkmen kenti Kerkük’e gelince nedense duyarsızlık had safhaya ulaşmıştır.

Biliyoruz ki, Irak Anayasası’nın 140. maddesi sözde ihtilaflı bölgeleri ele almaktadır.

Ne hikmetse, bu ihtilaflı bölgelerin tamamı Türkmen şehirleri olup, bugün peşmergenin işgali altında tutulmaktadır.

Peşmerge zihniyeti ABD varlığından da istifade ederek, Türkmen şehirleri; Kerkük’ü, Altunköprü’yü, Dakuk’u, Tuzhurmatu’yu, Hanekin’i ve Mendeli’yi yerle bir etmiş ve nüfuz dengesini bozmuştur.

Aylardır Kerkük’te Türkmen kardeşlerimiz baskı ve yıldırmalara maruz kalmaktadır.

Çok sayıda Türkmen doktor, işadamı veya bürokrat ya öldürülmüş ya da kaçırılmıştır.

Peşmergenin maksadı bellidir ve bu tarihi Türkmen kentini Türkmenlerden arındırmak ve ayıklamaktan başka bir düşüncesi de görülmemektedir.

Irak Türkmen cephesi tamamen kaderine terk edilmiş, Barzaniyle kucaklaşan Başbakan Erdoğan’ın aklına ve gündemine Türkmenler hiçbir şekilde gelmemiştir.

Dünyanın birçok ülkesinde ofisleri bulunan TİKA, Türkçe kurslar açan Yunus Emre Vakfı, Musul ve Kerkük’ü utanç verici bir şekilde dışlamıştır.

Peşmergeyle sıra geceleri düzenleyen Başbakan Erdoğan aziz Türkmen varlığını görmezden gelmek için elinden geleni yapmış ve yapmaya da devam etmektedir.

Ancak hiç kimse Türkmenleri sindiremeyecek, varlık ve birlik yolundan ayıramayacaktır.

Biz tüm Türkmen kentlerini ve Türkmen kardeşlerimizin durumunu yakından takip edip gerekli notlarımızı kararlılıkla alıyoruz.

AKP hükümeti; Gazze’yle ilgili hassasiyetinin, komşu ülkelerdeki muhaliflere sergilediği ilginin birazını Türkmen kardeşlerimize göstermesi milletimizin en bariz ve haklı beklentisidir.

Suriye’deki yönetimi devirmek için muhaliflere kucak açan ve İstanbul’da konferanslar düzenleyen iktidarın Irak’ta yaşayan Türkmenleri de toplayarak müşterek bir eylem planı hazırlaması ve seslerini dünyaya duyurması bizim en içten dileğimizdir.

Türkmen kentlerine mutlaka sahip çıkılmalı, Türkmen girişimciler desteklenmeli ve işadamlarımız Türkmenleri yatırımlarında gözetmeli ve ayrıcalıklı bir yer vermelidir.

Şu da unutulmasın ki, tarihi Türkmen kentleri olan, başta Kerkük, Musul, Telafer olma üzere, buradaki soydaşlarımızı kimse ezemeyecek ve bitiremeyecektir.

Muhataplarını ve peşmergeyi uyarmak isterim ki;  Türkmen varlığı bizim gözbebeğimiz olup, yapılan hainlikleri ve zalimlikler asla aklımızdan çıkarmayız ve affetmeyiz.

Türkmen’e uzatılan ve kalkan eli de yeri ve zamanı gelince inşallah kırar ve sahiplerinin yüzüne çarparız.

Bu düşüncelerle konuşmama son verirken grup toplantımıza katılan herkesi sevgi ve saygılarımla selamlıyor başarılı bir hafta geçirmenizi dileyerek, hepinizi Cenab-ı Allah’a emanet ediyorum.

Sağ olun var olun.