Genel Başkanımız Dr. Devlet Bahçeli'nin Kıymetli Dava Arkadaşlarım, Sayın Basın Mensupları, 2002 yılının ilk Merkez Yürütme Kurulu Toplantısında sizlerle birlikte olmaktan dolayı büyük bir memnuniyet duyuyorum. Yeni yılın, ülkemize, milletimize ve insanlığa hayırlara vesile olması dileklerimi bir kez daha tekrarlıyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum. Hepiniz hoş geldiniz, safalar getirdiniz. Bugün, Merkez Yürütme Kurulu üyelerimizle yapacağımız değerlendirmeye geçmeden önce, dünyada ve ülkemizde meydana gelen gelişmelerden hareketle, birkaç hususa kısaca değinmek ve düşüncelerimizi kamuoyu ile paylaşmak istiyorum. Sizlerin de bildiği gibi, geçtiğimiz yılın en önemli gelişmelerinden birisi olan 11 Eylül saldırılarının arkasından, bütün dünyada birbiriyle bağlantılı iki önemli gelişme yaşanmıştır.Bunlardan birincisi, dünyamızın geleceğine yönelen en büyük tehlike olan terörizme karşı küresel işbirliğinin geliştirilmesi ve terörizmin her türlü vasatının ortadan kaldırılması için etkin bir mücadele ortamının sağlanması düşüncesidir. İkincisi ise, buna bağlı olarak atılan bir adım olan ve 11 Eylül saldırılarının arkasındaki isim ve organizasyonlara karşı tedbirlerdir. Bu çerçevede, Afganistan’a yönelik olarak başlatılan NATO destekli harekata Türkiye de destek vermiş ve dünyada terörizme karşı geliştirilecek her türlü işbirliği ortamına kararlı ve ısrarlı bir şekilde katkı sağlayacağını göstermiştir. Ülkemizin bu doğrultuda ortaya koyduğu kararlılığın çok önemli ve haklı sebepleri bulunmaktadır. Herşeyden önce, yıllardan beri vahşi bir terörün hedefi durumunda bulunan Türkiyemiz, şüphe yok ki, terörün acılarını ve yıkıcı etkilerini dünya yüzünde en iyi bilen ülkelerin başında gelmektedir. Onbinlerce vatandaşımız, yıkıcı-bölücü terörün hedefi olarak hayatını kaybetmiş, Türkiye, kalkınma ve gelişme yolunda kullanacağı milyarlarca dolarlık kaynağını terörle mücadele yolunda sarfetmek durumunda kalmıştır. Bizim, öteden beri aynı tutarlılık ve netlik içerisinde ifade ettiğimiz düşüncelerimizin başında gelen, terörizmin, hiç bir kural ve kutsalının olmadığı, belli bir süre için kullananlara hizmet edebileceği ama sonrasında gerek kullananlara ve gerekse destek olan ve görmezden gelenlere yöneleceği tezimiz, daha da ileri bir boyut kazanmış, artık terörizmin bütün insanlığın kaderini etkileyebilecek bir tehdit haline dönüştüğü ortaya çıkmıştır. 11 Eylül olayları ile birlikte, başta Amerika ve Avrupa Birliği ülkeleri kamuoylarında oluşan terörizme karşı tepkisel ortamın bu anlamda çok önemli bir zemin olduğunu bir kez daha hatırlatmak ve iyi değerlendirilmesi gerektiği uyarımızı burada bir kez daha yapmak istiyorum. Çünkü, özellikle bazı Avrupa Birliği ülkelerinde, hâlâ ‘bana zararı olmayan yılan bin yaşasın’ mantığının hakim olduğunu, kendisine doğrudan yönelmeyen terörün ‘aslında bir terör olmadığı’ gibi bir yanılsamanın yaşandığını görmekteyiz. Fakat, bu düşüncelerin sahipleri bilmelidirler ki, terörizm hiçbir değer ve kurala sahip olmayan bir insanlık suçudur. Eline geçirdiği her fırsat ve vasat onun için yeni bir boyutu ifade etmektedir ve mutlak surette başta kendisini besleyip, büyütenler olmak üzere, insanlığa karşı dönecek bir silahtır. Terör, devletler