15.01.2002 - TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Genel Başkanımız Dr. Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Konuşması
15 Ocak 2002

Kıymetli Dava Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Öncelikle yüksek heyetinizi en iyi dileklerimle selamlıyorum.

Konuşmamın başında, uluslararası alanda yaşanan ve ülkemizi de doğrudan ilgilendiren bazı önemli gelişmelere temas etmek istiyorum. Daha sonra da, bankacılık sisteminin kriz sürecindeki yerini ve bu bağlamda yapılan yasal düzenlemeyi bir kez daha değerlendirmeyi gerekli görüyorum.

İnsanoğlunun, soğuk savaş döneminin ardından başlayan 21. yüzyıla büyük ümitler bağlayarak girdiğini ifade etmek mümkündür.

Ancak, geleceğe dair ümit ve beklentilerin yükseldiği bir anda, acı gerçeklerle yüz yüze kalmak kaçınılmaz bir sonuç olmuştur. Böyle bir an, gerçeklerle kısa süre içinde tekrar tanışmanın verdiği hayal kırıklığını artıran bir rol oynamıştır. Çünkü, temel sorunlar ve ihtiyaçlar olduğu gibi durmakta, bütün milletlerin iyi niyetli yaklaşımlarını ve çabalarını beklemektedir.

Küreselleşme olgusuna bakış açılarına göre dünya tablosunu farklı yorumlamak mümkündür, ama sorunların ve risklerin ortadan kalktığını iddia etmek imkânsızdır.

Küreselleşme sürecinin son on yılda kazandığı boyutlar esas alındığında, yeni bir ilişkiler ağının yeryüzünü hızla ördüğü ve dünyanın çehresini değiştirdiği rahatlıkla söylenebilir. Böyle bir bakış açısını daha ileri götürenler arasında, bu süreci insanlığın gelişiminde nihai bir aşama olarak tanımlayanlar ve hatta “yeryüzü cenneti” ne benzetenler de bulunmaktadır.

Kısaca ifade etmek gerekirse, küreselleşme olgusunu görmezden gelmenin gerçekleri değiştirmemesi gibi, gözü kapalı propagandasını yapmanın da gerçekleri ortadan kaldırmayacağı kesindir.

Küreselleşme süreci, önündeki bütün beşerî değerleri ve dengeleri yıkarak veya aşarak yayılmakta ve bütün toplumların hayatlarını kuşatmaktadır. Sadece ekonomiler arasında değil, toplumsal ve kültürel yapılar arasında da etkileşimi yoğunlaştırdığı görülmektedir.

Buradan çıkarılması gereken stratejik sonuç şudur: Her ülke ve devlet, her siyaset projesi, bu karmaşık gerçekler bütününü hesaba katmak, ekonomik ve siyasi öngörülerini bunu dikkate alarak geliştirmek mecburiyetiyle karşı karşıyadır.

Böyle bir durum karşısında sergilenen “neme lazımcı” ya da “reddiyeci” tavırlar bu sonucu değiştirmeyecektir. Başka bir deyişle, bu tür kategorik yaklaşımlar, ne küreselleşme sürecinin etkinliğini, ne de yeni bir boyut kazandırdığı ciddi sorunların varlığını ortadan kaldıracaktır.

Küreselleşme sürecinin milletler camiasının bütünü açısından yol açtığı en önemli gelişme ise, yerel, bölgesel ve küresel sorunlar ve gündemler arasındaki geçişkenliğin hızla artıyor olmasıdır. Yerel veya bölgesel ölçekli bir sorunun bütün ülke ve toplumları çok kısa süre içinde etkisi altına alabildiği bilinmektedir.

Uzak-doğu Asya krizinin dünya ekonomisini sarsması, ozon tabakasının delinmesinin bütün eko-sistemi tehdit etmesi, terörizmin küresel bir nitelik kazanma potansiyelinin bulunduğunun anlaşılması, bu açıdan en çarpıcı örnekleri oluşturmaktadır.