ve milletler arasındaki ilişkilerde bir araç olarak kullanıldığı sürece, masum insanların acı faturalarla yüzyüze kalmaları kaçınılmaz olacaktır.Kısacası, gerek uluslararası ilişkilerindeki yükümlülüklerini yerine getirmede, gerek komşularıyla ve Avrupa Birliği ülkeleriyle ilişkilerinde her zaman büyük bir özen ve titizlik sergileyen ülkemizin, terörizm karşısında gösterdiği kararlı tutumun, diğer ülke ve oluşumlar tarafından da izlenmesi, bu mücadelenin daha güçlü ve açık bir şekilde sürdürülmesine katkı sağlayacaktır. Aksi takdirde, hem Türkiye’ye hem de halen bünyelerinde barındırıp, geliştirmekte bir mahzur görmeyen ülkelere yönelik olarak gelişebilecek terörist tehditlerle başetmek daha da zorlaşacaktır. Dolayısıyla, hiç kimsenin ve hiçbir ülkenin tarihin bu dönüm noktasında ortaya çıkan zorunluluklardan çeşitli gerekçelere sığınarak kaçmak gibi bir yolu da, şansı da bulunmamaktadır. Dünyada, terörden en fazla muzdarip olan ülkelerin başında gelen Türkiye’nin ve Türk insanının yaşadığı acılara karşı da aynı duyarlı yaklaşımın gösterilmesi gerekmektedir. 11 Eylül sonrasında terörün gerçek yüzüne ilişkin bakış açısını daha sağlıklı bir yapıya taşımak için gayret eden Avrupa Birliği yönetiminin aynı hassasiyeti Türkiye için de göstermesi gerekmektedir. Avrupa Birliği yönetimleri, maalesef, yıllardan beri, terörizme karşı etkin ve açık bir mücadele ortaya koyamamaktadır. Ülkemizde hâlâ her türlü vahşi eylemin failleri olan, insanlarımıza karşı tehdit olma özelliğini koruyan terör örgüt ve odaklarının üzerine gidilmediği, bunlara bazı Batı Avrupa ülkelerinde faaliyet izni verildiği görülmektedir. Bilinmelidir ki, böyle bir anlayış, ne dostlukla ne de terörizme karşı evrensel işbirliği anlayışı ile bağdaşmaktadır. Türk milletinin Birlik yönetiminden haklı talebi, artık üyeliğe her geçen gün yaklaşan ülkemizin toplumsal düzeni ve demokrasisi için tehlike oluşturan terör örgütleri karşısında çifte standartlı yaklaşımlarını terk etmeleri ve terörizmle etkin bir mücadele yolunda Türkiye’ye destek olmalarıdır.Uzun yıllardır ülkemize musallat olan ve Batı Avrupa’nın istikrarı için de potansiyel tehdit oluşturan terör örgütlerinin bir an önce mücadele kapsamına alınması zorunludur. Unutulmamalı ki, böyle bir çaba Türkiye’ye karşı açık, samimi ve dürüst bir yaklaşımın sergilenmesi açısından ciddi bir gösterge olacaktır. Avrupa Birliği ile ilişkilerimizde önem taşıyan bir diğer hususu ise Kıbrıs konusu oluşturmaktadır. Birlik yönetimlerinin, Rum- Yunan tezlerine dayalı bilgilenme ve politika geliştirme süreci sorunun çözümünden ziyade ağırlaşmasına sebep olmaktadır. Oysa ki, Kıbrıs’ta kalıcı ve adilane çözüm için, Türk milli varlığını ve onların egemenlik haklarını da dikkate alan bir yaklaşımın geliştirilmesi şarttır.Taraflararası ilişkilerin yeniden sıcak ve doğrudan diyalog ortamına taşınmış olması fırsatının bu anlamda çok iyi değerlendirilmesi lazımdır. Kıbrıs Türk halkının derin ve tarihi acılarını, Türkiye’nin güvenlik değerlendirmelerini hesaba katmayan bir yaklaşımda ısrar edilmemesi en büyük dileğimizdir. Ülke gerçeklerini ve milli menfaatlerini anlama ve kavrama kabiliyet ve duyarlılığından yoksun bazı çevrelerin Rum ve Yunan fırsatçılığına katkı sağlamaktan öte bir mana taşımayan çıkışları bir yana bırakılırsa, Türk milleti ve onun gür sesi Milliyetçi Hareket, her zaman haklı Kıbrıs davamızın arkasındadır. Yine burada bütün dünyaya bir çağrıda bulunmak istiyorum. Afganistan’ın yeniden bir terör batağına sürüklenmemesi, değişik radikal unsurların elinde kalmaması için, uluslararası zeminde, savaş sonrasına ilişkin olarak verilen bütün sözlerin yerine getirilmesi ve geniş bir işbirliği ortamının yaratılması gerekmektedir. Türkiye, Afganistan’ın geleceğine ilişkin bütün dilek ve düşüncelerinde samimidir ve tarihin her döneminde olduğu gibi bundan sonra da, bu dostluğun ve kardeşliğin gereği olarak kendi üzerine düşen bütün görevleri yerine getirecektir. Muhterem Dava Arkadaşlarım, Değerli Basın Mensupları, Huzurlarınızda ele almak istediğim bir diğer konu ise, ülkemiz ve insanımız açısından geçtiğimiz yılı, zor bir yıl haline getiren ekonomik kriz sürecidir. Şu ana kadar, bu konu üzerinde pek çok şey söylendiği, tartışıldığı ve sonuç itibariyle de milletimiz artık konuşmalardan çok çözümleri beklediği için, sorundan ziyade çıkış yollarımız üzerinde durmak istiyorum.Ancak bu bağlamda, Türkiye’de değişik zamanlarda ve özellikle son on yılda siyaset yapma ve hükümet olma görevini üstlenmiş kişi ve kurumların kriz sürecine ilişkin en ufak bir sorumluluk hissetmemelerini ve sürekli olarak kriz üzerinden siyasi avantaj alanları elde etmek için yarış halinde olmalarını da oldukça gayri ciddi ve doğrulardan uzak bulduğumuzu ifade etmek istiyorum. Herşeyden önce, birkaç yılda bir periyodik olarak meydana gelen ekonomik kriz ortamlarının, geçmişten günümüze uzanan yanlış kamu finansmanı ve para politikalarının, çarpık ve yetersiz ekonomik alt yapının bir uzantısı olduğunu artık bütün milletimiz bilmektedir. Şayet önlem alınmaz, uzun vadeli hesaplarla hareket edilmezse, sürdürülemez hale gelmiş olan borç ve faiz sarmalının giderek içinden çıkılmaz hale geleceğini artık görmezden gelmenin hiç kimseye bir yararının olmadığı da açıktır. İşte bunun içindir ki, 57. Hükümet ve Milliyetçi Hareket olarak, vatandaşlarımızın gözünü boyayıp, bu kısır döngüye bağlı saadet zincirini sürdürmek yerine, artık ülkenin önünü açacak, bu sıkıntıları bir daha geri dönüşü olmayacak biçimde ortadan kaldıracak yapısal tedbirleri geliştirmenin mücadelesi içerisindeyiz. Bu hükümet döneminde ele alınan konuların doğuracağı siyasi riski ve faturayı göğüslemekten kaçınan ve bu nedenle de sürekli ertelemeyi tercih edenlerin, aslında bütün bunların bugün yapılıyor olmasından memnuniyet duymaları gerekir. Çünkü, şayet kendileri iktidar sorumluluğunu taşımış olsalardı, bütün bunları muhtemelen yapmayıp popülist politikalarla Türkiye’ye vakit kaybettirmeye ve sorunları daha da büyütmeye devam edeceklerdi. Oysa ki, bu gün, bir taraftan bu işler yapılır, yani temel reformlar gerçekleştirilirken, diğer yandan da siyasetin geleceğe odaklanması mümkün olacaktır. Kim hangi düşünceyi taşırsa taşısın, ne amaç güderse gütsün, bizim hedefimiz bellidir: Kararlılıkla hayata geçirilen yapısal dönüşüm projeleriyle ekonomik gelişmeyi tabii dengelerine kavuşturmak ve sürekli hale getirmektir. Bu tedbirler çerçevesinde belki kısa bir süre daha milletimizin karşısına çok iyi tablolarla çıkamayacağız