Hiç şüphesiz, bu örnekler bize bir gerçeğin hayati ve öncelikli bir mesele olarak dikkate alınması gerektiğini hatırlatmaktadır. Bütün ülkelerin kendi “ milli hedef ve çıkarları” yanında, “küresel müşterekler”de birleşmesi ve buna dair dayanışma ve diyalog zeminlerini güçlendirmesi zorunluluğu bulunmaktadır. Özellikle, küresel yoksulluk, istikrar, ekolojik denge ve terörizm bu açıdan dört temel konu ve sorun alanı olarak önem taşımaktadır.

Diyalog ve işbirliği süreci için gerekli ön şartlar arasında, ülkeler bazında olduğu gibi, küresel ölçekte de istikrarlı bir ortam ile sorumluluk bilincine ihtiyaç bulunmaktadır.

İşte böyle bir yaklaşım esas alındığında, Türkiye’nin gerek jeopolitik gerekse jeokültürel konumunun ne kadar hayati ve ayrıcalıklı olduğu anlaşılmaktadır. Tarihî derinliğe de sahip olan dinî, siyasî ve ekonomik sorunların bir türlü soğuma fırsatı bulamadığı bir coğrafya olan Kafkaslar, Balkanlar ve Ortadoğu bölgesi, ülkemizin hem ayrıcalıklı hem de olabildiğince zorlu konumunun açık kanıtlarıdır.

Diğer bir deyişle, Türkiye’miz dünyada ender rastlanan karmaşık bir stratejik denklemin kilit unsurunu oluşturmaktadır.

Sayın Başbakanın geniş bir heyet ile Amerika Birleşik Devletleri’ne yapmakta olduğu ziyaret ve temaslar, bu açıdan da önem arzetmekte, yeni dünya düzeni ve güvenlik tartışmalarının yoğunlaştığı bir dönüm noktasında gerçekleşmektedir.

Bilindiği üzere, Türkiye-ABD ilişkileri, özellikle son yarım yüzyıldır giderek gelişen çok yönlü bir ilişkiler ağını ifade etmektedir. Buna rağmen, Türkiye karşıtı lobilerin ABD ile ilişkilerimizin gelişimini zaman zaman olumsuz yönde etkilediği bilinmektedir. Gerçi bu tür lobilerin etkinliğinde, 11 Eylül saldırılarının ardından nisbî bir gerileme olsa bile, bu konunun Amerikalı yetkililere hatırlatılması yararlı olacaktır.

Birçok lobinin Amerikan Halkı’nın ortak çıkarlarından çok, farklı tarihi ve etnik endişelerle hareket ettiği ve özellikle de “soykırım masalı”nı bir silah olarak kullanabildiği unutulmamalıdır.

İnanıyoruz ki, Sayın Başbakanın ziyareti ülkemizin merkezinde yer aldığı bölgenin üzerinde oturduğu hassas dengelerin ABD yönetimiyle bir kez daha değerlendirilmesi ve terörizme karşı uluslararası işbirliğinin geliştirilmesi bakımından da çok önemli olacaktır.

Ayrıca, siyasi ve askeri alandaki stratejik işbirliğinin ekonomik ve ticari ilişkilerde de ortaya çıkması için gerekli girişimlerin başlatılması ümit edilmektedir.

Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım,

Saygıdeğer Basın Mensupları,

İkinci olarak, geçtiğimiz hafta boyunca kamuoyunun gündeminde yer eden ve Türk Milleti’ni inciten bir gelişmeye temas etmek istiyorum.

Mirasçısı olduğumuz Osmanlı-Türk Medeniyetinin çeşitli coğrafyalarda derin izler bıraktığı, bunların sadece bizim değil, bütün insanlığın ortak kültürel zenginliğinin bir parçasını teşkil ettiği açıktır.

Tarihin kaydettiği en hoşgörülü ve adaletli bir imparatorluğu kuran ve yöneten atalarımızın emanetleri olan eserler, zaman zaman çok üzücü ve düşündürücü uygulamalara ve hatta “kültür soykırımı” denebilecek çirkinliklere muhatap olabilmektedir.

Daha düne kadar Kosova ve Saraybosna’da Osmanlı hakimiyet anlayışının izlerini taşıyan ve imar faaliyetlerinin göstergeleri olan tarihi eserler bir bir yok edilmek istenmiştir. Bazen sıcak çatışmalar esnasında bilinçli olarak hedef seçilmiş, bazen de “restorasyon çalışmaları” maskesi altında yine bilinçli olarak tahrip edilmiştir.