ve bunun siyasi neticelerine de katlanmak durumunda olacağız. Ancak, herkes tarafından çok iyi bilinmelidir ki, bizler açısından hangi sonucu doğurursa doğursun, Türkiye’nin ve insanlarımızın ufku aydınlanmadan, temel eksiklikler giderilip sorunlar çözülmeden Milliyetçi Hareket bu yoldaki mücadelesine ara vermeyecektir.Ayrıca, son günlerde piyasalara yansıyan ve doğal olarak kamuoyunda iyimserlik havası yaratan gelişmelerin kalıcı olması ve devam etmesi yine reel sektörün dinamizmi ile yakından ilgilidir. Bunun için de Hükümetimizce gerekli önlemler alınmaktadır. Eldeki kaynakların en iyi şekilde değerlendirilmesi ve krizden etkilenen, küçülmek veya faaliyetlerini durdurmak zorunda kalan üretim sektörlerine destek verilmesi konusunda somut adımlar atılmaktadır. Bunun en son ve çarpıcı örneklerinden birisi Bankacılık sisteminin iyileştirilmesi ve mali yapılarının güçlendirilmesine yönelik değişiklikler ve düzenlemeler olmuştur. Bu değişiklik ve düzenlemelerle, 2000 yılı Kasım’ında ve geçtiğimiz yılın Şubat’ında nükseden ve mali piyasaları altüst eden, sonrasında da reel sektöre yansıyan kriz sürecinin etkilerinin en aza indirilmesi ve nihai olarak da ekonomik canlanmanın bir an önce sağlanması hedeflenmektedir. Yıllar içerisindeki yanlış uygulamalardan kaynaklanan bozuk yapının ortadan kaldırılması ve yerine güçlü bir finans sistemi inşaasını da gözeten bu düzenlemeyle, finans sektörünün reel sektöre kaynak sağlayabileceği ve dolayısıyla ekonomik kalkınmanın dinamosu haline geleceği şartlar oluşturulmuştur. Daha önceki yıllarda yapılanlardan farklı olarak, bu düzenlemenin esas amacı, bankaların kurtarılması veya bankalara para aktarılması değildir. Bu konuda kamuoyunu ısrarla yanlış yönlendirmeye çalışanların amaçlarının ekonomik dinamizmin geliştirilmesi olmadığı açıktır. Yapılan değişikliklerle, suistimale meydan verilmeyecek bir yapı öngörülmüştür. Yine, bankaların, kaynaklarını sadece kendi grup ortaklıklarına aktarması, bunlar üzerinden de buharlaştırmasının önüne geçilmiştir.Ayrıca, finans sektörünün yanısıra, küçük ve orta ölçekli işletmelere, esnaf, sanatkâr ve çiftçilerimize aktarılmak üzere, birbuçuk katrilyon liralık ek bir kaynağın Ziraat ve Halk Bankalarına aktarılması da benimsenmiştir. Sektör temsilcilerinin taleplerinin de üzerinde tespit edilen bu kaynakla, küçük ve orta büyüklükteki işletmelerimizin ve üreticilerimizin de ekonomik anlamda bir rahatlama ortamına kavuşacağı açıktır. Türk insanının beklentileri ve duyarlılıkları çerçevesinde kamu bankaları yöneticilerinin yargısal denetim dışına taşınması düşüncesi de kabul edilmemiştir. Bunun yerine, kamu bankaları yöneticilerinin özel sektörde olduğu gibi, hukuki ve cezai sorumlulukları itibariyle özel hukuk hükümlerine tabi olmalarına imkan verilmiştir. Bu şekilde, kamu bankalarının da verimlilik ve rekabet edebilirlik bakımından özel bankaların gerisinde kalmamalarının alt yapısına önemli bir katkı sağlanmıştır.Kamuoyuna değişik boyutlarıyla akseden ve tartışılan bu konuda hepinizin bildiği gibi, Milliyetçi Hareket Partisi’nin sorumlu ve duyarlı siyaset prensibi dahilinde yapıcı ve düzenleyici rolü büyüktür.Partimizin bu konudaki yaklaşımı ve katkıları, popülist bir mantık çerçevesinde değil, sosyal