Maalesef, zaman zaman düşmanlığa da varan “Osmanlı-Türk kompleksi”nin üzücü ve düşündürücü tezahürlerine, sadece Balkanlarda değil, Ortadoğu coğrafyasında da rastlanmaktadır.

Gerçekten de, “Sırp ırkçılığını” hatırlatan bir muamelenin benzerini Suudi Arabistan’da görmek milletimizi derinden yaralamıştır. Bütün Müslümanlar tarafından kutsal kabul edilen topraklarda, Osmanlı mimarisinin temel özelliklerini yansıtan tarihî bir mekânın katledilmesinin hiçbir haklı izahı yoktur. Bu hadise karşısında rahatsız olmanın ve bu rahatsızlığı dile getirmenin kardeş bir ülkenin egemenlik haklarını hiçe saymak ile bir ilgisi yoktur.

Çünkü, Ecyad kalemizin, sudan bahanelerle yıkılması, ne Müslüman kardeşliğiyle ne de ortak kültürel mirasa saygı anlayışı ile bağdaşmaktadır.

Huzurlarınızda, bu anlamsız ve çirkin uygulamayı kınıyor ve Suudi yönetimini duyarlı davranmaya davet ediyorum.

Bu vesileyle hatırlatmak isterim ki, bütün insanlığın koruması gereken “tarihi ve kültürel eserler”in yok edilmesi, sadece belirli önyargıların dışa vurulmasıyla sınırlı bir sonuç doğurmamaktadır. Düşüncesizce yapılan uygulamalar, milletler ve devletler arasında elzem olan ortak değer ve çıkarların altının oyulmasıyla da eşdeğerdir.

Unutulmamalı ki, hiçbir ülke ve devletin “kültürel mirası” yok farzederek, hele bu eserleri basit ekonomik projelerin ve geçmişten intikam alma duygusunun kurbanı haline getirerek güzel bir gelecek inşa etmesi de mümkün değildir.

Bizler, güzel dinimizin vazettiği dayanışma duygusuna yakışmayan ve ecdadımızın ruhunu inciten bu uygulamanın bir an önce telafi edilmesini talep ediyor ve bekliyoruz. 

Kıymetli Dava Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Parti ve hükümet olarak sık sık vurgu yaptığımız ekonomik ve siyasi istikrarın anlam ve önemi, hem insanımızın yıllardır dile getirdiği özlemleri, hem de yaşadığımız coğrafyanın zorlukları dikkate alındığında çok daha iyi görülecektir. Yine,küreselleşme sürecinin dinamiklerini kavramak, olumsuzluklarını en az zararla atlatmak için de güçlü ve istikrarlı ekonomik yapının varlığı hayatiyet arz etmektedir.

Son bir yıldır hız kazanan yapısal reform süreci ve temel ekonomik sorunları geride bırakma kararlılığını, bu çerçevede anlamak ve desteklemek gerekmektedir.

Bugünlerde son direnç noktalarını kırmaya çalıştığımız ekonomik krizi, muhtelif vesilelerle ele alıp üzerinde bazı değerlendirmeler yaptığımızı biliyorsunuz. Ekonomik krizin boyutları ve aşılması üzerinde sıkça durmamızın sebebi, kriz potansiyelini bünyesinde barındırmayan bir ekonomik gelişme modeline ülkemizin duyduğu ihtiyaçla ilgili olduğu kadar; ekonomiyi bu krize götüren alışkanlık ve anlayışların bir an önce terk edilmesine yönelik bir çaba olarak da görülmelidir.

Türk ekonomisini yönetenlerin benimsediği enflasyonist büyüme modeli, ülkemize yıllardır bir kısır döngüyü yaşatmaktadır. Gün geçtikçe genişleyen, genişledikçe sürdürülmesi imkânsız hale gelen bu çarpık yapının temelinde, sermaye birikim modeli olarak, enflasyon yoluyla toplumun geniş kesimlerinin reel gelirinin düşürülmesini esas alan politikalar yer almaktadır. İkinci olarak da, ağırlığı iç ve dış borçlanmaya dayalı kaynaklarını verimsiz kullanan, üretimi değil kısa vadeli yüksek kârlılığı ve tüketimi teşvik eden, yüksek faiz ile maliyetleri artırarak enflasyonu besleyen finans yapısı bulunmaktadır.

Netice itibariyle, yarattığı katma değerin borçlanma maliyetini bile karşılayamama çelişkisini yaşayan, her defasında daha geniş miktarlarda ve daha yüksek faizlerle sürdürülebilir olan bu modelin kriz doğurması kaçınılmaz olmaktadır. Ekonomik açıdan çıkmaz sokak olan bu durum, aslî problemlerin ele alınmasını ve aşılmasını zorunlu hale getirmiştir.

Burada üzerinde durmamız gereken en önemli hususlardan birisi hiç şüphesiz krizlere yol açan bu yapının içerisinde malî sistemin rolüdür. Genelde finans sisteminin, özelde ise bankacılık sektörünün sorunları, ana hatlarını vurgulamaya çalıştığım sağlıksız ekonomik yapının temellerinden birisini oluşturmaktadır.

Çünkü, gelişmeyi, büyük ölçüde yüksek faiz maliyetiyle tedarik edilen iç ve dış borçlanma yoluyla finanse etmeye çalışan bir bankacılık yapısı ve derinliği olmayan sermaye piyasası Türk ekonomisinin ayırdedici vasıfları arasında yer almaktadır. Bu özelliği, Türkiye’nin büyüme potansiyelini harekete geçirmekte oldukça yetersiz kaldığı gibi, finans kesiminin örgütlenmesi de zaman içinde kalkınmayı engelleyecek bir mahiyet kazanmıştır.

Bu bakımdan finans kesiminin bu yanlış işleyiş mekanizması Türk ekonomisine ağır bir maliyet çıkartmış, yaşanan krizlerde bu maliyet önemli bir rol oynamıştır.

Ekonomide dönüşümü gerçekleştirmek Türk ekonomisinin dengeli bir gelişme çizgisine girmesi bakımından nasıl kaçınılmaz, zorunlu bir adım ise, bu zayıf malî sistemi değiştirmek de yapısal reformların tamamlanması bakımından zorunlu ve kaçınılmazdır.

Uygulanacak programın 2004 yılına kadar devam edeceği de dikkate alındığında, krizlerin ve ekonomik daralmanın toplumun dar gelirli kesimleri üzerindeki baskısının azaltılması için istihdam artırıcı ve bu kesimlere dönük gelir transferini amaçlayan politikaların uygulanması, programa olan desteğin sürdürülebilmesi açısından önem arzetmektedir.

Bilindiği gibi, yaşanan ekonomik krizler en olumsuz etkiyi sosyal sonuçları ile birlikte reel sektör üzerinde yaratmıştır. Reel sektörde oluşan olumsuzluğun giderilmesi ve yeniden canlanmanın sağlanması hem belirli bir zaman gerektirmekte, hem de maliyetli olmaktadır. Bu nedenle reel sektöre yönelik tedbirlerin zaman geçirilmeden alınması gerekmektedir.

Bunun yanında, ekonomik programın tavizsiz olarak uygulanması, oluşmaya başlayan güven ortamının sürdürülmesi, sağlıklı bir ekonomik yapının güçlü bir reel sektör ile birlikte güçlü malî yapıya ihtiyaç duyması nedeniyle malî sektör ve reel kesim arasındaki sorunların aşılarak kesimler arası sağlıklı ve rasyonel ilişkinin geliştirilmesi, öngörülen yapısal düzenlemelerin tamamlanması zorunludur.

Bankacılık sektöründe sağlam bir yapının kurulması ve işlerlik kazanması; ancak güçlü bir yapıya ve işlerliğe kavuşturulmuş üretim sektörü ile bankacılık sistemi arasında rasyonel ilişkiler kurulması ile gerçekleştirilebilir. Bu bakımdan bankacılık sisteminde ve reel sektörde yapılacak düzenlemelerin eşanlı ve uyumlu bir disiplin içerisinde gerçekleştirilmesi büyük önem arzetmektedir.

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Geçtiğimiz hafta yüce meclisin kabul ettiği bankacılık yapısını güçlendirmeye yönelik düzenlemeler bu çerçevede bakıldığında daha iyi anlaşılabilir.