dengeleri gözeten ve ekonomik potansiyeli harekete geçirmeyi amaçlayan bir anlayışla şekillenmiştir. Sonuç itibariyle ortaya çıkan düzenleme ülkemizin, insanımızın ve ekonominin ihtiyaçlarına cevap veren ileriye doğru atılmış gerçekçi bir adımdır. Bu düzenlemeyi, düne kadar, elde kaynak olmadığını bile bile, ‘niye yapmıyorsunuz’ diye eleştirenlerin, bugün de kalkıp, “niye bunları kurtarıyorsunuz?” diye karşımıza çıkanların, elbette ki maksatlarının üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek olduğunu artık milletimiz çok iyi takdir etmektedir.Bu noktada, Arjantin örneğinden hareketle, Türkiye’de bir sosyal patlama olur mu olmaz mı tartışmalarına girenleri ve adeta böyle bir patlama olması için bekleyenleri, sorumlu ve duyarlı olmaya davet ediyorum. Allah’ın izniyle, Türkiye, içinde bulunduğu bu güç ve sıkıntılı anları aşacaktır. Bir sosyal patlama değil, üretim patlaması yaşayacak, bir kalkınma hamlesi yapacaktır. Krizin en yoğun yaşandığı 2001 yılı içerisinde bile, bir önceki yıla göre ihracatını %14.2 oranında artırarak 31 milyar doların üzerine çıkaran bir Türkiye’nin geleceğine ilişkin olarak hiç kimsenin karamsar olmaya, felaket tellallığı yapmaya, moralleri bozmaya hakkı yoktur. Kıymetli Dava Arkadaşlarım, Değerli Basın Mensupları, 57. Hükümet işbaşına geldiği günden bu yana sürekli olarak bir hususun altını çizmektedir. O da, kamuda savurganlığa ve yolsuzluğa son verilmesi gerektiği hususudur. Bunun için de, bütün vatandaşlarımızın çok yakından takip ettiği gibi, yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma, kamu kaynaklarının savurganca kullanımının önlenmesi gibi konularda bir yandan gerekli altyapının oluşturulmasına hız kazandırılırken; diğer yandan da, bu olayların ortaya çıkmaya başladığı 1970’li yıllardan beri yapılanların tamamından daha fazla operasyon gerçekleştirilerek, kamu kaynaklarının eritilmesinin önüne geçilmiş ve sorumlular adalete tevdi edilmiştir. Bu hükümet döneminde gerçekleştirilen ve sayı olarak 69’a ulaşan operasyonlara artık bir ad bulma konusunda bile sıkıntılar çekilmektedir. Ancak, bir hususa özellikle dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Yolsuzluklarla mücadelede gerek hükümetimizin ve gerekse Milliyetçi Hareket’in sergilemiş olduğu kararlı ve duyarlı tavır, bazı çevreler tarafından özellikle görmezden gelinmektedir. Yolsuzlukları yapanlarla onları ortaya çıkaranları ayırdetme sağduyusundan bile yoksun bu çevrelerin, kendilerine ilişkin iddialar karşısındaki hiç bir tutarlılığı ve doğruluğu olmayan tavırları ise ilginç olmaktan da öte bir pişkinliği ifade etmektedir. Halihazırda sürmekte olan pek çok yolsuzluk operasyonlarının veya yargıya intikal etmiş olayların özneleri durumundakilerin, bu Hükümeti yolsuzlukla mücadelesi sebebiyle eleştirmeleri de, elbette ki, milletimiz nezdinde hiç bir geçerliliği olmayan davranışlar olarak kalacaktır. Kaldı ki, özellikle Milliyetçi Hareket, yolsuzlukla mücadelede her zaman en tutarlı ve objektif tavrı sergilemekten geri durmamıştır. Ne geçmişte, siyasi pazarlıklara konu yapılan aklama-paklama oyunlarının içerisinde bulunmuş ve ne de yolsuzlukla mücadelede tavizlere dayalı siyasetin koalisyon ilişkilerinin bir dinamiği haline gelmesine izin vermiştir. İçerisinde yer aldığı Hükümetin bir bakanı hakkındaki iddialara ilişkin sergilediği tavrın aynısını, kendi sorumluluk alanı içerisindeki bir bakanlıkla ilgili olarak da tekrarlamaktan geri durmamıştır. Siyaset sahnesinde varolduğu günden beri hiçbir zaman, hiçbir şekilde çirkin pazarlıklar içerisine girmeyen Milliyetçi Hareketin, bundan sonra da aynı inanç ve ısrarını koruyacağını Yüce milletimiz çok iyi bilmektedir. Keza, kamu yönetiminde savurganlığın ve yolsuzlukların önüne geçilmesinde çok önemli bir adım olan Devlet İhale Kanunu da hazırlanmış ve meclisimiz tarafından kabul edilmiştir. Kamu ihalelerinin şeffaflaşması, denetimi ve verimliliği konularının büyük ölçüde çözümünü sağlayacak olan bu kanun, elbette ki, bizler açısından yeterli değildir. Türkiye’de, devlet harcama reformunu tam olarak gerçekleştirmek, daha sağlıklı ve etkin bir değerlendirme ve denetim mekanizması oluşturmak, kamu yönetiminin verimliliğini ve performansını artırmak için daha atılması gereken pek çok adım bulunmaktadır. Bizim öteden beri savuna geldiğimiz ilkeler arasında hizmet eden ve hesap vermekten kaçınmayan bir yönetim anlayışının hakim kılınması da bulunmaktadır. Vatandaşına gerektiğinde hesap vermekten kaçınmayan, saydam bir yönetim anlayışının geliştirilmesi durumunda yolsuzlukların da, savurganlıkların da sonu gelecektir. En azından, halkın gözünde, yöneticilere ilişkin olarak doğabilecek şüpheci yaklaşımların önüne geçilmiş olacaktır. Denetimden uzak, yetkileriyle paralel bir sorumluluktan arındırılmış kişi ve kuruluşlar gerçekte çok iyi işler yapsalar bile, milletimiz nezdinde şüphelerin tamamen ortadan kalkması mümkün olmayacaktır. Bu manâda bizim açımızdan, hiçbir kamu görevlisine veya kurumuna istisna tanınması, denetim dışında bırakılması veya sorumluluktan uzak kabul edilmesi imkânı yoktur. Yine, Hükümetimiz tarafından, her yıl düzenli olarak açıklanan tasarruf tedbirleri de rutin bir uygulama olmaktan çıkarılmış, kamu kaynaklarının savurganca kullanılmasının önüne geçilmesi için yeni bir anlayış ve bakış açısıyla ele alınmıştır. Bu tedbirler çerçevesinde ilk kez, kamu yönetiminde hantallıktan ve iletişimsizlikten kaynaklanan sorunlara eğilmek mümkün olmuş, etkin ve verimli bir yönetim perspektifi ortaya konmuştur. Bütün kamu yönetiminde bu tedbirlerin uygulanması hususu dikkatli ve özenli bir şekilde takip edilecektir. İnsanlarımızın alın terinin, emeklerinin bir kuruşluk kısmının bile müsrifçe harcanmasına, heba edilmesine asla izin verilmeyecektir. Rüşvetle, kamu kaynakları yağmacılığıyla, savurganlık ve israfla, her türlü kayırmacılıkla, çeteleşme ve mafyalaşmayla mücadelemiz her şart ve ortamda sürecektir.Diğer yandan, kamuda çalışanların mali ve özlük haklarının, çalışma şartlarının iyileştirilmesi, eşit işe eşit ücret sisteminin getirilebilmesi için Hükümetimiz tarafından başlatılan çalışmalarda önemli mesafeler alınmış bulunmaktadır. İnşallah, önümüzdeki günlerde, başta ücret dengesizlikleri olmak üzere, çalışanlarımızın şikayetçi oldukları konular üzerinde tatminkar düzenlemeler gerçekleştirilecektir. Dördüncü yasama yılının başladığı 17 Eylül 2001 tarihinden günümüze kadar geçen sürede, meclisimiz 33 kanun çıkarmıştır. Bunlar arasında özellikle Türk Medeni Kanunu, Endüstri Bölgeleri Kanunu, Tütün Kanunu, Devlet İhale Kanunu ve en son bankacılık düzenlemelerini esas alan kanun değişiklikleri dikkate alındığı zaman, olağanüstü bir performansın sergilendiği görülmektedir. Keza, Meclis çalışmaları içerisinde Partili milletvekili arkadaşlarımın gayret ve katkıları da her türlü takdirin üzerindedir.Kriz şartlarının günlük hayatımızdaki yansımalarını geciktirdiği için, bu değişikliklerin anlam ve önemi yarın çok daha iyi anlaşılacaktır. Uzun yıllardır konuşulan ya da meclis gündemine getirilip bir türlü yasalaştırılamayan bu düzenlemeler, inanıyoruz ki, Türkiye’nin eksikliklerini tamamlamakta, çehresini değiştirmektedir.2002 yılı da, bu anlamda hem Hükümetimiz, hem de Meclisimiz açısından çok yüklü, ama bir o kadarda hayatî bir çalışma dönemini ifade etmektedir. Başta Ulusal Programa uyum yasaları olmak üzere, seçim ve siyasi partiler kanunlarındaki değişiklik düzenlemeleri önümüzdeki dönemde neticelendirilmesi gereken işlerin başında gelmektedir. Fakat, bazı çevrelerin, mutad alışkanlıkları olduğu üzere, bu hükümet tarafından atılan her adımı yanlış, yapılan her icraatı eksik veya zararlı olarak nitelendirmelerinin yanısıra; gündemi saptırıp, kendilerine siyasal avantaj ortamı yaratma girişimlerinin doğal bir neticesini de yine, siyasi partiler ve seçim kanunlarına ilişkin değişiklik tartışmalarında görmek mümkündür.Ekonomiden anayasaya kadar bir çok ciddi reformun bu dönemde hayata geçirildiği unutulmamalıdır. Ama ne olursa olsun, Türkiye, siyasi partiler ve seçim kanunlarında da Türk Milleti’nin beklentilerine uygun, ülkemizin ihtiyaçlarına cevap veren daha demokratik ve çağdaş bir yapıya kavuşacaktır. Saygıdeğer Arkadaşlarım, Basınımızın Seçkin Temsilcileri, Burada bir kez daha vurgulamak istiyorum ki, gerek Hükümetimiz ve gerekse partimiz Türkiye’nin devasa sorunlarını geçiştirmek için değil, çözüm üretmek için vardır.Bu anlamda da Milliyetçi Hareket Partisi, 57. Hükümet dönemi içerisinde bütün yönleriyle sorumluluklarına müdriktir. Türkiye’de hem sorun çözmek, hem de demokrasimizi güçlendirmek için elzem olan uzlaşma ve koalisyon kültürünün gelişip yerleşmesine en büyük katkıyı veren bir parti olarak, bu hassasiyetimizi her zaman sürdüreceğimiz bilinmelidir. Bazı çevrelerin, mevcut şartların ağırlığından kaynaklanan olumsuzlukları ve algılama sıkıntılarını Milliyetçi Hareket’e maletme veya tam tersinden, olumlu gelişmelerden partimizi soyutlama alışkanlıklarının elbette ki ciddiye alınması mümkün değildir. Bu çevreler de artık bir gerçeği kavramalıdır ki, bu davranış ve alışkanlıkları Türkiye Sevdalılarının tabii ve tarihi mekânı olan Milliyetçi Hareket’e bir zarar vermez, ancak onların kendi bindiği dalı kesmeleri anlamı taşır.Milliyetçi Hareketin, Büyük Türk Milleti’ne ve lider ülke idealine hizmet yolunda katlanmayacağı hiçbir fedakârlık yoktur. Bunu her vesileyle kanıtlayarak bu günlere gelmiş olan bu Hareket varoldukça da, milletimiz her halükârda daha güzel, daha mutlu ve müreffeh günlere doğru yol alacaktır.Gelecek günlerin, ülkemiz ve milletimiz için iyi günler olacağına ve 2002 yılının Türkiye için hayırlar getireceğine olan inancımla bir kez daha hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum.
Dr. Devlet Bahçeli |