Yasal düzenleme, ayrıca Türk kamuoyunda oluşan bankaların içinin boşaltılması ve yolsuzluk karşısında var olan hassasiyetlere paralel olarak, yani suistimallere kapalı bir anlayışla ele alınmıştır. Milliyetçi Hareket Partisi’nin bu süreçteki yaklaşımı, kamuoyundaki bu hassasiyetlerden beslenmiştir.

Bankaların güçlendirilmesi için gerekli olan kaynak aktarımının objektif şartlara bağlanmasına yönelik yapıcı tekliflerimizin, Türk ekonomisinin ihtiyaçlarına cevap verici önerilerimizin gerekliliği, tartışma götürmeyecek kadar açıktır. Gerçekten de, bankacılık alanında yapılan düzenlemenin bazılarına çıkar sağlamak için değil, sektöre şeffaflık ve üretimi teşvik edecek bir yapı kazandırmak üzere gerçekleştirilmiş olması önemlidir.

Bankaların daha adil kredi dağıtan, verilecek desteğin %60’ının KOBİ’lere, esnaf ve çiftçilerimize gitmesini şart koşarak, tüketimi örgütleyen değil, üretime yönelen bir biçimde yeniden yapılandırılması öngörülmüştür.

Yine, bankaların kullanacakları kamu kaynağı karşılığında teminat vermesi ve kamu bankalarının da bu imkândan faydalanmasının şarta bağlanması, kayda değer bir durum olmuştur.

Bir kez daha vurgulamak gerekirse, bankacılık sistemi ancak şeffaf bir biçimde işlediğinde ve verimli yatırımları kredilendirdiğinde sağlıklı bir yapıya sahip olabilir. Bu bakımdan bankacılık sisteminin aktarılacak fonlarla üretim sektörüne yönelmesi çok hayatî bir adımdır.

Kısacası, bütün bunlar milletimizin dışardan aldığımız borçların doğru kullanılması yönündeki hassasiyetinin paylaşılması ve onun siyasete yansıtılmasının bir işareti olarak değerlendirilmelidir.

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Milliyetçi Hareket’in, Türk Milleti’ne hizmeti, O’nun hissiyatına tercüman olmayı esas alan bir parti olarak ülkemizin borçlanarak bulduğu kaynakların kullanılmasında duyarlı davranması kaçınılmazdır. Bunun için Türkiye’nin zor şartlarda bulduğu imkânları kimsenin keyfine ve çıkarlarına göre kullanmasına izin vermemiz mümkün değildir.

Burada tek bir amaç gözetiriz, o da bulduğumuz bütün imkânları sadece ve sadece Türkiye’nin kalkınması için kullanılmasını sağlamaktır. Bugün bankacılıkla ilgili düzenlemelerde ortaya çıkan netice, kamu kaynaklarından faydalanmanın esasları olarak ortaya koyduğumuz şartlar bunun iyi bir örneğidir ve koalisyon uzlaşması içerisinde ekonomimize, özellikle de üretim ve istihdam artışına ciddi katkılar sağlayacak niteliktedir.

Türkiye, bugün ekonomisinin karşı karşıya bulunduğu sorunları aşmak için zorunlu reformlara hayatiyet kazandırmaktadır. Diğer bir deyişle, sağlıklı büyümenin yapısal şartları bir an önce tamamlanmaya çalışılmaktadır.

Bunlar, hızlı büyümeye geçiş, enflasyonu yenme ve yoksullukla mücadele için gerekli olan şartlardır. Türkiye bunları başardıkça büyüyecek, büyüdükçe karşı karşıya olduğu sorunları aşacak ve böylece 21. yüzyılın özlenen Lider Türkiye’sine doğru ilerleyecektir.

Sözün kısası, bizler ülkemizin bu hedefe, kamu kaynaklarının ekonomik aklın gereğine göre kullanarak ve adil bir gelir dağılımını öngören büyümeyi gerçekleştirerek ulaşacağına yürekten inanıyoruz. Varlığımızı ve gücümüzü de bu inancımızdan alıyoruz.

Hepinizi başarıyla ve fedâkarca yürüttüğünüz çalışmalar için tebrik ediyor, bir kez daha saygıyla selamlıyorum.

Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı